30 Haziran 2024 Pazar

Sivas Mahkemesinden Umut Yok! Umut Halkın adeletinde ! 2TEMMUZ1993

2 Temmuz 1993'te 33 kişinin yakılarak öldürüldüğü Sivas Katliamı'nın 31. yıldönümü.TIKLA_VideoKlip


Sivas davası sanıklarını Kırşehir'den Ankara'ya götüren zırhlı cezaevi aracı, TİKKO militanlarının bombalı ve Kalaşnikoflu saldırısına uğradı. Aracın geçeceği yola park edilen bomba yüklü otomobil, patlatıldı. Biri kadın 4 militan da, aracı kurşun yağmuruna tuttu. Saldırıda cezaevi sürücüsü, iki jandarma ve bir tutuklu yaralandı.

Sıvas olayları davasında idam istemiyle yargılanan 8 sanığı, Kırşehir'den Ankara'ya götüren cezaevi aracı, dün Akpınar İlçesi yakınlarında bombalı, Kalaşnikoflu saldırıya uğradı. Yol kenarına park edilen eski bir otomobildeki patlayıcıların, cezaevi aracı geçerken patlatılmasıyla gerçekleştirilen saldırıda, 3 görevli ile 1 tutuklu yaralandı. Saldırıyı gerçekleştiren 1'i kadın 4 terörist, olay yerine TKPML-TİKKO flaması bıraktı.

Ankara DGM'de dün yapılacak duruşmada bulunmaları gereken sanıklardan Sıvas Cezaevi'nde tutulan Ekrem Kurt, Mevlüt Atalay, Halil İbrahim Düzbiçer, Osman Çıbıkçı, Yıldırım Yüksel ve Özay Karatürk çarşamba günü, Gürün Cezaevi'nde tutulan Durmuş Tufan ve Ali Kurt da perşembe günü Kırşehir E Tipi Cezaevi'ne getirildi. Sanıkları Ankara DGM'deki duruşmaya getirmek için Ankara'dan önceki gün Kırşehir'e gönderilen cezaevi aracı, dün sabah 08.00'de 8 sanığı alarak, 16 kişilik jandarma eskortu eşliğinde yola çıktı.

Sürücü Uğur Küçük yönetimindeki 06 YAT 36 plakalı zırhlı cezaevi aracı saat 09.20 sıralarında, Kırşehir'e 60 kilometre uzaklıktaki Akpınar İlçesi'nin Sofrazlı Köyü yakınlarına geldi. Cezaevi aracı geçerken, teröristler yol kenarına park ettikleri bomba yüklü 34 YVR 61 sahte plakalı 1990 model Şahin marka otomobile bağladıkları 50 metrelik fitili ateşleyerek, infilak ettirdi. Sürücü Küçük, ön kısmı hasar gören zırhlı aracı, olay yerinden 500 metre uzaklaştırmayı başardı. Böylece patlamanın hemen ardından cezaevi aracını Kalaşnikoflarla tarayan teröristlerin katliam yapmasını önledi. Ancak buna rağmen, sürücü Uğur Küçük, Jandarma Astsubay Kıdemli Başçavuş Faruk Akdoğan, jandarma onbaşı Hakan Turgut ve tutuklulardan Ali Kurt yaralandı. Diğer tutuklulara bir şey olmadı. Patlamadan hemen sonra 1'i kadın 4 terörist oldukları belirlenen saldırganlar Kalaşnikof tüfeklerle cezaevi aracını taradıktan sonra beyaz renkli bir otomobille Sofrazlı Köyü'ne doğru kaçarak izlerini kaybettirdiler.

Akpınar Jandarma Karakolu'ndan gelen jandarmalar, cezaevi aracının etrafını kuşatarak, tutukluların kaçmasını önledi. Yaralılar, Akpınar Sağlık Ocağı'nda ilk müdahaleden sonra Kırşehir Devlet Hastanesi'ne sevk edildi.

Kırşehir Vali Vekili Osman Gürbüz, yaralıların sağlık durumlarının iyi olduğunu, olaydan sonra bölgede geniş bir operasyon başlatıldığını söyledi. Gürbüz, ‘‘Bomba yüklü bir otomobil patlatılmış. Zırhlı aracın sadece ön kısmı hasar görmüş. 4 kişi bombanın parça tesirli olması nedeniyle yaralanmış'' dedi.

EYLEMİ TİKKO YAPTI

Kaçan teröristlerin, zaman zaman PKK ile ortak haraket eden TİKKO üyesi oldukları, geride bıraktıkları örgüt flamasından anlaşıldı. Eylem timinin Tokat'ın kırsal kesiminden ya da İstanbul'dan geldiği sanılıyor. Militanların bu olayla Sıvas'ta ölenlerin intikamını aldıklarını söyleyerek, laik- antilaik gerginliğini tırmandırmayı ve Sıvas'ı karıştırarak Alevi- Sünni çatışmasını körüklemeyi amaçlamış olabilecekleri kaydedildi. Bu arada Ankara 1 No'lu DGM'de dün görülen duruşmaya, tutuklu asker sanık Fatih Erdem ile iki sanık avukatı ve çok sayıda müdahil avukatı katıldı. Duruşma, sanıkların esas hakkındaki savunmalarının alınması için eylül başına ertelendi.

https://www.hurriyet.com.tr/gundem/cezaevi-otosuna-bomba-39257849 

29 Haziran 2024 Cumartesi

Kemalizmin karşı-devrimci karakterinin Stalin tarafından tahlil edilmesi

"KEMALİST BİR DEVRİM ÇİN'DE MÜMKÜN MÜDÜR?"

Ben bunu ihtimal dışı ve bu sebeple imkansız görüyorum.

Kemalist bir devrim, sadece Türkiye, İran ve Afganistan gibi, sanayi proletaryası hiç olmayan veya hiç denecek kadar az olan, köylülerin güçlü bir toprak devriminin gelişmediği ülkelerde mümkündür. Kemalist devrim, bir üst tabaka devrimidir, milli ticaret burjuvazisinin devrimidir. Bu devrime, yabancı emperyalistlerle karşı-mücadele içinde varıldı ve devrimin sonraki gelişmesi, esas olarak köylü ve işçilere karşı, evet toprak devrimi imkanlarına karşı yöneliyor.

Kemalist bir devrim Çin'de imkansızdır.

a ) Çünkü orada, Çin'de, köylüler arasında güçlü bir otoritesi olan, belli bir asgari sayıda, mücadeleci ve aktif sanayi proletaryası vardır.

b ) Çünkü orada, yolu üzerindeki feodal kalıntıları silip süpüren, gelişmiş bir toprak devrimi ilerlemektedir.

Bir çok eyalette şimdiden topraklara el koyan ve mücadelesine devrimci Çin proletaryasının önderlik ettiği milyonlarca köylü, işte bu Kemalist devrim adı verilen devrim imkanına karşı panzehirdir.

 

Kemalistlerin partisi ve Vuhan'daki sol Guodindang'ın partisi ayni kefeye konamaz. Tıpkı Türkiye ile Çin'in aynı kefeye konamayacağı gibi. Türkiye'de Sanghay, Vuhan, Nanking, Dienzin vb. gibi merkezler yoktur. Nasıl Ankara Vuhan ile boy ölçüşemezse, Kemalistlerin partisi de hiç bir zaman sol Guomindang ile boy ölçüşemez.

 

Çin ile Türkiye'nin uluslararası durum açısından farklarını da göz ardı etmemek gerekir. Türkiye ile ilgili olarak, emperyalizm başlıca isteklerinin birçoğunu zaten elde etmişti. Türkiye'nin elinden, Suriye, Filistin, Mezopotamya ve emperyalistler için önemli diğer bölgeler alınmıştı. Türkiye şimdi 10-12 milyon nüfuslu küçük bir devlet haline getirildi. Türkiye, emperyalizm için ne önemli bir pazar, ne de tayin edici bir yatırım alanıdır. Diğer sebeplerin yanında bu gelişme su sebepten dolayı olabildi: Çünkü eski Türkiye, milliyetlerin bir bileşiminden oluşuyordu ve yoğun bir Türk nüfusu sadece Anadolu'da vardı.

 

Çin'in durumu başkadır. Çin, bütün dünyada en önemli sürüm pazarı ve en önemli sermaye ihraç pazarı olan, bir kaç yüz milyon nüfusuyla bir milletin yoğun olduğu bir ülkedir. Emperyalizm orada, yani Türkiye'de, eski Türkiye içindeki Türkler ve Araplar arasındaki uzlaşmaz milli çelişmelerden yararlanarak, doğuda birçok büyük öneme sahip bölgeyi kopartmakla yetinebildiği halde, emperyalizm burada, yani Çin'de, eğer eski durumunu korumak veya en azından bu durumun bir kısmını elde tutmak istiyorsa, bıçağı milli Çin'in diri vücuduna saplamak, onu parçalara ayırmak ve bütün eyaletlerini elinden almak zorundadır.

 

Orada, yani Türkiye'de emperyalizme karşı mücadele, Kemalistlerin cılız kalan anti-emperyalist devrimiyle sona erebildi. Buna karşılık burada, Çin'de emperyalizme karşı mücadele, gerçek bir halk karakteri, tam anlamıyla milli bir karakter almak, adım adım derinleşmek, emperyalizme karşı şiddetli savaşlara yönelmek ve hatta bütün dünyada emperyalizmin temelini sarsmak zorundadır.

 

Muhalefetin ( Zinovyev, Radek, Trocki ) en büyük hatası, Türkiye ve Çin arasındaki bütün bu farkları göremeyişinde, Kemalist devrimi toprak devrimi ile karıştırmasında ve hepsini ayırmadan bir sepete atmasındadır.

 

Çin milliyetçileri arasında Kemalizm taraftarlarının olduğunu biliyorum. Kemal'in rolüne talip olan şimdi orada az değildir. Bunların arasında en başta geleni Can Kay-sek'tir. Bazı Japon gazetecilerinin, Cay Kay-sek'i Çin'in Kemal'i olarak görme eğiliminde olduğunu biliyorum.

 

Fakat bütün bunlar rüyadır, korkuya kapılan burjuvazinin hayaletidir. Çin'de, ya sonradan toprak devriminin darbesi ile yıkılmak üzere Cang Zo-lin ve Cang Zu-can gibi Çin Mussolinileri kazanacaktır, ya da Vuhan kazanacaktır. Bu iki kamp arasında orta yolu tutmaya çabalayan Can Kay-sek ve hempaları, kaçınılmaz olarak devrilmek zorundadırlar ve Cank Zo-lin ile Cang Zun-can'in kaderini paylaşacaklardır."

 

Josef STALİN,

13 Mayıs 1927

 

Burada Kemalist devrimin açıkça:

 

1 - Bir "üst tabaka devrimi" olarak kaldığı (yani bir halk devrimi karakterini alamadığı, proletaryanın ulusal kurtuluş savaşına önderlik edecek güçte olmamasından dolayı ulusal kurtuluş savaşının önderliğini eline geçirebilen ticaret burjuvazisini iktidara getiren bir devrim olduğu) saptıyor.

 

2 - Devrimin sonraki gelişimi içinde Kemalist iktidarın açıkça "esas olarak köylü ve işçilere karşı" hatta bir toprak devrimi olasılığına karşı bir devrim olarak geliştiğini ortaya koyuyor, yani Kemalist iktidarın burjuva demokratik devrim anlamında bile kısır kalan, burjuva tutucu ve özellikle ekonomik özü bakımından karşı-devrimci niteliği, işçi ve köylü düşmanı niteliğini açıkça saptıyor.

 

3 - Çin'in Türkiye olmadığı, Çin'in sadece küçük bir üst tabakayı iktidara getiren Kemalist devrim tipinde "cılız bir anti-emperyalist devrim"le yetinemeyeceği, proletaryanın önderlik ettiği bir halk devriminin ve özellikle büyük bir köylü yani toprak devriminin gündemde olduğu Çin'de Çin burjuvazisinin, Çan Kay Şeyk ve onu destekleyen emperyalist çevrelerin Kemalist tipte yalnızca ticaret burjuvazisini iktidara getiren bir üst tabaka devrimi yapma hayallerinin Çin'deki sınıflar arasındaki nesnel güç dengeleri gereği suya düşmeye mahkum olduğu saptanıyor. Daha da ilginci ve önemlisi, Çin'de ulusal kurtuluş mücadelesini ellerine geçirerek Kemalist tipte bir devrim yoluyla köylü devrimi olasılığını ortadan kaldırarak iktidarlarını kurmak isteyen burjuva unsurlar açıkça "Çin'in Mussolini'leri" olarak karakterize ediliyor.

 

Emperyalist işgalcilere karşı ulusal kurtuluş savaşının sözkonusu olduğu 20'lerin Çin'inde bu mücadeleye katılan "Çin'in Mussolinileri"nin yani Çinli faşist burjuva unsurların, Kemalist devrimden esinlenmeleri, iktidar umutlarını bu tip bir devrim yapma hayallerine bağlamaları karakteristiktir. Stalin'e göre komünistler Kemalist tipte bir işçilere ve köylülere karşı, toprak devrimine karşı savaş hükümeti kurmak isteyen Çin'in Mussolini'lerine karşı bir ölüm kalım savaşı vermekten başka hiçbir şey yapamazdı.

 

Stalin Çin ve Kemalizm karşılaştırması yaptığı tek konuşması bu değildir.

 

Yine 1917'de Komünist Enternasyonal Yürütme Konseyi'nin Çin Devriminin tartışıldığı bir toplantısında Stalin bu konuyu ele alır. Burada, Komünistlerin de katıldığı Çin'deki Wuhan hükümetini Kemalist olarak niteleyen ama ona en enerjik şekilde destek verilmesini savunan Zinovyev'e karşı Stalin açıkça şunları söyler:

 

"... Zinovyev Wuhan'daki Kuomintang' 1920'lerdeki Kemalist hükümet tipinde bir hükümet olarak karakterize etti. Ama bir Kemalist hükümet işçilere ve köylülere karşı savaşan bir hükümettir, Komünistlere hiçbir yer olmayan ve olması da mümkün olmayan bir hükümettir. Wuhan hükümetinin böyle bir karakterizasyon'dan yalnızca tek bir sonuç çıkarılabilir: Wuhan'a karşı kararlı bir mücadele, Wuhan hükümetinin alaşağı edilmesi." ["... Zinoviev characterised the Kuomintang in Wuhan as a Kemalist government of the 1920 period. But a Kemalist government is a government which fights the workers and peasants, a government in which there is not, and cannot be, any place for Communists. It would seem that only one conclusion could be drawn from such a characterisation of Wuhan: a determined struggle against Wuhan, the overthrow of the Wuhan government."] (Stalin, Çin'de Devrim ve Komintern'in Görevleri, 24 Mayıs 1924, http://www.marx2mao.com/Stalin/RCTC27.html)

 

Yani Stalin'e göre 20'lerdeki Kemalist hükümetin ayırdedici özelliği, karakteristik özelliği, onun işçi ve köylülere karşı üst tabakanın çıkarları ve iktidarı için savaşan bir hükümet olmasıydı. Temel karakteri bu olan bir hükümete karşı komünistler tek bir tutum alabilirdi, onu ne yapıp yapıp alaşağı etmek için kararlı bir mücadele!

 

Stalin dönemindeki tüm Sovyet yayınlarında Kemalizmin işçi ve köylü düşmanı karakteri, hiçbir demokratik özgürlüğü tanımayan karakteri açıkça vurgulanmıştır. Stalin'den sonraki Sovyet literatürü ise tam tersi bir tutum almıştır, Kemalizme övgülerle doludur, Stalin sonrası dönemde yazılanlar şu anda resmi Kemalist tarihçiliğin en önemli dayanakları arasındadır.

 

Stalin'in dediği gibi; "Acaba bu bir tesadüf müdür yoldaşlar? Hayır, bu kesinlikle bir tesadüf değildir."

ALINTI_İnternet

 

“TÜRKİYE YÜZYILI MAARİF MODELİ” VE KÜRTLERİN İRADESİNİN GASPI KARŞISINDA CHP’NİN LAİSİZM VE HUKUK SINAVI. Halil Gündoğan 29.06.2024

İslamo-faşist Erdoğan diktatörlüğünün, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” ile yapmaya çalıştığının, tam olarak, eğitim ve öğretim sisteminin Sunni İslamcı dini esasları üzerine oturtulması olduğu, daha önceki iki yazıda ve keza Kürtlerin iradesine karşı bir sömürge siyaseti olan kayyum uygulaması da bir başka yazıda özetlenmişti.

Toplumun ilerici-demokrat, laik ve seküler yaşam savunucusu çeşitli kesimleri, bu model ile amaçlananın ne olduğunun bilincinde olarak, buna karşı itiraz sesleri yükseltip, örgütlü bir direniş hattı kurmaya çalışırken; laisizm ve seküler yaşamın, kırmızı çizgileri olduğunu ileri süren ve iktidar taliplisi ana muhalefet partisi CHP’nin ve özel olarak da mevcuttaki yönetiminin, bizzat doğrudan kendisinin örgütleyip organize etmesi gereken bu toplumsal itiraz ve direniş karşısında ve keza kayyuma karşı ayakta olan Kürtlerin direnişi karşısında kendi konum ve misyonunu; “yanınızdayız, destekliyoruz” olarak ortaya koyması, daha başka bir çok sebeple birlikte, tabii ki esasen, söylemde üst perdeden ifade ettiği hukuk, demokrasi ve özgürlükler karşısındaki tutarsızlığı, tipik, liberal burjuva iki yüzlülüğü ve de mücadele tarzındaki oportünizmiyle alakalıdır.

 

Kurum olarak CHP’nin zaten tarihinin hiçbir döneminde bütünlüklü bir laisizm savunucusu olmadığı, bilakis ta Cumhuriyetin kuruluş süreciyle birlikte, bizzat Atatürk’ün öngörmesiyle, bir taraftan burjuva demokrasisi adına hilafet ve şeriat kaldırılırken; ama öte taraftan da bunun yerine tercih edildiği söylenen ve demokrasinin olmazsa olmazlarından olan laisizm, dini kamunun dışına çıkarmayıp, doğrudan bir devlet kurumu olarak yapılandırılan Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla, devletin toplumu yönlendirip yönetmesinin bir diğer önemli aracı olarak kullanımda tutularak iğdiş edildiği, tarihi olgusal bir gerçektir.

Dolayısıyla da denilebilir ki CHP’nin laisizmi, zaten oldum olası çarpık ve esasen de kısmi olduğundan, onun kararlı, tutarlı ve de bütünlüklü bir laisizm savunusu içinde olması, doğallığıyla, pek de olası değil aslında.

Keza, dinin kamu alanı dışında tutulması temel ilkesi üzerinden sorgulandığında, T.C. Devlet sisteminin hiçbir döneminde de laisizm gerçek anlamıyla uygulanmamıştır.

CHP kendisini “ortanın solu” ve daha sonra da sosyal demokrat olarak dönüştürdüğünü iddia ettiği süreçlerin hiçbir kesitinde de gerçek anlamıyla bir laisizm istemcisi olmamış, devam edegelen statükoya uyum sağlamıştır.

CHP ve devlet içindeki Kemalist asker ve sivil bürokrat kesimin laisizm hassasiyetleri ancak ki o çarpık ve kısmi laisizmleri siyasal İslamcılar tarafından ciddi biçimde tehdit edilmeye başlandığı dönemlerde (yani “eldeki topal ve bir gözü kör, bir kulağı sağır katırdan da mahrum kalma” ciddi riskinin baş gösterdiği dönemlerde) kendisini gösteriyor. Bunun dışında onların derdi değildir Anayasalarında; “T.C. Devleti laik bir devlettir” hükmüne rağmen, Sunni-İslami dini değerlerin basbayağısından devlet dini olması. Keza onların derdi değildir bir devlet dini olarak Sünni-İslam’ın farklı inanç sistemleri ve de herhangi bir din mensubiyeti bulunmayan milyonlarca insan üzerinde kurmuş olduğu dinci-gerici baskı ve tahakküm. Keza onların derdi değildir demokrasinin en temel ilkelerinden olan “inanç ve düşünce özgürlüğü”nün bununla ayaklar altına alınmış olması. Keza onların derdi değildir ve de laisizmlerine herhangi bir kara leke de düşürmez, Diyanet İşleri Başkanlığı’ bütçesinin ve çatısı altındaki yüzbinlerce “dini misyonerler” ordusu mensubunun maaşlarının halktan toplanan vergilerle karşılanıyor olması. Vs. vs. İşte genel olarak T.C Devleti’nin ve özel olarak da CHP’nin laisizmi bu kadardır ve bundan ibarettir denilirse, bu, asla yanlış olmaz.

CHP’nin, İslamo-faşist Erdoğan iktidarının devlet ve toplum düzeninin önemli oranda dini esaslar temelinde reorganize etme doğrultusunda, uzunca bir sürece yayılı olarak yaptığı ardışık hamlelerinden belki de en tayin edicisi olan, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” karşısında gösterdiği reaksiyon, elde var olan o çarpık, yarım yamalak laisizminin, bu kez gerçekten de tümden yitiriliyor olma durumunun ortaya çıkmasından ötürüdür.

Ama pratikte de görüldüğü gibi bu tepki ve itiraz kuru sözden öteye geçmiyor. Öyle ki önemli bir çoğunluğu kendi seçmenlerinden oluşan “Müfredatı Geri Çekin Platformu”nun organize ettiği direniş hareketinin doğrudan bir bileşeni dahi olmayıp, sadece “destekleyeni” konumunda kalmayı yeğleyecek kadar, düşük profilli bir itirazla yetiniyor. Muhtemelen bu tavrı domine eden arka plan düşüncesi (tıpkı Taksim’in 1 Mayıs Alanı olarak açılması istemi karşısında söyledikleri gibi), şöylesi bir şeydir: “Nasılsa yakında iktidar olacağız, o zaman bu müfredatı kaldırıp atarız.”

Elbette teorik olarak bu mümkün; ancak sadece bir olasılıktan ibaret olan böylesi bir gerekçeye sığınmak hem anın realitesi içinde ortaya çıkan siyasi sorumluluğundan kaçmaktır ve hem de toplumda oluşan ve mobilize olan kitlesel itiraz ve başkaldırının pasifize olmasının psikolojik zeminin oluşmasına hizmet etmektir. 

Evet, CHP’nin yaptığı tamda budur. Çünkü hem CHP’nin demokrasi ufku zaten normal bir burjuva demokrasisinin çok çok gerisindedir ve hem de CHP’nin temsil iddiasında bulunduğu burjuva demokrasisi, emperyalist aşamayla birlikte, kaçınılmaz bir sonuç olarak; genel, gerici bir karakter edinmiştir. Hele ki 3.Dünya savaşı tamtamlarının kuvvetle çaldığı ve “demokrasinin beşiği” olarak addedilen birçok yerde savaş hazırlıkları kapsamında, hızla “iç faşistleşme” sürecine girildiği böylesi bir konjonktürde CHP, zaten vadettiği ve de edeceklerinin sınırında dolaşıyor; ondan bunun ötesi bir şeyler beklemek, aslında bir bakıma onun gerçek karakterini kavramamak demektir de.

Peki böyledir diye CHP, yakıcı bir şekilde güncel olan, örneğin söz konusu müfredat somutunda, dinci-gericilik tehdidi karşısında laikliği sahiplenip, savunmaya; keza Kürtlerin seçim iradelerine atanan ve bir sömürge hukuku olan kayyum somutunda normal burjuva hukukunu savunup, sahiplenmeye zorlanamaz mı?

Olguların diliyle konuşulacaksa; bu pek âlâ da mümkün. Ancak bunu, onun bugün yakıcı bir şekilde laisizm talep eden seçmen tabanının ve de oylarına ihtiyaç duyduğu/duyacağı ve yakıcı bir şekilde demokrasi talep eden Kürtlerin yaratacağı güçlü taban basıncı mümkün kılabilir.

İşte bunun bir olasılıktan çıkarılıp, gerçekliğe dönüştürülebilmesi için, bugünün somutunun en keskin bu iki sorunu zemininde toplumsal bir direnişin örgütlenmesinin başarılması halinde, bu, hem CHP ve diğer ikircikli ara güçler, direniş platformuna katılmaya zorlayabilir ve hem de böylece daha da büyüyüp genişleyen toplumsal bir karşı koyuşla, iktidara geri adım attırmak daha bir olanaklı hale gelebilir.     

Halil Gündoğan

 

 

27 Haziran 2024 Perşembe

PROLETARYA PARTİSİ’NİN LAİKLİK VE DİNE YAKLAŞIMI

İşbölümünün gelişmesi ve buna paralel kafa emeği ile kol emeğinin ayrılması sürecinden bugüne, şu veya bu biçimde insanların yaşamında motif ve ritüellerde (davranış kalıplarında) din olgusu var olmuştur. Asırlardır din olgusu tartışılmaktadır; günümüzde hala tartışmalara konu olmaktadır. Bizler de sürecin özellikleri ile birlikte MLM bakış açısıyla bu konuyu incelemeye çalıştık.

Din değişik dönemlerde çeşitli özgünlüğü ile tartışma gündemine gelmiştir; hatta yeniden ve yeniden keşfedilmiştir. Post-modernizmin yeni din ve yeni ruhçuluk “keşifleri”, radikal-gelenekçi kesimlerin dini yeniden kalıba sokmaları veya ılımlı hale getirilen dinler ile bu “keşiflerin” alanı genişlemiştir. Bizim bu konuyu tekrar ve geniş bir şekilde gündemimize almamızı gerektiren ise; birincisi sosyalizmin geçici yenilgisinin geniş halk kitlelerine yansıması olan sosyal emperyalist Rusya’nın ve buna bağlı modern revizyonist iktidarların yıkılması süreci ile başlayan tasfiyeciliğin bir dizi sapmayı ortaya çıkarmasıdır.

Bu süreçle birlikte, amiyane tabirle, her taraf yeşillenmiş, hatta morlaşmıştır. Bundan dolayı dine, MLM bakışı sunmak bir kez daha gerekli olmuştur. İkincisi ise 1839’dan günümüze, Türk hâkim sınıflarının kendi içlerinde yaşadığı çatışmayı, halka “ilerici-gerici”, “dinci-laik” gibi, gerçek olmayan biçimde yansıtmalarıdır. Bununla birlikte de açlığın, sefaletin, yoksulluğun, sömürünün üstünün örtülmesi de başarı ile yapılmaktadır. Ne yazık ki bazı devrimci demokrat çevreler de şu veya bu şekilde buna alet olmaktadır.

Gelinen süreçte bu iki nedenden dolayı dini MLM bakışı ile tekrar incelemeye ve Proletarya Partisi’nin bu konudaki tavrını ortaya koymaya ihtiyaç hissedilmiştir.

Laiklik Tartışmalarına Proletarya Partisi’nin Yaklaşımı

Tüm kavramların ilk kavramsallaştırılmaları ve sonradan farklılaşmaları tarihsel ve toplumsal koşullara paralel olur. 1789 Fransız Burjuva Demokratik Devrimi ile laiklik kavramlaştırılmıştır. Burjuvazi aristokrasiye karşı savaşırken, halk kesimlerini de bayrağı altında toplamıştır. O tarihsel süreçte burjuvazi devrimciydi. Toplumun gelişmesinin önündeki çürümüş sistem yıkılıyordu; bu süreçte, devrimin teorisi ve felsefesi de yapılmıştır. Ne zaman ki burjuvazi aristokrasiyi alt etti, feodalizmi yıktı; işler değişti. Burjuvazi iktidara oturduktan sonra, artık iktidarını güçlendirme ve sağlamlaştırmaya çalıştı.

Yeni laiklik, aristokrasinin yıkılması için aristokrasi ile ittifak içinde olan kiliseyi de karşısına almaya zorunluydu. Başka türlü emekçi halkın desteği alınamazdı. Devletle dinin özdeşliğine son verildi; hepsi bu kadardı. Bundan ilerisi burjuvazi için de tehlikeliydi. Burjuvazi bu durumu algılamada gecikmedi. 1848 Alman Burjuva Demokratik Devriminde bu durum yaşanmadı; çünkü tarih sahnesinde açık bir şekilde proletarya, yerini almıştı. Dolayısıyla Prusya devrimi, burjuvazinin aristokrasiyle ittifakıyla yukarıdan aşağıya doğru oluşmuştur. Yani burjuvazi için artık tehlike proletaryadır. Fransız devriminin halkçılığı vardır, proletarya bağımsız talepleri doğrultusunda harekete geçememiş, burjuvaziyle birlikte hareket etmiştir.

Ama Almanya’da durum aynı olmamıştır. Laiklik, Fransız Burjuva Demokratik Devriminin ürünüdür ve burjuvazinin iktidarı alana kadar kullandığı argümandır. Laikliğin kavramsallaştırılması da tarihsel süreçle evrimleşmiştir. Devrimci burjuvazinin laiklik tanımı: “Din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.” Din, bu dünyadan geçici bir dönem bile olsa sürülmüştür. Hâkim yönetici burjuvazinin tanımı hemen değişmiş ve “din ile devlet işlerinin ayrılması” şekline evrilmiştir. Yani kovulan din, tekrar içeri alınmıştır. Devlet “laik” olmalıdır; ama halka din lazımdır! Günümüzde ise bunların hepsi aşılmış, “devlet, dinlere eşit uzaklıktadır ve din ile vicdan özgürlüğü esastır” şeklini almıştır. Burjuvazinin yönetimdeki ihtiyaçlarına paralel şekil almıştır, laiklik. Yani, her dönem burjuvazinin iktidarını güçlendirme aracı olmuştur.

Laiklik, burjuvaziye ait bir kavramdır; Fransa’da devrimin ilk yılları haricinde burjuvazinin din karşısındaki gerçek tavrını gizleme argümanı olmuştur. Dine karşı olmak, yalnızca dini yabancılaşmaya karşı olmakla çözülecek bir sorun değildir. Ekonomik yabancılaşmaya temel olan özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ile çözülecek olan bir sorundur. Bu hedefle birlikte dini yabancılaşmaya karşı olmak bir anlam taşımamaktadır. Bu olmadığı sürece tek yanlı ve ikiyüzlüce bir söylemdir. Zaten öyle olduğunda, laiklik diye kavramsallaştırmaya ihtiyaç olmayacaktır.

Burjuvazi iktidarı aldıktan sonra dinin kurumsal olarak devletle iç içe olma durumuna son vermiştir. Teokratik devlet son bulmuştur. Ama sınıf niteliği kaynaklı dini direkt karşısına almamıştır; kendi çıkarları doğrultusunda çizdiği sınırlarda hareket etmesini sağlamıştır. Zaten sermaye, birikimini artırmak için meta üretimini artırıp, tüketimi körükler. İktisadi bir yabancılaşma tüm toplumu sarar. Böylesi bir ortamda, bireyin iç dünyasını oluşturan dini yabancılaşma da körüklenir. En azından körüklenmesinin zemini genişler.

Sermayesine sermaye katmak için bu durumu burjuvazi kullanır. Ama gerçek yüzünü laiklik ile gizleyerek. Yani burjuva demokratik devrimlerden sonra da din hâkim sınıfların çıkarına hizmet etmeye devam etmiştir. Üretim ilişkilerinden kaynaklı burjuvazi ikiyüzlü bir sınıftır. İktidarı alana kadar devrim talepleri dillendirilirken iktidarı aldıktan sonra her şeyi sermayesini genişletmek için yeniden düzenlenmiştir.

Laikliğin, burjuvazinin bu ikiyüzlülüğünü gizleyen, sermayesini genişletmeye yarayan bir araçtan öte anlamı yoktur. Bu durum burjuva demokratik devrimini yapmış ülkelerde de aynıdır, feodal, yarı-feodal ülkelerde de aynı işleve sahiptir. Feodal, yarı-feodal ülkelerin burjuvazisi güçsüzlüğü kaynaklı dini daha açık bir şekilde halkı kandırmada kullanır. Dolayısıyla dini argümanların devletin çeşitli kurumlarında ve burjuva-feodal politika alanında sıkça kullanıldığını görürüz. Ama oynadığı fonksiyon, kapitalist-emperyalist ülkelerde de aynıdır; feodal-yarı-feodal ülkelerde de aynıdır.

Dinin varlığını sürdürmesini sağlayan koşullara karşı mücadele aynı zamanda, dinin sönümlenmesine karşı bir mücadeledir. Bu mücadele olmayınca ne “din ile dünya işlerinin ayrılmasının” bir anlamı vardır; ne “dinle devlet işlerinin ayrılmasının”, ne de “dinlere eşit mesafede olmanın”. Bu söylemler, en iyi durumda bile iyi niyet beyan etmeden öte anlam taşımamaktadır. Ekonomi yasaları karşısında iyi niyet beyan etmenin de hiçbir önemi yoktur.

Söylemde ne denirse densin, sermaye karşısında güçsüzleşen insan, bu güçsüzlüğünü daha fazla dini argümanlara sarılarak ortaya koyar. Burjuvazi de iktidarını güçlendirmek için boyun eğmeyi, sabrı, bu durumun kader olduğunu vaaz eder. Bundan hareketle din, kurumları ve söylemleri ile burjuva-feodal sınıfın hizmetindedir. Bu gerçeklikte, dinle devlet işlerinin sözde ayrılmasının da bir anlamı kalmamıştır.

Laikliği savunmanın, halkı laik düzen için mücadeleye çağırmanın, halkı burjuvazinin bayrağı altına toplamaktan öte bir anlamı yoktur. Tarihsel süreç içinde kilisenin kurallarının devlete doğrudan egemen olması durumunda feodalizmin yıkılması için geçici bir süre anlamlı niteliğe sahip olan laiklik, emperyalizm ve proleter devrimler çağınca gerici bir nitelik kazanmıştır. Laiklik, gelinen süreçte bazı çevrelerce, gerçek ve sahte şekilde ayrıştırılmaktadır. Bu da burjuvazinin değişik tarihsel süreçlerde yaptığı tanımlamalar referans alınarak yapılmaktadır. O tarihsel süreçler geçmiştir. Tüm insani yabancılaşmalara yol açan ekonomik yabancılaşmayı, özel mülkiyeti ortadan kaldıracak olan proletarya, tarihteki yerini almıştır. Laikliğin, “gerçeği”, sahtesinin anlamı kalmamıştır.

“Gerçek laiklik”, laikliğin günümüzde burjuvazice genel kabul edilen tanıma göre devletin hiçbir şekilde dine müdahale etmemesi şeklinde anlaşılmaktadır. Devletin ekonomiye müdahale etmeyeceği, etmediği ne kadar gerçekçi ise dine müdahale etmemesi de o kadar gerçekçidir. Eğer dini sadece vicdanlara, ibadethanelere hapsetmek mümkün olsaydı; eğer devletin varlığı bir sınıfın tahakkümüne dolayısıyla manipülasyona dayanmasaydı ve eğer dinin kutsal örtüsü kaldırılınca siyaset ve sınıf savaşımı ortaya çıkmasaydı, elbette “gerçek laiklik” bir hayal ürünü olmaktan çıkabilirdi.

Laiklik de din gibi sınıf savaşımını, devletin özünü örten ve manipüle eden bir niteliğe sahiptir. Laiklik, yaşam tarzlarını moderniteye göre düzenleyince her şeyin çözüleceğinin propagandasını yapmaktadır. Burada “ufak bir ayrıntı” atlanıyor. Yaşam tarzlarını var olan ekonomik şartlarda nasıl düzenleyeceğimiz bir tarafa, düzenleyince de ekonomik sömürü ortadan kalkmıyor; tersine, ekonomik sömürüyü gizliyor.

Ekonomik ilişkilere göre şekillenen yaşam tarzı laiklerce tersten yorumlanıp yaşam tarzının insanın ekonomik durumunu ve ilişkisini değiştirecekmiş gibi yanılsama yaratılıyor. “Gerçek laiklik” anlayışı devletin bilimsel tahlilini yok sayan bir anlayışın ürünüdür. Laikliğin tarihsel gelişim sürecini ve bilimsel devlet tahlilini yok sayarak yapılan laiklik teorileri -gerçeği ve sahtesiyle-, halka başka bir şekilde sömürüye boyun eğmeyi kabullendirmenin teorisidir.

Burjuva devletin din işlerine karışmaması, doğası gereği, terstir; imkânsızdır. Vicdanların bile metalaştırılıp, alınıp satıldığı bir sistemde devletin dine karışmayacağı, dinle devlet işlerinin ayrışacağını söylemek ya sistemi tanımamak ya da halkı kandırmaktan öte bir anlam taşımaz. Kapitalistin, asılacağı ipi bile sattığı, ağacı satamazsa, gölgesini satmaya çalıştığı bir sistemde, dinin de metalaştırılmadığına kim inandırabilir bizi!… O zaman laikliğin ne anlama geldiği daha berrak bir şekilde ortaya çıkıyor. Laiklik de sermaye birikimini sağlayan, yardım eden araçlardan biridir.

Bu coğrafyada hâkim sistem, sermaye birikimini artırmak ve halkı yönetmek için hem laikliği hem de dini çok iyi bir şekilde kullanmıştır ve kullanmaya devam etmektedir. İki argümanın kullanılmasında, sistemin özünü halkın gözünden gizlenmesi ve halkın sistem içinde tutulması başarı ile yapılmıştır. Halkın bir kesimi şeriat vaadiyle kaldırılıp gerçek sistem halkın gözünden gizlenmiş, diğer bir kesimi ise şeriata karşı laiklik söylemi ile sisteme, başarı ile yedeklenmiştir. Bu süreç, 1839 Tanzimat Fermanı ile başlamış ve bugün AKP-CHP burjuva kliklerince devam ettirilmiştir.

Üretim ilişkilerindeki yerlerine göre sınıfların ilericiliği gericiliği belirlenir. Bundan ayrı olarak, ekonomik ilişkilerin belirleyici olmasına karşın, insanların bilinçlenme-farkında olma durumları önemlidir. Halkın ilericiliğinin de gericiliğinin de ideolojik ve politik olarak ayrıştırılması gerekmektedir. İdeolojik konumlanış politik konumlanışla her zaman çakışmamaktadır. Bundan da öte ilericiliğin ve gericiliğin, bir yaşam tarzı ile örtüşmesi de olmamaktadır. Baskı ve sömürüye uğrayan insanların ve buna karşın mücadele eden insanların giyim-kuşamının bir önemi yoktur.

Elbette dünyayı yorumlama şekline göre bir giyim ve yaşam tarzı olabilir. Ama onlar sömürüye uğrayanları ve sömürenleri ayırmada bir kıstas olamaz. Bugün, Afganistan, Irak ve Filistin’de, katliama uğrayan halkın yaşam tarzının ne önemi vardır? Katliamcıların yaşam tarzının bir önemi olmadığı gibi… Onun için halkın giyim-kuşamının önemi yoktur; önemli olan sömürüye karşı konumlanmaktır. Bundan dolayı halkın giyim-kuşamıyla uğraşılması ve uğraştırılmasında bizler taraf değilizdir. Elbette biz bir taraf, bu sistemin karşı tarafıyız. Bu bağlamda olmak üzere dinin de laikliğin de karşısındayız.

Bu tartışmalara dâhil olmayı, sınıf mücadelesini yükseltmek için yapılacaklara yoğunlaşmak olarak kavramalıyız. Sömürünün nedenlerini ve bu bağlamda sömürücü sınıfların ikiyüzlülüğünü tüm konularda olduğu gibi bu iki konu özgülünde de teşhirini yaparak, halka gerçek kurtuluşlarının, burjuvazinin bir kliğinin peşine takılarak değil, Proletarya Partisi saflarında örgütlenerek olacağının propagandasını yapmalıyız. Bunun devamında, örgütleme çalışmalarına hız vermeliyiz. Komprador burjuvazinin halkı, “laik-şeriatçı” diye kamplaştırmasının karşısına, ezenler-ezilenler, sömürülenler-sömürücüler, hâkim sınıflar-işçi ve emekçiler şeklindeki gerçek ayrışımı göstermeliyiz.

Bütün bunlarla birlikte baskı ve sömürüye uğrayan emekçi Sünni halkımızın mücadelesinin de yanında oluruz; emekçi Alevi halkımızın da. Emekçi Alevi halkımızın, tarihsel süreç içinde Osmanlı’dan günümüze hâkim sınıflar tarafından katliamdan geçirilmesi ve sonra da ikiyüzlü bir şekilde laiklik şemsiyesi altında düzen içine çekilmesi çabalarının teşhirini yaparız. Emekçilerin dini inançlar ve mezhepleri laiklere ve şeriatçılara, dincilere ve dinsizlere bölünmesinin ancak hâkim sınıfların çıkarına hizmet ettiğinin propagandasını yaparız. Sünni halkımıza da dini inançlarına devletin nasıl müdahale ettiğini; imamları, hocaların maaşını devletin vermesinin arkasında dine devletin müdahalesinin yattığının teşhirini yaparız. Devletin isteği dışına çıkılınca yasak ve baskının nasıl geldiğinin teşhirini yaparız.

Proletarya Partisi’nin Dine Yaklaşımı

“Din halkın afyonudur”. Marks’ın bu veciz sözü MLM’nin dine yaklaşımının köşe taşıdır. MLM, günümüzde burjuvazinin, gerici özüne uygun olarak, dinleri ve dini örgütlenmeleri kendi çıkarı için kullandığını ortaya koyar. Komünistler, bütün dünya görüşlerini bilimsel sosyalizm üzerine, yani MLM üzerine inşa ederler. MLM’nin felsefi temellerini diyalektik materyalizm oluşturur. Materyalizm kesinlikle ateisttir ve her türden dine karşı, ideolojik ve felsefi açıdan, mutlak düşmandır. Yine komünistler, Marks’ın şu belirlemesini referans alır: “Din, aile, devlet, hukuk, bilim, sanat vb. sadece tikel üretim tarzlarıdır; genel yasaya uyarlar. İnsan hayatına sahip çıkılması anlamında özel mülkiyetten olumlu şekilde aşılması, böylece, bütün yabancılaşmaların olumlu şekilde aşılması demektir, yani insanın, dinden, aileden, devletten vb. kendi insani, yani toplumsal var oluş tarzına dönmesi demektir. Dini yabancılaşma yalnızca bilinçlilik alanında, insanın iç hayatındadır; oysa iktisadi yabancılaşma gerçek hayattaki yabancılaşmadır.” (K. Marks, 1844 El Yazmaları, Birikim Yayınları, Sf: 112)

Yani temel sorun, ekonomik yabancılaşmaya son verilerek çözülecektir. Bu da ancak özel mülkiyete ve insanın emeğine yabancılaşmasına son verilerek mümkün olacaktır. Esas kavranması gereken halka da burasıdır. Bundan dolayı dine karşı mücadeleyi gündemin başına almak doğru değildir. Öylesi bir durumda dinin varlığını sürdürme ve gerçek sömürünün kaynaklarına karşı mücadele silikleşir. Yine Marks’ın dediği gibi “Sosyalizm artık dinin ortadan kaldırılması aracılığı ile meydana gelmeyen, insanın olumlu bir şekilde kendi bilincine varışıdır ve aynı şekilde gerçek hayat insanın, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması aracılığıyla, komünizm aracılığıyla meydana gelmeyen olumlu gerçekliğidir.” (K. Marks, age, Sf: 123)

Yeni kurulacak toplum ateizm aracılığı ile kurulmayacaktır. Toplum, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması aracılığı ile kurulacaktır ki bu ateizmi de içinde barındırır. Bundan dolayı diyalektik materyalizm, dine karşı mücadeleyi soyut ve teorik olarak her zaman aynı kalan bir propaganda şeklinde değil, günlük yaşamda olan ve her şeyden önce kitleleri en iyi eğiten, somut bir temelde, sınıf mücadelesi temelinde alır. KP’nin görüşleri MLM bilimsel dünya görüşüdür. Bu yüzden zorunlu olarak dini karanlığın gerçek tarihi köklerinin açığa kavuşturulmasını bir görev bilir. Bu kapsamda araştırma ve incelemeler yapar, yayın organlarında buna yer verir.

Proletarya Partisi için din, özel bir sorun değildir. Proletarya Partisi işçi sınıfının kurtuluşu için sınıf bilinçli, ileri savaşçıların birliğidir. Böyle bir birlik, cehalet ve dini imanın dogmaları karşısında kayıtsız davranamaz ve davranmamalıdır. Dini karanlığa karşı, düşünsel ve teorik silahlarla, basınımızla, sözümüzle mücadele etmek için dini kurumların-kuruluşların devletten tamamen ayrılmasını isteriz. Buna karşı yürütülen mücadelenin, aynı zamanda, sınıf mücadelesinin bir parçası olduğunu ve devrim sorunu olduğunun bilinciyle hareket ederiz. Proletarya Partisi başka şeylerin yanı sıra işçi ve emekçi halkın gerçek kurtuluşu, insanlığın kurtuluşu için kurulmuştur. Buna işçilerin ve emekçi halkımızın dini uyuşturulmasından kurtulması mücadelesi de dâhildir. Proletarya Partisi için dinle mücadele özel bir sorun değildir.

Din ve dinlerin tutarsızlığı ile mücadele, komünistler için kaçınılmaz bir görevdir. Ama bu, asla din sorununun, kesinlikle hak etmediği birinci sıraya oturtulmasını gerektirmez. Politik önemini yitirmiş daha gerilerde yer alacak bir sorun için güçlerin ve enerjinin bölünüp çarçur edilmesi doğru olmaz. Proletarya Partisi için esas görev, dine karşı savaş örgütlemek değil, onun sönümlenmesini getirecek olan devrim için sabırla, proletaryayı-emekçi halkı aydınlatmak ve örgütlemek için çalışmaktır.

Materyalistlerin dine karşı mücadele yürütmelerinin gerçekliği ortadadır; fakat bu mücadelenin nasıl olacağı tarihsel ve toplumsal koşullarda şekillenir. İlk önce kitlelere dini inancın ve dinin kökenlerinin diyalektik ve tarihsel materyalist anlayışla anlatmakla başlanmalıdır. Dine karşı mücadele, dinin sosyal kökenlerini ortadan kaldıracak olan Proletarya Partisi’nin somut pratiği ile bağlantılandırılmalı, sadece doğruların söylenmesinden ibaret olmamalıdır.

Sisteme karşı mücadeleyi örgütlemek halkın sömürücüler karşısında kendini güçsüz görüp çaresizleşmesine karşı vurulan en büyük darbe olacaktır. Korku ve çaresizlik dini yaratır; varlığını sürdürmesini sağlar. O zaman sistemin çaresizliğe sürüklediği, sömürdüğü, ezdiği ve kendisine bağımlı kıldığı kitlelere, dinin bu zeminine-köküne, bütün biçimleriyle sermayenin egemenliğine karşı birleşik, örgütlü, planlı, bilinçli bir şekilde mücadele etmeyi örgütlemedikçe, broşürlerin, nutukların ve söylemlerin anlamı yoktur.

Yani ateist propaganda, KP’nin temel görevine sömürülen kitlenin, sömürücülere karşı yürüttükleri sınıf mücadelesine tabi edilmek zorundadır. Türkiye özgülünde halk savaşı mücadelesine tabi edilmelidir. Bir görev için örgütleme yaparken ateizm propagandası değil, inançlı olan ve olmayan işçilerin greve katılımını örgütlemek önemlidir. Öyle bir durumda işçileri inanan ve inanmayan diye ayırmak, din adamlarının ve kapitalistlerin çıkarına hizmet eder. Onların istedikleri de böyle bir ortamın yaratılmasıdır. Köylülük içinde yürütülen mücadelede de durum aynıdır. Önemli olan köylülüğü örgütleyip sisteme karşı savaştırabilmektir.

Somut olarak bir gerilla birliğinin, bir köye gittiğinde köylülerden ilk isteği düşmanla işbirliği yapmamaları, ihbarcı olmamalarıdır. İnanç, ilk başta gerillanın gündeminde değildir. Gerillanın görevi halkı aydınlatıp yürütülen savaşa katılmalarını sağlamak; inanç farklılığından dolayı, düşmanın ajanlaştırma, işbirlikçileştirmesinin önüne geçebilmektir. Bu bağlamda böyle bir köyde ilk başta salt ateist propaganda gereksiz ve zararlıdır. Bu geri kitleleri ürküteceği için değil, var olan burjuva feodal toplum koşullarında Müslüman köylüler için, çıplak ateist propagandadan daha olumlu olan, komünizme ve ateizme götürecek olan sınıf mücadelesinin gerçek ilerlemesi, ilerletilmesi olacağı gerçeğinden kaynaklanır.

Dine karşı mücadelede iki uç sapma vardır; birincisi somut durumdan kopuk, sistemle bağını kopararak, dinin gelişim zeminini yok sayan sol oportünist yaklaşımdır. Yani ateizm propagandasını birincil plana alan yaklaşımdır. Bu daha çok devrimci mücadelenin kabarma koşullarında ortaya çıkar. Türkiye özgülünde 1980 öncesi süreçte açıkta görülmüştür. Bazı devrimciler, kendilerini ilk başta sömürüye karşı olmakla değil, ateist olarak ifade etmiştir.

İkinci sapma ise, dinle mücadeleyi bilinmeze bırakan, “yaşa, yaşat” şeklinde yansıyan, sözde kimseyi dıştalamak/ürkütmek istemeyen, küçük hesaplar yapan, liberal aydın tavrı, yani sağ oportünist yaklaşımdır. Bu ikinci sapma daha çok, günümüzde olduğu gibi, devrimci mücadelenin gerilediği, yenilgi aldığı dönemlerde görülür. MLM’ler bu iki yaklaşımın da sınıf mücadelesi için tehlikelerine işaret eder. Bu sapmalara düşmemeleri için saflarını ve devrimci kitleyi uyarır, geri kitlelerde, dinle ilgili sorunlarda bilinçli ve ilkeli bir tutum geliştirirler. Dinin, bilimsel olarak araştırılması için ilgi uyandırmaya çalışırlar.

KP, işçi sınıfının ve emekçi halkın en ileri unsurlarını üye yapmak için çalışır. Bunların dine inanıp inanmamaları kıstas değildir. İstenen, KP’nin programatik görüşleri doğrultusunda, tüzük hükümlerine uygun mücadele etmesidir. Bu anlamı ile dine inanıp inanmamak, üye olmak için kıstas olmasa bile, bir dizi tüzük hükmü ile çelişen bir durum, eşyanın doğası gereği olur. Örneğin KP’nin tüzüğünün, üyelerin görevi bölümündeki şu istemlerle çatışır; “MLM’yi eylem kılavuzu olarak kavramak”, “MLM karşıtı tüm düşünce ve akımlara karşı mücadelede uyanık, kararlı ve amansız olmak…”, “Burjuva-feodal değer yargılarına karşı mücadele etmek” vs.

Kişi bunları samimi bir şekilde kabul ediyorsa, üye olmada problem yoktur; gerisi program ve tüzük görüşleri doğrultusunda eğitebilmekten geçer. Bunu başardığımızda problem ortadan kalkar. Parti içinde programa karşı aktif mücadele edilip hizip örgütlenmeyeceğine göre KP için bu kapsamda dini inançların önemi yoktur. Önemli olan programatik görüşler doğrultusunda savaşmasıdır. Diyalektik materyalizmi, kişinin, inancı ile bütünleştirmesi, birleştirmesi, kişi açısından başlı başına bir problem olduğu aşikârdır.

Tanrı düşüncesi, tarihi olarak günümüzde, her şeyden önce gerek dışsal doğanın, gerekse sınıfsal baskıların yol açtığı, “bilinçlilik alanında, insanın iç hayatında” yaşanan yabancılaşmadır. Bu durumun boğucu etkisi insanın ezilmişliğinin ürünü ve onu geliştiren, sınıf mücadelesini uyuşturan komplike bir düşüncedir.

Burjuvazi tarih sahnesine çıktığı zamanki devrimciliğini yitirmiştir. Devletle dini kurumlar neredeyse iç içe girmiş durumdadır. Emperyalist-kapitalist, feodal, yarı-feodal tüm ülkeler için durum aynıdır. Tüm burjuva devletlerde ve TC’de hâkim sınıfların çıkarları dini kurum ve kuruluşları tarafından propaganda edilmektedir. Emperyalistler arası çelişmelerde bile dini kurumlar etkin olarak kullanılmaktadır. Ortodoks kilisenin merkezinin neresi olacağı, Katoliklerle Ortodokslar arasındaki mücadele, İslam Kalkınma Örgütü’nün başına kimin geçeceği vb. hepsi, devletler arası çıkar çatışmasına göre şekil almaktadır. Bazı dini cemaatler dini görünüm altında ilgili ülkenin nüfuz alanını genişletmek için çalışmaktadır. Fethullah Gülen cemaatinin, ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda misyonerlik faaliyeti yapması en iyi örneği oluşturmaktadır.

Türkiye’de “laik” devletin diyanet işleri fetvaları, MGK’nın kararları doğrultusunda hazırlanmaktadır. Özellikle Türkiye Kürdistanı’nda, ulusal kurtuluş hareketine karşı Genelkurmayın bildirileri gibi fetvalar hazırlanarak nereden yönetildiği açığa çıkmaktadır. Burjuva-feodal sistemin ikiyüzlülüğü, özellikle Türkiye Kürdistanı’nda yürütülen haklı savaşla ortaya çıkmıştır. Dincisi de laikçisi de tek hedef için birleşmiştir. Sözde en laik kurum olarak gösterilen Genelkurmay ile AKP’nin ittifakı bir tarafa, Genelkurmayın Hizbullah’la işbirliği, bunların ne yaman laik olduğunu ortaya koymaktadır. CHP’nin Alevi halkı kandırmak için aslan kesilmesi ancak Sivas’a kadar geçerlidir; oradan ötede kedi olmakta, ikiz kardeşi AKP ile kol kola girmektedir.

İşçi sınıfı içerisinde dini söylemlerle, sınıfı bölen, sömürüye boyun eğmesi için uyuşturan dini söylemli sendikanın varlığı da ortadadır. Sarı sendikalar gibi bu sendikanın da kime hizmet ettiğinin, işçi sınıfına ve emekçi halkımıza anlatılması, komünistlerin görevidir.

“Modern demokrasi” olarak gösterilen “din işleri ile devlet işlerinin ayrıştırılması” veya devletin tüm dinlere karşı eşit olduğu söylemi, burjuvazinin halkı kandırmak için söylediği içi boş laflardır. Pratik yaşamda hiçbir anlamı yoktur. Bugün dini cemaatlerin dini faaliyetler dışında her şeyi yaptığı, sistemin hangi legal ve illegal kurumu tarafından yönetildikleri bilinemez olgular değildir. Harun Yahya diye ortalıkta dolaşan şarlatanın paraları nereden aldığı bilinmez değildir. Bütün bunlar kitlelere teşhir edilmelidir. İlk hedefe, dini görünümleri değil, fonksiyonları koyulmalıdır. Bu kapsamda yürütülecek çalışmalarda bağımsız dürüst bilim adamlarının yaptığı çalışmalar, incelenmeli, halka önerilmeli ve yayınlanmalıdır.

Komünistler halka uygulanan her türlü baskıya karşı en ön saflarda mücadele eder. Din konusunda da her türlü baskıya karşı en ön saflarda mücadele ederler. Alevilikle kurulan ilişki bu temeldeki inançlara karşı uygulanan baskıya karşıdır. Komünistler, şeriatçı-laik ekseninde burjuva klikler arasında yürütülen mücadelede de halkı peşlerine takmak için, özelikle “devletin” bölünmez bütünlüğü eksenli, “tek dil, tek millet, tek din” söylemleri kapsamında yürütülen anti-demokratik uygulamalara karşı mücadele etmeli; bu mücadeleyi genel mücadelenin bir parçası olarak ele almalıdır. Bu kapsamda teşhirler yapılmalı; bu mücadele için örgütlenmeler oluşturulmalıdır.

Din adına yapılan baskıların çözümü laiklerden; laiklerce yapılan baskının çözümü dini kılıklı kliklerden beklenmektedir, onlar bu süreci yönetmektedir. Sorunların yaratıcısı olan bu iki burjuva klik, halkı suni gündemlerle uğraştırıp, onlara sözde çözümler sunarak halkı kolayca yönlendirebilmektedir. Bunların demokratlığı sahte ve ikiyüzlüdür; ikisinin ortak amacı, sömürünün artırılması, sermaye birikiminin devamının sağlanması, emperyalist talanın ve sistemin devamıdır. İşçiler ve emekçi halkımız gerçek sorunlar etrafında örgütlenmedikçe halkımız bu iki kliğin insafına terk edilmiş olacaktır. Halkın laik-şeriatçı olarak bölünmesinin bir amacı da faşist diktatörlüğün halkın gözünde sınıflar üstü görünmesini sağlamaktır.

Kürtlere sınıf bilinci taşındığı oranda burjuvazinin manipülasyonları kırılacaktır. Geçmişte de Osmanlı’nın torunları provokasyon yaparak Alevi-Sünni çatışması yaratmış, sınıf mücadelesini yolundan saptırarak, halkın katılımını engellemiştir. Bugün de benzeri bir durum yaratılmaya çalışılmaktadır. Çeşitli farklılıklar kaşınarak halk, burjuvazinin bayrağı altına toplanmak istenmektedir. Komünist ve devrimcilerin yetersizliğinde bunu sorunsuz yaptıkları söylenebilir. Bu kapsamda yapılan bir dizi kıyım ve katliamın Özel Hareket Dairesi’nin planları dâhilinde hayata geçtiği, bugün teşhir olmuş durumdadır. Geçmişte Alevi ve Sünni halkımızın birbirine karşı düşman edilmek için Ecevit ve Türkeş’in yaptığını, bugün, Erdoğan ve Baykal benzer bir konuda yapmaktadır.

Şundan kuşku olmasın ki AKP ne kadar dinci ise CHP de o kadar dincidir; CHP ne kadar Kemalist ise AKP de o kadar Kemalist’tir. Kemalizm de, din de, laiklik de burjuvazinin çeşitli dönemlerdeki çıkarlarına göre yeniden tanımlanıp piyasaya sürülmektedir. Özü, hâkim sınıfların çıkarları ve halkın yönetilmesi için konjonktürel durumda gerekli olanların iyi tespit edilip burjuva politikalarca yeniden biçime sokulmasıdır. Dikkat edersek, Fethullahçılarda dini ritüeller, Müslüman yaşamı yeniden biçimlendirilirken, Kemalizm de laikler tarafından tekrar tanımlanıp üretilmeye çalışılmaktadır.

Devrimci-demokratik çevrelerin bile “gerçek laiklik elden gidiyor”, “şurada içki yasaklanıyor”, “burada bu oluyor…” gibi söylemlerin peşinden gitmeleri sürecin doğru tarzda kavranmadığının göstergesidir. Önemli olan bu iki burjuva kliğin işçi sınıfı ve emekçilerin sorunları ile Kürt ulusal sorunu karşısında ortaya koymuş oldukları tavırdır.

Din ve laiklik konusunda komünistlerin yaklaşımı bu temeldedir. Bu kapsamda, diğer bir sorun da dünyada ve coğrafyamızda din mahreçli/kaynaklı gelişen, gelişecek olan hareketlere tavrın ne olacağıdır. Dine karşı tavrımızla din mahreçli olarak mücadele yürüten örgütlere ilişkin tavırlar birebir aynı olmaz. Öncelikle din mahreçli örgütlerin; siyasi talepleri, sisteme karşı duruşları, devrimcilere ve komünistlere karşı tavırları, genel amaçları incelenerek karar verilir.

Dini ideoloji ile her koşulda mücadele yürütmekle yükümlüdür komünistler. Ama ideolojik tavırla politik tavır her zaman birebir aynı olmaz. İdeolojik tavrımızın politik alana birebir indirgenmesi doğru değildir. Tarihsel süreç incelendiğinde komünistlerin bu konuyu ayrıştırdığı görülecektir. Dini bir sistem kurmak isteyen hareketlerle, dini referanslarla hareket edip esas mücadelesi farklı olan hareketler de vardır. Bunlar da ayrıştırılmak zorundadır.

Somut olarak T. Kürdistanı’nda ulusal taleplerle ortaya çıkan, önderliğini dini bir cemaatin şeyhinin yaptığı ve adını da ondan aldığı Şeyh Sait İsyanı vardır. Öncelikle bu hareket, şeriat düzeni getirmek için ayaklanmamıştır. Bu yönlü söylemler TC’nin ulusal talepli ayaklanmanın özünü gizlemek için uydurulan yalanlardır. Bu konuda Kaypakkaya yoldaşın tavrı açık ve nettir. Kaypakkaya’nın ardılları için bu referans olmak zorundadır. Yine Lenin’in Afgan Emiri’ne ilişkin tavrının hatırlanmasında fayda vardır.

Haklı bir taleple, baskıya karşı olan ulusal talepler, sömürüye karşı olmak gibi ortaya çıkmış hareketler, komünistlerce desteklenir. Komünistler Şeyh Sait İsyanı’na feodal beylerin ayaklanması olarak bakmaz. Ulusal baskıya karşı ulusal istemlerle harekete geçmiş bir isyan olarak bakar. Bu temelde de emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı bir harekettir. Günümüzde Lübnan Hizbullah’ı ve Filistin’de Hamas ulusal mücadele yürüten dini temelli örgütlerdir. Bunların yürüttüğü mücadele haklı bir mücadeledir. Nesnel olarak emperyalizme darbe vurduğu için desteklenmelidir. Komünistler için kriter emperyalizme objektif olarak darbe vurmasıdır. Bu desteğimiz, onların ideolojik ve politik niteliklerini bilmediğimiz, onları eleştirmediğimiz (ve eleştirmeyeceğimiz) anlamına gelmez.

Dini örgütler, anti-kapitalist değildir. Özlerinden dolayı da olamazlar. Bundan dolayı belirli tarihsel koşullarda emperyalizme darbe vurmalarına rağmen son tahlil, emperyalist-kapitalizmle uzlaşmalarını beraberinde getirir. Ama politika verili koşullar içinde yapılır. Yani bugün var olan duruma göre politika belirlenir, ama ideolojik tavır elbette bu şekilde olmaz. Bu gerçeklikle baktığımızda Hizbullah’ın da Hamas’ın da bağımsızlık kazanamayacaklarını rahatlıkla söyleyebiliriz; ama bugünkü, emperyalizme karşı duruşları önemlidir.

Günümüzde Afganistan, Irak, Lübnan ve Filistin’de, emperyalizme karşı savaşan dini mahreçli hareketler vardır. Bunları özel olarak incelemeye ihtiyaç vardır. Bunların yanında emperyalizm güdümlü olduğu muhtemel olan El-Kaide’den bahsetmekte fayda vardır. Bu örgütü anlamak için daha kapsamlı incelemeye ihtiyaç olmakla beraber, eylem çizgisinin halka dönük olduğu, emperyalizme meşrutiyet kazandıracak tarzda olduğu açıktır. Dolayısıyla bu örgütün desteklenmeyeceğini söyleyebiliriz.

Türkiye’de de İslami mahreçli hareketlerin neredeyse tamamı ya fiili olarak ya da politik olarak TC’ye bağlı veya TC’nin çıkarları paralelinde çalışmaktadır. Hizbullah ve İBDA-C en bilinenleridir. Özce, komünistler dine karşı ideolojik mücadeleyi, doğası kaynaklı her koşulda yürütür. Din eksenli hareketleri ise somut koşullardaki belli kriterlerle değerlendirir.

G.SONUÇ

Yoksulluk ve işsizliğin arttığı bir süreçte halkın daha fazla dine sarılması ve bunun tersi bir gelişme olarak da şeriat korkusu temelinde laik söylemlerin artması, bu durumun burjuva kliklerce bilinçli olarak körüklenmesi, sınıf mücadelesinin de ivmesinin yetersiz oluşu, halkın sınıf bilincini engelleyen güncel olgulardır. Bu konudaki diyalektik materyalizm tahlili, güncel gelişmelerle birlikte değerlendirip güncel politikalar etkin kılınmaktadır. Tüm çalışmalarımızda din ve laikliğin etkilerini, oluşturulacak politikalarımızı da göz önünde bulundurmalıyız.

Hâkim sınıfların kendilerini yeniden üretimi, ekonomik olduğu kadar, ideolojik olarak da mümkün olmasa, sistem yaşayamaz. Bu bağlamda, din ve laiklik, burjuva-feodal sistemin ideolojik olarak yeniden üretmesinde iki önemli araçtır. Dolayısıyla sistemi krize sokmak, var olan krizi derinleştirecek bir yolda, bu iki aracı ellerinden almaktan geçer. Kitlelerin bilinçlendirilmesi ve sınıf mücadelesine aktif katılımların sağlanması zorunludur. Din ve laiklik konusunda, komünistlerin teorik berraklığa sahip olmaları, kitlelerin bilinçlendirilmesi ve örgütlenmesinde önemli bir rolü olduğu unutulmamalıdır.

https://www.tkpml.com/din-sorunu-yabancilasma-post-modernizm/7/

 

 

Emperyalizm Üzerine Notlar__1_2_3_____Yusuf Köse_Giriş:

Uzun bir zamandan beri emperyalizm üzerine makaleler yazıyorum, konferanslar veriyor, panellere katılıyorum. Bir de „Emperyalist Türkiye“ adlı kitabım yayınlandı. Bu kitapta'da Türk devletinin emperyalistleştiğini ve emperyalist bir devlet haline geldiğini; ekonomik, siyasi ve askeri olarak değerlendiriyorum.

Katıldığım seminer, panel, konferans ve çeşitli konuşma ortamlarında, yeni emperyalist ülkeler konusunda bana bir çok sorular soruldu, benim tezlerime karşı karşı tezler ileri sürüldü. Bir çoğu tezlerimi onaylarken, çoğunluk tezlerimi reddetti.

Elbette, çoğunluğun, Türkiye'nin emperyalistleşmesi görüşünü reddederken, Leninist emperyalizm teorilerini kabul ediyorlar ve Lenin'e bir itirazlara yok, güncelliğe itirazları var. Yeni emperyalist ülkelerin varlığına ve gelişmesine itirazlar var. Bir nevi, „eski emperyalist ülkelerle yetinelim“ anlayışı var desem yalan olmayacak. Bir analayış da, „emperyalizm“ den ABD tipi ve ayarı emperyalizm anlaşılıyor ya da böyle anlamak istiyenler var. Yani, emperyalist dengesiz gelişme yasası gözardı ediliyor.

Yeni emperyalist ülkeler „olabilir“, diyenler, yeni bir emperyalist ülke adı veremiyorlar. Çin ve Rusya'yı ise bir çoğu kabul etmezken, bir çokları bu iki ülkenin emperyalist olduğunu kabul ediyorlar. Kendine ML ve de komünist diyen bir çok örgüt ve parti, bu iki ülkeyi (özellikle de Çin'i) sosyalist bile değerlendirme gafletine düşebiliyorlar.

Emperyalizmin tekelleşme olduğunu, daha genel anlamda ise, emperyalizin kapitalizmin son ve bir üst aşaması olduğunu, ML ve devrimci örgütler kabul ediyor. Ya da kendilerini MLM değerlendirenler, bu dünya görüşünü benimseyenler hemen hemen herkes Lenin'in emperyalizm üzerine söylediği bu argümanları kabul ediyor.

Bu kabulleniş elbette ki iyi bir şey. Tartışmamızı, birbirimizi daha iyi anlamamızı ya da anlayabilmemize yardımcı oluyor.

Ben bu yazı serisinde, sorulan sorulara kısaca yanıtlar vereceğim. Amacım, bu tartışmayı derinleştirmek ve geliştirmektir. Emperyalist savaş tamtamlarının çaldığı şu günlerde, bu tartışmanın, emperyalist dünyayı daha iyi anlamamıza yardımcı olacağına inanıyorum.

Bir ülkenin niteliğinin analizi ve doğru belirlenmesi, sosyalizm mücadelesi için belirleyici bir yanı vardır. İşçi sınıfı partisi, sosyalizmin zaferi mücadelesinde, starteji ve taktiklerini, ülkenin ekonomik ve siyasal yapısının belirlemesinden çıkarır. Kapitalist-emperyalist sisteme karşı mücadele ederken, KP'leri, nesnel koşulları dikkate alarak strateji ve taktik üretirler. Çünkü, strateji ve taktikler nesnel koşulların ürünü olmak zorundadır. Bu materyalist bir anlayıştır. Metafizik düşüneneler, doğa ve nesnelliğin öznel düşüncelere uymasını isterler, oysa, materyalizm tam da bunun tersidir.

 

 

„Tarihin Önünde Yürümek“ kitabımı yazarken, temel ilke olarak ele aldığım, Engels'in sözünü buraya alalım:

İlkeler, araştırmanın çıkış noktası değil, sonucudur; doğa ve insanların tarihine uygulanmazlar, bunlardan soyutlanırlar; doğa ve insan dünyası ilkelere uymaz, ilkeler ancak doğa ve insan tarihine uydukları ölçüde doğrudur. Sorunun tek materyalist anlayışı budur.1

Sosyalizm bir bilim haline gelmesinden bu yana, Marksistler, araştırmalarını, işçi sınıfının tstrateji ve taktiklerini bilimsel veriler üzerinden hareketle belirlerler. Engels'in dediği gibi; Marx'ın tarihi materyalist anlayışı ve artı-değeri bulmasıyla, sosyalizmin bir bilim haline gelmiştir. KP'leri bütün sorunları bilmsel olarak, diyalektik ve tarihi materyalist anlayış içinde ele almalıdırlar. Sorunlara bu anlayışla yaklaşılmadığı zaman, işçi sınıfı kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kuramaz. Bu anlayışla hareket etmeyen hiçbir KP'si işçi sınıfına sosyalizm mücadelesinde önderlik edemez.

Emperyalizmin Genel Tanımı:

En yalın tanımlamayla: “Emperyalizm tekeleci kapitalizmdir” (Lenin). Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden çıkıp tekelleşmeye başlamasıyla bir üst aşamaya çıkmıştır. Özellikle, 1880'lerden itibaren kapitalist üretimin yoğunlaşmasıyla serbest rekabetçilik sönümlenmeye, tekelleşme ise kapitalist sisteme egemen olmaya başlamıştır. Kapitalist üretimin gelişmesi, yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle, kapitalizmin serbest rekabetçi dönemi sona ermiş ve emperyalizm dönemi başlamıştır. Emperyalizm kapitalizmin en üst tekelci aşamasıdır.

Kapitalist üretimin gelişmesi, sanayi ve finans sermayesinin birleşmeye zorlamıştır. Yani, serbest rekabetçi döneminde ayrı ayrı olan sanayi ve finans sermayesi, bunların birleşimiyle tekelleşmeyi, kapitalizmi üst aşaması olan emperyalizmin temel özelliği olmuştur. Emperyalizm olgusu, kapitalist gelişmenin diyalektiğinin bir sonucudur. Yani, emperyalizm iradi bir olgu olmayıp, kapitalist gelişme diyalektiğinin bir nesnelliğidir.

 

Kapitalist sistem de eşitsiz gelişme ile ilgili Lenin'e de başvuralım:

 

“... kapitalist düzende, işletmelerin, tröstlerin, sanayilerin veya ülkelerin eşit oranda gelişmeleri olanaksızdır...2

 

Kapitalizm eşitsiz gelişmedir. Emperyalizm de eşitsiz gelişme daha da artmıştır. Hiçbir ülke aynı düzeyde değil ve sürekli bir değişim içindedir ve emperyalist sermayenin dünyaya hakim olma isteği, onu diğer emperyalistlere karşı mücadeleye sevk eder ve aralarında ölümcül bir rekabet vardır. Bu rekabet emperyalist savaşlara yol açar.

Önceki yıllar bir yana, sadece 1980-2023 arası ekonomik büyüklüklerine göre ülke sıralamalarına bakıldığında, her yıl sıralama değişmektedir. Üstekiler alta doğru, alttakiler ise üste doğru bir trend izlemekte ve yer değiştirmektedir. Ekonomik büyüklükler durmadan değişmektedir. Bu emperyalist ekonominin dengesiz gelişmesinin bir sonucudur. Birkaç yıl içinde Hindistan, ABD ve Çin'in arkasından 3. büyük ekonomi olacaktır. Bu önlenemez bir gerçekliktir. Hiçbir emperyalist ülke Hindistan'ın bu gelişimini, belki yavaşlatabilirler, ama durduramazlar. Ancak kendi gelişim sınırına vardığında yavaşlar ve durur. ABD, ne denli ticaret yasakları, kısıtlamalar, ağır verğiler, ticaret savaşları uygulasa da, Çin'in yükselişinin durduramaz. Çin ekonomisinin durması, bütün emperyalist ekonomileri vurur.

Çünkü emperyalist ekonomiler 1920'lerde değil, 2020'lerde ve üretim bütünüyle uluslararasılaşmıştır. Söylem yerindeyse; “kelebek etkisi” dünden daha fazladır. Emperyalist ülkelerin rakiplerine karşı, baskı ve çeşitli ekonomik ve siyasi yaptırımlar uygulamaları hiç bir zaman eksik olmadı ve olmayacak, ancak, kapitalist-emperyalist ekonomik sistemi temel ilkelerini değiştirmeye kadir değillerdir. Savaşlarla çözebilecekleri şey, egemenlik alanları üzerindeki söz söyleme ilişkileridir.

Emperyalizmin en temel özelliği, sermaye ihracıdır. Sermaye ihracı, yani dış ülkelere sermaye yatırımları, tekellerin kendi iç pazarının doyması ve sermayenin büyümesiyle dış ülkelere açılması ve oraları da sermaye ihracı yoluyla sömürmeleri, kendilerine bağlamaları, sömürü ve egemenlik pazar alanlarını genişletme eğilimi esas hale gelmiştir. Hiçbir kapitalist tekel iç pazarla yetinmez ve dış pazara açılarak sermayesini büyütmeye çalışır ve bu bağlamda da diğer rakip tekellerle pazarlara egemen olma mücadelesi verir. Dış pazarlara egemen olma eğlimi geçici bir eğilim olmayıp her tekelin ve emperyalist devletlerin esas eğilimi haline gelmiştir. Emperyalist devletleri tekellerden ayrı ele alınamaz. Kapitalizm tekelci kapitalizmdir ve kapitalist devlet ise tekelci devlettir.

Tekelleşme; kapitalizmin gelişmesi, yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle ortaya çıkar. Daha açık bir söylemle, kapitalist üretimin gelişmesiyle tekelleşme doğru orantılıdır.

Ülke içindeki tekelleşmenin gelişmesi, kaçınılmaz olarak her tekeli ve elbette her ülkeyi dış pazarlara yöneltir.

Emperyalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte, üretim süreci değişmemiş, tersine yoğunlaşmıştır. Kapitalizmin ücretli işgücü sömürüsü üzerindeki gelişmesi, temel olarak ona dayanması, ya da Marx'ın söylemiyle, “kapitalizmin artı-değer üretimi olması”, emperyalizm aşamasında değişmemiş, tersine, emek-sermaye arasındaki, yani, kapitalist ile işçi arasındaki çelişmeyi daha keskinleştirip daha görünür hale getirerek, iki sınıf arasındaki çelişmeleri daha da netleştirmiştir.

 Ve kapitalizm emperyalizm aşamasıyla, sosyalist devrimlerin yolunu açmıştır. Bu nedenle, Lenin, 1917 Rus Devrimiyle birklikte, “çağımız, emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır” belirlemesinde bulunmuş ve eklemiştir: “Emperyalizm proletaryanın toplumsal devriminin eşiğidir.”

1- Bir tekelin ya da bir ülkenin emperyalist aşamaya gelmesini belirleyen nedir?

„Emperyalist Türkiye“ kitabımda buna, kısaca şöyle yanıt vermiştim:

Bir ülkenin empeyalist olmasını belirleyen temel özellikler: Diğer emperyalistlere karşı açık tavır almasından çok, ülkedeki kapitalist gelişmişlikten, tekelleşmeden ve tekellerin uluslararsı bir niteliğe (başka ülkelerde sömürü ve sermaye yatırımları) sahip olmasıdır.3

 

Bu soruya verilecek yanıtı biraz daha genişletirsek: Kapitalist üretimin yoğunlaşması, sermaye birikiminin büyümesi ve merkezileşmesi ve bundan kaynaklı olarak tekelleşmenin gelişmesi ve dış ülkelere sermaye ihracıdır. Sermaye ihracını her şirket yapamaz. Sermaye ihracı demek, bir tekelin bir başka ülkede yatırım yapması, yani, fabrika kurması, fabrika satın alması, büyük emlak yatırımlarında bulunması ya da büyük inşaat işlerini yapması ve bir devlete borç para vermesi, çeşitli finansal yatırımlarda bulunmasıdır.

Banka açması ya da satın alması, sigorta şirkelerini kurması ya da satın alması vb. yatırımlar sermaye yatırımlarıdır. Yani, belli bir miktarda sermaye yatırımı ile bir dış ülkeye yerleşmesidir. Amacı, o ülkede sermayesini büyütmek ve pazar alanlarını genişletmektir. Bu özellikler, şirketleri, serbest rekabetçi dönemden ayıran temel özelliklerdir. Bu nitelikler, kapitalizmin en üst aşaması olan emperyalistleşmenin özellikleridir.

 

Örneğin, bugün bir çok kişi Türkiye ya da dünyanın her hangi bir ülkesinden ev satın almaktadır. Bir başka ülkenin vatandaşı bir kişinin oturmak amaçlı bir ev alması esasta sermaye yatırımı değildir. Çünkü bireysel amaçlıdır. Tekellerin sermaye yatırımı ise tamamen sömürü amaçlı ve sermayesini büyütmek amaçlıdır. Ve küçük bir sermaye ile salt bir küçük ev almakla yetinmez, esas olarak sermayesini büyütmek amaçlı olur. Ve bunu sürekli hale getirir. Türkiye'de, İranlı, Rusyalı, Ukraynalı, Iraklı, Suriyeli, Suudi Arabistanlı, Almanyalı, İngiltereli ve daha bir çok ülkeden insanlar evler satın alıyor. Bunların büyük bir bölümü bireysel orturmak amaçlıdır. Bu tür yatırımlar tekelci sermaye yatırımları değildir.

 

Türkiye'de Koç Holding'in (KH) sayısız dış yatırımları var. Bu tekeli dışında başka bir tekel örneği verelim. Örneğin, Tosyalı Holding (TH). Bu tekelin, Cezayir'in Oran şehrinde Demir-Çelik fabrikası, Angola'da maden cevheri işletmesi ve İspanya'nın Alegría-Dulantzi şehrinde “Baika Steel Tubular System” sprial boru üretim tesisi (fabrikası) ve Senagal'de organize sanayi bölgesi var.4 Bu yatırımların toplam tutarı 2 milyar ABD dolarını geçmektedir. Ve bu fabrika orada üretime geçmiştir. Ve fabrikasını her geçen günde büyütmektedir. Bu tekel aynı zamanda, sermaye büyüklüğü bakımından Türkiye'nin de sayılı tekelleri arasında yer almaktadır. Türkiye'de genelde demir-çelik sektöründe yer almakla birlikte başaka sektörlerde de faaliyet yürütmektedir. TH'in Karadağ'da da bir demir-çelik fabrikası vardı, onu satmıştır. Kısacası, TH, bireysel ev almıyor, en temel üretim alanlarına yatırım yapıyor. Ve tek bir ülkede değil, birden fazla ülkede yatırım yapıyor. Bu, tipik emperyalist bir tekelin dış yatırımları, sermaye iharacıdır.

 

Konumuz açısından önemli olan, bu tekelin dış ülkelerde sermaye yatırımı olması ve o ülkelerdeki işçileri sömürümesi ve o ülkelerde pazar alanlarını genişletmesidir. Sermaye, salt para değildir. Esas olarak, bir egemenlik ilişkisidir. Sermaye, siyasal egemenliğiyle, kendi ulusal (emperyalist) kültürüyle ve daha bir çok sosyal faaliyetiyle orda yer alır ve sermaye gücü oranında, doğrudan, sisyasal iktidara etkide bulunur. TH bunlardan birisidir. Ve TH emperyalist bir tekeldir. Nasıl ki, ülkemiz de fabrikaları olan Alman BOSCH5 (Bosch San. ve Tic. A.Ş.) tekeli bir emperyalist tekel ise, TH'de emperyalist bir tekeldir. Bosch daha büyük bir tekel iken, TH ondan daha küçük bir tekel olabilir. Emperyalizmde tekeller arası bir eşitlik söz konusu olamaz. Önemli olan nitelikleridir.

 

Daha başka örnekler verilebilir. Ancak, buna gerek yok. Önemli olan bir tekelin dış ülkelerde sermaye yatırımı yapabilecek bir sermaye birikimi durumuna gelmesi ve sermaye yatırımlarını gerçekleştirmesidir. 2022 yılı verilerine göre, Türkiye'li tekellerin 128 ülkede, 2033 adet sermaye yatırımı vardır.6 Bu, onlarca Türk tekelinin yurtdışında yatırım yapabilecek sermaye birikimi olduğunun bir göstergesidir. Türk tekellerinin dış ülkelere sermaye yatırımları her geçen günde büyümektedir. Yalnızca bir kaç on tekel değil, dış ülkelere sermaye ihracı yapan tekel sayısı da artmaya devam etmektedir. Bir tekelin emperyalist nitelikte olması, o tekelin  geliştiği ve üzerinde yükseldiği ülkenin ekonomik niteliğinden ayrı olamaz.

 

Emperyalist tekellerin, yatırım yaptıkları ülkelerde yerli tekellerle ortaklık (joint ventures) kurabilecekleri gibi, çok az bir hissesini de yerli tekele ya da bir başka emperyalist tekele verebilir ya da yatırımın yüzde yüzü kendisine de ait olabilir. Dünyanın en büyük tekellerinin gittiği ülkelerde ortaklıklıkları vardır. Bu tekellerin güçlerini koruma ve pazar alanlarını genişletmek amaçlı ilişkileridir. Örneğin, Otomobil tekeleri arasındaki kıyasıya rekabet nedeniyle, Fiat, Renault, Chrysler, güçlerini tek bir tekel altında birleştirdiler.

 

Tekellerin birleşmesi, ortaklıkları vb.nin bir çok örneği mevcut ve ortak bir şirket altında da rakiplerine karşı birleşebiliyorlar. Ya da eşit paylarla ortaklık kurabiliyorlar.

 

Türk tekelleri de gittikleri ülkede ya da Türkiye'de çeşitli yabancı tekellerle ortaklıklar kuruyorlar. Bazı ortaklıklarda kendi payları çok iken bazı ortaklıklarda ise kendi payları %50'nin altında kalabiliyor. Ortaklık oranı, bir tekelin emperyalist bir tekel olup olmadığının göstergesi olamaz. Örneğin, Çalık Holding (ÇH), Çöpler (Erzincan-İliç) altın madencilikteki payı %20 olarak açıklandı. Geriye kalanı Kanadalı SSR Mining & Alacer Gold (Türkiye'de bilinen adıyla “Anagold”) tekeline ait. ÇH'in Arnavutluk'da ve Kosova'da (adı, “Banka Kombëtare Tregtare” olan)7 bankası var ve bütünüyle ÇH ait. Yine ÇH'in Gine ve Mali'de maden arama şirketleri var. ÇH'in en az on ülkede sermaye yatırımı vardır. ÇH, küçük bir şirket değil, Türkiye içinde büyük bir tekel olduğu gibi, dış ülkelere de sermaye yatırımı yapabilecek duruma gelmiş emperyalist bir tekeldir.

 

Soruların Yanıtları:

1- Yeni emperyalist ülkeler çıkabilir, ama diğer emperyalistler buna izin vermez.

Bu sorunun cevabını „Emperyalist Türkiye“8 adlı kitabımda vermiştim. Diğer emperyalistlerin kendilerine rakip çıkarmak istemeyişi iradi değil nesneldir. Kapitalist gelişme yasaları içinde, büyük tekeller kendilerine karşı rakip çıkarmak istemez ve daha baştan boğmaya ya da en azından önlemeye çalışsa da, bu onun iradesinde olan bir şey olmayıp, kapitalist gelişme yasalarıyla doğrudan ilgildir. Böyle bir iradi önlem olsaydı, kapitalizm gelişemez ve kendisi gibi bir dünya yaratamazdı.

 

Kapitalizm, kapitalist gelişme yasaları içinde var olur ve gittiği her yere kendi yasalarını götürür. Örneğin, kapitalizmin çok az geliştiği ya da hiç gelişmediği feodal bir ülkeye'de gitse, orada kapitalizmin tohumlarını eker ve yavaş yavaş kapitalist gelişmeyi sağlayarak feodal ya da yarı-feodal ekonomiyi tasifyeye yönelir. Kapitalist ekonomi ile kapitalizm öncesi ekonomi belli bir süre içiçe olsa da uzun vadede kapitalizm kendisinden önceki ekonomik kalıntıları ortadan kaldırır. Bu kapitalizmin siyasal olarak ilerici olmasıyla bir ilgisi olmayıp, kapitalist ekonomik gelişme yasasıyla doğrudan ilgilidir.

 

Lenin, sermaye ihracının rolünü ilişkin bilinen formülünü buraya alalım. Bu formül bilinmesine karşın, bunun pratik karşılığı görülmezden gelinmektedir.

 

Sermaye ihracı, yöneltilmiş olduğu ülkelerde kapitalizmin gelişmesini, onu güçlü bir şekilde hızlandırarak etkilemektedir. O halde sermaye ihracı, ihraç eden ülkelerin gelişmesinde belli bir noktaya kadar bir yavaşlamaya yol açmaktaysa da bu, bütün dünyada kapitalizmi genişliğine ve derinliğine geliştirme uğruna olmaktadır.9 (abç)

 

Bugün kapitalizm bütün dünyada gelişmiştir. Yarı-feodal bir ülke yok gibidir. Sermayenin uluslararsılaşmasından öte, kapitalist üretim uluslararasılaşmıştır. Dünyaya bir avuç emperyalist tekeller egemendir. Hatta, dünyanın ilk en büyük 500 tekeli, dünya ekonomisini biçimlendirmekte ve yönlendirmekte olduğu rahatlıkla söyenebillir.

 

Kapitalizm serbest rekabetçi dönemden çıkalı yüzelli (150) yıla yakın bir zaman geçmiştir. Ve artık kapitalizm tekelci bir özelliğe sahiptir. Girdiği ülkelerde de buna göre gelişme gösterir. Yani, girdiği ülkedeki kapitalizm tekelleşme şeklinde ortaya çıkar. Emperyalist bir tekel, yeni girdiği bir ülkede, yerli işbirlikçiler ile ilişki kursada, o işbirlikçi kapitalist, tekelleşeme eğilimi taşır ve büyüdükçe tekelleşme artar.

 

2023 yılı itibariyle bütün ülkelerinin GSYH'nın toplamı yaklaşık 105 trilyon ABD doları kadar.10 Bu 1960 yılında 1,3 trilyon dolar civarındaydı. Bu, dünya ekonomisinin, son 60 yılda, yaklaşık 100 kat büyümesi demektir. Bu kapitalizmin büyümesidir. Kapitalizm derinlemesine ve genişlemesine büyüp gelişmiştir. Ve gelişmeye devam etmektedir. Bunun anlamı, hiç bir ülke ve hatta hiç bir yerleşim birimi kapitalizmin sömürü ağından kaçamaz durumdadır. Üretimin uluslararasılaşmasının gelişmesiyle beraber, kapitalizm en geri ülkelerdeki kapitalizm öncesi ekonomi biçimlerini söküp atmıştır.

 

Örneğin Koç Holding (KH), ilk başlarda işbirlikçiyidi. Emperyalist tekellere bağlı olarak gelişiyordu. Çünkü esas sermaye emperyalist tekelin elindeydi. Yani, kendisi komprador nitelikte bir kapitalisti. Ancak, zaman içinde sermaye birikimini büyüttü ve bağlı olarak büyüdüğü emperyalist tekele rağmen gelişme gösterdi ve bağımsız hareket etmeye başladı. Her kapitalist tekel, büyümek, bağımsız hareket etmek ve kendi sermayesini kendisi kontrol etmek ve dışarıya açılmak eğilimini taşır. KH'de bunu yaptı. 1927 yılında emperyalist tekelin (Ford Tekeli) ya da tekellerin işbirlikçisi olarak gelişti ve 1970'lerden itibaren kendi tekelleşmesini tamamlayarak, bağımsız hareket etmeye başladı. Ve bu süre içinde ülke ekonomisi içindeki payını artırdı. Ancak, bir süre sonra ülke içindeki pazar yeterli gelmeyip dışarıya açılmaya, dış pazarlarda yer edinmeye başaldı. Bu gelişme, KH'in emperyalist karakter kazanmasının, emperyalist aşamaya gelmesinin bir sonucudur.

 

Koç Topluluğu bugün, yurt dışında 60’tan fazla üretim tesisi ve pazarlama şirketi bulunan ve 150'den fazla ülkeye ihracat yapan büyük bir aile.„11 

KH'e bağlı Arçelik tekelinin, Türkiye'de dahil 9 ülkede 30 fabrikası (üretim tesisi) var. KH büyüdükçe, dış ülkelerdeki ticari ilişkileri ve iştirakları, üretim alanları ve üretim tesisleri de artıyor. Bugün, KH'in, dünyada, ayak izlerinin olmadığı ülke yok gibidir. Ya ihracat, ya ithalat ya da üretim tesisleri, lojitstik ağları ve bürolarıyla uluslararası bir tekel konumundadır.

 

KH'in yıllık cirosu (örneğin 2022) Türkiye'nin GSYH'nın %9'una, ihracatı, Türkiye'nin toplam ihracatının %7'ine, İstanbul Borsa'sındaki şirketlerinin toplam değeri, borsadaki şirketlerin toplam değerinin %19'una denk geliyor. Bu büyük bir tekelleşmeyi göstermektedir.12 KH'in toplam cirosunun %30'u yurtdışı satışlarından oluşuyor.

 

Kapitalist bir ülkede, kapitalist bir tekelin gelişmesi, o ülkedeki genel kapitalist gelişmeden bağımsız olamaz. KH'in, büyümesi, gelişmesi ve dış ülkelere açılabilecek, yani sermaye ihraç edebilecek seviyeye gelmesi, Türkiye'nin kapitalist gelişmesinden ve emperyalist aşamaya gelmesinden bağımsız değildir. KH'in yıllık cirosu ilk defa (2023 son) 1 trilyon TL'nin üzerine çıktı ve "Ali Koç'un ayağa fırlaması"na neden oldu. Türkiye'nin 2023 GSYH ise 1 trilyon 100 milyar ABD dolarının üzerine çıktı.

 

Türkiye'de KH gibi onlarca uluslararsı Türk tekeli vardır. Bunları burada sıralamak fazlalık olacaktır. THY ve Şişecam gibi tekelleri incelemek bile, Türk devletinin emperyalist niteliğini ortaya koymaya yeter.

 

Örneğin bir THY tekeli (devlet tekelidir ve doğrudan TVF'a bağlıdır) ciro açısından Avrupa'nın, Lufthansa ve Fransa-KLM'den sonra 3. büyük tekelidir.13 İngilizlerin British Airways'ı 4. sıraya düşmüştür. Emperyalistler THY'ın büyümesini ve diğer havayolu tekellerin pazarını kapmasını önliyemiyorlar.

 

Türkiye'nin en büyük finans tekellerinden bir olan İş Bankası'na bağlı Şişecam tekelinin yükselişini ve Avrupa'da bir çok tekelin pazarını kapmasına, emperyalist büyük tekeller engel olamıyor ve Şişecam düzcam üretiminde Avrupa'nın 1-4 arasında yer almaktadır. Kendisi 1. olduğunu yazıyor.14 Ayrıca, İtlay'da iki, Bulagaristan'da bir üretim fabrikası olan Şişecam'ın üretimi AB'e dahil olmaktadır. Şişecam'ın 14 ülkedeki toplam 45 tesisi ve 22 bin çalışanı var ve 50’den fazla ülkeye satış gerçekleştiriyor. Satışlardaki bölge-kıtaların payları: Avrupa % 87, ABD %3, Asya-Okyanusya'da %7 ve Afrika-Ortadoğu'da %3 kadar ve gelirlerinin %60 yutdışıdır.15

 

Bu bilgiler kolayca internet sayfalarında bulunabilir ve bu bilgilerin verilmesindeki amaç; büyük emperyalist tekellerin daha küçük tekellerin gelişmesini ve büyümesini, yenilerin, eskilerin pazarlarını kapmalarını engelliyemediklerini görebilmek içindir.

 

Büyük emperyalist ülkeler ya da büyük tekeller, yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkışına izin vermez anlayışı, iradicilik ve kapitalizmin, komplo teorileri üzerinde geliştiğini sananların düşüncesidir.

 

Devam edecek...

e-mail adresim: yusufkoese@hotmail.com

 

 

 

1Friedrich Engels, Anti-Dühring, sf. 92, İkinci Baskı, Sol Yayınları

2Lenin, Emperyalizm, sf. 120, Sol Yayınları

3Yusuf Köse, Emperyalist Türkiye, sf. 309, 2022 , El Yayınları

4tps://www.tosyaliholding.com.tr/faaliyet-alanlarimiz/grup-sirketleri/yurt-disi-istirakler/sts-fabrikasi-ispanya

51972'den beri Türkiye'de faaliyet sürdüren Bosch tekeli, “2023 yılı ön kapanış rakamlarına göre yaklaşık 19.800 çalışanla 145 milyar TL toplam satış gelir“ elde etmiştir. https://www.bosch.com.tr/sirketimiz/bosch-tuerkiye/

6https://ticaret.gov.tr/data/5c4ac3db13b876297ce9a568/Yurtd%C4%B1%C5%9F%C4%B1%20Yat%C4%B1r%C4%B1m%20Anketi%20-%202022%20Sonu%C3%A7%20Raporu.pdf

7https://www.ekonomim.com/finans/haberler/calik-grubunun-arnavutluktaki-bankasi-bkt-10uncu-kez-yilin-bankasi-secildi-haberi-458254

8Yusuf Köse, Emperyalist Türkiye, sf. 309-323

9Lenin, Emperyalizm, sf. 66

10ttps://www.visualcapitalist.com/visualizing-the-105-trillion-world-economy-in-one-chart/

11https://www.koc.com.tr/faaliyet-alanlari/uluslararasi-ag

12KH 2022 faliyet Raporu, sf.4

13https://de.statista.com/statistik/daten/studie/1046204/umfrage/groesste-fluggesellschaften-in-europa-nach-umsatz/ Statista 2024

14https://www.mordorintelligence.com/industry-reports/europe-flat-glass-market/market-share

15https://www.sisecam.com.tr/tr/Documents/Dunyada_Sisecam.pdf

 

BLOG: Y_Köse:

https://yusufkose.blogspot.com/?fbclid=IwZXh0bgNhZW0CMTAAAR30NrW2NpiFTALi29WRJqnsOAXe0AfFzQwcjkcHKvFKK1_N9Wa_CsAlCUM_aem__Ji6T7CQfXPx0O82VikQdg

 

Emperyalizm Üzerine Notlar -2

 Motor Üretimi Yoksa, Emperyalizm De Yoktur”

Soru: 2 -Türkiye'nin kendi tekniği (gelişmiş sanayisinin) yoktur. Örneğin bir motor bile yapamamaktadır. (Marksist Teori'nin Almanya-Frankfurt'da 24 Şubat 2024"de düzenlediği "Lenin ile Dünyaya Bakmak" Sempozyumu tartışmalarından)

Emperyalizm tartışmalarında, Türkiye ve diğer yeni emperyalist ülkelerin emperyalist olduğunu reddeden anlayışların, karşı eleştirlerin en sık getirileni, bu ikinci soru. “Türkiye emperyalist olamaz, çünkü kendi tekniği yok, kendi üretim araçları yoktur.” “Türk tekellerinin ya da şirketlerinin kullandığı makineler ithaldir, dolaysıyla diğer emperyalistlerin makineleridir, emperyalistler makine vermezse Türk devleti üretim yapamaz.” vb. anlayışlar en yagın olanı.

Bunun yanıtı aslında çok basit. Sanayi gelişmemişse, tekelleşeme de olamaz. Bu soru, Türkiye'yi kapitalist olarak kabul edenlerinde sorusu. Örneğin, Marksist Teori, Türkiye burjuvazisini, tekelci burjuvazi olarak değerlendiriyor ve ülkede tekelci kapitalizmin egemen olduğunu savunuyor. Tekelci kapitalizmin egemen olduğu bir ülkede, sanayinin gelişmediğinden söz edilemez. Tekelcilik, sanayi sermayesi ile banka sermayesinin birleşiminin adıdır. Ve tekelleşme, emperyalizm çağına özgüdür. Yani kapitalizmin bir üst aşaması olan emperyalist ekonominin bir ürünüdür. Tekelciliğin gelişmi, kapitalist ekeonomiyi bir üst aşamaya çıkarır. Bu emperyalizmdir.

 

Türkiye'de “motor üretilmiyor”, “makine üreten makine üretimi yok” anlayışları, Türkiye kapitalizmini de tanımıyorlar dense yeridir.

 

Evet, Türkiye, imalat sanayinde büyük oranda ithal girdilere bağımlıdır. Ama bu onun sanayisinin olmadığı anlamına gelmez. 2023 yılında GSYH 1,1 trilyon dolar olan bir ülkenin, bu kadar büyük bir sermaye birikimini tarım ürünlerinin satışından elde ettiği varsayılıyorsa, yanılıyor. Aynı karşıt eleştirciler, “tarımında yok edildiğini” söylemeleri, kendi içinde tutarsızlık olduğunu da göremiyorlar.

 

“Emperyalist Türkiye” kitabımda, “Türkiye'de İmalat Sanayinin Gelişimi” başlığı altında incelenmişti:

 

Kapitalizmi kendinden önceki ekonomilerden ayıran noktalardan birisi, üretici güçlerin ve üretimin merkezileştirilmesidir. Kapitalizmde, sermaye ve üretimin merkezileşmeye doğru bir eğilim gösterir ve kapitalist üretim sürdükçe sermaye birikiminin ve üretimin büyümesinin merkezileşmesinin sınırı da yoktur.” 1

 

“Türkiye'de makine üreten mikene üretimi yoktur” iddiası yüzeysel ve ülkedeki kapitalist ekonomiyi yok sayan ya da küçümseyen yaklaşımların bir sonucu olduğu gerçeğinin yanında, bu iddiaları istatistiki veriler doğrulamıyor. Türkiye, 2001'den itibaren makine sanayine daha fazla yatırım yapmıştır. Bu konu bütün istatistiki verilerle adı geçen kitapda yer almaktadır. Örneğin, 2001 yılında imlat sanyine yatırılan sermayenin miktarı 7 milyar 378 milyon TL iken, 2018 yılında 106 milyar 523 milyon TL olmuştur. Kısacası 2001-2018 yılı arası, imalat sanayine yatırılan toplam sermaye yatırımı 430,391 milyar TL olmuştur.2

Aynı kaynağın verilerine göre; Türkiye’de gayri safi sabit sermaye yatırımı, 2018 yılı verilerine göre, Rusya, İspanya, Avustralya, Meksika, isviçre ve Polanya’dan daha fazladır. Bu yıl içinde dünya ortalaması %23,5 iken, Türkiye %29,9 civarında gerçekleşmiştir. Bu alanda en yüksek yatırım %32 ile Endonezya’da gerçekleşmiştir.

 

Makine ve ekipman yatırımı artış hızında Türkiye, 2010-2017 yılları arasında Fransa, Almanya, İngiltere, İspanya ve İtalya’dan daha yüksektir.”3

 

İmalat sanayinde, yabancı serme yatırımı, bazı ulusalcı kesimlerin abartısına karşın, 2015-2020 yılları arasında, %23,11 civarındadır. Türk tekellerinin ve şirketlerin yatırımı ise %76,89 civarındadır. İmalat sanayinde yabancı sermaye yatırımı 2021 yılında 1,6 milyar dolar iken, 2022 yılında biraz gerileyerek 1,59 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. 4

 

Makine sanayinde yabancı yatırımı da oldukça azdır. Örneğin 2021 yılında 70 milyon dolar olan yabancı sermaye yatırımı 2022 yılında 44 milyon ABD dolarına gerilemiştir. Yani, 2021 yılında, yabancı sermayenin makine sanayindeki payı %4,23 iken, 2022 yılında %2,77'e gerilemiştir.5

 

Burada, yeniden Türkiye'nin sosyo ekonomik yapısına ve ayrıntılarına girmilmeyecek. Bu çok ayrı bir konu. Ancak, “motor yok”, “teknik yok” gibi yüzeysel yaklaşımlar, Türkiye kapitalizminin geldiği noktayı göremek ya da görmek istememekten kaynaklı olduğu çok açık.

 

Ayrıca, Türkiye'nin emperyalist aşamaya geldiğini kabule yanaşmayanlar, fosil yakıt olmadan sanayisi duracak ülkeleri (örneğin AB'nin ileri gelen emperyalist ülkelerini, Çin'i) aynı kaygıyla sorgulamıyorlar. Enerji açısından esas olarak fosil yakıta (petrol, doğal gaz, kömür vb.) bağlı ülkeler, bu yakıtlar olmadan “motorları”nı çalıştıramazlar, sanayinin tekerleklerini dönderemzler. İstedikleri kadar motor yapsınlar, teknikleri yüksek olsun, ama, bunlar için enerji lazım. Bu enerji de belli sayıda ülkede var.

 

Örneğin, çip konusunda hemen hemen hepsi Tayvan'a bağımlılar. Tayvan çip tekelleri üretimi durdursa, ya da “satmıyoruz” deseler, çoğu sanayi ülkesi araba üretemeyecek, robot yapamayacak ya da dijital üretimi gerçekleştiremeyecekler.

 

Çip üretiminde genel dünya sıralaması; Tayvan: %54 | ABD: %12 | Güney Kore: %10 | Çin: %8 | Japonya: %7 | Avrupa Birliği: %6 | Diğerleri: %3 Tayvan, TSMC adlı şirket sayesinde dünyanın en büyük ve en değerli çip üreticisi konumunda. TSMC, Apple ve Intel gibi devlere çip tedarik ediyor.”6

 

Apple, İntel gibi süper emperyalist tekeller ve daha bir çok teknoloji tekelleri, Tayvan tekellerine bağlı. Çip üreticisi TMSC tekeli, “benden size fayda yok” dese, Apple, İntel ve diğerlerinin “büyüklükleri”, “süper tekel” oluşlarının hiç bir anlamı kalmayacaktır. Emperyalizmi, üretimin temerküzü, sermayenin yoğunlaşması ve tekelleşmesi olarak ele almayanların, emperyalizmden anladıkları, “ya satmazsa ne yapacak”la sınırlı kalıyor. Oysa, emperyalist sistem bir bütündür ve hepsinin birbirine gereksinimi var. Birbiriyle ölümüne kapışsalarda, üretim çoktan uluslararasılaşmıştır ve emperyalist sermaye de uluslararsı bir sermeyedir. Dünyadaki uluslararası sermayenin dolaşım hızı, bilgisayar tuşlarına basma anından daha hızlı hale gelmiştir.

 

Dünya'da çip üretimi çok az sayıda ülkenin elinde. “motor yok” diyenler değil, “çip yok” diyenler daha önceliklidir. Çünkü teknoloji giderek dijitalleşmekte ve yarı iletkenler olmadan artık otomobillerde üretilemiyor.

 

Örneğin, dünyanın belli başlı buğday üreticisi ülkeler vardır. Bunlar buğdaylarını satmasa, ülkelerin çoğu aç kalacaktır. Rusya-Ukrayna savaşında bu daha net ortaya çıktı. Oysa, Ukrayna'nın buğday üretimi dünya buğday üretiminin %3'üne denk gelmektedir. Türkiye ise, dünya buğday üretiminin %3,4'ünü yapmasına karşılık yine de ithal etmek zorunda kalıyor. Dünya buğday üretiminin büyük bir bölümünü, sırasıyla, Çin (%20), Hindistan (%16) Rusya (%12) ve ABD (%7) üretmektedir.

Almanya ve AB ülkelerinin çoğu, Rusya'ya yatırım uygulamamlarına, doğal gaz ve petrol alımını sınırlamalarına karşın bütünüyle kesemiyorlar. Almanya hala doğal gazının %4'ünü Rusya'dan almaya devam ediyor. Almanya istemediğinden değil, Rusya Almanya'ya fazla gaz vermek istemediği için, açık olan bir boru hattından az miktarda gazı Almanya'ya satıyor. Şu anda Alman sanayicileri BDI (Almanya'nın TÜSİAD'ı sayılır) isyan etmiş durumda ve hükümete doğrudan ültimatov verdiler. “potansiyelimizin altında kaldık”, ömrün azaldı diye. Çünkü, ucuz Rus gazı kesilince, emperyalist Almanya ekonomisi giderek küçülmeye başladı.7

 

Bütün emepryalist ülkelerin birbirlerine gereksinimi var ve birbirleriyle ticari (ithalat ve iharacat) ilişkisini sürdürmek zorundadırlar. Motoru olmayan ya da yeterli motor üretemeyen motor ithal edecek, gazı olmayan gaz, çipi olmayan çip, buğdayı olmayan buğday, çocuk bezi üretemyen ya da yeterli üretemeyen çocuk bezi ithal edecek ya da bunları fazlasıyla üretenler satacak. Kapitalist ekonomide amaç, mal üretim stoklamak değil, fazlasıyla satmak ve kar elde etmektir. Burjuvazi satamadığı malı üretmez. Üretiklerini birbirlerine karş koz olarak kullanırlar mı? Elbette kullanırlar! Eşitsiz gelişen kapitalist-emperyalist ekonomide bu kaçınılmazdır.

 

Ayrıca, burjuvazi içerde kendine yeterli üretiklerinin bir kısmını dışarıya satar, ama karşılığında aynı maldan başka bir ülkeden satın alır. Örneğin, Türkiye, kendi ürettiği buğdayı hem ihraç eder, ama aynı zamanda başka bir ülkeden aynı kalitede buğdayı ithal eder.

 

Tekelleşmiş bir dünyada, tek tek tekeller için dünya bir pazar yeridir. O, salt üretim üsünü düşünmekle kalmaz, bir bütün olarak dünyayı düşünür, rakiplerinin kimler olduğunu, pazar paylarının ne olduğunu, hangi bölgelerde (ülke-kıta) yoğunlaştığını, zayıf ve güçlü yanlarını analiz ederek üretimini pazara sunar ve pazardan pay almak için tüm gücüyle (bol reklam, düşük fiyat, kalite, devlet olanaklarını kullanma, pazar alanındaki isiyasal iktidar ile yakın ilişki -komisyon adı altında büyük rüşvetler vererek- ) mücadele eder. Sermaye büyüdükçe, pazar payları artıkça kapitalistlerin uykuları da, sermayenin büyüklük oranına göre kaçar. Tekelin esas düşmanı işçi sınıfı olmasına karşın, kendi sınıfından her tekel birbirinin de düşmanıdır. İşçi sınıfına karşı birlik olurlar, ama bu birlik kendi içinde çelişmelidir. Halkımızın deyimiyle, aynı zamanda, birbirinin kuyusunu da kazarlar ve asla birbirlerine sırtlarını dönmezler. Bu durum, sermayenin büyüklüğü ile doğru orantılıdır. Her bir kapitalistin gözünde istatistikler, yılıdırm hızıyla gelip geçer. Doğaya, insana ve her şeye zarar verme oranları da sermayenin büyüklüğü ile doğru orantılıdır. Sermaye büyüdükçe vahşileşmesi de artar.

 

Emperyalizm Çağında Milli Üretim

 

“Üretim araçlarını üreten makine üretemiyor”, “motor yok” diyenlerin, “milli ve yerli mal”dan söz ettikleri ve emperyalizm çağında, burjuvaziden “millicilik” beklediklerinden kuşku yoktur. Emperyalizm, ya da emperyalist tekeller, belli ülkelere bağlıdır, ama, onlarda kapitalizmin ilk ortaya çıktığı dönemdeki millicilik yoktur. Üretimleride uluslararasıdır.

Birkaç örnek verelim. Örneğin, Mercedes, sadece tek bir seri araba için, tam 1500 tedarikçi ile çalışıyor.

 

2014 yılındakki bir haberi buraya alalım:

 

Mercedes Satın Alma Direktörü Klaus Zehnder Pazartesi günü Stuttgart'ta yaptığı açıklamada, Pekin ve ABD'deki C-Serisi üretiminde tedarikçiler tarafından yerel olarak üretilen oranın yüzde 60 olduğunu söyledi. Bu sadece geçici bir durumdur. Gelecek nesil için referans noktası yüzde 80'dir. Ve “Zehnder dünya çapında yaklaşık 1.500 tedarikçiyle ilgileniyor.8

Bir başka haber de Volkswagen ve Mercedes'den:

 

Mevcut VW Golf'ün tedarikçi listesi, birkaç değişiklikle Mercedes A-Serisi ile aynı tedarikçileri içeriyor: Thyssen Krupp direksiyon kolonundan, Martinrea yan panellerden, ITT Italia fren balatalarından, Hellermanntyton ise direksiyon kolonundan sorumlu. Fren sistemi, kilitleme sistemi için Kiekert, vites kutusu yatakları için Koyo.”9

 

Aynı haberin devamında Çin'in otomobil üretimiyle ilgili bir bilgi var:

 

Yakında Avrupa pazarını sarsacak olan ve çok dikkat çeken Çin otomobili Qoros 3 de ünlü tedarikçilerden alınan bileşenlerden oluşuyor. Bunların aynı zamanda VW Golf veya Mercedes'i de donatan aynı şirketler olması alışılmadık bir durum değil. “Automobilwoche” ticari dergisinin verilerine dayanan birkaç örnek:

Motor ve şanzıman: Valeo, Mahle, Bosch, BorgWarner, Continental, PMG, Getrag ve diğerleri
İç Mekan: Johnson Controls, Magna, Bader, Magna, Marquardt, Valeo, IAC ve diğerleri
Navigasyon ve radyo: Microsoft (telematik), Neusoft (bilgi-eğlence)”

 

Burada bir anımsatma yapıp devam edelim: TOGG “yerli ve milli”diye pazarlama yapan hükümet ve buna karşı “yerli ve milli değil” diyen burjuva muhalefet ve bir kısım solcu kesim. Burjuva muhalefeti anlamak kolay da, kendine ML diyen kesimleri anlamak zor. Bir taraftan emperyalizm ve proleter devrimler çağında olduğumuzdan söz edilecek, öbür yandan burjuvaziden “milli” üretim bekleyecek? Ama Çin'in en meşhur otomobilinde bir tane “milli” parça yok. Ama Çin “malı”. VW ve Mercedes'in parçaları binden fazla tedarikçi (ezici çoğunluğu değişik ülkelerden) tarafından üretilip ve belli merkezlerden montajlanarak üretim sonlandırılacak. Bunlarda “milli”lik aranmayacak, ama, TOGG'da “illa da milli ve yerli olması” değer bulacak. Sorun TOGG'un parçalarının nerde üretilmesi değil, böyle bir ototmobilin pazar alanı bulabilecek mi? Diğer dev otomobill tekelleriyle mücadele edebilcek mi? TOGG'u üretenleri ve buna sermaye yatıranları en çok düşündüren bu sorundur.

 

Bugün, otomobilden, bilgisayara, cep telefonundan en yüksek teknolojilere kadar, “yerli” üretim yoktur. Büyük markalar, bütün parçaları yüzlerce değişik üretim alanında ürettirip, bir merkezde montajını yapar. Örneğin, otomobil tekeli VW, Almanya'da fabrikaları birer montaj yerleridir. Otomobilin parçaları değişik ülkelerden gelir. Yukarıdaki haberler dikkat çekici olmalıdır. Bu üretimin uluslararasılaşmasının en yüksek seviyesini göstermektedir.

 

Elimizdeki cep telefonları, bilgisayralar, içini açıp baktığımızda herbir parçanın değişik bir ülkede yapıldığını görebiliriz. Örneğin, Apple'in ürettiği çoğu cep telefonları, biligisayarlar Çin'de üretilir, ama ABD malı olarak piyasaya sürülür. Apple ürünlerinin Çin'deki üretici firmasıysa Tayvan tekeli Foxconn'dur.10

 

Şu söylenebilir, ABD, Çin, Japonya, Almanya, Tayvan vb. gibi bir çok ülke yüksek teknoloji üretimine sahip. Türkiye ise bu üretim alanında geri. Bu doğru. Ancak, bu durum Türkiye'nin üretiminin toplusallaşmadığını, tekeleşmenin olmadığı anlamına gelmez.

 

Örneğin, Türkiye'nin ihracat kalemleri arasında, ilk on kalemde, sırasıyla; 1-otomotiv endüstrisi, 2- kimyevi maddeler ve mamulleri, 3- hazırgiyim ve konfeksiyon, 4- elektrik ve elektronik, 5- çelik, 6- hububat, bakliyat, ayğlı tohum ve mamulleri, 7- makine ve aksamları, 8- demir ve demir dışı metaller, 9- tekstil ve hammaddeleri, 10- savunma ve havacılık sanayi gelmektedir.

 

Bunların bir kısmı yüksek teknoloji ürünü iken, bir kısmı orta-yüksek teknoloji ürünüdür. Emperyalizmi salt yüksek teknoloji ile tanımlamak, doğru bir yaklaşım değildir. Emperyalizm, tekelleşmedir. Yani üretimin yüksek düzeyde temerküzüdür. Üretimin yüksek düzeyde temerküzü, sermayenin yüksek düzeyde birikimi ve yoğunlaşmasıdır. Yani, her alanda tekelleşmedir. Serbest rekabetçi dönemde üretimin yüksek düzeyde temerküzü yoktu. Küçük işletmelerden büyük sanayi üretimine geçiş, tekelleşmeyi de doğurdu.

 

Bazı anlayışlar, emperyalizmi, ekonomik yapıdan ayrı ele alarak, salt askeri saldırganlığa bağlıyorlar. Ya da emperlizmi salt sisyal bir eğilim olarak değerlendiriyorlar. Bu eksik bir tanımlamadır. Hiçbir siyasal eğlim ekonomik alt yapıdan bağımsız olamaz. Emperyalizmin siyasal gericiliği, onun sahip olduğu ekonomik yapıyla bütünleşmekte ve onun ürünüdür. Emperyalizm kapitalizmin bir üst aşamasıdır. Bunun anlamı, daha yüksek bir üretim biçimidir.

 

Lenin bunu şöyle tanımlar:

 

Ekonomik özü itibariyle, emperyalizmin tekelci kapitalizm olduğuğunu gördük. Yalnızca bu, emperyalizmin tarihteki yerini belirlemek için yeterlidir, çünkü serbest rekabet zeminide ve tamı tamına serbest rekabetten doğan tekel, kapitalist düzenden daha yüksek bir sosyo ekonomik düzene geçiştir.”11

 

Demek ki, emperyalizm burjuvazinin salt bir siyasal eğilimi değil, esas olarak ekonomik bir temeli olan ve “kapitalist düzenden doğan sosyo-ekonomik” bir yapıdır. Siyasal eğilimler, ekonomik alt yapıdan bağımsız olamaz.

 

Lenin, döne dolaşa, emperyalizmi tanımlarken; tekelleşmeden, üretimin temerküzünden, sermayenin aşırı birikiminde, banka sermayesi ile sanayi sermayesinin bileşmi ve finans sermayesinin egemenliğinden, sermaye ihracından vs. söz eder. Serbest rekabetçi dönem ile emperyalizm dönemini birbirinden ayıran temel ekonomik olguları böyle sıralar.

 

Tekellerin egemen olduğu tekelci Türk devletini, esas olarak bir kaç on tekelin egemen olduğu Türkiye ekonomisini, emperyalizm olgusunun dışında tutatanların, Lenin'in emperyalizm tanımıyla çeliştikleri bir gerçektir.

 

Devam edecek...

yusufkoese@hotmail.com

 

 

1Yusuf Köse, age, sf. 33

2Yusuf Köse, age, sf. 36 (ayrıca bkz. MAKFED, Türkiye'nin Makinecileri, Sermaye Yatırımları Analizi Raporu, Mayıs 2020)

3Y. Köse, age, sf. 35

4MAKFED, Makine İmalat Sektörü, Türkiye ve Dünya Değerlendirme Raporu, sf. 45, Ekim 2023

5MAKFED agR, sf. 45

6https://www.dunya.com/kose-yazisi/gelecek-icin-hangisi-cip-mi-bugday-mi/703770

7https://www.tagesschau.de/wirtschaft/konjunktur/kritik-bdi-regierung-100.html

8https://www.motor-talk.de/news/daimler-will-fuer-auslandsproduktion-mehr-teile-vor-ort-kaufen-t5119837.html

9https://m.focus.de/auto/news/autoabsatz/das-steckt-in-neuen-autos-drin-daraus-besteht-der-vw-golf-und-der-qoros-aus-china_id_3713388.html 2014 yılı.

10Bkz. Yusuf Köse, Dijitalleşme, İşçinin Üretim Sürecinin Denetleyicisi ve Düzenleyicisi Olacağı Tarih, sf. 80

11Lenin, Emperyalizm, “emperyalizmin tarihteki yeri”, sf. 147, Sosyalist Yayınlar


Emperyalizm Üzerine Notlar-3

Emperyalizm, Bağımlılık ve Eşitsiz Gelişme

Soru 3:

Türkiye Mali olarak ABD ve AB Emperyalistlerine Bağlıdır

Cevap:

Türkiye'nin mali olarak, mali olarak daha güçlü emperyalist ülkelere ihitiyaç duyduğu hatta bağımlı olduğu bir gerçektir. Ancak bu bağımlılık, bir yarı-sömürge ya da bağımlı ülke bağımlılığı gibi olmayıp, finansal olarak daha büyük olmamasıyla ilgilidir.

Türk devleti, 1970'lerin „70 cente ihtiyacı“ olan bir devleti değildir artık. O süreçte, gerçekten de yarı-sömürge statüsünde bir ülkeydi ve kendi ekonomisinin yürütmek için daha büyük bir sermaye ihtiyaç duyuyordu. Bugün de duyuyor. Bugün şu veya bu şekilde borç alabiliyor. Diğer emperyalist ülkelerden aldığı borç, büyük bağımlılıklar ve büyük tavizler karşılığında değil, karşılıklı tavizler ilişkisi içinde almaktadır.

 

TC Merkez Bankası 2024 yılı 4. çeyrek verilerine göre1, özel tekellerin borçlarının toplamı yaklaşık 154,5 milyar ABD doları kadar. Avrupa ülkeleri bankalarına olan borçlarının toplamı yaklaşık 70,894 milyar ABD doları. Bunun 21 milyarı İngiltere bankalarına, 14,5 milyar'ı Almanya bankalarına, 11,852 milyarı Rusya'ya vs. Kuzey Amerika (ABD, Kanada, Bahamalar, Cayman Adaları, Hollanda Antilleri) bankalarına olan borç toplamı ise 16,776 milyar dolar. Bunun içinde ABD'e olan borç miktarı ise 9,6 milyar dolar.

 

Türkiye'nin Güney Afrika ve diğer Afrika ülkelerinin bakalarına da borçları var. TCMB'nın „Diğer Afrika“ dediği Katar olsa gerek. Asya ülkeleri bankalarına olan borç toplamı yaklaşık 38,2 milyar dolar. Yaklaşık 12 milyar dolar sadece Bahreyn bankalarına. BAE bankalarına 9,5 milyar dolar, Çin bankalarına 3 milyar doları aşkın, Japonya bankaların 2 milyar dolar. Kuveyt banklarına olan borç yaklaşık 2,2 milyar dolar, Suudi Arabistan bankalarına ise 289 milyon dolar, düşünüldüğünden az. Tahvil borçlarının toplamı ise 28,3 milyar ABD doları kadar. Bu borçların içinde kamu kurumlarının aldığı ve ödemek zorunda olduğu kredi borçları yer almıyor.

 

Yukarıdaki rakamlardan da hareketle, toplamda 154 milyar olan borcun, 80 milyarı AB ve ABD bankalarına ait. Gerisi çeşitli ülkelerin bankalarına. Bu ülkeler içinde Kazakistan, Azerbaycan ve daha bir çok ülke var.

 

Türk devleti bugün, emperyalist kutuplaşmalar arasında, çıkarları ne tarafı gösteriyorsa o tarafa “dümen” kırmaktadır. Ama bu “dümen”, bütünüyle değil, her iki tarafı kollayarak yapılmaktadır. Yani, gerektiğinde AB'e yüzünü döner gibi yapıyor ve gerektiğinde ise Çin ve Rusya'nın olduğu tarafa yüzünü döner gibi yapıyor. Bu özellik sadece Türk devletine özgü olmayıp bütün emperyalist ülkeler genelde aynı taktiği izlerler. ABD ve AB'nin baskısına rağmen Rusya'ya yatrım kararı almadığı gibi, ilişkisinin bütün tehditlere rağmen sürdürmekte ve ABD ve AB'den boşalan ekonomik alanı doldurmaya çalışmaktadır.

 

Maliye bakanı M. Şimşek'in „kapı kapı dolaşarak para dilendiği“ bir gerçektir. Uluslararsı sermayeyi ülke içine çekme politikası kapitalist ekonominin doğal bir eğilimidir. Bu eğilim büyük emperyalist ülkeler ve tüm kapitalist ülkeler için de geçerlidir. „Sıcak para“ ya da „yatırım“ dedikleri sermaye girişlerinin olması için, sermaye verecek ülke ya da tekellere her türlü kolaylıkları gösteriyorlar. İngiltere başbakanı Sunak, „Küresel şirketler bize 29,5 milyar Sterlin yatırım yapacak“ diyerek ellerini ovuşturuyordu.2 „Küresel Yatırım Zirvesi“nkatılacak uluslararası tekeller ise, dünyanın en büyük finanas tekellerdir. Hatırlanırsa, aynı çağrıyı eski başbakan B. Johnson'da yapmış ve uluslararsı tekellerin katıldığı bir toplantıyı 19 Ekim 2021 gerçekleştirmişti.3

 

Dünyanın en borçlu ülkesi ABD emperyalist devleti olduğu biliniyor. Bütçe giderlerini karşılamak, borçları kapatmak için borcunu yeni borçlar alarak ödemeye ya da büyük miktarlarda tahvil satarak borçlarını kapatmaya, ekonomisini döndürmeye çalışıyor. Aynı Türk devletinin yaptığı gibi...

 

2022 yılı verilerine göre, dünya tahvil piyasası 133 trilyon doları aşmıştır. Dünyanın borçlanma senedi son 40 yıl içinde yedi kat büyümüştür. Bu borç büyümesi, yarı-sömürge ülkelerin borçlanmasından değil, esas olarak yarı-sömürge ülkelere borç veren emperyalist ülkelerin borçlanmasından kaynaklanmaktadır. Örneğin Çin'inin 2019-2022 arasında tahvil satış piyasası %13 büyümüştür.

 Aşağıdaki tablo, bazı emperyalist ülkelerin tahvil satışlarıyla oluşan borçlarını gösteriyor.

Emperyalizm Üzerine Notlar-3

Emperyalizm, Bağımlılık ve Eşitsiz Gelişme

Soru 3:

Türkiye Mali olarak ABD ve AB Emperyalistlerine Bağlıdır

Cevap:

Türkiye'nin mali olarak, mali olarak daha güçlü emperyalist ülkelere ihitiyaç duyduğu hatta bağımlı olduğu bir gerçektir. Ancak bu bağımlılık, bir yarı-sömürge ya da bağımlı ülke bağımlılığı gibi olmayıp, finansal olarak daha büyük olmamasıyla ilgilidir.

Türk devleti, 1970'lerin „70 cente ihtiyacı“ olan bir devleti değildir artık. O süreçte, gerçekten de yarı-sömürge statüsünde bir ülkeydi ve kendi ekonomisinin yürütmek için daha büyük bir sermaye ihtiyaç duyuyordu. Bugün de duyuyor. Bugün şu veya bu şekilde borç alabiliyor. Diğer emperyalist ülkelerden aldığı borç, büyük bağımlılıklar ve büyük tavizler karşılığında değil, karşılıklı tavizler ilişkisi içinde almaktadır.

 

TC Merkez Bankası 2024 yılı 4. çeyrek verilerine göre1, özel tekellerin borçlarının toplamı yaklaşık 154,5 milyar ABD doları kadar. Avrupa ülkeleri bankalarına olan borçlarının toplamı yaklaşık 70,894 milyar ABD doları. Bunun 21 milyarı İngiltere bankalarına, 14,5 milyar'ı Almanya bankalarına, 11,852 milyarı Rusya'ya vs. Kuzey Amerika (ABD, Kanada, Bahamalar, Cayman Adaları, Hollanda Antilleri) bankalarına olan borç toplamı ise 16,776 milyar dolar. Bunun içinde ABD'e olan borç miktarı ise 9,6 milyar dolar.

 

Türkiye'nin Güney Afrika ve diğer Afrika ülkelerinin bakalarına da borçları var. TCMB'nın „Diğer Afrika“ dediği Katar olsa gerek. Asya ülkeleri bankalarına olan borç toplamı yaklaşık 38,2 milyar dolar. Yaklaşık 12 milyar dolar sadece Bahreyn bankalarına. BAE bankalarına 9,5 milyar dolar, Çin bankalarına 3 milyar doları aşkın, Japonya bankaların 2 milyar dolar. Kuveyt banklarına olan borç yaklaşık 2,2 milyar dolar, Suudi Arabistan bankalarına ise 289 milyon dolar, düşünüldüğünden az. Tahvil borçlarının toplamı ise 28,3 milyar ABD doları kadar. Bu borçların içinde kamu kurumlarının aldığı ve ödemek zorunda olduğu kredi borçları yer almıyor.

 

Yukarıdaki rakamlardan da hareketle, toplamda 154 milyar olan borcun, 80 milyarı AB ve ABD bankalarına ait. Gerisi çeşitli ülkelerin bankalarına. Bu ülkeler içinde Kazakistan, Azerbaycan ve daha bir çok ülke var.

 

Türk devleti bugün, emperyalist kutuplaşmalar arasında, çıkarları ne tarafı gösteriyorsa o tarafa “dümen” kırmaktadır. Ama bu “dümen”, bütünüyle değil, her iki tarafı kollayarak yapılmaktadır. Yani, gerektiğinde AB'e yüzünü döner gibi yapıyor ve gerektiğinde ise Çin ve Rusya'nın olduğu tarafa yüzünü döner gibi yapıyor. Bu özellik sadece Türk devletine özgü olmayıp bütün emperyalist ülkeler genelde aynı taktiği izlerler. ABD ve AB'nin baskısına rağmen Rusya'ya yatrım kararı almadığı gibi, ilişkisinin bütün tehditlere rağmen sürdürmekte ve ABD ve AB'den boşalan ekonomik alanı doldurmaya çalışmaktadır.

 

Maliye bakanı M. Şimşek'in „kapı kapı dolaşarak para dilendiği“ bir gerçektir. Uluslararsı sermayeyi ülke içine çekme politikası kapitalist ekonominin doğal bir eğilimidir. Bu eğilim büyük emperyalist ülkeler ve tüm kapitalist ülkeler için de geçerlidir. „Sıcak para“ ya da „yatırım“ dedikleri sermaye girişlerinin olması için, sermaye verecek ülke ya da tekellere her türlü kolaylıkları gösteriyorlar. İngiltere başbakanı Sunak, „Küresel şirketler bize 29,5 milyar Sterlin yatırım yapacak“ diyerek ellerini ovuşturuyordu.2 „Küresel Yatırım Zirvesi“nkatılacak uluslararası tekeller ise, dünyanın en büyük finanas tekellerdir. Hatırlanırsa, aynı çağrıyı eski başbakan B. Johnson'da yapmış ve uluslararsı tekellerin katıldığı bir toplantıyı 19 Ekim 2021 gerçekleştirmişti.3

 

Dünyanın en borçlu ülkesi ABD emperyalist devleti olduğu biliniyor. Bütçe giderlerini karşılamak, borçları kapatmak için borcunu yeni borçlar alarak ödemeye ya da büyük miktarlarda tahvil satarak borçlarını kapatmaya, ekonomisini döndürmeye çalışıyor. Aynı Türk devletinin yaptığı gibi...

 

2022 yılı verilerine göre, dünya tahvil piyasası 133 trilyon doları aşmıştır. Dünyanın borçlanma senedi son 40 yıl içinde yedi kat büyümüştür. Bu borç büyümesi, yarı-sömürge ülkelerin borçlanmasından değil, esas olarak yarı-sömürge ülkelere borç veren emperyalist ülkelerin borçlanmasından kaynaklanmaktadır. Örneğin Çin'inin 2019-2022 arasında tahvil satış piyasası %13 büyümüştür.

 

Aşağıdaki tablo, bazı emperyalist ülkelerin tahvil satışlarıyla oluşan borçlarını gösteriyor.

 

Bu Tablo'nun da ortaya koyduğu bir gerçek var: Dünyanın en büyük kapitalist ekonomileri, en fazla borcu olan ülkelerin başında geliyor. Ve “kupon” keserek, dünyayı soymaya devam ediyorlar. Ve mali olarak emperyalist ülkelerin ayakta kalması yine kupon kesmeleri sayesinde oluyor dense yeridir.

 

Bu tahvil satışlarının içinde ulusal (kamu ve özel şirketlerin) borçları yoktur. O borçlarda eklendiğinde, örneğin ABD'nin borcu 90 trilyon doları bulur.

 

Devletlerin çıkardığı bu tahvillerin büyük çoğunluğunu aynı ülkeler alıyor. Hem kendileri tahvil satıyor, hem de başka ülkelerin, özellikle de ABD'nin çıkardığı tahvilleri satın alıyorlar. Örneğin Çin, 2024 3. çeyrek yılı itibariyle ABD'den aldığı tahvil 767,4 milyar ABD doları kadar. Japonya'nın ABD'den aldığı tahvillerin toplam tutarı 1187,88 milyar ABD dolar.6 Çin ve ABD dünyaya egemen olmak için birbiriyle kıyasıya savaştığı halde, Çin, Japonya'dan sonra ABD'den en fazla tahvil alan ülke konumundadır. 2013 yıllarında ise birinci sıradaydı.

 

Burada anlatmak istediğim, bir ülkenin emperyalist olmasını belirleyen temel olgu, o ülkenin borçlu ya da borçsuz olmasıyla bir ilgisi yoktur. Bütün ülkeler borçlu olduğu gibi, emperyalist ülekeler daha fazla borçludur. Türki devletinin yana yakıla doviz araması, kendi parasının doviz olmaması nedeniyledir. Ama ABD doları ve Avro ise en değerli paralardır. Özellikle ABD dolarının egemenliği hala hüküm sürmektedir. Çin önderliğindeki BRICS bile hala onun egemenliğini yıkamadı. Türkiye gibi ekonomik olarak (diğer büyük emperyalist ülkelere göre) zayıf ülkelerin dolar ya da avro'nun egemenliklerini yıkması beklenmemelidir. Ayrıca, emperyalist sistemin ekonomik olarak ciddi bir finans sıkıntısı -petrol kuyuları üzerine oturmuş Körfez ülkeleri hariç, ki, bunlarda tahvil satıyor- çektiği bir süreçte, “sıcak para” aramayan yok gibidir.

 

Lenin deyimiyle, “kupon kırparak” dünyayı soyup soğana çeviren bir avuç emperyalist tekel, tahvil (kağıt) satarak sermayeleri ülkelerine çeken emperyalist ülkelerin varlığı, kapitalizmin en asalak en çürümüş halinin göstergesi olması yanında, bir avuç finans oligarşisinin dünya üzerindeki egemenliğinin de göstergesidir.

 

...Burjuvazinin gitgide artan bir ölçüde sermaye ihracından gelen kazançlar ve "kupon kırpmak"la yaşadığı, "rantiyedevlet'in, tefeci-devletin yaratılması, gitgide daha belirgin biçimde emperyalizmin eğilimlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak, bu çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesini önleyeceğini sanmak yanlış olur. Önlemez. Emperyalist dönemde, bazı sanayi kolları, burjuvazinin bazı katmanları, bazı ülkeler, bu eğilimlerden birini ya da ötekini, küçük ya da büyük ölçüde gösterirler. Genel olarak, kapitalizm, eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir. Bu gelişme, yalnızca genellikle gitgide daha eşitsiz hale gelmekle kalmayıp gelişme eşitsizliği, sermaye bakımından en zengin ülkelerin (İngiltere) çürümesinde kendini özellikle gostermektedir.7

 

Lenin'in de belirttiği gibi, kapitalizm asalaklaşmış ve çürümüş olmasına rağmen gelişmesine devam etmektedir. Öte yandan eşitsiz gelişme ve rantiye ve tefecilik en üst boyuta çıkmaya devam eder. Yukarıdaki tablo ve diğer veriler, emperyalizmin tefeciliğinin en net örneğini vermektedir.

 

Türkiye'de tahvil vb. değerli kağıtlar çıkarıp satıyor. Bu tahviller, aylık, bir yıllık olduğu gibi uzun vadeli (5-10 yıllık gibi) ve olabiliyor ve faiz oranlarına göre de müşteri buluyor. Örneğin Türkiye'nin kamusal ve özel toplam tahvil miktarı (31.05.2024 tarihinde) 133.427 milyar ABD doları kadardı.8

 

16 Haziran 2024 tarihli Sözcü Gazetesi'nde Mehtap Ö. ERTÜRK'ün şöyle bir haberi vardı:

24 milyar dolarlık sıcak para geldi. Yerel seçimlerden sonra yabancı yatırımcılar hisse senedi, TL swap ve tahvile 24.3 milyar dolarlık yatırım yaptı. Dünyanın en yüksek faizini alan yabancılar, kârı alıp hızla çıkıyor.“9

 

Sıcak para” geliyor, ama, kısa süre içinde çıkıp, başka ülkelerdeki yüksek karlı yerlere gidiyor ve oradan da başka yerlere. Tipik tefecilik ve kupon keserek daha büyük kar sağlama oyunları... Emperyalizmin yağmacılığı ve çürümüşlüğü böyle kendini gösteriyor.

 

Türk devletinin mali olarak, ekonomik olarak daha büyük emperyalist ülkelere “bağlı” olması göreceli bir kavramdır. Ekonomisinin büyütmesi için, diğer emperyalistler gibi, onunda uluslararsı sermayeye ihtiyacı vardır. Bu ilişki biçimi yarı-sömürgelik ilşkisi olarak adlandırmak, AB'nin ABD'nin yarı-sömürgesi olduğu sonucuna da götürür ki, bu, emperyalist ülkeler arası ilişkileri yanlış bir değerlendirmenin yanı sıra eşitsiz gelişmeyi gözardı etmek olur.18-06-2024

***

1Tablo 6. Özel Sektörün Yurt Dışından Sağladığı Uzun Vadeli Kredi Borcunun Alacaklı Ülke Dağılımı (ABD doları) https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/5f0d9420-724c-4243-b424-615181559e56/uzun.pdf?

2İngiltere Başbakanı Rishi Sunak, teknoloji, yenilenebilir enerji, altyapı ve yaşam bilimleri sektörleri dahil olmak üzere, uluslararası şirketlerin İngiltere'ye 29,5 milyar sterlinlik yatırım taahhüdünde bulunduğunu duyurdu“ https://gazeteoksijen.com/ekonomi/ingiltere-basbakani-sunak-kuresel-sirketler-bize-295-milyar-sterlin-yatirim-yapacak-195634 27.11.2023 Zirveye katılan uluslararsı finans tekelleri şunlar: „Küresel Yatırım Zirvesi'ne katılan uluslararası şirketler ve CEO'lar arasında yer alan Avustralya'nın en büyük emeklilik fonu Aware Super'in CEO'su Deanne Stewart'ın 5 milyar sterlinin üzerinde altyapı, emlak ve özel sermaye yatırımları yapmak üzere Londra'da şirketin ilk yurt dışı ofisini açması bekleniyor. Merkezi ABD'de bulunan yatırım yönetim şirketi Blackstone CEO'su Stephen Schwarzman, yatırım bankası Goldman Sachs CEO'su David Solomon ve JP Morgan Chase CEO'su Jamie Dimon da zirveye katılan yaklaşık 200 CEO'nun arasında yer alıyor.“ Bu tekeller, söylem yerindeyse, insanın derisini diri soyan cinsten olanlarıdır.

 

3https://sg.news.yahoo.com/finance/news/boris-johnson-needs-global-investment-113250402.htm

4Cayman Adaları'nabir not düşmek gerekiyor. Bu küçük adalar ülkesi, uluslararsı tekellerin vergisiz cennetidir. Tekeller buranın kolaylaştırıcı yasalarından yararlanarak buraya gelip yerleşiyorlar ve buradan diğer ülkelere yatırım yaptıkları gibi, borçlanıyorlarda. Bu nedenle bu ada ülkesi dünyanın en borçlu ülkesi ve en fazla yatırımı (yaklaşık 18 milyar ABD doları) olan ülkeler arasında yer alıyor. Aynı Lüksemburg gibi. Lüksemburg'a Hindistan çelik devi „ArcelorMittal“ tekeli yerleşmiştir. Lüxemburg'un 2022 GSYH 81 milyar dolar, ArcelorMittal'in 2023 toplam geliri ise 68,3 milyar ABD doları kadardır. Gelir açısından 2. büyük tekel olan Ternium Holding'in (Çelik üreticisi) 2023 toplam geliri ise 17 milyar doların üzerindedir. Ternium çelik tekeli Arjantin'de doğmasına karşın, ArcelorMittal gibi, Lüxemburgu merkez üsü haline getirmiştir. Lüksemburg'un 3. büyük tekeli ise Teranis'dir ve bu da İtalyan kökenli bir tekeldir.

5https://www.weforum.org/agenda/2023/04/ranked-the-largest-bond-markets-in-the-world/ 17 Nisan 2023

6Rakamlar: https://ticdata.treasury.gov/resource-center/data-chart-center/tic/Documents/slt_table5.txt

7Lenin, Emperyalizm, sf. 140, 12. Baskı, Sol Yayınları

8https://cbonds.com/indexes/21145/

9https://www.sozcu.com.tr/24-milyar-dolarlik-sicak-para-geldi-p57615


 


Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)