29 Eylül 2025 Pazartesi

ANALİZ | NEPAL: Dünyanın Çatısında Yeni Bir İsyan Dalgası-26 Eylül 2025

"Maoizm başarısız oldu' şeklindeki yorumlar, gerçeğin üstünü örtüyor. Sahada görülen, Maoizm’in değil, Maoist hareketin revizyonist dönüşümünün krizidir."

26 Eylül 2025

Geçtiğimiz hafta Nepal’de “Z Kuşağı İsyanı” (yaş aralığı 13–28 gibi tanımlanan kuşak) olarak kodlanan isyan, en son başbakanın istifa ederek ülkeden kaçması, kimi sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte yapılan görüşmeler sonucu, Nepal’in ilk kadın başyargıcı olan Sushila Karki’nin geçici başbakan olarak göreve başlaması vb. bir dizi gelişme ve tartışmayı tetikleyerek uluslararası kamuoyunda yer edinmeye devam ediyor.

Olayların başına dönersek, isyanın tetikleyicisi, Eylül 2025’in başında hükümetin ani ve geniş kapsamlı bir sosyal medya yasaklaması kararı oldu: Hükümet, yeni kayıt/vergilendirme kurallarına uymadığı gerekçesiyle çok sayıda platforma erişimi engelledi.

Bu karar, yalnızca dijital iletişimi kesmekle kalmadı; gençlerin çevrimiçi varlığını ve geçim/örgütlenme kanallarını doğrudan hedef aldı. Ancak, Gezi İsyanı’nda nasıl tek-esas mesele “üç-beş ağaç” değildiyse, Nepal’de de gençliği sokaklara döken sadece sosyal medya yasağı değildi:

Yıllardır biriken ekonomi-politik kriz (genç işsizliği, yurtdışı havalelere bağımlılık, yaygın yolsuzluk, siyasal kurumlara duyulan güvensizlik) vardı ve bu yasak, bu birikmiş öfkenin kıvılcımı oldu.

Katılımcıların omurgasını “Z Kuşağı” olarak tanımlanan kuşak oluşturdu:

Büyük ölçüde 1997–2012 arası doğmuş, kent merkezli, sosyal medyada ve dijital platformlarda aktif gençler. Hareketin örgütlenme biçimi ise kısmen geleneksel örgütlerden farklıydı: Discord, Instagram ve benzeri kanallar merkezi koordinasyon için kullanıldı; Bazı genç odaklı sivil inisiyatifler sahada öncü isimler olarak öne çıktı.

Bir başka belirleyici özellik de hareketin büyük oranda önderliksiz olmasıydı; yüz binleri bulan sokak katılımlarında resmi bir hiyerarşi yoktu; bunun sonucu olarak eylemler hem spontan hem de çeşitli yönelimlere açık kaldı.

Bu yapısal özellikler hareketi hızlı, esnek ve yayılabilir kıldı.

Nepal’deki Z Kuşağı isyanının, tüm dünyada olduğu gibi, dijital çağda büyümüş, işsizlik, geçim sıkıntısı, nepotizm ve “sözde demokrasi”den bıkmış gençlerin hareketi olduğunu söylemeliyiz. Hareketin tetikleyicisi sosyal medya yasakları veya belirli bir skandal olabilir ama esas sebep, gelecek beklentisinin yitirilişi ve siyasal kurumlara duyulan güvensizliktir.

Bu dalga önderliksiz ve bazen aceleci, spontane eylemlerle kendini gösteriyor; bu karakteriyle hem devrimci potansiyel hem de manipülasyona açık zemini de içinde barındırıyor. Diğer yandan yaşanan çatışmalarda onlarca insan ölmesi, hükümetin düşürülmesi ve kamu binalarının hedef alınması, hareketin ne kadar derin kırılmalar yarattığını ortaya koyuyor.

Protestolara polisin ve daha sonra ordunun saldırısıyla şiddetin düzeyi yükseldi ve egemenler bir kez daha baskı ve şiddetle bir halkı evlerine gönderemeyeceklerini gördü. Polisin saldırısı sonucu çıkan sokak çatışmaları, kamu binalarına yönelik kundaklama ve şiddetli çatışmalar yaşandı.

Resmi ve güvenilir haber akışlarının verdiği sayılar ülke çapında onlarca, daha sonra yüzleri bulan ölümler; binler düzeyinde yaralı; önemli devlet binalarında hasar olduğunu ve parlamento ile bazı yönetim binalarının yakıldığını gösteriyor.

Bangladeş’ten sonra bir başbakan daha ülkeden kaçmak zorunda kaldı

Bunun elbette siyasi sonuçları da olacaktı ve oldu da; hükümetin bazı yetkileri askıya alındı; ordu kent merkezlerinde devreye girdi ve geçici bir güç dengesi oluştu. Protestoların hemen ardından sosyal medya yasağı kaldırıldı ve halihazırda ülke günlük hayata kademeli olarak dönmeye çalışıyor.

Hemen her büyük halk hareketinde olduğu gibi burada da “dış müdahale” gecikmedi. Nitekim, hareketin öncülüğünü ele geçiren kesimlerin seçtiği Sushila Karki’nin Hindistan’ın onayından geçmesi ve Dalai Lama’nın kutlamalarına mazhar olması, bu ve benzer kitlesel isyanların önümüzdeki süreçlerde yeniden gündeme geleceğini gösteriyor.

Sokaklar yatışmış da olsa, “gelenin gideni aratacağı” bir süreç yaşanacağına işaret ediyor.

Diğer yandan, ortada geniş bir kitleye dayanan, doğrudan Nepal devletinin ve mevcut hükümetinin içinde bulunduğu yozlaşma, işsizlik, yolsuzluk, nepotizm bataklığına karşı yıkıcı bir öfke mevcuttu ve bu kitlesel öfkenin dış destekle üretilemeyeceği açıktır.

Kısacası tarih, toplumsal patlamaların (ya da kendiliğinden hareketlerin) çok-katmanlı olduğunu gösterir.

Dış aktörler denilen emperyalistler, bazı taktik olanaklar sağlayabilir veya kitleleri provoke etmeye çalışabilir; fakat milyonların sokaklara dökülmesinin ana nedeni kronik ekonomik ve siyasal çürümedir ve kesinlikle meşrudur.

Bu hareket birdenbire ortaya çıkmış olarak görünse de, elbette öncü sarsıntıları mevcuttu. Zira halkın yaşamı ile ülkeyi yönetenlerin yaşamı arasındaki bunca uçurum, kör göze parmak gibi apaçık ortadayken aksi de düşünülemezdi.

Daha Ocak 2004’te Nepal’deki işsizliği protesto eden büyük bir kitle hareketi olmuş, bu eylemlere de polisin saldırısı sonucu iki kişi yaşamını yitirirken yüzlerce kişi de yaralanmış ve tutuklanmıştı. Yine bir önceki yıl gençlik kitleleri “Okul Eğitimi Yasa Tasarısı”na karşı sokağa çıkmış ve yine polis şiddetiyle karşılaşmıştı.

Daha öncesinde de çeşitli öğrenci sendikaları, petrol ürünleri fiyatlarını artırma kararının geri çekilmesi için gösteriler düzenlemişti.

Nitekim, Kiran önderliğindeki Nepal Devrimci Komünist Parti, Z Kuşağı isyanının hemen arefesinde 19 Haziran’da ülkenin en önemli sorunlarından biri olarak yolsuzluğa işaret etmiş ve kırsal kesimleri de dahil ettikleri bir kampanya başlatmıştı.

Bu tespit, Mart ayından bu yana Nepal’in dört önemli noktasında yürütülen “Halkla İlişkileri Geliştirme Kampanyası”nın bir sonucu olarak, kitlelerin talebi doğrultusunda başlatılmıştı. Yani Nepalli Maoistler dipten gelen dalgayı ve bu dalganın temel sinir ucunu doğru bir şekilde analiz ederek hareket etmişlerdi.

Nitekim, isyan başladığında da bu dalganın içinde yer aldılar.

Maoizm’e saldırmanın dayanılmaz cazibesi

Nepal’deki Z Kuşağı isyanını savunan-savunmayan birçok kesim, söze Maoistleri hedefe koyarak başlıyor. Açık söylemek gerekirse, Nepal’de bugün yaşanan her tartışmanın dönüp dolaşıp Maoizm’e bağlanması tesadüf değildir.

Z Kuşağı isyanının ardından burjuva çevreleri, Troçkistler ve her türden sol liberal, gençliğin öfkesini Maoizm’in iflası gibi sunmaya çalışıyor. Oysa bu, en kaba çarpıtmadır. Çünkü Nepal’de “Maoist” adıyla hükümete gelenlerin, halkın hafızasında “ihanet” ile özdeşleşmiş olanların, çoktan Maoizm’le bir bağları kalmamıştır.

Bu gerçeği görmeden “Maoistler hükümetteydi, başarısız oldular” demek, hem tarihe ihanettir hem de bugün gençliğin öfkesini yanlış adrese yönlendirmektir. Bu mesnetsiz ideolojik saldırıyı püskürtmek için MLM’lerin gerçekleri olduğu gibi ortaya koyması elzemdir.

Bilindiği gibi, 1994’te kurulan Nepal Komünist Partisi (Maoist) önderliğinde 1996’dan 2006’ya kadar süren Halk Savaşı, kırsal Nepal’de adım adım iktidarın kurulduğu, halk meclislerinin, özyönetim organlarının hayata geçirildiği on yıllık büyük bir devrimci hamleydi.

Nepal devleti tarihte ilk kez bu kadar geniş alanlarda kontrolünü yitirmiş, kitleler kendi iktidar organlarıyla yönetilmeye başlamıştı. Hindistan ve Çin gibi iki ülkenin arasına sıkışmış bu küçük coğrafyada, dünyanın çatısında kızıl bir bayrak dalgalandırıyordu ve bu bayrağın üzerinde de hiç kuşkusuz Maoizm’in imzası vardı.

Bu başarılı hamle, dünya MLM hareketi için de moral ve motivasyon kaynağıydı kuşkusuz. Ancak 2006’dan itibaren -yani Nepal devriminin en kritik aşamasında- MLM çizgiden sapan NKP(Maoist) önderliği, halkı ve devrimi büyük bir ihanetle başbaşa bırakmıştı.

Kuşkusuz, bu ihanetin ideolojik temeline dair sinyaller birdenbire ortaya çıkmamıştı. Özellikle 2003 yılında gerçekleştirilen Parti MK Plenumu’ndan, “21. yy’da demokrasinin gelişimi üzerine” başlıklı bir rapor geçmiş, revizyonizmin tüm kodları bu raporda yer almıştı.

O raporda, “feodalizme ve dış emperyalist güçlere karşı olan bütün siyasi partiler arasında barışçıl bir rekabet”in mümkün olabileceği iddia edilmekte ve “feodalizme ve dış emperyalist müdahalelere karşı olduğu müddetçe, belli bir anayasal düzende (yani devrim öncesinde de) çok partili rejim varlığını sürdürebileceği” öne sürülmüştü.

Bu tezin anlamını Hindistan Komünist Partisi (Maoist) başta olmak üzere MLM parti ve örgütler şu şekilde açıklamıştı:

“Devrim yoluyla alaşağı etmek yerine hakim sınıf partileriyle barış içinde bir arada yaşamak; göstermelik parlamento seçimlerinde emperyalizmin veya dış gericiliğin yardakçılığını yapan hakim sınıf partileri dahil olmak üzere bütün diğer partilerle barışçıl rekabet; sosyalizmin inşası sürecini objektif olarak belirsiz bir tarihe ertelemek; kitlelerin geri kalmışlığından istifade eden komprador-feodal gerici güçlerin iktidara gelmesinin önünü açmak ve demokrasi ve milliyetçilik adı altında hanedanın ve yabancı gericiliğin veya burjuva ve küçük burjuva güçlerin etkili dönüşünün yolunu açmak, onların, toplumun kazanılmış haklarını gasp etmelerine, toplumu sosyalist yönelimden alıkoyarak kapitalist yola yöneltmelerine neden olmak…”

Yine aynı belgede; uzun süreli halk savaşının ve genel silahlı ayaklanma stratejilerinin kaynaştırılması yani “füzyon teorisi” ortaya atılmış ve devrimi başarıya ulaştırmada çok kritik bir aşamaya getiren Halk Savaşı Stratejisi reddedilmiş, en iyi tarifle de sulandırılmıştı.

Bu ve benzeri sağ oportünist tasfiyeci teoriler de “Prachanda Yolu” olarak tanımlanmıştı. Yani 2001 yılında başlayan MLM çizgiye dair kırılmalar, 2006 yılında artık açık revizyonist bir hatta bürünmüştü.

O zamana kadar yine de bir şekilde yaşama geçirilen devrimci hat, ateşkes görüşmeleri, saray darbesi sonrası yeni ittifak arayışları derken adım adım erozyona uğratıldı. Sonunda 2006’da Prachanda ve Baburam’ın imza attığı “Kapsamlı Barış Anlaşması” ile halk hükümetleri feshedildi, Halk Kurtuluş Ordusu kamplara kapatıldı, devrimci mevziler teslim edildi.

Bu, devrimci stratejinin taktik bir ara durağı değil, kökten terk edilmesiydi.

Prachanda’nın parlamentoya geliş süreci, başbakanlık periyotları ve nihai itibariyle meşruiyet kaybı, kitlelerde büyük bir hayal kırıklığı yarattı; bunun somut siyasal sonuçları 2008’den itibaren görüldü ve ilerleyen yıllarda Prachanda’nın çeşitli koalisyon ve güven oylamalarında yaşadığı sorunlar bunu teyit etti.

Bilinçli yöneltilen çarpıtmaları bir kenara bırakırsak, Nepal halkının öfkesini bugün yönelttiği iktidar, bir dönem devrim adına umut yaratan kadroların zamanla sisteme eklemlenmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Bu süreç, halkın gözünde devrimci bir programın değil, düzen içi çözümlerin hâkim kılındığını gösterdi. Dolayısıyla meydanlarda yankılanan talepler, Maoist devrimin yenilgisine değil; devrim iddiasının revizyonizm tarafından tasfiye edilişine karşı bir tepki-öfke niteliğindedir.

Ve bu tepki-öfke baştan sonra kadar haklıdır, meşrudur.

Gençliğin isyanı, yozlaşmış devlet düzenine, işsizliğe, yolsuzluğa, Hindistan’ın ve diğer emperyalistlerin vesayet ilişkilerine yönelmiştir. Buradan Maoizm’i suçlamak, halkın öfkesini yanlış hedefe çekmekten başka bir işe yaramaz.

Tam tersine, Maoizm’in gösterdiği yol, gençliğin isyanının da çıkışını gösterir. Çünkü o yol kitlelerin kendi iktidarını kurma yoluydu. Revizyonizmin bu yolu yarıda kesip burjuva parlamenter düzene teslim olmasının altından çok sular aktı.

Hatta, Z Kuşağı isyanının yerle bir ettiği hükümette, revizyonist ve artık ABD emperyalizmi ve Hindistan yayılmacılığının bir kuklasından ibaret olan, yolsuzluğa boğazına kadar batmış olan Prachanda bile barınamamış, Temmuz 2024’te ayrılmak zorunda kalmıştı.

Bugün yapılması gereken, Maoizm’in revizyonizmle karıştırılmasına izin vermemektir. Nepal halkı ve isyan eden gençlik, ihanet edenlere değil, gerçek devrimci çizgiye bakmalıdır. Ve dış güçlerin, “Sorosçu kalkışma” gibi suçlamaları da gerçeği değiştirmez:

Evet, emperyalizm gençliğin isyanlarını manipüle etmeye çalışabilir ama isyan eden kitlelerin öfkesi sahicidir, haklıdır. O öfke Nepal devletine, yozlaşmış hükümetlere, revizyonizme karşıdır. Maoizm’e değil.

Tarihsel olarak ise ya bastırılmış veya parlamenter sisteme eklemlenip etkisizleştirilmiş öfkenin organik, genç ve ağırlıklı olarak kent merkezli dışavurumudur.

Dolayısıyla, “Maoizm başarısız oldu” şeklindeki yorumlar, gerçeğin üstünü örtüyor.

Sahada görülen, Maoizm’in değil, Maoist hareketin revizyonist dönüşümünün krizidir. Gençlerin öncülüğünde gelişen bu yeni dalga, Nepal halkının hala devrimci çıkışlara açık olduğunu, ancak geçmişteki uzlaşmalarla kirlenmiş deneyimlerin dışında bir yol aradığını ortaya koyuyor.

Nihayetinde gençliğin başlattığı ve kısa sürede geniş kesimlerin katıldığı bu öfke dalgası, Nepalli emekçilerin devrimci özlemlerinin hala diri olduğunu göstermektedir.

Bu durum, halkın yeniden kendi yolunu aradığını, geçmişteki ihanetlerden ve oyalamalardan bağımsız bir çıkış arayışına yöneldiğini ortaya koymaktadır.

 https://www.yüzçiçekaçsın.de/2025/09/analiz-nepal-dunyann-catsnda-yeni-bir.html

https://ozgurgelecek55.net/analiz-nepal-dunyanin-catisinda-yeni-bir-isyan-dalgasi/?fbclid=IwY2xjawNHfjBleHRuA2FlbQIxMQABHly9WgAXe_KmUgt2ePRxTPjtasKsJakCr8JWwC3fTbfO8sSOc-9pLVQK4aui_aem_6xW4J6FJ81878DSv58qGqw

 

Blog Arşivi

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

TKP/ML İçindeki İki çizgi Mücadelesinin Bazı Belgeleri_1

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Mahir Çayan Bütün Yazılar

Mahir Çayan Bütün Yazılar
TIKLA_Pdf_indir

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4
Tıkla

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri
Tikla ve Oku

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)