Komünist Sayı 1’de, Partimizin dünya ve Türkiye çapında çelişmeler konusundaki görüşleri kısaca ortaya konmuştur. Bu yazı ile, çelişmeler konusundaki görüşlerimize biraz daha açıklık getirmek istiyoruz.
Çelişmeler konusunda
açıklık getirebilmek için önce genel anlamda çelişme üzerine Marksist-Leninist
öğretiyi özetleyeceğiz; kavramları açıklayacağız. Ardından bugünkü somut durum
için çelişmeler sorununa yaklaşacağız.
Çelişme Nedir?
En kısa tanımıyla:
Çelişme her eşya (ve süreç) içinde var olan hem birbirinin varlığına ihtiyaç
duyan hem de birinin varlığı, diğerinin varlığını reddeden zıt(lar) (karşıtlar)
arasındaki ilişkidir.
Mao Zedung Ağustos
1937’de yazdığı “Çelişme Üzerine” adlı yazısında şöyle diyor:
“Şeyler içinde var olan çelişkinin kanunu; ya da (başka bir deyişle-ÇN) Zıtların (Karşıtların) birliği
kanunu, materyalist diyalektiğin temel kanunudur. Lenin ‘gerçek anlamda
diyalektik, eşyanın bizzat özünde var olan çelişmenin incelenmesidir” der.
(*)
Diyalektik
materyalistler şeylerin gelişmesinde tayin edici olmanın; şeylerin içinde var
olan çelişmeler, yani iç çelişmeler olduğu görüşünü savunurlar. Her şeyin kendi
içinde bir dizi zıtlar vardır. Bu zıtlar arasında bir mücadele söz konusudur.
İşte bu mücadele sonucu şeyler gelişir ve değişikliğe uğrar. Diyalektik
materyalistler, bu gelişme ve değişmeyi, yalnızca (büyüme, küçülme, yer
değiştirme, vs. gibi) nicel olarak kavramazlar. Şeyler içindeki zıtların
mücadelesi, kendine uygun dış şartları bulduğu; dış şartlar her şeyin içinde
var olan zıtların mücadelesini olumlu yönde etkilediği zaman; şeylerde nitel
bir, değişmeye yol açar. Eski şey, yerini kendi konumu içinde barındırdığı,
nitel olarak kendisinden bütünüyle değişik yeni bir şeye terk eder. Bu yeni
şeyde, kendi içinde yeni zıtlar ve zıtların mücadelesini barındırır. Zıtların
mücadelesi belli bir aşamaya geldiği; şey içindeki zıtların mücadelesi dış
şartlar tarafından nitel, değişme yönünde olumlu etkilendiği zaman, bu yeni
(eski) şey; yerini bir şeye terk eder. Ve gelişme böylece sürüp gider.
Şeylerin gelişmesinde
tayin edici olanın, şeylerin iç çelişmeleri olduğu gerçeğine tabiattan örnek
verelim:
Bir tavuk yumurtası
alalım. Bu tavuk yumurtasını, bir kuluçka makinesine koyalım. Bu yumurtayı bir
anaç tavuğun vücut ısısına uygun bir ısı ve rutubette tutalım. Yumurtaların
anaç tavuğun yaptığı gibi arada bir döndürelim. 21 gün sonra bir civcivin
yumurtayı kırıp, çıktığını görürüz. Burada kuluçka makinesinde yarattığımız
şartlar dış şartlardır. Bu dış şartlar, yumurtanın içinde tohum olarak var olan
(yeni) civcivin gelişmesi için uygun şartlardır. Bu şartların sonucunda
yumurtanın içinde var olan çelişme (yumurtanın yumurta olarak varlığı
ile/yumurtanın içinde tohum olarak var olan ama gelişmesi için uygun şartlara
ihtiyaç duyan civciv arasında çelişme/ya da eski (yumurta) ile/yeni (civciv)
(arasındaki çelişme) civciv lehine çözümlenmiş; yumurta nitel değişikliğe
uğramıştır. Artık eski şey değil, yeni bir şeyin varlığı söz konusudur. Şimdi
denebilir ki, eğer dış şartlar uygun olmasa idi, yumurtadan civcivin çıkması
imkansız olacaktı. O halde, dış şartlar esas olandır. Gerçekten de yumurtayı
kuluçka makinesi yerine mesela buzdolabına koysaydık, ya da ortada
bıraksaydık-yıllarca da beklesek, yumurtadan civciv çıkmazdı.
O halde, diyalektik
materyalistlerin, iç çelişmelerin gelişmenin, değişmenin tayin edici unsuru
olduğu yolundaki tezleri yanlış değil midir? Hayır değildir. Diyalektik
materyalistler, gelişmede; değişmede dış şartların etkisini kesinlikle inkar
etmezler; ama iç çelişmeleri gelişmenin temeli, yani tayin edici unsuru; dış
etkileri ise gelişmenin şartı olarak kabul ederler. Eğer kuluçka makinesine
koyduğumuz yumurta içinde sonradan civciv olarak karşımıza çıkan şey tohum
olarak olmasa idi; biz yıllarca da beklesek, civciv çıkmazdı. Mesela kuluçka
makinesine, tavuk yumurtası dışında herhangi bir şey koyalım (Peynir, Portakal,
Tabak, Taş, Altın vs. ne istersek koyalım) Sonra, yumurtadan civciv çıkması
için yarattığımız dış şartları aynen yaratalım. 21 gün bekleyelim. Göreceğiz
ki, civciv çıkmayacaktır. Bir portakaldan dış etkiler nasıl olursa olsun civciv
çıkması imkansızdır.
Ama değişik dış
ortamlar eğer uygun ısı ve rutubeti sağlıyorsa ister kuluçka makinesi, isterse
anaç tavuk olsun bir tavuk yumurtasından civciv çıkacaktır.
Ama bir tavuk
yumurtasından, yani civcivi tohum olarak içinde barındıran bir şeyden etkiler
uygun olunca civciv çıkacaktır. Görülüyor ki gelişme ve (nitel) değişmede,
tayin edici olan şeyin kendi içindeki çelişmelerdir.
Gelişme ve (nitel)
değişmede, tayin edici olanın, iç çelişmeler, yani maddenin (şeyin) kendi
içinde var olan zıtlar ve bunların birbiri ile mücadelesi olduğuna tabiattan
binlerce örnek verilebilir. Ama bu gerekli değildir.
Yukarıdaki örneklerde
şeylerin gelişmesinde bir mesele daha gözümüze çarpmış olması gerekir. O da şudur:
Herhangi bir şey, yerini yani bir şeye terk etmeden önce, ya da herhangi bir
şey nitelik değiştirmeden önce (Herhangi bir nitelik/yeni bir niteliğe
dönüşmeden önce) de birtakım değişiklikler geçirmektedir.
Mesela, kuluçka
makinesi içindeki yumurta içinde; tohum olarak var olan civciv, önce yumurtanın
sarısı ortasında ufacık bir nokta iken, dış etkenlerin gelişmesini olumlu
etkilemesi sonucu büyümeye, zaman içinde civciv şeklini almaya başlar.
Gelişmenin belli bir noktası, yumurtanın yumurtalıktan çıktığı, civcive
dönüştüğü; nitel değişikliğe uğradığı noktadır. Bu nitel değişiklik, daha önce
var olan nicel birikimin sonucu olarak ortaya çıkar.
Nicel birikimlerin
nitel değişmelere yol açması bir sıçrama, bir patlama şeklinde olur. Civciv
örneğinde bu sıçrama, bir patlama şeklinde olur. Civciv örneğinde bu sıçrama
noktasını, civcivin yumurtayı kırıp kendi başına (yumurta ortamından bağımsız)
yaşamaya başladığı an olarak tespit edebiliriz. Bu sıçrama şeklinde gerçekleşen
nitel değişme, daha karmaşık süreçlerde daha kolaylıkla görülebilir.
Şimdiye kadar
söylediklerimizi özetlersek:
Her şey içinde
çelişmelerin varlığı söz konusudur.
Şeylerin gelişip
değişmesi, şeyler içindeki zıtların mücadelesinden kaynaklanmaktadır.
Şeylerin nitel
değişmesinin temeli, şeylerin iç çelişmeleri, değişmenin şartı ise dış
etkenlerdir.
Şeylerde nitel
değişiklik, nicel bir birikimin sonucunda ortaya çıkmaktadır ve nitel
değişiklikler sıçramalar halinde gerçekleşir.
Tüm doğa olayları için
geçerli olan bu sonuçlar, toplumsal olaylar ve toplumsal gelişme için de
geçerlidir.
Toplumda da aynı
doğada olduğu gibi çok çeşitli çelişmeler vardır.
Toplumdaki gelişme ve
değişmeler, toplum içinde var olan çok çeşitli zıtların birbirleri ile
mücadelesinden kaynaklanmaktadır.
Toplumdaki
değişikliğin temeli toplum içindeki çelişmeler, yani toplumun kendi iç
çelişmeleridir. Dış etkenler değişmenin şartlarını oluştururlar değişikliğin
temeli toplum içindeki çelişmeler, yani toplumun kendi içi çelişmeleridir. Dış
etkenler değişmenin şartlarını oluştururlar.
Toplumlarda da nitel
değişiklikler (buna devrim diyoruz) nicel birikimler sonucu ortaya çıkar.
“Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumdaki maddi üretim
güçleri, var olan üretim ilişkileriyle, (ya da aynı şeyin hukuki ifadesi olan)
eskiden içerisinde bulundukları mülkiyet ilişkileriyle çatışır. Bu ilişkiler,
üretim güçlerinin gelişme şekilleri olmaktan çıkar, üretim güçlerinin
gelişmesini engelleyici zincir haline gelirler. İşte o zaman toplumsal devrim
dönemi başlar.” (*) Burada şunu belirtmekte yarar var ki,
toplumlardaki nitel değişmeler barış içinde değil; çok çeşitli biçimlere
bürünen zorlu sınıf mücadeleleri sonucu ortaya çıkar. Eskinin sürmesinden
menfaati olan sınıflar, bugüne dek hiçbir toplumda, yerlerini yeninin temsilcisi
olan sınıflara barış içinde terk etmemiştir. Bu anlamda Marks “Şiddet, yeni bir topluma gebe
olan her eski toplumun ebesidir.” der. (*)
Toplumların gelişmesi
de toplumların kendi içindeki gelişmelerin sonucu ortaya çıkar dedik. Nedir
toplumların gelişmesine damgasını vuran çelişme? Bu çelişme en genel ifadesi
ile eski ile yeni arasındaki çelişmedir.
Bu çelişme ekonomik
alanda genel bir şekilde iade edilirse; üretici güçlerle üretim ilişkileri
arasındaki çelişmedir. Eğer üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmesini
engelliyorsa; bu üretim ilişkileri (hukuki ifadesi: mülkiyet ilişkileri)
devrimle değiştirilmek; üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki bir uyum
sağlamak zorundadır. Toplumların gelişmesine damgasını vuran çelişme sınıf
açısından ifade edilirse; eskiyi temsil eden sınıf ve tabakalarla, yeniyi
temsil eden sınıf ve tabakalar arasındaki çelişmedir. İşte her toplumun
gelişmesi, bu çelişmelerin iki yönünü teşkil eden zıtların mücadelesi
tarafından tayin edilir.
Açıktır ki,
birbirinden değişik toplumsal ve ekonomik yapıya sahip olan toplumlarda
çelişmeler genel anlamda birbirine benzese de özelde birbirinden ayrılırlar.
Çelişmelerin birbirleri ile olan ortak yanlarını bulup çıkarmak ne kadar önemli
ise; birbirinden ayrıldıkları noktaları da bulup çıkarmak o kadar önemlidir.
Unutulmamalıdır ki, bir toplumu değiştirmede insanlar aktif rol oynarlar ve
toplumu değiştirmek isteyen insanların bilinçli mücadelesi, toplumun değişme
şartlarından en önemlilerinden biridir. Toplumu değiştirmek isteyenler ise,
önce değiştirmek istedikleri toplumu kavramak zorundadırlar. İçinde yaşadıkları
toplumdaki çelişmelerin özelliklerini kavramak; mücadelelerini buna göre
yürütmek zorundadırlar. Marksizmin özünün ‘somut şartların somut tahlili olduğu
bir an bile akıldan çıkarılmamalıdır. Her toplumdaki, her çelişme ayrı ayrı ele
alınarak incelenmelidir.
Eski ile yeni
arasındaki mücadelenin her topluma somut olarak nasıl yansıdığı; eski ile yeni
arasındaki mücadelede, çeşitli zıtların durumu araştırılmalıdır.
Çelişmenin İki Yönü, Çözümü, Ortadan Kalkması
Burada genel anlamda
çelişme sorunu üzerinde dururken, ülkemizde oportünistlerin çokça çarpıttığı
bir meseleye de kısaca değinmekte yarar görüyoruz. Başta da belirttiğimiz gibi,
çelişme şeyler içinde var olan zıtlık demektir.
Zıtlık hem birbirine
ihtiyaç duyan hem de birbirinin varlığını reddeden iki yönü ifade eder. Bir
başka deyişle, her çelişmenin iki yönü vardır.
Çelişmeyi en genel
anlamda ele alırsak eski ile yeni, bir çelişmenin iki yönüdür. Eski ile yeni
çatışırlar; bu çatışma içinde yeni, eskiyi yenip, onun yerini alana dek eski,
çelişmenin esas yönünü (ya da hakim olan yönünü) teşkil eder. Yeninin eskiyi
yenip onun yerini aldığı an ise, yeni, çelişmenin hakim yönü haline gelir.
Yeninin çelişmenin
hakim yönü haline geldiği an, şeyin niteliğinin değiştiği an; çelişmenin
çözüldüğü andır. Bir çelişmenin çözülmesi, birçok oportünistin iddia ettiği
gibi, çelişmenin ortadan kalkması anlamına gelmez. Genel olarak hiçbir
çelişmede, bir yan bir anda ortadan kalkmaz. Bir çelişmenin bir yanını ortadan
kalkması demek, aslında o çelişmenin tümüyle ortadan kalkması demektir. Bu çok
uzun bir süreç gerektirir. Bir çelişmenin çözülmesi, o çelişmedeki tali yönün,
esas yön haline gelmesi demektir. Çelişmenin eskiden esas olan yönü, çelişme
çözüldükten sonra, çelişmenin tali yönü haline gelir ve uzun bir süre daha
varlığını sürdürür.
Örnek olarak, hayat
ile ölüm arasındaki çelişmeyi alalım. Hayat ölümün tam tersi olan, varlığı
ölümün varlığı ile çelişen; varlığı ölümün varlığını reddeden bir olgudur. Ama
yine hayat, ölüm olmadan düşünülemeyecek olan, varlığı ölümü gerektiren bir
olgudur. Hayat ancak tam tersi olan ölümle birlikte ele alındığı zaman
kavranabilen bir olgudur. Bunların tam tersi ölüm olgusu için geçerlidir.
İnsanda hayat/ölüm çelişkisini ele alalım. İnsan yaşadıkça, bu çelişmede
çelişmenin hayat yönü hakimdir. Ama bu yönün hakim olması demek, çelişmenin
ölüm yönünün hiç olmadığı anlamına gelmemektedir. Hayat, ölümü içinde
barındırmakta; insan yaşarken hayat ile ölüm arasında kıyasıya bir mücadele
sürmekte, insan deyim yerinde ise yaşarken ölmektedir. İnsan yaşadığı sürece,
insan vücudunda sürekli olarak yeni hücreler oluşmakta, bir takım hücreler ise
ölmektedir. (Burada meseleyi karmaşıklaştırmamak için, insanın yaşamak için
öldürdüğü ve insan içinde hayatlarını bir başka biçimde sürdüren doğadaki diğer
çeşitli canlıları; et hayvanları, balıklar, sebze, meyve vs. bir kenara
bırakıp, insanı bunlardan soyutlayarak ele alıyoruz) insanın “ihtiyarlaması”
zaman içinde, insanlarda ölen hücrelerin artmasından başka bir şey değildir.
Hukuki olarak ölüm bugün, ölü beyin hücrelerinin, canlı beyin hücrelerinden
fazla hale gelmesi şeklinde ifade edilmektedir. Ölüm, genel olarak alınırsa,
vücuttaki ölü hücrelerin sayısının (özellikle de beyindeki ölü hücre
sayısının), canlı hücre sayısını geçmesi demektir.
Bir insan öldüğü
zaman, bu hayatla ölüm arasındaki çelişmenin, ölüm lehine çözülmüş olması, ya
da hayat ile ölüm arasındaki çelişmede ölümün esas yön haline gelmesi demektir.
Ölmek demek, ölen canlıda, yaşayan hiçbir hücrenin kalmaması, hayat ile ölüm
arasındaki çelişmenin ortadan kalkması demek değildir. İnsan “öldükten” sonra
da milyonlarca hücresi yaşamaya devam etmektedir. Bu hücreler şu veya bu
şekilde varlıklarını bir süre daha sürdürmektedirler. Ta ki o canlıdan yaşayan
tek bir hücre kalmayıncaya dek. Ama o zaman ölümden de bahsedilemez. O zaman
hayat-ölüm çelişmesi gerçekten ortadan kalmış olur. Çelişmenin bir yanı
kaybolunca diğer yanı da kaybolmak zorundadır.
Kısaca toparlarsak:
Her çelişmede, birbiri
ile mücadele içinde bulunan iki yön vardır.
İçinde Bulunulan
herhangi bir anda, çelişmenin iki yönünden biri hakim, diğeri tali durumdadır.
Hakim olan yön çelişmenin niteliğini belirleyen yöndür.
Herhangi bir
çelişmenin çözülmesi demek, o çelişmede daha önce tali durumda olan yönün esas
yön; hakim olan yönün tali yön haline gelmesi demektir.
Temel Çelişme Nedir?
Doğada ve toplumda en
basit harekettin, en karmaşık harekete kadar tüm hareketler, belli çelişmeler
sonucu ortaya çıkarlar.
Bir hareket ne kadar
karmaşıksa, o hareket içinde de onca çok çelişme mevcuttur.
Bu çelişmeler
arasındaki ilişkileri kavramak da oldukça güçtür.
Toplumsal gelişme, en
karmaşık süreçlerden biridir.
Her toplumsal gelişme
süreci içinde birbiriyle ile ilişkili, küçüklü büyüklü yüzlerce, binlerce
çelişme vardır. Toplumu değiştirmek isteyen devrimcilerin, toplumu kavraması
gerektiğini yukarıda belirtmiştik. Toplumu kavrama konusunda yüzlerce, binlerce
çelişki içinden, toplumun gelişmesine damgasını vuran çelişmeyi bulup çıkarmak;
içinde bulunulan anda çözümü acilen gündemde olan çelişmeleri bulup çıkarmak;
bunları diğer çelişmelerden ayırmak; çelişmeler konusunda doğru bir anlayışı,
Marksist-Leninist bir yaklaşımı gerektirir.
Temel çelişme meselesi
işte bunun için önemlidir. Nedir temel çelişme? Mao Zedung bu konuda şöyle
diyor:
“Bir şeyin gelişme sürecindeki temel çelişme ve sürecin bu temel
çelişme tarafından belirlenen özü, süreç tamamlanıncaya kadar kaybolmaz; ama
uzunca bir süreçte şartlar genellikle her aşamada değişir.” (*)
Yani:
Temel çelişme, bir
şeyin gelişme sürecinde var olan ve sürecin niteliğini belirleyen, tüm süreç
boyunca varlığını sürdüren; çözümü sürecin tamamlanmasının beraberinde getiren
çelişmedir.
Mao Zedung daha sonra
bir şeyin gelişme sürecindeki temel çelişme değişmediği halde; gelişmenin
çeşitli aşamalar izleyebileceğini, temel çelişmenin, süreç içinde artan bir
yoğunluk kazanacağını; temel çelişmenin diğer çelişmeleri de etkileyeceğini;
bunların bir bölümünün süreç içinde çözüleceğini; yeni bir takım çelişmelerin
ortaya çıkacağını, bunun sonucunda sürecin aşamalı bir süreç olarak
görüneceğini belirtiyor. Mao Zedung şu örnekleri veriyor;
“Örneğin, serbest rekabet çağının kapitalizmi emperyalizm aşamasına
ulaştığında, temel çelişmeyi oluşturan iki sınıfın, yani proletarya ile
burjuvazinin sınıf niteliğinde ya da toplumun kapitalist özünde bir değişme
olmadı. Ama bu iki sınıf arasındaki çelişme şiddetlendi, tekelci sermaye ile
tekelci olmayan sermaye arasındaki çelişme doğdu, sömürgeci devletler ile
sömürgeler arasındaki çelişme şiddetlendi, kapitalist ülkeler arasında onların
eşit olmayan gelişmelerinden doğan çelişme özel bir keskinleşme gösterdi ve
böylece kapitalizmin özel aşaması, emperyalizm aşaması ortaya çıktı. Leninizm,
emperyalizm ve proletarya devrimi çağının Marksizm’idir; çünkü Lenin ve Stalin
bu çelişmeleri doğru bir şekilde açıklamışlar ve bu çelişmelerin çözülmesi için
proletarya devriminin teori ve taktiklerini doğru bir şekilde ortaya
koymuşlardır.
Çin’in 1911 Devrimiyle başlayan burjuva-demokratik devrim sürecini
alalım. Bu sürecin de bir takım farklı aşamaları vardır. Özellikle devrimin
burjuva önderliğindeki dönemi ile devrimin proletarya önderliğindeki dönemi son
derece farklı iki tarihi aşama oluştururlar. Başka bir deyişle, proletarya
önderliği devrimin bütün çehresini tepeden tırnağa değiştirmiş, sınıfların yeni
bir mevzilenişine yol açmış, köylü devriminde muazzam bir yükseliş yaratmış,
emperyalizme ve feodalizme karşı devrime köklü bir nitelik kazandırmış,
demokratik devrimden sosyalist devrime geçiş olasılığını yaratmıştır, vb.
Devrimin burjuva önderliğinde bulunduğu dönemde bunların hiçbiri mümkün
değildi. Gerçi bütün olarak süreçteki temel çelişmenin niteliğinde, yani sürecin
anti-emperyalist, anti-feodal, demokratik devrimci niteliğinde ‘ki bunun zıddı
sürecin yarı-sömürge ve yarı-feodal niteliğidir) hiçbir değişme olmadı, ama
gene de bu süreç yirmi yılı aşkın bir zaman boyunca çeşitli gelişme
aşamalarından geçti. Bu süre içinde birçok büyük olay meydana geldi: 1911
Devriminin başarısızlığa uğraması ve Kuzeyli savaş ağaları rejiminin kurulması,
birinci milli birleşik cephenin kurulması ve 192-27 devrimi, birleşik cephenin
dağılması ve burjuvazinin karşı-devrim safına geçmesi, yeni savaş ağaları
arasındaki savaşlar, Toprak devrimi savaşı, ikinci milli birleşik cephenin
kurulması ve Japonya’ya Karşı Direnme Savaşı. Bu aşamaların, bazı çelişmelerin
şiddetlenmesi (yani Toprak Devrimi Savaşı ve dört kuzeydoğu eyaletinin Japon
istilasına uğraması), bazı çelişmelerin kısmen yada geçici olarak çözülmesi
(yani Kuzeyli Savaş ağalarının yok edilmesi ve toprak ağalarının topraklarına
el koymamız) ve başka bazı çelişmelerin doğması (yani yeni savaş ağaları
arasındaki tartışmalar ve güneydeki devrimci üs bölgelerimizi kaybetmemizden
sonra toprak ağalarının topraklarını geri almaları) gibi belirli özellikleri
vardır.” (*)
Temel çelişme, her
toplumda, eski ile yeniyi temsil eden güçler arasındaki çelişmedir. Her
toplumda, o toplumun gelişme sürecinin niteliğini belirleyen bir tek temel
çelişme vardır. Bu temel çelişme süreç içinde giderek yoğunlaştığı ve temel
çelişmenin etkilediği çeşitli irili ufaklı çelişmelerin de süreç içinde kısmen
veya bütünüyle çözümlendiği için, her devrimci süreç çeşitli aşamalara ayrılır
ve sanki birden fazla temel çelişme varmış gibi görünür. Gerçek durum bu
değildir. Sürecin çeşitli aşamalarında, temel çelişme ve onun tarafından tayin
edilen sürecin niteliği değişmez. Sürecin son aşamasında, temel çelişme en
yoğun bir biçimde ortaya çıkar; bu çelişmenin çözümü ile süreç tamamlanır. Yeni
bir süreç başlar.
Baş Çelişme Nedir?
Yukarıda da gördüğümüz
gibi, karmaşık bir şeyin gelişme sürecinde çok sayıda çelişme vardır.
Herhangi bir süreç
içinde var olan çelişmeler arasında karmaşık ilişkiler vardır. Çelişmeler
birbirinden kopuk, birbirinden soyutlanarak ele alınamaz. Bunların her birinin
gelişmesi ve çözümü, süreç içindeki diğer çelişmelerin gelişmesini ve çözümünü
şu veya bu şekilde etkiler. Her şeyin gelişme süreci içinde, içinde bulunulan
anda, çelişmelerden bir tanesi öne çıkar; bu çelişmenin varlığı ve gelişmesi,
diğer çelişmelerin varlığı ve gelişmesini tayin eder veya etkiler. İşte bu
çelişme baş çelişmedir.
Mao Zedung baş çelişme
konusunda şunları söylüyor:
“Karmaşık bir şeyin gelişme sürecinde birçok çelişme vardır.
Bunlardan bir tanesinin varlığı ve gelişmesi, öteki çelişmelerin varlığını ve
gelişmesini belirler ya da etkiler.
İşte bu daima baş çelişmedir.
Örneğin, kapitalist toplumda birbiriyle çelişen iki güç, yani
proletarya ve burjuvazi, baş çelişmeyi oluşturur. Feodal sınıfın kalıntıları
ile burjuvazi arasındaki çelişme, köy küçük burjuvazisi ile burjuvazi
arasındaki çelişme, proletarya ile köy küçük burjuvazisi arasındaki çelişme,
tekelci olmayan kapitalistler ile tekelci kapitalistler arasındaki çelişme,
kapitalist ülkelerin kendi aralarındaki çelişmeler ve emperyalizm ile
sömürgeler arasındaki çelişme gibi öteki çelişmeler hep bu baş çelişme
tarafından belirlenir ya da etkilenirler.
Çin gibi yarı-sömürge bir ülkede baş çelişme ile tali çelişmeler
arasındaki ilişki karmaşık bir görünüm doğurur.
Emperyalizm yarı-sömürge bir ülkeye karşı bir saldırı savaşı
başlattığında, bazı hainler dışında ol ülkenin çeşitli sınıfları emperyalizme
karış bir milli savaşta geçici olarak birleşebilirler. Böyle bir durumda,
emperyalizm ile söz konusu ülke arasındaki çelişme baş çelişme haline gelir
(1), buna karşılık o ülkedeki çeşitli sınıflar arasındaki bütün çelişmeler
(daha önce baş çelişme olan feodal sistem ile geniş halk kitleleri arasındaki
çelişme de dahil) geçici olarak tali ve tabi bir duruma düşerler (2). Çin’de
1840’taki Afyon Savaşında, 1894’teki Çin-Japon savaşında ve 1900’deki Yi Ha
Tuan Savaşında böyle olmuştu; bugünkü Çin- Japon Savaşında da durum böyledir.
Ama bir başka durumda, çelişmeler yer değiştirir. Emperyalizm
zulmünü savaş yoluyla değil de, daha yumuşak yollarla -Siyasi, iktisadi ve
kültürel- sürdürdüğünde, yarı sömürge ülkelerdeki hakim sınıflar halk
kitlelerini ortaklaşa ezmek üzere bir ittifak kurarlar. Böyle bir durumda,
kitleler genellikle emperyalizm ile feodal sınıfların ittifakına karşı iç
savaşa başvururlar; emperyalizm ise genellikle yarı-sömürge ülkelerdeki
gericilerin halkı ezmesine yardım etmek için doğrudan eylemde bulunmaktansa,
dolaylı yöntemlere başvurur. Bunun sonucunda da iç çelişmeler özellikle
şiddetlenir. Çin’de 1911’deki Devrimci Savaşta, 1924-27’daki Devrimci Savaşta
ve 1927’den sonraki on yıllık Toprak Devrimi savaşında böyle olmuştur.
Yarı-sömürge ülkelerdeki çeşitli gerici hakim gruplar arasındaki savaşlar, yani
Çin’deki savaş ağaları arasındaki savaşlar bu sınıflamaya girer.
Bir devrimci iç savaş bizzat emperyalizmin ve onun uşaklarının,
yerli gericilerin varlığını tehdit eden bir noktaya ulaştığında, emperyalizm
genellikle hakimiyetini koruyabilmek için başka yöntemlere başvurur. Ya
devrimci cepheyi içeriden bölmeye çalışır ya da yerli gericilere doğrudan
doğruya yardım etmek üzere silahlı kuvvetlerini gönderir. Böyle bir durumda,
yabancı emperyalizm ve yerli gericilik açıkça bir kutupta, halk kitleleri de
öteki kutupta yer alır ve böylece diğer çelişmelerin gelişmesinin belirleyen ya
da etkileyen baş çelişmeyi oluştururlar. Ekim Devriminden sonra çeşitli
kapitalist ülkelerin Rus gericilerine yaptıkları yardım, silahlı müdahalenin bir
örneğidir. Çan Kay-Şek’in 1927’deki ihaneti ise, devrimci cepheyi bölmenin bir
örneğidir.
Ama ne olursa olsun, bir sürecin gelişmesindeki her aşamada önder
rolü oynayan sadece tek bir baş çelişmenin bulunduğu kesindir.
Bu nedenle, eğer bir süreçte birkaç çelişme varsa, bunlardan bir
tanesi önder ve belirleyici rolü oynayan baş çelişme olarak, diğerleriyse tali
ve tabi bir durumda bulunacaktır. Dolayısıyla, içinde iki ya da daha fazla
çelişme bulunan karmaşık bir süreci incelerken, bütün çabamız o sürecin baş
çelişmesini bulmaya yöneltmemiz gerekir. Bu baş çelişme bir kere kavrandığında,
bütün meseleler kolayca çözülebilir. Marks’ın kapitalist toplumu incelerken
bize öğrettiği yöntem budur. Aynı şekilde Lenin ve Stalin de emperyalizmi,
kapitalizmin genel buhranın ve Sovyet ekonomisini incelerken bize bu yöntemi
öğretmişlerdir. Bu yöntemi kavramayan binlerce bilim adamı ve eylem adamı
vardır. Bunun soncunda bunlar sisler içinde kaybolur, meselenin özünü
kavrayamaz ve elbette o meselenin çelişmelerini çözmenin yolunu bulamazlar.” (*)
Başlıca (ya da en önemli) Çelişmeler:
Eskiden çelişmeler
konusunda yalnızca iki kavram kullanıyorduk. Temel çelişme ve baş çelime. Baş çelişme
kavramını Mao Zedung’un kullandığı doğru anlamda kullanıyorduk. Ama temel
çelişme kavramını doğru kullanmıyorduk.
Temel çelişme kavramını, bir şeyin gelişme
süreci içinde baştan sana var olan, ve sürecin niteliğini belirleyen çelişme
anlamında değil; süreç içinde var olan en önemli çelişmeler anlamında
kullanıyorduk.
Mesela Genel Eleştiri’de ve diğer
belgelerimizde; Şafak’ın revizyonist çelişme anlayışlarını eleştirirken,
onların temel çelişme kavramı anlayışını biz de kullanıyor; ve gerek dünyada
gerekse Türkiye’de 4 tane temel çelişme tespit ediyorduk.
Temel çelişme kavramını bu şekilde kullanmamız
yanlıştı.
Bizim temel çelişme dediğimiz çelişmeler;
içinde birçok çelişme barındıran herhangi bir karmaşık gelişme sürecindeki en
önemli, öne çıkan çelişmelerdi.
Bu çelişmeler için bundan böyle başlıca
çelişmeler, ya da en önemli çelişmeler kavramlarını kullanacağız.
Dünya Çapında Çelişmeler Sorunu:
Bugün dünyada çeşitli çelişmeler
olmaktadır. Dünyanın çeşitli bölgelerinde sıcak savaş sürmekte; dünyanın her
yanında ezenlerle, ezilenler; sömürenlerle, sömürülenler arasındaki mücadeleler
çeşitli görünümlerde sürmektedir. Devletler arası ilişkilerde, çeşitli
gruplaşmalar olmakta- bir süre sonra bunlar dağılmakta, yeni gruplaşmalar
ortaya çıkmaktadır. Emperyalistler, birbirleri ile devrimleri bastırma
konusunda anlaşmakta; dünya hegemonyası konusunda dalaşmaktadırlar. Gelişen
bütün olaylar aslında dünyada var olan binlerce çelişmenin yansımasından;
zıtların mücadelesinin ve birliğinin yansımasından başka bir şey değildir.
Bugün dünyadaki gelişme, bu gelişmeyi
birinci derecede etkileyen, en önemli (başlıca) çelişmeleri ararsak; şu
çelişmelerin öne çıktığını görürüz.
Emperyalizm ve sosyal emperyalizm ile
ezilen halklar arasında çelişme:
Emperyalizm, bilindiği gibi, dünya
hegemonyası peşinde koşar. Emperyalizm tabi eğilimi olan, kârın üst derecesine
çıkarma isteği, emperyalist sermayeyi kendi ülkesinin sınırları dışına taşırır.
Emperyalizm çağında sermaye ihracı genel bir olgu haline gelir. Emperyalist
sermaye çeşitli yollarla (gerektiğinde silah zoru ile) çeşitli ülkelere girer.
Bu ülkelerin ekonomisini kendine bağımlı kılar. Ülkede kendine bağımlı
komprador tipte bir kapitalizm geliştirir, feodalizmi mümkün olduğunca uzun
süre ayakta tutar. Emperyalizm kendine bağımlı hale getirdiği ülkelerin
halklarını, uşakları aracılığı ile (gerektiğinde doğrudan doğruya müdahale
ederek) iliğine, kemiğine kadar sömürür. Bu ülkelerde, emperyalizm kendi
uşakları aracılığı ile, sömürüyü sağlamak için kanlı faşist diktatörlükler
kurar. Emperyalizme bağımlı ülkelerde, böylece bu ülke halkları ile emperyalizm
(sosyal emperyalizm) arasında büyük bir çelişme ortaya çıkar. Bu çelişme yarı-sömürge,
yarı-feodal ülkelerde, emperyalizmi ve ona uşaklık eden sınıfları tasfiyeye
yönelen demokratik hak devrimleri ile çözülmektedir. Bugün dünyanın birçok
yerinde, emperyalizme bağımlı ülkelerde halklar ayaklanmakta, emperyalizme ve
onların uşaklarına karşı silah elde mücadele etmektedirler. Bu mücadelelerde,
emperyalistlerin menfaatleri onların, kendine bağımlı ülkelerdeki uşakları
tarafından korunmakta, emperyalistler, bu ülkelerdeki menfaatlerini korumak
için, bazen doğrudan müdahalelerde de bulunmaktadır. Bugün dünyanın pek çok
ülkesi emperyalizme bağımlı yarı-sömürge statüsündedir. Bu ülkelerin büyük
çoğunluğunda komprador kapitalizmi ile feodalizmin iç içe girdiği bir
sosyo-ekonomik yapı hüküm sürmektedir. Bu ülkelerde, emperyalizmin, komprador
kapitalizmin ve feodalizmin tasfiyesi, halkın önünde esas görev olarak
durmaktadır. Emperyalizm (sosyal) emperyalizm ile halklar arasındaki çelişmenin
çözümü için verilen mücadeleler, bugün kuşkusuz dünyadaki gelişme sürecini
önemli ölçüde etkilemekte, dünyadaki değişikliklere önemli katkılarda
bulunmaktadır.
Kapitalist ülkelerde (revizyonistlerin
hakim olduğu ülkeler de dahil) proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişme:
Bugün kapitalizmin gelişmiş olduğu
ülkelerde; birbiri ile ölümcül bir mücadele içinde bulunan iki sınıf proletarya
ile burjuvazi karşı karşıya bulunmaktadır. Kapitalist ülkelerde, burjuvazinin
işçi sınıfının bir bölümüne rüşvet vererek oluşturduğu işçi aristokrasisi ve
bürokrasisi aracılığı ile de ayakta tutmaya çalıştığı ‘huzur, sağlam temeller
üzerinde durmamakta; her gün sallanmaktadır. Emperyalist sistemin gittikçe
derinleşen devri buhranlarının yükü, emperyalist-kapitalist (ve
revizyonistlerin hakim olduğu ülkelerde de, emekçilerin, özellikle işçi
sınıfının omuzlarına yıkılmakta; işsizlik ve kısa çalışma artmakta; işçi
sınıfının yaşama şartları bozulmaktadır. Bunun sonucunda işçi sınıfının
kendiliğinden gelişen mücadelesinde önemli bir artış izlemek mümkündür.
Emperyalist ülkelerde, ‘devlet’ sendikalarında, sendika ağalarına karşı gelişen
muhalefet; işçilerin hoşnutsuzluğunu açıkça göstermektedir. Kuşkusuz,
kapitalist ülkelerde, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi,
bugün dünyadaki gelişmeler önemli ölçülerde etkileyen bir çelişmedir. (3)
Sosyalist sistemle, emperyalist sistem
arasındaki çelişme:
Emperyalizm, Lenin’in belirttiği gibi, can
çekişen kapitalizmdir. Çünkü emperyalizm, “kapitalizmin çelişmelerini en
uç noktasına, ötesinde devrimin başladığı, en son sınırına kadar
geliştirmiştir.” (Stalin)
Emperyalizm çağında, proleter devrimi,
artık teorik bir mesele olmaktan çıkıp; çözümü gündemde olan pratik bir mesele
haline gelmiştir. 1917 Ekim devrimi bu tespitin doğruluğunu pratikte
ispatlamış; ilk defa bir ülkede proleter devrimi ile, emperyalist zincirin
halkalarından kopmuştur. Emperyalizm çağı, bu yüzden aynı zamanda proleter
devrimleri çağıdır.
Burada iki sistem dünya çapında karşı
karşıya gelmektedir. Güçlü görünme, ama gerçekte çürümüş olan ve çöküşe giden,
eskinin temsilcisi emperyalist sistem; henüz zayıf olan ve fakat her geçen gün
büyüyen, gelişen güçlenen yeninin temsilcisi sosyalist sistem. Sosyalist
sistem’in temel taşları, açıktır ki, emperyalist sistemden devrimle kopmuş;
proletaryanın diktatörlüğünün hüküm sürdüğü, dünya çapında proleter
devrimlerinin kurtarılmış bölgeleri ve üs alanları niteliğinde olan sosyalist
devletlerdir. Sosyalist sistem, sosyalist devletlerin yanında bilinçli olarak
sosyalizme yönelen güçleri içerir; Açıktır ki, bu iki sistem arasındaki çelişme
de bugün dünya çapında gelişmelerde çok önemli bir rol oynamaktadır.
Emperyalistler ve uşakları bir yandan bilinçli olarak sosyalizme yönelen
güçlere; işçi sınıfının öncü örgütlerine ve gerçek sosyalist devletlere (bugün
ASHC’ne) karşı alçakça saldırırken; emperyalistlerin gönüllü yardakçılığını
yapan bazı oportünistler, bu çelişmenin olmadığı görüşlerini yayıyorlar.
Emperyalist devlet ve tekellerin (sosyal emperyalistler de dahil)
kendi aralarındaki çelişmeler:
Emperyalizmin, dünya
hegemonyası için dalaşmayı içerdiğini yukarıda belirtmiştir. Bu dalaşma,
açıktır ki, her emperyalistlerin diğer emperyalistler aleyhine yayılma isteğini
ve mücadelesini içerir. Emperyalizm çağı, dünyanın emperyalist güçler
arasındaki paylaşımının esas olarak kapanmış olduğu çağdır. Bu yüzden, her
hegemonya dalaşması, yeniden paylaşımı gerektirir. Geniş çapta bir yeniden
paylaşım ise, ancak yeni bir emperyalist savaş ile mümkündür.
Emperyalistlerin, daha
fazla sömürme isteklerinden kaynaklanan, emperyalistler arası çelişme de bugün
dünyadaki gelişmeyi önemli ölçüde etkileyen çelişmelerden biridir. Ancak,
dünyadaki en önemli çelişmelerden biri olarak adlandırdığımız bu çelişme,
diğerlerinden nitelik olarak farklı bir çelişmedir. Bu kesinlikle
unutulmamalıdır. Bundan önce saydığımız üç çelişmede; çelişmenin bir kutbunda devrim
(diğer kutbunda karşı-devrim güçleri bulunmakta idi. Emperyalistlerin kendi
arasındaki çelişmede, çelişmenin iki kutbunda da karşı-devrimci güçler
bulunmaktadır. Bu şu demektir: proletarya açıktır ki, emperyalistlerin kendi
aralarındaki çelişmelerden ve bu çelişmelerden kaynaklanan dalaşmalardan;
proleter dünya devrimi lehine yararlanmaya çalışır. Ama bunu yaparken, bu
çelişmenin düşmanlardan bir bölümüne karşı; diğer bölümün kuyruğuna takılmaz.
Yukarıda saydığımız
dört çelişme, bugün dünyadaki gelişmeleri etkileyen en önemli çelişmeler; dünya
çapındaki başlıca çelişmelerdir.
Bu çelişmeler hem
birbirinden ayrı hem de birbirine bağlı çelişmelerdir. Bunlar birbirlerinden
ayrıdır. Hepsinin çözüm şekli değişiktir. Mesela, proletarya ile burjuvazi
arasındaki çelişmenin çözümü, sosyalist devrimle olacaktır. Emperyalizmle
ezilen halklar arasındaki çelişmenin çözümü, emperyalizme ve uşaklarına karşı
yönelen demokratik halk devrimleri ile olacaktır. Emperyalistler arası
çelişmenin çözümü, emperyalist savaşlarla olacaktır. Emperyalist sistemle,
sosyalist sistem arasındaki çelişmenin çözümü, sosyalizm ve sınıfsız toplum
hedefine yönelmiş çeşitli-devrimci hareketlerin, emperyalizmi parça parça
yıkması, sosyalizmin zaferinin dünya çapında yaygınlaşması, sosyalist sistemin
bu çelişmede çelişmenin ana yönü haline gelmesi ile çözülecektir.
Bu çelişmeler, aynı
zamanda birbirlerine bağlıdırlar da. Bunların her birinin çözümü, diğerlerinin
çözümünü etkiler. Mesela, proletarya-burjuvazi çelişmesinin ifadesi olan,
kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadelesinin sertleşmesi; emperyalizmi
zayıflatır, yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerdeki halkların devrim
mücadelesinin şartlarını kolaylaştırır; emperyalizm ile ezilen halklar
arasındaki çelişmenin çözümünü ilerletir. Bunun tersi de söz konusudur. Yani
emperyalizm ile ezilen halklar arasındaki çelişmenin yansıması olan demokratik
halk devrimleri, emperyalizmi zayıflatır. Emperyalist ülkelerde sınıf
mücadelesinin gelişmesi için uygun şartlar yaratır. Proletarya ile burjuvazi
arasındaki çelişmenin çözümünü hızlandırır. Emperyalist sistemle sosyalist
sistem arasındaki çelişmenin bir yansıması olan, sosyalist devletlerin varlığı,
buralarda sosyalizmin inşası, yeni bölgelerin devrimlerle emperyalizmin
denetiminden çıkması; bir bütün olarak emperyalizmi zayıflatır hem ezilen
halkların hem de kapitalist ülkelerdeki proletaryanın mücadele şartlarını
kolaylaştırır. Bunun tersi de söz konusudur.
Bütün ülkelerdeki
devrim hareketleri, bunlar içinde bulunulan anda ve somut durumda ayrı ayrı
hedeflere yönelseler bile; ayrı ayrı aşamalardan geçseler bile, son tahlilde
emperyalizmi zayıflatma noktasında birleşirler ve birbirlerini desteklerler.
Emperyalistler arası çelişmenin sertleşmesi de, emperyalistlerin dünya çapında
devrimci hareketlerin karşısına yekpare bir bütün olarak dikilmesini engeller;
proletaryanın düşman içindeki çatlaklardan devrim için yararlanması imkanını
doğurur; ve gerek emperyalist ülkelerdeki proletaryanın mücadelesi; gerek
ezilen halkların emperyalizme ve uşaklarına karşı mücadelesi, ve gerekse
proletaryanın iktidarda olduğu ülkelerde proletaryanın sosyalizmi inşa
mücadelesi için uygun şartlar yaratır.
Dünya Çapında Temel Çelişme Hangisidir?
Bu soruya cevap
verebilmek için, temel çelişme kavramını nasıl tanımladığımızı hatırlayalım: Temel
çelişme, herhangi bir şeyin gelişme süreci içinde (sürecin başından sonuna dek)
var olan, sürecin niteliğini belirleyen ve çözümü ile sürecin tamamlanmasına
yol açan çelişmedir.
Dünya çapında temel
çelişmenin ne olduğunu belirleyebilmemiz için; içinde yaşadığımız çağın
özelliklerini, bu çağda eski ile yeniyi belirleyenin ne olduğunu bilmemiz
gerekir.
Bugün içinde
bulunduğumuz çağ, emperyalizm ve proleter devrimleri çağıdır. Bu çağın
niteliğini esas olarak, kokuşan, can çekişen, asalak kapitalizm demek olan
emperyalizmin süreç içinde yakılması; yerini yeni bir sisteme, sömürü ve zulmün
olmadığı sosyalizme terk etmesi (açıktır ki, bu barış içinde değil, çok çeşitli
şekillere bürünen zorlu sınıf mücadeleleri sonucu oluyor.) Sosyalizmin süreç
içinde zafere ilerlemesi oluşturmaktadır.
Emperyalizm çağında,
kapitalizm dünya çapında yaygınlaşmış; (sosyalist devletler dışında)
emperyalist metropoller ve emperyalizme bağımlı yarı-sömürgelerden oluşan bir
emperyalist dünya sistemi kurulmuştur. Emperyalist güçlerin bu sistemi
kurmaktaki amaçları, karlarına yeni karlar katmak ve bütün dünya halklarını
sömürmektir.
Emperyalistler,
kendine bağımlı hale getirdikleri ülkelerde, kendi emperyalist ihtiyaçlarına
uygun ekonomik ve sosyal bir yapı kurmuşlar; bu ülkelerin bağımsız gelişmesini
engellemişlerdir. Emperyalistler girdikleri ülkelerde, bir yandan ülke
ekonomisinin bağımsız gelişmesini engellerken, diğer yandan bu ülkelerde
kendilerine bağımlı bir kapitalizmi, feodalizme iç içe girmiş komprador tipte
bir kapitalizmi geliştirmişlerdir. Komprador tipte de olsa, kapitalizmin
gelişmesi, bu ülkelerde işçi sınıfının gelişmesine yol açmış, emperyalizm
kendine bağımlı ülkelerde de, emperyalist metropollerde olduğu gibi; kendi
mezar kazıcılarını yaratmıştır. Kapitalizmin emperyalizm çağında, bir dünya
ekonomisi kurması, her yanda şu veya bu oranda işçi sınıfının ortaya çıkmasını
beraberinde getirmiştir. Emperyalizm, bir dünya ekonomisi kurarak, bütün
dünyada işçi sınıfı ve halkları sömürü konusunda birleştirdiği gibi; –isteği dışında
olarak—bütün dünyada işçi sınıfının ve emperyalizm tarafından sömürülen ve
ezilen halkların sömürüye ve baskıya karşı, emperyalizme karşı mücadelede
birleşmesinin şartlarını da oluşturmuştur.
Bugün emperyalizme
bağımlı olan, kapitalizmin gelişmediği pek çok ülkede, işçi sınıfı ezilen ve
sömürülen nüfusun azınlığını oluşturmaktadır. Ve bu toplumlarda proletarya
dışında köy ve şehir küçük burjuvazisi ve milli burjuvazinin sol kesimi, var
olan üretim ilişkilerinin değiştirilmesinden yana devrimci bir tavır
takınmaktadırlar.
Ancak bu sınıfların
devrimciliği, emperyalizme, komprador kapitalizme ve feodalizme karşı olmakla
sınırlıdır. Bu sınıflar, sömürülen temeli olan, üretim araçları üzerindeki özel
mülkiyete karşı değillerdir; amaçları sömürüyü bir bütün olarak tasfiye etmek
değil, sömürünün belli şekillerini tasfiye etmektir. İşçi sınıfı bundan çok
daha ileri amaçlara sahiptir. İşçi sınıfının nihai hedefi sınıfsız bir toplum
oluşturmaktır. Emperyalizme bağımlı ülkelerde, işçi sınıfı dışındaki devrimci sınıfların
son hedef olarak gördükleri, emperyalizmin komprador kapitalizminin ve
feodalizmin tasfiyesi, işçi sınıfı için sınıfsız topluma giden yolda yalnızca
bir ara aşamadır. Bugünkü dünya şartlarında emperyalist ülkelerdeki burjuvazi,
bütünü ile gerici ve devrimin hedefidir. Emperyalizme bağımlı ülkelerde,
burjuvazinin devrimci olan kesimi (küçük burjuvazi/milli burjuvazi) ise
tutarsızdır. Bunların önderliğinde bir devrimin halkı gerçekten kurtuluşa
götürmesi imkansızdır. Emperyalist ülkelerde, devrimin esas gücü olan
proletarya; emperyalizme bağımlı ülkelerde de devrime önderlik etmek ve devrimi
kesintiye uğratmadan sürdürmek görevi ile karşı karşıyadır. Bugün bütün
dünyada, birbirinden değişik çeşitli devrimci akımları esas olarak emperyalizme
karşı yönlendiren ve bütün devrimci hareketleri bir hedefte birleştiren sınıf
proletaryadır (proletarya bu görevi Komünist Partiler aracılığı ile
gerçekleştirir.)
Emperyalizm ve
proleter devrimleri çağının merkezindeki sınıf, bu çağda dünya çapında yeniyi
temsil eden sınıf enternasyonal işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, uluslararası
alanda neden yeniyi gerçekten temsil eden tek sınıftır. Çünkü işçi sınıfı,
üretim araçları üzerinde özel mülkiyetle en ufak bir ilişkisi olmayan, üretim
araçları üzerindeki özel mülkiyetin bütünüyle kaldırılmasından menfaati olan
tek sınıftır. İşçi sınıfı, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti
kaldırarak; üretimin toplumsal niteliği ile, üretim araçları üzerindeki özel
mülkiyet arasındaki çelişmeyi çözecek; her türlü sömürüyü ve sınıfları ortadan
kaldıracaktır. İşçi sınıfı bu anlamda sonuna dek devrimci tek sınıftır.
Marks işçi sınıfının
bu niteliğini şöyle belirtiyor:
“….Ama bu mücadele şimdi öyle bir aşamaya gelmiştir ki, ezilen ve
sömürülen sınıf (proletarya) bütün toplumu sömürü, baskı ve sınıf
mücadelesinden kurtarmadıkça, kendini ezen ve sömüren sınıftan (burjuvazi)
kurtaramaz.”(*)
Bugün dünyadaki
devrimci süreç bir bütün olarak ele alındığında görülür ki; bu süreç aslında
tek tek ülkelerde değişik görünümler arz eden çeşitli devrimlerin bir potada
erimesi; değişik devrimci süreçlerin bir hedefte, emperyalizmi zayıflatma
hedefinde birleşmesinden oluşmaktadır.
Bugün
dünya devrimci süreci
-Kapitalist-emperyalist
ülkelerde sosyalist devrim mücadelelerinin
-Yarı-sömürge,
yarı-feodal ülkelerdeki demokratik halk devrimi mücadelelerinin
-Sosyalist
ülkelerde, sosyalizmin inşasının derinleştirme mücadelelerinin dünyadaki
gelişmenin çarkını, emperyalizmin süreç içinde yıkılması, sosyalizmin süreç
içinde zafere ilerlemesi yönünde döndürmektedir.
Bugün
dünya çapında, emperyalist sistemin karşısındaki alternatif sosyalizmdir. Her
ülkede sosyalist devrim gündemde olmasa da; dünya çapında içinde bulunduğumuz
devrimci süreç, dünya çapında sosyalizmi kurmayı; giderek sınıfsız toplumu
kurmaya yönelik proleter dünya devrimi sürecidir.
Bu sürecin
başından sonuna kadar var olacak olan ve çözümü ile sürecin tamamlanmasına yol
açacak olan çelişme, ekonomik alanda emek-sermaye çelişmesidir. Bu çelişme
kapitalizmle birlikte ortaya çıktıktan sonra; kapitalizmin hakim olduğu tüm
toplamlarda temel çelişme haline geldi. Dünya çapında ise bu çelişme,
kapitalizm emperyalizm aşamasına vardığı, bir dünya ekonomisinin kurulduğu;
emperyalizmin kapitalizmi tüm dünyada yaygınlaştırdığı dönemde, temel çelişme;
yani dünya devriminin gelişme sürecine damgasını vuran sürecin niteliğini
belirleyen çelişme haline geldi.
Dünyadaki
devrimci süreci ve temel çelişmeyi belirlemede esas olarak iki yanlış
yapılmaktadır.
1. Yanlış,
proletaryanın çağın merkezindeki sınıf olduğunu kavramayanlar tarafından
yapılmaktadır. Bunlar dünyada (bizim daha önce yaptığımız gibi) temel çelişmeyi
belirlemekten kaçınmakta; en önemli 4 çelişmeyi temel çelişme olarak
nitelendirmekte; bunlardan birinin (emperyalizme, ezilen halklar—onlar uluslar
diyor—arasındaki çelişmenin) önemini abartarak, bunu dünya çapında baş çelişme
ilan etmektedirler. Bu yanlışı yapanlar, uzun dönemde sosyalist devrim ve
sınıfsız topluma varma hedeflerini gözden kaybetmek zorundadırlar. Nitekim öyle
de olmaktadır. Üç dünya teorisinde en açık ifadesini bulan bu yaklaşım,
emperyalizme karşı mücadelenin, emperyalistlerin uşakları (ve hatta
emperyalistlerin bir bölümü) tarafından verilebileceğinin propagandasını
yapmaktadırlar.
2. Yanlış,
proletaryanın çağın merkezinde olduğunu, emek-sermaye çelişmesinin dünya
çapında temel çelişme olduğunu doğru bir biçimde vurgularken; bu tespiti
mekanik bir biçimde tek tek ülkelere indirgeme yanlışıdır. Bundan ezilen
halkların emperyalizme karşı mücadelelerinin öneminin küçümsenmesi yanlışı
doğmakta; dünyanın pek çok ülkesinde emek-sermaye çelişmesinin halen ikincil
bir rol oynadığı gerçeği göz ardı edilmektedir.
Dünya
çapında, temel çelişmenin emek-sermaye çelişmesi olarak tespit edilmesi; dünya
çapında içinde bulunulan devrimci sürecin proleter dünya devrimi süreci olduğu
anlamına gelir ve tek tek ülkelerde ülkenin sosyo-ekonomik yapısına göre, temel
çelişmenin yeniden tespit edilmesinin gerekliliğini ortadan kaldırmaz.
Dünya
çapında ekonomik alanda emek-sermaye çelişmesi şeklinde ifade edilen temel
çelişme, sınıfsal açıdan proletarya-burjuvazi arasındaki çelişme şeklinde ifade
edilebilir. Proletarya ve burjuvazi içinde bulunduğumuz çağın, tipik olan
sınıflarıdır. Emperyalizm aşamasına varmış kapitalizmin ürünü olan sınıflardır.
Bu çağda, dünya çapında kapitalizm ve emperyalizm öncesi dönemlerden kalmış
sınıf ve tabakaların varlığı, çağın esas sınıflarının proletarya ve burjuvazi
olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. İçinde bulunduğumuz emperyalizm ve proleter
devrimleri çağında, dünya devriminin yıkmaya yöneldiği esas hedef
emperyalizmdir. Burjuvazi emperyalizmi ayakta tutan esas unsur; çağımızda
eskinin esas temsilcisidir. Proletarya ise, emperyalizmi yıkmaya yönelen
sınıflar içinde, emperyalizmin gerçek ürünü olan, yeninin esas temsilcisi olan
sınıftır. Bu anlamda, dünya çapındaki temel çelişme olarak, proletarya
burjuvazi çelişmesi de adlandırılabilir.
Bunun
dışında, dünya çapında temel çelişme emperyalist sistemle/sosyalist sistem
arasındaki çelişme şeklinde de adlandırılabilir. Çünkü proleter dünya
devriminin yıkmaya yöneldiği hedef emperyalizmdir. Proleter dünya devrimin
gerçekleştirmek istediği hedef ise sosyalist sistemdir.
Özetleyelim:
İçinde bulunduğumuz çağ, emperyalizm ve proleter devrimleri çağıdır. Bu çağdaki
devrimci süreç proleter dünya devrimi sürecidir.
Bu sürecin
niteliğini belirleyen temel çelişme emek-sermaye çelişmesidir. Bu çelişmenin
sınıfsal planda yansıması proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişmedir. Dünya
çapında, proleter dünya devrimi sürecinin temel çelişmesi emperyalist
sistemle-sosyalist sistem arasındaki çelişme olarak da belirlenebilir.
Dünya Çapında Baş Çelişme Tespit Edilebilir mi?
Bilindiği gibi daha
önceleri, dünya çapında baş çelişme tespiti yapıyor; ve “emperyalizmle ezilen
halklar arasındaki çelişme”nin baş çelişme olduğunun savunuyorduk. (Bkz. Genel
Eleştiri) KOMÜNİST, sayı 1’de yayınlanan Konferans Kararları’nda ise, dünya
çapında baş çelişme tespiti yapılmasının yanlış olduğu söyleniyor. Neden
görüşümüzü değiştirdik? Neden dünya çapında baş çelişme tespiti yapmayı
reddediyoruz?
Önce meseleye
Marksist-Leninist teori açısından yaklaşalım.
Baş çelişme tanımını
yaparken “Karmaşık bir süreç içinde var olan çelişmelerden, varlığı ve
gelişmesi ile diğer çelişmelerin varlığı veya gelişmesinin tayin eden veya
etkileyen çelişme” baş çelişmedir demiştik.
Mao Zedung’tan baş
çelişme üzerine yaptığımız alıntıda; her süreçte, mutlaka bir baş çelişme
olduğu; bunun bulup çıkarılmasının ve bu çelişmenin çözümü için tüm güçlerin
seferber edilmesinin tayin edici önemde olduğu belirtiliyor.
Peki madem ki, her
süreçte mutlaka bir baş çelişme vardır; o halde biz proleter dünya devrimi
süreci için bir baş çelişme tayin etmezsek, teorik bir yanlışa düşmüş olmuyor
muyuz?
Bunun cevabı hayırdır.
Kavranması gereken proleter dünya devrimi sürecinin nasıl bir süreç olduğudur.
Yukarıda da değindiğimiz gibi, proleter dünya devrimi süreci çok çeşitli,
değişik devrim süreçlerinin, bir hedefe; emperyalizmi yıkma, sosyalizmi kurma
hedefine yönelmesi ile ortaya çıkan bir süreçtir. Proleter dünya devrimi süreci,
tek tek ülkelerde devrimlerin gerçekleşmesi ile ortaya çıkan ve gelişen bir
süreçtir. Proleter dünya devrimi süreci; tek tek ülkelerdeki değişik devrimci
süreçlerden ayrı; bu süreçlerden soyutlanarak ele alınabilecek, bu süreçlerden
bağımsız olarak var olan bir süreç değildir.
İşte bu yüzden tek tek
devrimci süreçler için tespit edilebilecek olan (mutlaka edilmesi gereken) baş
çelişme; çok değişik devrimci süreçlerin bir birleşimi olan dünya devrimci
süreci için tespit edilemez.
Dünya devrimci süreci
için bir baş çelişme tespit etme, dünya devrimci sürecini, tek tek ülkelerdeki
devrimci süreçlerden bağımsız olarak ele alma; dünya devrimini bir yada
emperyalizm, diğer yanda emperyalizme karşı olan güçlerin dünya çapında bir
anda karşı karşıya gelmesi; emperyalizmin bütün dünyada halkların aynı anda
ayaklanması ile, bir anda toptan çökeceği; devrimin (sosyalizmin) dünya çapında
bir anda toptan zafere ulaşacağı anlayışından kaynaklanır veya gelişmesi içinde
bu anlayışa mutlaka götürür.
Dünya çapında baş
çelişme tespiti; dünya devrimci sürecinin tek tek ülkelerdeki devrimci
süreçlerin bir hedefte birleşmesi ile ortaya çıkan bir süreç olduğunu
reddettiği gibi bazı Marksist-Leninistleri, dünyadaki çeşitli ülkelerdeki
devrimci süreçler arasındaki karşılıklı ilişkileri de kavramama, bu ilişkileri
tek yanlı ele alma; çeşitli devrimci süreçler arasında mekanik bir
öncelik-sonralık ilişkisi yaratma sonuçlarına da götürmüştür ve götürecektir.
Bilindiği gibi, baş
çelişme tespiti, bir devrimci süreç içindeki çelişmeler arasında, diğer
çelişmelerin çözümü ve gelişmesini tayin eden veya etkileyen çelişmeyi bulup
çıkarmaktır. Komünistler baş çelişme tespitini, gerçeği bir takım şemalara
uydurmak için değil; devrim yapmak için yaparlar. Baş çelişme tespiti akademik
bir tespit değildir. Komünistler, bir baş çelişme tespit ettikleri zaman, tüm
güçleri ile, öncelikle bu baş çelişme tespit edilen iç çelişmeyi çözmeye
yönelirler. Çünkü bilirler ki, baş çelişmenin çözümü yolundaki gelişmeler,
diğer çelişmeleri de çözüm yolunda etkileyecektir. Baş çelişmenin çözümü, diğer
çelişmelerin gelişmesinde tayin edici bir rol oynamaktadır.
Bunu dünya çapında
uyguladığımız zaman ne olur? Dünya çapında bir baş çelişme tayin etmemiz;
dünyadaki en önemli (başlıca) 4 çelişmeden birinin baş çelişme olduğu tespitini
yapmamış; dünya çapındaki tüm devrimci güçlerin görevinin öncelikle bu
çelişmeyi çözmeye yönelmesi demektir. Somut olarak, bizim daha önce yaptığımız;
bugün de kendine Marksist-Leninist diyen pek çok oportünist grubun yapmaya
devam ettiği gibi “Ezilen halklarla (oportünistler “milletlerle” diyor)
emperyalizm arasındaki çelişme dünya çapında baş çelişmedir” tespitini
yaparsak; dünyadaki tüm devrimci güçlerin öncelikle bu çelişmeyi çözmeye
yönelmesi gerekir. Bütün dünyada Komünist devrimcilerin esas görevi,
emperyalizme bağımlı ülkelerdeki anti-emperyalist; anti-feodal devrimler için
örgütlenmektir. Böyle bir baş çelişme tespiti yapmak; kapitalist-emperyalist
ülkelerdeki devrimi, doğrudan doğruya ve tek yanıl olarak; yarı-sömürge,
yarı-feodal ülkelerdeki devrime bağımlı kılmak demektir. Böyle bir baş çelişme
tespitinin varacağı mantıki sonuç şudur: ‘Bugün dünya çapında baş çelişme,
emperyalizme ezilen halklar arasındaki çelişmedir. Dünya devrimci sürecinin
gelişmesi öncelikle bu çelişmenin çözümüne bağlıdır. Emperyalist-kapitalist
ülkelerde devrim; yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerdeki devrimlere doğrudan
bağlıdır. Buralarda devrim olmadan, emperyalist-kapitalist ülkelerde devrim
imkansızdır. O halde, bütün gücümüzle yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerdeki
devrim mücadelesini yükseltmeliyiz. Bütün ülkelerdeki devrimciler bu hedefe
yönelmelidir.
Eğer, yapılan baş
çelişme tespitinden bu mantıki sonuç çıkarılmayıp, ona uygun taktikler
geliştirilmiyorsa; baş çelişme tespiti, yalnızca bugün dünyanın hangi
bölgelerinde emperyalizme ağır darbeler vurulduğunu belirtmek için yapılıyor;
baş çelişme tespitinin mantıki sonuçları kabul edilmiyorsa; o zaman böyle bir
tespit yalnızca bir ‘akademik’ tespit olarak kalır. Kafa karıştırmaktan başta
bir işe yaramaz.
Yok ama dünya çapında
baş çelişme tespiti, mantıki sonuçları ile birlikte savunulup uygulanamayı
konuyorsa; o zaman bu tespit, dünya devrimci sürecini tek tek ülkelerdeki
devrim süreçlerinden soyutlayarak ele almakta, tek tek ülkelerdeki devrimci
süreçler arasındaki karşılıklı etkilemeyi kavramamakta; devrimci süreçler
arasındaki ilişkiyi tek yanlı olarak mutlaklaştırarak çeşitli ülkelerdeki
değişik devrimci süreçler arasında mekanik bir öncelik-sonralık ilişkisi
geliştirmekte; Dünya devrimini, dünya çapında devrimci ve karşı-devrimci
güçlerin bir anda karşı karşıya gelmesi; emperyalizmin bir anda toptan çökeceği
görüşünden kaynaklanmaktadır. Böyle bir tespit anti-Marksist bir tespittir ve
dünya devrimine zarar vermektedir.
Dünya Komünist
hareketinin tarihinde son dönemlere gelene dek “dünya çapında bir baş çelişme”
tespiti yoktur. Lenin, Stalin ve Komintern döneminde; dünya çapında tespit
edilen çelişmeler en önemli çelişmelerdir. (Başlıca çelişmeler) Bu
çelişmelerden hiçbiri, diğerlerine göre abartılmakta, her biri somut olarak ele
alınıp incelenmekte; aralarındaki karşılıklı bağ belirtilmektedir.
Leninizm’in
İlkeleri’nde Stalin bu meseleye şöyle yaklaşmaktadır:
“Lenin, emperyalizme ‘can çekişen
kapitalizm’ derdi. Neden? Çünkü emperyalizm, kapitalizmin çelişkilerini son
sınırına, ötesinde devrimin başladığı noktaya vardırır da ondan. Bu çelişkiler
arasında, en önemli sayılması gereken üç çelişki vardır:
Birinci çelişki; emek ile sermaye
arasındaki çelişkidir. Emperyalizm, sanayi ülkelerinde, tekellerin, tröstlerin,
konsorsiyumların, bankaların ve mali oligarşinin tam egemenliği demektir. Bu
tam egemenliğe karşı savaşımda, işçi sınıfının—sendikalar, kooperatifler,
parlamenter partiler ve parlamenter savaşım gibi—alışılagelen yöntemlerin
tamamıyla yetersiz olduğu görülmüştür. Ya kendini sermayeye teslim et, eskisi
gibi sürün, hatta daha da aşağıya düş; ya da yeni bir silaha sarıl,
emperyalizm, proletaryanın sayısız kitleleri önüne, sorunu böyle koyar.
Emperyalizm, işçi sınıfını devrime götürür.
İkinci çelişki; hammadde kaynaklarını,
başkalarının topraklarını ele geçirmek için savaşım halinde olan çeşitli mali
mali gruplar ve emperyalistler devletler arasında çelişkidir, bu kaynakların
tekeline sahip çıkmak için grupların ve devletlerin, zorla aldıkları yerlere,
kene gibi yapışan eski gruplara ve devletlere karşı kıyasıya yürüttükleri,
paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılması uğruna savaşımdır. Çeşitli kapitalist
gruplar arasındaki bu kıyasıya savamın dikkate değer yanı, emperyalist
savaşları, başkalarının topraklarını fethetmek için yapılan savaşları, bu
savaşımın kaçınılmaz bir ögesi olarak içermesidir. Bu da emperyalistlerin
karşılıklı zayıflamasına, genel olarak kapitalizmin durumunun zayıflamasına,
proletarya devrimi saatinin yaklaşmasına, bu devrimin zorunluluğuna neden
olması bakımından dikkate değerdir.
Üçüncü çelişki; bir avuç egemen ‘uygar’
ulus ile, dünyanın yüzlerce milyonluk sömürülen ve bağımlı halkları arasındaki
çelişkidir. Emperyalizm, geniş sömürgelerin ve bağımlı ülkelerin yüz
milyonlarca insanının en utanmazca sömürülmesi, onlara en insanlık-dışı zulüm
demektir. Bu sömürünün ve zulmün amacı, daha fazla kar sızdırmaktır. Ama
emperyalizm, bu ülkeleri sömürürken, buralarda, demiryolları, fabrikalar ve
yapımevleri, sanayi ve ticaret merkezleri kurmak zorundadır. Bu ‘siyaset’in
kaçınılmaz sonuçları, bir proletarya sınıfının ortaya çıkması, yerli aydınların
yetişmesi, ulusal bilincin uyanması, kurtuluş hareketinin güçlenmesidir.
İstisnasız bütün sömürgelerde ve bütün bağımlı ülkelerde devrimci hareketin güçlenmesi,
bu gelişmenin belirgin bir kanıtıdır. Sömürgeleri ve bağımlı, ülkeleri,
emperyalizmin yedek gücü olmaktan çıkarıp, proletarya devriminin yedek gücü
haline getirerek, kapitalizmin mevzilerini temelden yıkmak, proletarya için
önemlidir.
Genellikle, eski ‘gelişen’ kapitalizmi,
can çekişen kapitalizm haline getiren belli başlı çelişkiler bunlardır.
Bundan on yıl önce patlak veren
emperyalist savaşın anlamı, bütün bu çelişkileri tek bir düğüme toplayarak
terazinin kefesine koyması, böylelikle proletaryanın devrimci savaşlarını
hızlandırması kolaylaştırmasıdır.
Başka bir deyişle, emperyalizm, devrimin
kaçınılmazlık haline gelmesi sonucuna varmakla kalmadı, kapitalizmin kalelerine
doğrudan doğruya saldırmak için elverişli koşulların yaratılması sonucuna da vardı.” (*)
Görüldüğü gibi, Stalin meseleye gayet
somut yaklaşmakta; dünya çapındaki en önemli çelişmeleri, dünya çapında
emperyalizmi zayıflatan çeşitli çelişmeleri belirtmek anlamında belirtmekte;
bunlar arasında bir öncelik sonralık ilişkisi kurmamakta; karşılıklı ilişkileri
vurgulamaktadır.
Stalin’in dünya çapında çelişmeler
meselesine bu Marksist-Leninist yaklaşımı; bütün III. Enternasyonal ve Kominform döneminde de sürmektedir. Komintern ve
Kominform belgelerinde dünya çapında baş çelişme tespiti yoktur. Çünkü
Komintern ve Kominform, proleter dünya devrimi sürecinin, tek tek ülkelerdeki
devrimci süreçlerin bir hedefe yönelmesinden oluşan bir süreç olduğu doğru
Marksist-Leninist anlayışına sahiptir.
Daha sonra
revizyonizmin Sovyetler Birliği’inde hakim olması ile dünya proleter devrimci
süreci hakkındaki bu doğru anlayış yavaş yavaş değişikliğe uğramaya başladı.
Kruşçef revizyonizminin temel belgesi olan XX. Parti kongresi raporunda; dünya
çapında baş çelişme şudur şeklinde somut bir tespit yapılmamasına rağmen;
Sovyetler Birliği’nin etrafında kümelenen devletlerden oluşan ‘sosyalist’
kampın ‘dünya devrimci sürecinin’ esas gücü olduğu; artık sosyalizme geçişin
sosyalizmle-emperyalizmin dünya çapında sistem olarak barış içinde bir arada
yaşaması, yarışması ile barış içinde mümkün olabileceği tezi savunuldu. Önemli
olan, sosyalist kampla, emperyalist kamp arasında sürdürülecek olan, sosyalist
kampla, emperyalist kamp arasında sürdürülecek olan barış içinde yarış/barış
içinde geçiş mücadelesiydi (!). Halklar tavsiye edilen, bu barışı
bozmamalarıydı. Kruşçef revizyonistlerinin tespiti, son tahlilde “sosyalist
kampla/emperyalist kamp” arasındaki çelişmeyi—adını vermeden—dünya çapında baş
çelişme ilan, etme sonucuna varmaktaydı.
Tam dünya komünist
partilerinin ve işçi partilerinin katıldığı 1957 ve 1960 Genel toplantılarının
resmi belgelerinde de Kruşçef modern revizyonistlerinin bu çelişme anlayışı
yansımaktadır.
Bilindiği gibi,
Marksist-Leninistler, Kruşçef modern revizyonizmine karşı 1960’ların ortalarına
doğru açık bir ideolojik mücadele açtılar. Bu mücadelenin temel belgeleri
ÇKP’nin SBK’ye yazdığı “Dünya Komünist Hareketinin Genel hattı hakkında teklif”
adlı mektup ÇKP Merkez Komitesinin çeşitli konularda yazdığı 9 yorumdur. Aynı
dönemde AEP’’nin yazdığı yazılarda da, ÇKP’ye paralel görüşler savunulmaktaydı.
(AEP bugün de bu “Polemik yazılarının” ve 1957, 1960 deklarasyonlarının doğru
olduğu görüşünü savunmakta, bu belgelere sahip çıkmaktadır.)
Bu polemik
yazılarından 1957-1960 Deklarasyonlarına sahip çıkılmakta, SBKP, bu
belgelerdeki çizgiyi çiğnemekle suçlanmaktadır. Çelişmeler konusunda bu
deklarasyonlardaki formülasyon aynen kullanılmak; baş çelişme tespiti
yapılmamakta, emperyalist kamp ile sosyalist kamp arasındaki çelişme dünyadaki
“temel çelişme’ler içinde birinci sırada belirtilmekte ve “bu sıra
değiştirilemez” denilmektedir. Bu bölgelerde de tıpkı SBKP XX. Parti Kongre
raporunda ve deklarasyonlarda olduğu gibi isim verilmeksizin “emperyalist kamp
ile sosyalist kamp arasındaki çelişme”nin dünya çapında baş çeliş olduğu
anlayışı kabul edilip, savunulmaktadır.
Bu dönemde dünya
Marksist-Leninist hareketi içinde genel eğilim, emperyalist güçler içinde
Amerikan emperyalizmini esas hedef olarak almak-Amerikan emperyalizmini tecrit
etmek eğilimidir. Amerikan emperyalizmi “bütün dünya halklarının
mızrağın sivri ucunu yöneltmesi gereken, halkların en azgın düşmanıdır.”(*)
deniliyordu. Hatta bu konuda “Amerikan emperyalizminin denetiminde olan emperyalist ülkelerde de
işçi sınıfı öncelikle Amerikan emperyalizmine; ve ama bunun yanında kendi
ülkesinin tekelci burjuvazisine karşı mücadele etmelidir.” denecek
kadar, ileri gidilmekte; eğilim olarak Amerikan emperyalizmi, bir bütün olarak
emperyalizmle eşitlenmektedir. Kruşçef revizyonizmi, Amerikan emperyalizmi ile
uzlaştığı noktasından eleştirilmektedir.
Dünya
Marksist-Leninist hareketi içinde, dünya çapında baş çelişme tespiti,
bildiğimiz kadarı ile ilk defa Lin Biao tarafından “Yaşasın Halk Savaşı’nın
Zaferi” adlı yazıda yapılmaktadır. Japon saldırısına karşı direniş savaşının
zaferinin 30. yıl dönümü nedeniyle ilk kez 3 Eylül 1965 de ve daha sonra bir
çok kez yayınlanan bu yazıda Lin Biao şu görüşleri savunmaktadır.
“….. O, (Amerikan
emperyalizmi-ÇN) insanlık tarihinin en azgın saldırganı ve bütün dünya halklarının
en berbat düşmanıdır. Dünyada hiç bir ülke ve halk, eğer devrim, bağımsızlık ve
barış istiyorsa; mücadelesinde mızrağın sivri ucunu Amerikan emperyalizmine
yöneltmeden, yapamaz.
Japon emperyalistlerinin bir zamanki siyasete Çin’i kendilerine
bağlamak idi; Çin’i köleleştirmek istiyordu. Ama onların bu siyaseti, Çin
halkının en geniş cephede birleşmesi ve Japon emperyalizmine karşı direnişe
geçmesine imkan hazırladı. Bugün de Amerikan emperyalistleri, dünya hegemonyası
kurmak istiyorlar. Böylece dünya halklarının birleştirilebilecek bütün güçleri
birleştirmesi ve Amerikan emperyalizmine karşı en geniş cephe ile yoğun bir
saldırıya geçmesinin imkanını yaratıyorlar.
İçinde bulunduğumuz dönemde, dünya halkları ile Amerikan
emperyalizmi ve uşakları arasında süren ölümcül mücadelede esas mücadele alanı,
Asya, Afrika, Latin Amerika’nın geniş alanlarıdır….
Bir yanda Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın devrimci halkları ile
diğer yanda başta Amerikan emperyalistleri olmak üzere emperyalizm arasındaki
çelişme bugünkü dünyada baş çelişmedir. (abç) Bu çelişmenin gelişmesi bütün dünya halklarının
Amerikan emperyalizmi ve uşaklarına karşı mücadelesini ilerletmektedir.” (**)
“İşte bu sebepten Mao Zedung’un kırlık bölgelerde devrimci üs
alanları kurma ve şehirleri kırlardan kuşatma şeklindeki teorisi, Asya, Afrika,
Latin Amerika halklarının dikkatini çekmektedir.
Dünya çapında meseleye bakıldığında, eğer Kuzey Amerika ve Batı
Avrupa ‘dünyanın şehirleri’ şeklinde adlandırılırsa, Asya, Afrika ve Latin
Amerika da ‘dünyanın kırlık bölgeleri’ olarak adlandırılabilir.
….
Belli bir anlamda, bugünkü dünya devrimi şehirlerin kırlık
bölgelerden kuşatılması şeklinde bir durumda bulunmaktadır. Bütün dünya devrimi
davası son tahlilde dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan, Asya, Afrika,
Latin Amerika halklarının devrimci mücadelesine bağlıdır.” (*)
Görüldüğü gibi, dünya
çapında baş çelişme tespiti yapan Lin Biao, bu tespiti mantıki sonuçlarını da
(kendi içinde) tutarlı olarak savunmakta; ‘dünyanın kırları’ ‘dünyanın
şehirleri’ şeklinde bir ikilem kurmakta; emperyalist ülkelerdeki devrimi tek
yanlı olarak, yarı-sömürgelerdeki devrimi tek yanlı olarak, yarı-sömürgelerdeki
devrimlere tabii kılmaktadır. Lin Biao kimin önderliğinde olursa olsun, silahlı
her mücadeleye ‘halk savaşı’ gözü ile bakmakta ve devrimin objektif ve
subjektif unsurların bir bütününün ürünü olduğu meselesini kavramamaktadır.
Lin Biao daha sonra
bilindiği gibi, içinde yaşadığımız çağın da değiştiği, artık “emperyalizmin toptan çöküşe
gittiği, sosyalizmin bütün dünyada topyekün zafere ilerlediği bir çağ”
da yaşadığımız; Mao Zedung düşüncesinin bu “yeni çağ’ın” Marksizm-Leninizm’i
olduğu tezlerini geliştirdi. (**)
Aslında dünya çapında
baş düşman tespiti yapmak ve yeni çağ “emperyalizmin toptan çöküş çağı” tezini
savunmak, birbirinin mantıki sonucu olan tezleri savunmaktır.
Bu iki tez de dünya
devriminin bir anda olacağı şeklindeki Troçkist görüşten kaynaklanmaktadır.
Bu tezlerin, bütün
dünya komünist hareketi içinde büyük bir saygınlığa sahip ÇKP’nin resmi tezleri
haline gelmesi, bu tezlerin dünya komünist hareketi içinde çok çabuk ve geniş
bir şekilde yayılmasına yol açmış; bu tezler Marksist-Leninist bir eleştiri ve
özeleştiri ile de red edilmediği için, Marksist-Leninist harekete çok ağır
zarar vermiştir ve hala vermektedir. Bugün bütün oportünistler dünya çapında
baş çelişme tespit etme; devrimci süreçler arasında bir öncelik-sonralık
ilişkisi kurma konusunda birleşmekte, ama somut olarak baş çelişmeyi tespit etmede
ayrılmaktadırlar.
“Üç dünya”
teorisyenleri; bugün dünya çapında baş çelişmeyi “iki süper güç (!) (tabi
özellikle de daha ‘saldırgan!’ ve daha azgın olan Rus sosyal emperyalizmi) ile
iki süper gücün ezdiği ve tehdit ettiği uluslar, halklar, devletler, ülkeler
vs.” arasında tespit ediyorlar.
“Üç dünya teorisi”ne
ülkemizde güya karşı çıkan HB oportünistleri, ve HY’nin “üç dünya teorisi’ne
güya karşı çıkan bölümü de dünya çapında baş çelişme konusunda “başta iki süper
güç olmak üzere emperyalizm ve (sosyal emperyalizm) ile ezilen uluslar ve
halklar arasında” olarak tespit ediyorlar. (Bazen iki süper güçle, ezilen
uluslar ve halklar arasında da diyorlar)
“Üç dünya”ya karşı
çıkma konusunda diğerlerini tutarsız olmakla suçlayan HK ise, bu konuda onlarla
aynı şeyleri söylüyor. Tek farkı, AEP’nden olumlu bir şekilde etkilenmesi
sonucu, arada bir emek-sermaye çelişmesinin önemini belirtmesi.
Kurtuluş, Devrimci Yol
vs. gibi küçük burjuvazinin sol siyasi akımları dünyada baş çelişme tespit etme
konusunda açık bir tavır takınmıyorlar. Bunlar hem Kruşçef tipi modern
revizyonizmden etkilenip, “Sosyalist kamp ile emperyalist kamp” çelişmesini;
(sosyalist kamptan anladıkları kendilerinin revizyonist dediği sosyal
emperyalist kamp!) hem de “emperyalizm/ezilen uluslar ve halklar” çelişmesini
öne çıkarıyorlar.
Biz komünistler, bu
bölümün başında da belirttiğimiz gibi, uzun süre Lin Biao’nun dünya çapında baş
çelişme tespitini kullandık. Temel belgelerimizde, açık bir biçimde ‘dünyanın
kırları’ ‘dünyanın şehirleri’ tezi savunulmamış olduğu halde, bu anlayış
partimiz içinde önemli çapta yaygınlaştı.
Bugün, bizim bu
hatamızın, Marksizm-Leninizm’i tam olarak kavramamamızdan; yanılmaz otoriteler
arama hastalığından kaynaklandığını tespit ediyoruz.
Dünya çapında
çelişmeler konusunda görüşümüz, dünya çapında başlıca çelişmelerin
belirtilmesi; bunların arasındaki ilişkilerin doğru bir biçimde ele alınıp
incelenmesidir. (4)
Yine dünya çapında,
gelişmenin esas yönünü belirlemek için temel çelişme tespiti yapılmalıdır.
Yukarıda anlattığımız sebeplerden dünya çapında baş çelişme tespiti
yapılmamalı; baş çelişme tespiti, tek tek ülkelerde somut olarak ele
alınmalıdır.
Dünyada durum, başlıca
çelişmeler ve temel çelişme genel anlamda ortaya konduktan sonra, somut olarak
incelenmelidir. Baş çelişme tespiti yapmamak, dünyadaki durumun somut olarak
incelenmesini engellemez. Bugünkü somut durumda genel olarak dünyaya bakılırsa,
emperyalizme esas darbelerin, emperyalist metropollerde değil, emperyalizme
bağımlı ülkelerde vurulduğu görülür. Bugün emperyalizme karşı sıcak savaş, esas
olarak, emperyalizmin yarı-sömürgesi durumunda olan ülkelerde verilmektedir.
Ama bu duruma bakıp,
bundan “dünya çapında baş çelişme” “Asya, Afrika, Latin Amerika’nın devrimci
halkları ile (ya da ezilen halklarla), (başta ‘iki süper güç’ olmak üzere),
emperyalizmle sosyal emperyalizm arasındadır” şeklinde bir sonuç çıkarmak
yanlıştır. Böyle bir sonuç, yukarıda anlatmaya çalıştığımız bir dizi sakınca
yanında; bugün çeşitli ülkelerde süren silahlı mücadeleler arasındaki nitelik
farkını görmemizi de engeller. Bugün “emperyalizme” karşı verilen silahlı
mücadelelerin önemli bir bölümü, proletaryanın önderliğinde verilmemektedir;
bir bölümü doğrudan şu veya bu emperyalist gücün denetiminde gelişmektedir.
Bütün bunları aynı kefeye koymak, Marksist-Leninist açıdan kesinlikle
yanlıştır.
Biz
Marksist-Leninistler, Marksizm-Leninizm’in yaşana özünün, somut durumun somut
tahlili olduğunu biliyoruz. Onun içinde mümkün olduğunca genellemelerden
kaçınıp (zorunlu olan—durumu anlamayı kolaylaştıran genellemeler—bilimsel
genellemeler dışında) her meseleye somut olarak yaklaşırız.
Bu konuda bize Marks,
Engels, Lenin, Stalin’in tavrı örnek olmalıdır. Onlar, devrimin önce nerede
olacağı sorusuna, meseleleri somut olarak inceleyerek cevap vermişler;
emperyalizmin en zayıf halkası konusunda objektif, ve subjektif unsurları
incelemişler; ve tek tek ülkeleri adlandırmışlardır. Lin Biao’nun yaptığı gibi
“Asya, Afrika, Latin Amerika’nın geniş alanları” vs. gibi genellemelere
girmişlerdir. Bizde böyle davranmalı, emperyalist zincirin en zayıf halkasını
(veya halkalarını) belirlerken ülkelerdeki durumu tek tek ve somut olarak
incelemeliyiz. (Bu konuda bk. Stalin, Leninizm’in İlkeleri Leninizm’in Tarihsel
Kökleri, Yöntem, Teori vb. bakılabilir.)
Türkiye’de Çelişmeler Meselesi
Türkiye’de çelişmeler
meselesini çözmek için, önce bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu;
Türkiye’nin yapısını, bu yapının içindeki güçlerin niteliğini, doğru bir
biçimde kavramak gereklidir.
Partimiz, Türkiye’nin
yapısı konusunda, ülkemizin yarı-sömürge, yarı-feodal bir yapıya sahip olduğu
görüşünü savunmaktadır. Nedir bu yapının özellikleri?
Türkiye
yarı-sömürgedir. Türkiye lafta bağımsız, gerçekte ise her yönden emperyalizme
bağımlı bir ülkedir. Türkiye ekonomik yönden emperyalizme bağımlıdır.
Emperyalizm, Türkiye’ye girmesi ile birlikte, ülke ekonomisini kendine bağımlı
hale getirmiş; kendi ihtiyaçlarına uygun bir ekonomik yapı yaratmıştır.
Emperyalizme bağımlılık sonucu Türkiye’nin bağımsız gelişmesi engellenmiş;
Türkiye geri bir tarım ülkesi olarak kalmıştır. Tarımda feodal ilişkiler geniş
çapta varlığını sürdürmektedir. Türkiye yarattığı değerlere oranla dünyanın en
borçlu ülkelerinden biri durumundadır. Türkiye’deki sanayii bütünüyle emperyalist
devlet ve tekellerin kontrolünde olan bir sanayidir ve esas olarak montaj ve
ambalaj sanayii niteliğindedir. Türkiye’de üretim araçları üreten sanayi yok
denecek kadar azdır. Var olan ağır sanayii tesisleri, emperyalist sermaye ile
ile kurulmuş; emperyalist devlet ve tekellerin denetiminde olan kuruluşlardır.
Türkiye mali olarak emperyalist devlet ve tekellere bağlıdır. Türkiye
ekonomisi, yabancı emperyalist sermayeye dayalı, o olmadan çökmeye mahkum bir
yapıdadır. (Burada komprador burjuvazi ve toprak ağalarının hakim olduğu
şartları göz önüne alıyoruz.)
Türkiye askeri yönden
emperyalizme bağımlıdır. Türkiye
NATO ve CENTO gibi saldırgan askeri paktlar içinde yer almaktadır. Ülke
ekonomisinin kaldıramayacağı büyüklükte bir ordu beslemektedir. Bu ordu esas
olarak bir iç savaş ordusudur; halkımızın bağımsızlık ve halk demokrasisi
mücadelesinin bastırmak, Türk olmayan milliyetlerin milli hareketlerini ezmek
amacıyla kurulmuştur. Bu ordu gerektiğinde NATO emrinde diğer halklara da
saldıracak şekilde eğitilmektedir. Ordunun bütün araç-gereçleri emperyalist
devletler (şimdiye dek özellikle Amerikan emperyalistleri, son dönemde ise Batı
Alman emperyalistleri tarafından da) tarafından karşılanmaktadır. Ordu teknik
olarak, emir-kumanda zinciri bakımından vs. emperyalizme bağımlıdır.
Türkiye siyasi yönden bağımlıdır. Türkiye,
bir devlet olma, bağımlı olduğu emperyalist devletlerden ayrı bir devlet
mekanizmasına sahip olma anlamında, siyasi olarak görünüşte bağımsızdır.
Gerçekte ise Türkiye’de iktidarlar şimdiye kadar hep emperyalistler tarafından
işbaşına getirilmiş veya devrilmiş; Türkiye’nin siyaseti her dönemde
emperyalist devlet ve tekeller tarafından tayin edilmiştir. Hükümette olan
partinin hangi emperyalistlerin, uşaklığını yaptığı meselesine bağlı olarak, diğer
emperyalistlere karşı güya bağımsız bir siyaset izlenmiştir. Ülkemizde
komprador burjuvazi ve toprak ağası sınıflarının iktidar şekli olan faşizm her
dönemde uygulanmış; her dönemde faşizm emperyalist devlet ve tekellerin
menfaatlerini bir bütün olarak savunmuştur.
Türkiye ideolojik ve kültürel yönden
bağımlıdır. Türkiye’ye giren emperyalizm ideolojisi ve kültürünü
de beraberinde getirmiştir. Emperyalizm Türkiye’de “hürriyet”, “eşitlik”,
“kardeşlik” vs. gibi maskeler altında içi çoktan boşaltılmış burjuva
demokrasisi maskesi altında faşist ideolojiyi getirmiştir. Her gün yayın
organları, haberleşme araçları aracılığı ile beyinleri yıkamaktadır.
Emperyalizmin yoz kültürü, emperyalist metropollerde yayılan en yoz modalar,
kısa zamanda onun yarı-sömürge haline getirdiği ülkelere de yansımakta;
ülkemizde emperyalist yoz kültür, feodal din kültürü ile iç içe, milyonlarca
genç beyin zehirlenmektedir.
Ülkemiz bu
yarı-sömürgelik durumunun bir ürünü olarak yarı-feodal bir sosyo-ekonomik
yapıya sahiptir. Ekonomik alanda, ülkemizdeki üretim ilişkileri emperyalizme
bağımlı montaj ve ambalaj sanayi ve ihracat-ithalat üzerine kurulu komprador
tipte kapitalizm ile feodalizmin iç içe girdiği bir iktisadi yapı mevcuttur. Bu
yapı içinde hakim unsurlar komprador burjuvazi ve toprak ağalarıdır.
Sosyal alanda bu
ekonomik yapıya uygun bir yapı söz konusudur. Halk kelimenin tam anlamıyla
sefalet içinde yaşarken, bir avuç para babası refah içinde yüzmektedir. Burjuva
demokrasisi adına faşizm uygulanmaktadır. Halkın her türlü özgürlüğü geniş
çapta kısıtlanmıştır. Üst yapıda feodal kendini alt yapıda olduğundan çok daha
açık bir biçimde göstermektedir.
Bu durumda Türkiye
halkının önündeki devrim aşaması nedir? Açıktır ki, böyle bir sosyo-ekonomik
yapıya sahip olan ülkemizde devrimin önündeki ilk hedef, emperyalizme
bağımlılık zincirini kırmak; komprador kapitalizmi ve feodalizmi tasfiye etmek,
bağımsız ve halk demokrasinin hüküm sürdüğü Türkiye’yi gerçekleştirmek olmak
zorundadır. Bunun gerçekleştirecek olan devrim Demokratik Hak Devrimidir.
Demokratik Halk Devrimi önündeki esas hedefler emperyalizm, komprador
kapitalizm ve feodalizmdir.
İşte Türkiye’deki
temel çelişme de yani Türkiye devriminin içinde bulunduğumuz aşamasındaki
gelişme sürecine damgasını vuran, bu çelişmenin niteliğini belirleyen çelişme
de budur.
Çelişmenin bir yanında
emperyalizm, komprador kapitalizm ve feodalizm vardır. Çelişmenin diğer yanında
Türkiye’nin çeşitli milliyetlerinden halkı vardır.
Türkiye’de içinde
bulunduğumuz, hedefi emperyalizme bağımlılık zincirini koparmak; komprador
kapitalizmi ve feodalizmi tasfiye etmek, bağımsızlık ve halk demokrasisini
gerçekleştirmek olan, demokratik halk devrimi aşamasında temel çelişme,
emperyalizm, komprador kapitalizm ve feodalizm ile çeşitli milliyetlerden
Türkiye halkı arasındaki çelişmedir.
Ülkemiz, emperyalizm
ve onun uşaklığını yapan sınıflar eskinin; çeşitli sınıflardan ve tabakalardan,
çeşitli milliyetlerden halk yığınları yeninin temsilcisidirler.
Bazı yoldaşlarımız,
dünya çapında temel çelişme, Türkiye’de de temel çelişmedir. Bunun tersinin
savunmak, Türkiye’yi dünya dışında görmektir şeklinde görüşler getiriyorlar.
Meseleye böyle bir yaklaşım doğru değildir. Bu yaklaşım mekanik bir
yaklaşımdır. Dünya çapında temel çelişmeyi tespit ederken içinde bulunduğumuz çağda,
genel anlamda yeninin temsilcisi olan sınıfın dünya çapında proletarya olduğu
görüşünden yola çıktık. Dünya çapında, içinde bulunduğumuz devrimci sürecin
proleter dünya devrimi süreci olduğunu tespit ettik. Bu tespiti yaparken,
dünyanın bir çok ülkesinde hala demokratik devrim aşamasının gündemde olduğunu;
bunun dünya çapında devrimci sürecin niteliğini değiştirmediğini; çağımızda
tipik olanın; çağımıza özgü olan, çağa damgasını vuran çelişmenin emek-sermaye
çelişmesi olduğunu belirttik. Dünya çapında temel çelişmeyi tespit ederken;
dünyadaki devrimci sürecin tespitinden yola çıktık. Bu süreç içinde eski ile
yeninin temsilcisi olan güçleri temel çelişmenin iki kutbu olarak adlandırdık.
Dünya çapında olduğu
gibi, tek tek ülkelerde de temel çelişme meselesine böyle yaklaşmalıyız.
Herhangi bir toplumdaki temel çelişmeyi tespit ederken, o toplumun içinde
bulunduğu durumdaki yapısının ne olduğunu; bu yapıyı değiştirmekten yana olan
güçlerin hangi güçler olduğunu somut olarak tespit etmeliyiz. Toplumun gelişmesinin
önündeki engeller, her toplumda, temel çelişmenin bir kutbunu; toplumun
gelişmesinin önündeki engelleri kaldırmaya yönelen güçler çelişmenin öbür
kutbunu oluşturur.
Ülkemizde temel
çelişmeyi emek-sermaye çelişmesi olarak tespit etmek (bu tespit sınıfsal açıdan
yaklaşıldığında proletarya-burjuvazi, şeklinde bir tespittir) ülkemizin içinde
bulunduğu devrim aşamasının; demokratik halk devrimi aşaması olduğu, bu aşama
içinde yoksul ve orta köylülüğün, şehir ve köy küçük burjuvazisinin ve milli
burjuvazinin de devrimden menfaati olduğu gerçeğini göz ardı etmemiz anlamına
gelir. Eğer, bu tespit böyle bir anlayış sonucu olarak yapılmıyor da işçi
sınıfı, ile demokratik halk devrimi aşamasında devrimci bir niteliğe sahip olan
diğer sınıf ve tabakalar arasındaki fark; işçi sınıfını sonuna dek devrimci tek
sınıf olduğu; demokratik devrimde işçi sınıfının öncülüğünün
gerçekleştirilmesinin, devrimin zaferi, ve kesintiye uğratılmadan sürdürülmesi
için şart olduğunun belirtilmesi amacı ile yapılıyorsa; gereksizdir. Bütün
bunlar, temel çelişme emek-sermaye çelişmesidir şeklinde bir tespit yapılmadan
(ki böyle bir tespit eğer kendi yanlış bir anlayıştan kaynaklanmıyorsa, mutlaka
yanlış anlayışlara yol açacaktır) bütün bu gerçekler; gerçekleri ile birlikte
ortaya konabilir ve konmalıdır.
Ülkemizde, gerek hakim
sınıflarla halkımız arasında; gerçek halkın kendi içinde, gerekse hakim
sınıfların kendi içinde çok çeşitli çelişmeler vardır. Bugün ülkemizdeki
gelişmeler, bu çelişmelerdeki zıtların mücadelesi sonucu ortaya çıkmaktadır.
Bugün Türkiye’de toplumun gelişmesinde yüzlerce çelişme içinde, hangi
çelişmelerin birinci derecede rol oynadığını topluma kabaca bir baktığımızda
görürüz.
Türkiye toplumuna
baktığımızda, halk arasında önce “yabancı” olan her şeye karşı, derin bir kuşku
ve nefret olduğunu görürüz. Bu kuşku ve nefret, çeşitli milliyetlerden Türkiye
halkının, “yabancı’larla olan kötü tecrübelerinden kaynaklanmaktadır. Türkiye
1920’lerde yabancı askerler tarafından işgal edilmek istenmiştir. Daha sonra
ise, Türkiye’yi kalkındırmak adına Türkiye’ye yerleşen emperyalist sermaye;
halkın yoksulluğunu arttırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Halk ekonomik
açıdan her geçen gün dünü aramak durumuna düşmüştür. Demokrasi vb. adına
getirilen şey, halk için polis dayağının, jandarma dipçiğinin artması şeklinde
görülmüştür. Bütün bu olaylar, halkın somut pratiğinde yaşadığı, halkı, yabancı
olan her şeye karış (iyi de olsa) kuşkuyla bakmaya iten olgulardır. Halkın bu
duyguları gerçekte çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı ile emperyalizm
arasındaki çelişmenin ilkel bir şekilde yansımasıdır. Komprador patronlar,
toprak ağaları, milli burjuvazi ve küçük burjuvazi; halkın emperyalizme karşı
duyduğu nefretin bilinçsiz ifadesi olan bu yabancı düşmanlığın potasında
eritmeye çalışmaktadır.
Doğru bir önderlik
altında olmasa bile, emperyalizme ve sosyal emperyalizme karşı düzenlenen
eylemler, dün olduğu gibi bugünde, çok geniş halk kitlelerini seferber
edebilmektedir.
Açıktır ki bugün
Türkiye toplumunda; çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı ile emperyalizm (ve
sosyal emperyalizm) arasındaki çelişme, toplumun gelişmesini yakından
etkileyen, ön önemli (başlıca) çelişmelerden biridir.
Ülkemizde feodalizm
tasfiye edilememiştir. Eski feodal yapı, emperyalizmin hegemonyası ve ona
göbekten bağlı komprador kapitalizmin gelişmesi ile acılı ve yavaş bir çözülme
sürecine girmiştir. Fakat onu ayakta tutan emperyalist boyunduruk devrimle
kırılmadıkça tasfiye olmayacaktır.
Feodal kalıntılar
sosyal ve siyasi alanda olduğu gibi iktisadi yapıda da mevcudiyetini ve emperyalist
hakimiyetin esas dayanağı olma görevini sürdürmektedir. Geniş yoksul ve orta
köylü yığınları, toprak ağalığının, tefeciliğin ve mütegallibelerin sömürüsü ve
baskısı altında inlemektedir. Komprador kapitalizme iç içe geçen feodalizm,
faşist iktidarın ortağı durumundadır. Ülkemizde burjuvazinin önemli bir bölümü
yarı-burjuva, yarı-feodal bir karakter taşımaktadır. Bütün bu feodal kalıntılar
geniş halk yığınlarının devrim mücadelesinin önündeki ön önemli engellerden
birini oluşturmakta; feodalizm ile geniş halk yığınları arasındaki çelişmeyi
toplumumuzdaki başlıca çelişmelerden biri yapmaktadır. Yine bugünkü Türkiye
toplumuna kabaca bir göz attığımızda görürüz ki, Türkiye’de nicel olarak
zayıfta olsa, işçi sınıfının burjuvaziye karşı olan mücadelesi yükselmektedir.
Emperyalizm ve komprador kapitalizm karşısında her geçen gün daha da yok olmak
tehlikesi ile karşı karşıya bulunan milli burjuvazi, varlığını sürdürebilmek
için işçileri daha azgınca sömürmekte, işçi sınıfının demokratik ve siyasi
örgütlenmesine karşı çıkmaktadır.
İşçi sınıfının
burjuvaziye karşı yürüttüğü iktisadi ve siyasi mücadelesi, açıktır ki,
toplumumuzun gelişmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Dolayısıyla,
toplumumuzda proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişme, başlıca çelişmelerden
bir diğeridir.
Türkiye toplumunun
gelişmesine baktığımızda dikkatimizi çekecek olan bir başka olay, hakim
sınıfların kendi içlerindeki dalaşmalardır. Bunlar halkın gözü önünde
birbirlerinin kirli çamaşırlarını yıkamakta, birbirlerini emperyalizmin uşaklığı
ile, faşistlikle, namussuzlukla, şerefsizlikle, halk düşmanlığı ile, vatan
satıcılığı ile vs. suçlamaktadırlar. Bazen bunlar arasındaki dalaşmadan ortalık
toza dumana bulanmakta, göz gözü görmemektedir. Bunlar arasındaki dalaşmalar
birbirlerini, bazen birbirlerinden adam çalarak, bazen askeri darbe ile
hükümetten alaşağı etmeye kadar varmaktadır. Hatta bazen silahlı çatışmalara
kadar dönüşmektedir. Mesela bugün MHP’li faşistler, faşist CHP hükümetini
zayıflatıp alaşağı etmek için çeşitli silahlı eylemler yürütmektedirler. Bunlar
birbirleri ile girdikleri iktidar dalaşmasında, halkı demagoji ile kendi
yanlarına çekmeye çalışmaktadırlar.
Kolayca görülebilir
ki, bu çelişme devrim düşmanı sınıflar arasında bir çelişme olmasına rağmen,
Türkiye’de toplumun gelişme süreci üzerinde önemli çelişmelerden biridir. Bu
çelişmelerin sertleşmesi ya da yumuşaması; devrimcilerin bu çelişmelerden doğru
bir biçimde yararlanıp, yararlanmaması, devrimci sürecin gelişmesini
etkilemektedir. Hakim sınıfların kendi içindeki çelişmeler de Türkiye
toplumunun başlıca çelişmelerinden biridir. (5)
Türkiye’de Baş Çelişme
Türkiye’de temel ve
başlıca çelişmeleri tespit ettikten sonra, şimdi de baş çelişme sorununa çözüm
arayalım.
Baş çelişme, yukarıda
da açıkladığımız gibi, karmaşık bir süreç içinde varlığı ve gelişmesi ile diğer
çelişmelerin varlığı ve gelişmesini tayin eden veya etkileyen çelişmedir.
“Bugün ülkemizde,
feodalizme-halk yığınları arasındaki çelişme, ‘diğer çelişmeler gelişmesini
tayin ve onlar üzerinde tesir icra ettiği’ için, ‘yönetici ve belirleyici rolü
oynadığı’ için baş çelişmedir.
Emek-sermaye çelişmesinin veya başka bir deyişle
proletarya-burjuvazi çelişmesinin gelişmesi, ‘feodalizmle-halk yığınların
arasındaki çelişmenin’ gelişmesine ve çözümüne bağlıdır; bu çelişme geliştiği
ve çözüldüğü ölçüde, proletarya ve burjuvazi çelişmesinin netleşmesi
keskinleşmesi ve olgunlaşması, feodalizmin, halk yığınları tarafından bütün
kökleriyle silinip süpürülmesine bağlıdır. Proletaryanın feodalizme karış
mücadelede en kararlı bir şekilde ve en önde yer alması, buradan gelir. Çünkü,
feodalizm kararlı ve kesin bir köylü mücadelesiyle silindiği ölçüde, burjuva
proleter çelişmesi ortaya çıkar, proleter sınıf mücadelesi için, sosyalizm için
en elverişli şartlar doğar. Marksist-Leninist kesintisiz ve aşaması devrim
teorisine temel olan fikir de yine bu fikirdir.
Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde, emperyalizme ülke halkı
arasındaki çelişme üzerinde de ‘yönetici ve tayin edici’ rol oynayan çelişme,
yine, ‘feodalizme-halk yığınları arasındaki çelişme’dir. Emperyalizm, böyle
ülkelerde, varlığını ve hakimiyetini esas olarak, feodalizme dayanarak, onu
özellikle siyasi ve ideolojik alanlarda destekleyerek ve güçlendirerek, feodal
mülkiyetin ve ilişkilerin çözülmesini yavaşlatarak devam ettirmektedir.
Emperyalizmin şehirlerdeki sosyal dayanağı komprador burjuvazi, geniş köylük
bölgelerdeki sosyal dayanağı ise toprak ağaları, tefeciler, faizciler, aşiret
reisleri, yarı-burjuva, yarı-feodal çiftlik beyleri ve feodalizmin ideolojik
dayanakları olan şeyhler, hacılar, hocalar, dedeler vs…’dir Yani, feodal sınıf
mensuplarıdır. Feodal mülkiyet, yani esas olarak toprak ağalığı çok ağır bir
tempoyla çözülmekle birlikte, bunlar yine de feodal sömürü biçimlerini uzun
yıllar muhafaza etmektedir. Yarıcılık, ortakçılık, kiracılığın feodal biçimi,
tefecilik, faizcilik gibi yarı-feodal sömürü biçimleri devam etmektedir.
Tefecilik ve faizcilik, emperyalizmin bankaları vasıtasıyla pompalanmaktadır.
Özellikle üst yapı alanında, feodal ilişkiler, bütün şiddetiyle devam
etmektedir. Burjuva demokrasisiyle feodalizmin kırbacı daima kolkoladır.
Demokrasi daima feodal bir karakter de taşımaktadır. Burjuvazinin önemli bir
kısmı yarı-burjuva, yarı-feodal bir nitelik gösterir. İşte bütün bunlar, yani
her türlü feodal ilişkiler, emperyalizmin dolaylı hakimiyetini kolaylaştırır,
ona dayanak olur. Feodalizmin adım adım temizlenmesi, yani feodalizmle-halk
yığınları arasındaki çelişmenin adım adım çözümlenmesi, emperyalizmi önemli bir
dayanağından yoksun bırakır. Emperyalizme ülke halkı arasındaki çelişmenin adım
adım çözümlenmesi, emperyalizmi önemli bir dayanağından yoksun bırakır.
Emperyalizmle ülke halkı arasındaki çelişmeyi etkiler ve bu çelişmenin de adım
adım çözülmesine yol açar.” (*)
Bütün bu sebeplerden,
Türkiye’de içinde bulunduğumuz dönemde baş çelişme; feodalizmle halk yığınları
arasındaki çelişmedir. (6)
Fakat, açıktır ki, baş
çelişme bir süreç boyunca değişmeden kalacak diye bir şey yoktur. Mesela,
feodalizmle halk yığınları arasındaki baş çelişmenin çözümü yönünde önemli bir
mesafe katedildiğinde (veya emperyalist büyük güçlerin pazar mücadelesi neticesinde)
ülkenin doğrudan bir emperyalist işgale uğraması durumunda baş çelişme
değişecek; milli (emperyalizmle halk arasındaki) çelişme baş çelişme haline
gelecektir.
Baş Düşman Sorunu
Baş çelişme sorunu ile
yakından ilgili bir mesele de, Baş düşman meselesidir. Bilindiği gibi,
geçmişte, baş düşman konusunda çok çeşitli görüşler savunmuştur. Bu görüşlerin
hemen hepsinin ortak yönü, baş düşman kavramını taktik planda ele
almamız, ve içinde bulunulan anda, öne çıkan düşmanı (ya da düşmanları) tespit
etme anlamında kullanmamızda. Ancak, baş düşman tespiti yaptığımız halde, hiç
bir dönemde, mesela Türkiye şartlarında komprador burjuva ve toprak ağalarının
bir kesimi ile ittifaka yönelmedik. Mesela “3 dünya teorisi”ni savunduğumuz
dönemde, “iki süper güç”ü dünya çapında baş düşman ilan ettiğimiz halde; bu
güçlere karşı, diğer emperyalistlerle ittifakı savunmadık, böyle bir ittifaka
yönelmedik; tam tersi böyle bir ittifaka yönelenleri eleştirdik. Bütün
oportünistler bizim bu siyasetimize saldırdılar. Aslında onlar saldırılarında,
kendi açılarından haklı idiler. Biz baş düşman, tespiti yaptığımız halde,
baş düşman tespit edilen düşmanlara karşı diğer düşmanlarla herhangi bir
şekilde bir ittifaka yönelmediğimiz için yaptığımız tespit ile ters düşüyorduk.
Bizim bu tutarsızlığımız,
bir yandan dünya Marksist-Leninist hareketi içinde kullanılan baş düşman
kavramına sahip çıkmaktan; diğer yandan ise bu kavramın hizmet ettiği siyasetin
yanlışlığını görüp; böyle bir siyaseti red etmemizden ileri geliyordu.
Aslında tavrımız oportünizm
karşısında gerilemek; oportünist saldırılara göğüs görememek anlamını
taşıyordu.
Son dönemde, bazı
yoldaşlarımız, baş düşman kavramını “stratejik bir kavram” olduğu şeklinde
yanlış görüşler geliştirdiler. Buna göre baş düşman, devrimin önündeki esas
engelleri belirtmek için kullanılan, kullanılması gerekli olan bir kavramdı.
Böylece, baş düşmanı deyince, mesela dünya çapında akla “emperyalizm, sosyal
emperyalizm ve her türlü gericilik”, Türkiye’de ise “Komprador burjuvazi ve
toprak ağaları” geliyordu. Böylece, hem baş düşman kavramı kullanılıyor ve hem
de düşmanlar arasında bir ayrım yapılmıyor, düşmanların bir bölümü ile bir
diğer bölümüne karşı ittifak sorunu diye bir şey ortaya çıkmıyordu. Baş düşman
kavramına böyle yaklaşmak da, yine bir yandan baş düşman kavramını kullanmak;
diğer yandan ise içinde bulunduğumuz dönemde, ne dünya çapında emperyalistlerin
bir bölümü ile bir diğer bölümüne karşı ittifakın mümkün olmadığını, böyle bir
siyasetin yanlış olduğunu görmekten kaynaklanıyordu.
Konferans baş düşman
meselesini tartışarak açıklığa kavuşturdu.
Bu konuda 1.
Konferans’ta alınan kararda şöyle deniyor:
“e) BAŞ DÜŞMAN
1/ Baş düşman tespiti taktik bir tespittir.
Baş düşman tespiti düşmanlar arasında ayrım yapmak, düşmanlar
arasındaki çelişmelerden yararlanmak, baş düşman tespit edilen düşmanı en dar
alana sıkıştırmak, tarafsızlaştırılabilecek düşmanları tarafsızlaştırmak, ona
karşı birleştirilebilecek tüm düşmanları da birleştirmek amacıyla yapılır.” (*)
Görüldüğü gibi, burada önce baş düşman kavramının taktik bir
tespiti içerdiği belirtiliyor. Gerçekten de baş düşman kavramı, stratejik
olarak ele alınamaz. Meseleye böyle bir yaklaşım, yani baş düşman adı altında,
tüm düşmanları adlandırmak, düşmanları baş düşman içinde bir bütün olarak ele
almak; bizzat baş düşman kavramının mantığı ile çelişir.
Baş düşman kavramı düşmanlar arasında bir ayrım yapmayı, kendi
içinde taşıyan bir kavramdır. Konferans bu konuyu açıklığa kavuşturmuştur.”
Konferans kararında
devamla deniyor:
“2/Baş düşman tespiti yapmak, derhal baş düşman dışındaki
düşmanlarla ittifak kurmak anlamına gelmez. Ama somut olarak böyle bir
ittifakın ön hazırlığını gerektirir.” (**)
Baş düşman tespiti
yapılınca bazı yoldaşlar, hemen ittifak kurulabileceğini sanıyorlar. Böyle bir
anlayış yanlıştır. Baş düşman tespiti, hemen ittifak kurulması anlamına gelmez,
ama böyle bir ittifakın ön hazırlıklarını yapmayı gerektirir.
Bazı yoldaşlar, baş
düşman tespitinin düşmanlar içinde bir veya bir kaçını tecrit etmek, diğerleri
ile ittifaka yönelmek demek olduğunu red ediyorlar. Baş düşman testipini,
yalnızca ajitasyon-propaganda da daha çok teşhir edilmesi gerekeni belirtmek
anlamında ele alıyorlar ki, kavrama böyle bir yaklaşım da doğru değildir. Böyle
bir yaklaşımla, baş düşman tespiti akademik bir tespit olmaktan öteye gidemez;
ayrıca oportünistlerin baş düşman kavramını nasıl kullandıkları da göz önüne
alınırsa, yarardan çok zarar getirir.
Yukarıda baş düşman
kavramının genel olarak açıklamasını yaptık. Şimdi kısaca bir de bu kavramın
dünya komünist hareketi içinde nasıl kullanıldığına bir bakalım,
Marks, Engels ve Lenin
baş düşman kavramını kullanmazlar. Onlar meselelere gayet somut yaklaşır,
karmaşık durumları anlaşılır bir şekilde, ama şemalaştırmadan ve kavramları
fetiş haline getirmeden ortaya koyarlar. Marks, Engels, Lenin ve Stalin’de aynı
olayın çeşitli kavramlarla ifade edildiğine çokça rastlamak mümkündür. Stalin
baş düşman kavramını yalnızca bir anlamda, dünya çapında savaşın esas
kışkırtıcısı anlamında kullanmıştır. Komintern’de de baş düşman kavramı,
savaşın esas kışkırtıcısı anlamında kullanılmakta; barışın baş düşmanları,
savaşın esas kışkırtıcıları anlamında kullanılmaktadır.
Daha sonra SBKP XX.
Parti Kongresi’nde, baş düşman kavramı kullanılmadan, Amerikan emperyalizminin
emperyalizmle özdeşleştirilmesi eğilimi ortaya çıkmaktadır. 1957-1960
Deklarasyonlarında, Amerikan emperyalizmi insanlık tarihinin en büyük
saldırganı, dünya halklarının en azılı düşmanı olarak adlandırılmaktadır.
1957-1960
Deklarasyonlarında, dünya halklarının “başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere
emperyalizme ve her türlü gericiliğe karşı” birleşmesi istenmektedir.
1963’deki polemik
yazılarında; halkların “mızrağın sivri ucunu Amerikan emperyalizmine
yöneltmeleri” istenmektedir. Burada, Amerikan emperyalizminin tüm olarak
emperyalizmle özdeşleştirilmesi açık bir eğilim olarak ortaya çıkmaktadır.
Daha sonra Lin Biao
“Yaşasın Halk Savaşının Zaferi” adlı broşüründe; baş düşman kavramını
kullanmadan, Amerikan emperyalizmini baş düşman gören anlayışları savunmakta,
“Amerikan emperyalizmi ve uşaklarına karşı bir cephe” kurulmasını önermektedir.
1969 ÇKP IX.
Kongresinde Lin Biao’nun sunduğu raporda, “Amerikan emperyalizmi ve Sovyet
revizyonizmi” halkların en azılı düşmanları ilan edilmektedir.
“Üç dünya teorisi”nin
ortaya çıkması ile ise, “iki süper güç dünya halklarının baş düşmanı’ ilan
edilmektedir.
Dünya komünist
hareketi içinde, dünya çapında baş düşman kavramının kullanılmasının
gelişmesini izlediğimizde görülen şudur:
XX. Parti Kongresi’ne
kadar, baş düşman kavramı, yalnızca barışın baş düşmanı, savaşın esas
kışkırtıcısı anlamında kullanılmıştır.
Bu kavramın
kullanılmasının pratik yansıması şu şekilde olmuştur. Komintern 7. Kongresi ile
birlikte, 1939’da emperyalist paylaşım savaşı başlayana kadar olan dönemde,
üçlü faşist mihrak emperyalist savaşın baş kışkırtıcıları olarak görülmüş ve
onlara karşı diğer emperyalist devletleri de içine alan bir Dünya Barış Cephesi
kurma ve savaşı geciktirme politikası izlenmiştir. Bu politika 1939-41
arasındaki emperyalist paylaşım savaşı döneminde terk edildi. Çünkü proletarya
emperyalistler arası bir dalaşmadan devrim için yararlanma; emperyalist savaşı
iç savaşa dönüştürme görevi ile karşı karşıya idi. Fakat Almanya’nın 1941’de
tek sosyalist ülke durumunda olan Sovyetler Birliği’ne saldırması ile birlikte
savaşın niteliği değişti. Savaş artık “Dünya Anti-faşist savaşı” haline
gelmişti. Bu durumda bizzat savaş içinde iken, baş düşman haline gelen bir
bölüm emperyalist devlete (faşist üçlü mihraka) karşı diğer emperyalist
güçlerle geçici bir anti-faşist cephe kurmak mümkün ve zorunlu hale geldi.
Dünya Barış Cephesi ve Anti-Faşist Cephesi sadece savaşa karşı ve savaş içinde
kurulmuş bir cephedir. Kesinlikle Proleter Dünya Devrimini gerçekleştirmek için
kurulmuş bir cephe değildir. Böyle bir siyaset doğru bir siyasettir.
Komünistler emperyalistler arası çatlaklardan halklar lehine yararlanmışlardır.
XX. Parti
Kongresi’nden itibaren, baş düşman konusunda, emperyalist savaş-proleter dünya
devrimi şeklindeki ayrım terk edilmeye başlanmış; bir tek emperyalist gücün
“dünya halklarının baş düşmanı” ilan edilmesi eğilimi belirmiştir.
“Üç dünya teorisi”
ile, bu eğilim kesinlik kazınmış, “iki süper güç” adı verilen ABD
emperyalistleri ve Rus sosyal emperyalizmi, dünya halklarının baş düşmanı ilan
edilmiştir.
Böyle bir tespit
yalnızca savaş konusunda değil, her konuda yapılmaktadır. Böylece, proletarya
ezilen dünya halkları ve iki “süper güce karşı olan herkesin, cephe oluşturması
siyaseti gündeme getirilmekte; devrimci güçlerle, karşı devrimci güçler
arasında ayrım ortadan kaldırılmakta; emperyalistlerin bir bölümü, ve komprador
burjuvazi ve toprak ağası sınıfları; proleter dünya devriminin itici güçleri
arasında sayılmaktadır.
Bugün, “iki süper güç
dünya halklarının baş düşmanıdır” tezini getirenler, bunun Komintern
geleneğinin devamı olduğunu söylerken, dünya Komünist hareketinin tarihini
çarpıtıyorlar. Komintern’deki baş düşman tespiti, emperyalist savaşla ilgili
bir tespittir. Önerilen cephe, proleter dünya devrimi cephesi değil; savaşa
karşı bir cephedir.
Bugün “üç dünya
teorisi”ni savunanlar (kendi içlerinde de tutarlı davranarak) “iki süper güç
dünya halkalarının baş düşmanıdır” tespitinin sonuçlarını siyasetlerine
yansıtıyor ve “iki süper” güce karşı olan herkesin birleşmesi (!) yönünde bir
siyaset izliyorlar.
“Üç dünya teorisi”ne
bir yandan karşı çıkıp, diğer yandan “iki süper güç dünya halklarının baş
düşmanıdır” deyip; iki süper güç (!)e karşı, diğer emperyalist güçlerle
ittifaka yönelmeyenler ise tutarlı davranmıyorlar. Bunlar mutlaka siyasetlerini
gözden geçirmeli ve “üç dünya teorisi”nin bu temel tezini özeleştiri ile terk
etmelidir.
Neden dünya çapında,
savaş etkenlerinin yükseldiği dönemlerde ve savaş dönemlerinde barışın baş
düşmanı, savaşın esas kışkırtıcısı anlamında bir baş düşman tespiti yapmak
doğrudur; ama şartlar ne olursa olsun proleter dünya devriminin baş düşmanı
anlamında “halkların baş düşmanı” şeklinde bir tespit yanlıştır. (8)
Çünkü, dünya çapında
savaş etmenlerinin hızlı yükseldiği şartlarda ve savaş şartlarında proleter
dünya devriminin itici güçleri ile; proleter dünya devriminin hedefleri içinde
yer alan; ama içinde bulunulan anda emperyalist savaşın çıkmasını (hazırlıksız
olduğu için istemeyen) ve savaşın esas kışkırtıcısı olan emperyalist güçlere
karşı olan bir bölüm emperyalist arasında ittifak mümkün hale gelir. Savaş
içinde böyle bir ittifak kurulabilir. Savaş öncesinde ise, relatif barışı
koruma konusunda, savaş içindeki gibi bir ittifak kurulması da proletarya
savaşın esas kışkırtıcılarını tespit ederek, siyasetini savaş konusunda esas
olarak bu güçlerin teşhiri ve ileriki bir ittifakın hazırlığı doğrultusunda
yürütür.
Proleter dünya devrimi
konusunda ise bir baş düşman tespiti yapılamaz. Çünkü proleter dünya devriminin
hedefi bir bütün olarak emperyalizmi ve her türlü gericiliktir. Devrimin
hedefleri arasında yer alan emperyalistlerin ve gericilerin bir bölümüne karşı,
dünya çapında bir ittifak, çok özel, olağanüstü şartlar dışında imkansızdır.
(Bu olağanüstü şartlar, dünya çapında emperyalist savaş şartlarında ortaya
çıkar. Normal zamanda ve proleter dünya devrimi konusunda imkansız olan bu
ittifak; savaş dönemlerinde, yalnızca bir konuda mümkün hale gelebilir.) Dünya
çapında, şu veya bu emperyalist gücü, genel anlamda, yani proleter dünya
devriminin baş düşmanı olma anlamında; baş düşman ilan etmek, halklara mümkün
olmayanı mümkün gösterir; halkları baş düşman ilan edilen güce (güçlere) karşı,
diğer emperyalistlerin kuyruğuna takmaya hizmet eder. Böyle bir tespit, baş
düşman ilan edilen emperyalist güçle; proleter dünya devriminin düşmanlarının
eşitlenmesi; emperyalizm, sosyal emperyalizm ve her türlü gericiliğin baş
düşmanı ilan edilen güç(ler)e indirgenmesi demektir. Diğer düşmanları halkların
devrim ateşi karşısında, ateş hattından çekmek; hatta bu güçleri devrimin itici
güçleri arasında saymak demektir. Ayrıca, proleter dünya devrimi için bir baş
düşman tespit etmek; bütün dünya halklarının devrim konusunda öncelikle bir
veya birkaç gücü kendine hedef almasını istemek; dünya devrimci sürecinin tek
tek ülkelerdeki devrim süreçlerinden ayrı ele alınmayacağını kavramayan, bir
tespittir. Böyle bir tespitin sonuçları “Üç dünya teorisi”nin pratiğe
yansımasında çok açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. (9)
Bugün ülkemizdeki,
kendine Marksist-Leninist diyen tüm oportünist (küçük burjuvazinin “sol” siyasi
akımları dışındaki) grupların, ortak özelliği, Üç dünya Teorisi’ne karşı
çıktığını iddia eden HK, HY’nun bir bölümü, HB, DP, KAWA vs.de dahi olmak üzere
hepsinin, dünya çapında “iki süper güç halkların baş düşmanıdır” tezini
savunmalarıdır. Bu grupların tümünde temel şiarlarından biri; emperyalizmi ve
gericiliği “Amerika ile Rusya”ya indirgeyen “Ne Amerika Ne Rusya, bağımsız
demokratik Türkiye” şiarıdır. Böylece bu gruplar; kendilerinin de karşı devrime
hizmet ettiğini tespit ettikleri (ama kavramadıkları) “üç dünya teorisi”ni yeni
bir kılıf ile savunmaktadır.
Biz komünistlerin
görevi, her konuda olduğu gibi, bu konuda da cesaretle bugün dünya
Marksist-Leninist hareketi içinde iyice yayılmış olan bu oportünist teze karşı
mücadele etmek; ilkeli bir biçimde cereyana göğüs germektir. Marksist-Leninist
teori, dünya komünist hareketinin tecrübeleri ve bugünkü dünya durumu bizim
haklı olduğumuzu göstermektir.
Türkiye’de Baş Düşman Sorunu:
Dünya olduğu gibi, tek
tek ülkelerde de baş düşman tespiti, aslında baş düşman tespit edilen düşmana
karşı diğer düşmanlarla da ittifak imkanının doğduğu, olağanüstü şartlarda
yapılabilecek bir tespittir. Aksi halde, böyle bir imkan yokken, baş düşman
tespiti yapmak, halkı baş düşman tespit edilen güce karşı, hakim sınıfların bir
kanadının peşine takmaya hizmet edecek; devrimin hedeflerinden bir bölümünü
devrimin itici gücü olarak göstermeye hizmet edecektir.
Ülkemiz yarı-sömürge,
yarı-feodal bir ülkedir. Ülkemizde çeşitli emperyalist güçlerin menfaatleri
vardır. Bu emperyalist güçler, yerli uşaklar aracılığı ile hüküm sürdürmekte;
tek başlarına iktidar olmak için dalaşmaktadırlar. Ama bunların tümü, normal
zamanlarda, halka karşı birleşmektedirler. Yarı-sömürge, yarı-feodal bir yapıya
sahip olan ülkemizde, çok olağanüstü şartlar dışında, komprador burjuvazi ve
toprak ağalarının bir kesimi ile; bir diğer kesimine karşı ittifak kurmak somut
olarak imkansızdır. Böyle bir ittifak ancak, hakim sınıfların bir bölümünün
varlığının bir bütün olarak, hakim sınıfların bir diğer kesimi tarafından ciddi
bir şekilde tehdit edilmesi sonucu ortaya çıkabilir. Bu ancak, ülkenin bir
emperyalist güç tarafından doğrudan işgal edildiği zaman ortaya çıkacak bir
durumdur. Bir (ya da birkaç) emperyalist gücün ülkeyi işgal etmesi halinde; bu
emperyalist güç (güçler) dışındaki emperyalist güç (güçler)e hizmet eden hakim
sınıf kanatlarının varlığı; işgalci güç ve uşakları tarafından tehdit edilir.
Böyle bir durumda hakim sınıfların bir bölümü, işgalci emperyalist güce ve
uşaklarına karşı verilen mücadeleye katılabilir. (Kemalistlerin Kurtuluş
savaşında yaptıkları gibi) Böyle bir durumda, baş düşman ilan edilen güce
karşı, diğer devrim düşmanları ile geçici bir ittifak imkanı doğar.
Bu ittifakta
unutulmaması gereken en önemli mesele, ittifak kurulan güçlerin bir bölümünün
gerçekte demokratik devrimin hedefleri içinde olduğu; devrim düşmanı olduğu
gerçeğidir. Bunun unutulması, bu güçlerin devrim düşmanı yüzlerinin halk içinde
bizzat ittifak dönemlerinde de teşhirinin unutulması; devrime çok ağır zararlar
verir.
İşte bu yüzden,
ülkemizde baş düşman tespiti, yalnızca emperyalist işgal dönemlerinde
yapılmalıdır. Bu dönemlerde “işgalci emperyalist güç ve uşakları, halkın baş
düşmanı” ilan edilmeli baş düşman dışındaki düşmanlarla da ittifak aranmalıdır.
İşgal dönemleri
dışında, baş düşman kavramının kullanılması, yalnızca kafa karıştırmaya yarar.
Böyle dönemlerde, meseleye somut yaklaşmak-hakim sınıflar içindeki durumu somut
olarak incelemek; her dönemde iktidarda ağırlıkta olan kesimi doğru tespit
etmek, ve bu kesimin teşhir ve tecritine öncelik vermek tek doğru yoldur.
Bizim bu görüşlerimize
oportünistler açıktır ki, azgınca saldıracak; bizim baş düşman tespiti
yapmamızı eleştirecek, kendimizi uluslararası komünist hareketin üzerinde
gördüğümüzü vs. söyleyecektir. Bu normaldir. Biz bundan korkmamalı; tam tersine
oportünistlerin bizi övmesinden (siyasi olarak övmesinden) çekinmeliyiz.
Biz buradaki
görüşlerimizle, bugün uluslararası alanda iyice yaygınlaşmış görüşlere karşı
çıktığımızın; akıma karşı çıktığımızın bilincindeyiz. Bunu bilerek, isteyerek
yapıyoruz. Uluslararası alanda da doğruların ancak mücadele ile kendini kabul
ettireceğine inanıyoruz. İdeolojik siyasi mücadelenin de kapalı kapılar ardında
değil açık yürütülmesinden yanayız.
Biz, bazı kavramların
fetiş haline getirilmesine; içlerinin boşaltılmasına ve kavramlara tapılmasına
karşıyız. Bunun yanında, kavramları herkesin kendi bildiği biçimde kullanmasına
da karşıyız. Kavramlar konusunda, Marks, Engels, Lenin, Stalin’in, Komintern
döneminin geleneklerine sahip çıkılmasının doğru olduğu görüşündeyiz.
Mao Zedung’un
görüşlerinin Marksist-Leninist özünün oportünistler tarafından çarpıtılmasına
karşı mücadelede kararlıyız.
Marksizm-Leninizm
mutlaka oportünizmi yenecektir! Çünkü Marksizm-Leninizm gerçeğin bilimidir!
KAHROLSUN REVİZYONİZM ve HER TÜRDEN OPORTÜNİZM!
YAŞASIN MARKSİZM-LENİNİZM!
YAŞAŞIN MARKSİZM-LENİNİZM SİLAHIYLA SİLAHLANMIŞ, TÜRKİYE
PROLETARYASININ ÖNCÜ ÖRGÜTÜ TKP(M-L)!
YAŞASIN TİKKO, TMLGB!
AÇIKLAMALAR
(1) Mao Zedung burada emperyalizm ile ülke
arasındaki çelişme baş çelişme haline gelir derken, ülke kavramı içine hangi
sınıfları kattığını “bir avuç millet haini dışında, tüm sınıflar” (yani ülkeyi
işgal eden emperyalist güce uşaklık etmeyen tüm sınıflar) olarak belirliyor.
Aslında böyle bir yaklaşım doğrudur. Çin´in devrimci pratiği göstermiştir ki;
herhangi bir emperyalist güç herhangi bir ülkeye karşı doğrudan askeri işgale
giriştiği zaman; halk sınıfları ile, halk düşmanı sınıfların bir bölümü
arasında (yani komprador burjuvazi -Mao buna bürokrat burjuvazi diyor- ve
toprak ağalarının bir bölümü arasında) -ki bu bölüm ülkeyi işgal eden
emperyalistlere değil, başka emperyalistlere uşaklık eden bölümdür- ülkeyi
işgal eden emperyalist güce ve uşaklarına karşı bir cephe içinde yer alan
güçlerin bir bölümünün halk düşmanı niteliği ortadan kalkmaz. Halk sınıfları bunun
bilincinde olarak hareket etmek zorundadır. Ülke kavramı, halk sınıfları ile
halk düşmanı sınıfları içeren bir kavram olduğu için ve halk sınıfları ile halk
düşmanı sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişmeyi gözlerden gizlediği için, biz bu
kavramı kullanmıyoruz. Emperyalizmle/halk arasındaki çelişme olduğu şeklindeki
ifadeyi doğru buluyoruz. Açıktır ki, halk kavramı içinde komprador burjuva ve
toprak ağası sınıfları dahil değildir. Halk sınıfları, bunların
işgalci-emperyalist güç ve uşaklarına karşı ittifaklar kurmaya, bir cephe
oluşturmaya çalışır; ama bunlarında emperyalizme uşaklık ettiğini, yalnızca
efendilerinin değişik olduğunu bir an bile unutmaz.
(2) Mao Zedung birçok yazılarında, Çin Devriminin
önündeki esas engeller olarak Emperyalizm, Bürokrat kapitalizm ve feodalizm´i
tespit ediyor. Çin´de sınıfları tahlil ederken, burjuvazinin komprador
burjuvazi/milli burjuvazi şeklinde bölündüğünü, komprador burjuvazinin,
bürokrat nitelikte olduğunu belirtiyor. Yani Mao Zedung birçok yazılarında
bürokrat burjuvazi kavramını komprador burjuvazi anlamında kullanıyor.
Mao Zedung, yine
birçok yazısında, bürokrat burjuva kavramını veya komprador burjuva kavramını
kullanmıyor; bu kavramı genellikle emperyalizm kavramı içinde ele alıyor. Çin
devriminin yöneldiği hedefleri emperyalizm ve feodalizm olarak belirliyor. Bu
durumda komprador burjuvazi emperyalizmin bir parçası olarak görülebilmektedir.
Açıktır ki, komprador burjuvazi, emperyalizmin uzantısıdır, ama emperyalizmin
bir olgusudur. Emperyalizme uşaklık etmesi, onu salt bir dış olgu, ya da
emperyalizmi bir iç olgu olarak görmemizi gerektirmez. Bugün tüm yarı-sömürge,
yarı-feodal ülkelerde, komprador burjuvazi ve toprak ağası sınıfları ortaklaşa
olarak iktidardadır. Kompador burjuvaziyi, emperyalizm kavramı içinde ele
almak; bu gerçeği göz ardı etmeyi beraberinde getirebilir. Bu noktaya özellikle
dikkat etmek gerekir.
(3) Sosyalist ülkelerde de proletarya ile burjuvazi
arasındaki çelişme sürmektedir. Ama bu çelişme nitelik olarak kapitalist
ülkelerdeki proletarya -burjuvazi çelişmesinden değişiktir. Bu çelişmede hakim
yön; kapitalist ülkelerdekinin tersine proletaryadır.
(4) Burada, “madem ki, proleter dünya devrimi
süreci, tek tek ülkelerdeki devrimlerden ayrı değildir- bunun için dünya
çapında baş çelişme tespit etmiyoruz. O halde dünya çapında başlıca çelişmeleri
ve temel çelişmeler tespiti arasında fark vardır. Başlıca çelişmeler, sürecin
gelişmesine birinci derecede etki yapan çelişmeleri belirlemek; süreci
ilerleten mücadeleleri kavramak için yapılır ve sürecin hangi güçlerin
çatışması sonucu belirlediğini belirtir. Temel çelişme tespiti ise, sürecin
esas gelişme yönünü, niteliğini belirlemek için yapılır.
Bunlar genel
tespitlerdir. Dünya çapında ele alındığında başlıca çelişmeler (emperyalistler
arası çelişmeler dışındakiler) dünyada tek tek ülkelerde var olan hangi
devrimci akımların, proleter dünya devrimi hedefine yöneldiğini belirler. Temel
çelişme ise, proleter dünya devriminin yöneldiği esas hedefi belirler. Baş
çelişme tespiti, içinde bulunulan anda, var olan çelişkiler yumağı içinde
diğerlerinin çözebilmek için, öncelikle çözmeye yönelmemiz gerekli olan
çelişmeyi bulup çıkarmak için yapılan bir tespittir. Bu genel bir tespit değil,
özel bir tespittir. Akademik kalması istenmiyorsa; yalnızca tek tek ülkelerde
yapıldığı zaman bir anlamı vardır.
(5) Açıktır ki, bugün Türkiye’de milli meseleden
kaynaklanan çelişmede Türkiye toplumunun gelişme sürecini yakından etkileyen
bir çelişmedir.
Bugün Türkiye’nin
özellikle Kürdistan bölgesinde (ama yalnızca orada değil) milli temelde olan
çelişmeler keskinleşmekte; bu çelişmelerin keskinleşmesi ve sınıf
çelişmelerinin önüne çıkması hakim sınıflar tarafından da körüklenmektedir. Son
Malatya olayları buna açık bir örnektir. Bu durumda bu çelişmenin Türkiye’deki
devrimci süreç açısından önemi açıkça ortaya çıkmaktadır. Partimiz bunun
bilincindedir. Ve milli mesele konusunda da açık tavır takınmıştır.
Ancak partimiz içinde,
henüz milli temeldeki çelişmenin, başlıca çelişmeler içinde ele alınıp
alınamayacağı konusunda bir açıklık yoktur.
(6) Baş çelişme meselesinde üzerinde durulması
gerekli bir başka mesele, çelişmenin devrim kutbunu oluşturan, halk yığınları
kavramıdır.
Bu kavram, bugünkü
aşamada, işçi sınıfını, yoksul ve orta köylülüğü; şehir ve köy küçük
burjuvazisini ve milli burjuvazisinin sol kanadını içermektedir. Bu sınıflardan
işçi sınıfı ile diğer sınıf ve tabakalar arasında, kökten bir farklılık vardır.
Diğer tüm hak sınıf ve tabakaları demokratik devrim aşamasını nihai hedef
olarak görürken; işçi sınıfı için demokratik devrim yalnızca bir aşama olma
anlamını taşımaktadır. Açıktır ki, demokratik devrimi gerçekleştirmek için,
halk sınıfları arasında bir ittifak gerçekleşecektir. Bu ittifak içinde yine
açıktır ki, her sınıf ittifakı kendi sınıf menfaatleri doğrultusunda hareket
ettirmeye çalışacaktır. İşçi sınıfı, komünistler, bunun bilincinde olarak, halk
kavramını idealize etmemeli; halk kavramının çok çelişkili bir bütünü ifade
ettiğini kavramalı; halkın içindeki işçi sınıfı dışındaki sınıfların
devrimciliğinin demokratik devrimle sınırlı olduğunu kavramalı buna göre
davranmalıdır. Komünist olmayanlardan, komünistler gibi davranmalarını beklemek
hayalcilik olur; işçi sınıfı dışındaki devrimci sınıf ve tabakaların işçi
sınıfı karşısında gerici, tutucu olduğunu kavramamak olur. Eğer, demokratik
devrimin başarıya ulaşmasını; devrimin kesintiye uğramadan sürdürülmesini
istiyorsak, halk yığınları içinde işçi sınıfının öncülüğünü kendi Partisi
aracılığı ile mutlaka gerçekleştirmeliyiz.
(7) Bu dönemde Komüntern içinde bulunan bazı
partiler, Alman-Japon-İtalyan faşistleri dışındaki güçleri, ‘demokratik güçler’
olarak nitelendirme, bunların emperyalist yüzünü yeterince teşhir etmememe
hatasına düşmüşlerdir; ama bu Kominten’in o dönemki siyasetinin ana yönünü
oluşturmamıştır.
(8) Bizi özellikle oportünist “üç dünya”
teorisyenlerinden ayıran meselelerden biri de bugün içinde bulunduğumuz durumun
değerlendirilmesi meselesidir. Oportünistler, her dönemde oportünistlerin
yaptığı gibi, bugün var olan dünya savaşı tehlikesi karşısında, paniğe kapılıp;
sanki yarın dünya savaşı çıkacakmış gibi yaygara kopartıyorlar. Biz, bugün
dünyada savaş etmenlerinin yükseldiği ve ama esas akımın hala devrim olduğu
tespitinin yapıyoruz. Buna uygun olarak, bugün bir emperyalist savaş tehlikesi
bulunduğunu ve bunun esas kışkırtıcılarının Amerikan emperyalizmi ve Rus sosyal
emperyalizmi olduğunu; bunların barışın esas düşmanları olduğunu söylüyoruz. Bu
tespitin bizim siyasetimize yansıması; emperyalist savaş konusunda (ama
yalnızca bu konuda) ABD emperyalistleri ile Rus sosyal emperyalistlerinin halk
içinde teşhirini öne almamış; halka savaş tehlikesinin önemini kavratmaya
çalışmamız ve ilerde savaş konusunda mümkün olabilecek bir ittifakın şartlarını
hazırlamamız şeklinde yansır.
Savaş konusunda, biz
komünistler için esas mesele; savaşı devrimlerle önlemeye çalışmaktır. Bunu
yapamaz, savaşın çıkmasını devrimlerle önleyemezsek, o zaman siyasetimiz,
savaştan devrim yapmak için, yararlanmak; savaşı devrim savaşına
dönüştürmektir. İşte bizim emperyalist savaş karşısında tavrımız bu yüzden ‘ya
devrim savaşı önler ya da savaş devrimi doğurur’ şeklinde ifade edilebilir.
(9) Bazı yoldaşlar baş düşman kavramını “iktidarda
olan gücü” belirtmek anlamında kullanıyorlar. Böyle bir yaklaşım meseleyi
basitleştirdiği halde—ve meseleye her devrimin temel sorunu olan iktidar
sorunun açısından yaklaştığı halde; baş düşman sorunundaki karışıklığa
(karışıklığı yaratan oportünistlerdir) bir çözüm getirmemektedir.
Önce, her dönemde
iktidarda olan güç baş düşmandır tespiti; dünya çapında ele alınamaz ve savaş
konusu ile proleter dünya devrimi arasındaki bu konudaki farkı belirleyemez.
Tek tek ülkelerde ele
alındığında ise, (olağanüstü durumlar dışında—mesela yarı-sömürge ülkenin bir
emperyalist güç tarafından doğrudan işgali–) devrimin düşmanlarının tümünü
içerir; böyle bir tespit ise, baş düşman kavramının kendi mantığına ters düşer.
(Komünist, sayı 4, 1978)