27 Haziran 2024 Perşembe

Nakba’nın 76. Yılında Filistin Direnişi ve Kürt Ulusal Hareketi -1 - 2 - Haziran

20. yüzyılda kapitalizmin doğası gereği açığa çıkan muazzam gelişme, emperyalist aşamaya erişmesiyle doruk noktasına ulaşmıştı. Sanayideki teknik gelişmeler her ne kadar üretime hız kazandırsa da kapitalizmin açgözlülüğü, hırs, rekabet ve dünyaya egemen olma tutkusu aşırı üretime yol açmış, emperyalist aşamaya gelindiğinde -bu yeni çağ- kapitalizmi içerisinde bulunduğu buhrandan kurtulmak için yeni arayışlara sevk etmişti. Böylesi bir atmosferde kuzey yarımküre dipten gelen devrimci dalgalarla sarsılıyordu. Burjuva demokratik devrimler hegemonyayı içinden çıkılmaz bir krize sokuyor, ardından tüm dünyayı kasıp kavuran sosyalist Ekim Devrimi yükseliyordu. Son aşamasına ulaşan kapitalizm, yalnızca emperyalizm çağını değil, aynı zamanda proleter devrimler çağını da başlatmış oluyordu. Sınıf mücadelesinin kapsama alanı gittikçe genişliyordu. Çin Komünist Devrimi sınıf mücadelesinin Asya’dan yükselen ikinci dalgası olmuştu. Tüm bu gelişmelerle birlikte, ulus-devletleşmeyi de beraberinde getiren kapitalizm, özellikle sömürge ve yarı sömürgelerde ezen-ezilen uluslar çelişkisine yol açıyor, ezilen ulusların işgale, ilhaka ve sömürüye karşı anti emperyalist kurtuluş mücadelesi ivme kazanıyordu.

Ezilen uluslar Avrupa’da, Güney Amerika’da ve Asya’da olduğu kadar Ortadoğu coğrafyasında da Filistin ve Kürdistan özgülünde emperyalizme karşı isyanı kuşanıyordu. Emperyalistlerin Filistin’e yönelimi “Yahudi sorunu” konsepti ile bölgedeki zenginliklerin kotarılması doğrultusunda dizayn ediliyordu. Arap yarımadası ile Doğu Akdeniz’i birbirine bağlamasıyla son derece stratejik bir konuma sahip olan Filistin toprakları, emperyalist güçler için hedef tahtasında yerini almıştı.

İngiltere, ABD ve AB emperyalistleri, Ortadoğu’nun zenginliklerini sömürebilmek, yükselen “kızıl tehlike” Sovyetler ve Çin’e karşı bölgede baş aktör olabilmek için Filistin topraklarında bir kukla devlete, daha doğrusu karakola ihtiyaç duyarak İsrail’i fonlamış, siyonizmi palazlandırmış, haksız savaşlarla kuruluşunu teşvik etmiştir. Bir açık hava hapishanesine dönüştürülen Filistin’de kan ve göz yaşı durmaksızın akmaya devam etmiştir. Siyonistlerin 76 yıldır sürdürdüğü imha savaşı (Nakba) Filistinlilerin muazzam direnişlerine sahne olmuş, İsrail, sahip olduğu tüm olanaklara, emperyalistlerin desteğine ve suni “zaferlerine” rağmen savaşta insan faktörünün belirleyiciliğinin defalarca kez somutlandığı direnişi kırmayı başaramamıştır.

Nakba’nın Anlattıkları

Filistin ulusal direnişi hiç kuşku yok ki tarihsel olarak ilerici ve haklıdır. Nakba, günümüzden 76 yıl önce siyonist İsrail’in Filistin topraklarında başlattığı büyük yıkımı, imhayı, soykırımı ifade etmektedir. Joseph Massad’ın ifadesiyle “bir halkın bilinçli olarak yıkımı, bir halkı bilinçli olarak felakete uğratmak, bir ülkenin ve vatandaşlarının iyi bir plan üzerinden yakılıp yıkılması anlamına geliyor.” Başka bir ifadeyle Nakba’nın mantığı ırkçılığa ve sömürgeciliğe dayanmaktadır.

Nakba, 76. yılında uluslararası çapta protesto edildi ve dünya halkları bir kez daha Filistin halkının meşru kavgasının yanında olduğunu gösterdi. Öte yandan demokrasi ve özgürlük güzellemeleri yapan emperyalistler, siyonizmi ve emperyalizmi lanetleyen kendi ülkelerindeki halklara ardında saklı tuttuğu faşizm sopasını pratikte göstermiş oldu. Nakba’nın 76. yılında emperyalist devletlerin mutlak bir şekilde liberal tandanslı olmadığını, yani çelişkiler ve koşullar değiştiğinde faşist yöntemlere başvurabileceğini bir kez daha görmüş olduk. Dolayısıyla emperyalist blokun Filistin topraklarında Siyonizmi tam bir destekle palazlandırması tuhaf değil, aksine, kendine içkin olarak uygunluk halindedir. Bununla birlikte ‘öğrenci intifadası’ olarak yayılan protestolar Avrupa’da ve Amerika’da siyasi polisin sert müdahaleleriyle karşılaşmasına rağmen emperyalizm ve siyonizm karşıtı protestolar ısrarla devam etmektedir.

Filistin direnişinin yeni aşaması olan Aksa Tufanı, Nakba’nın olmuş-bitmiş bir olay olmadığını, hâlâ sürmekte olan bir olgu olduğunu 21. yüzyılda bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. “Nakba Sürüyor!” sloganı somut, güncel bir durumu ifade etmektedir. Zira Nakba Filistinliler için “büyük yıkım”, “imha” anlamına gelirken yalnızca fiziksel boyutuyla bir yıkımı değil, demografik, kültürel, sosyolojik bir yıkımı ve imhayı da karşılamaktadır. Siyonist İsrail’in tarih yazımında kaydettiği sahte “zaferler”in Filistinliler nezdinde bir karşılığı olmaması, 76 yılda siyonistlerin kalıcı “zaferler” elde edememiş olması ve en önemlisi de Filistinlilerin örgütlü ve bilinçli bir şekilde Nakba’ya direniyor olması; tüm bu gerçekler, Nakba’nın sürdüğünü ve kabul edilmediğini net şekilde ortaya koymaktadır. “Başlangıçtan beri Filistin halkı, Nekbe’nin ırkçı ve sömürgeci mantığına karşı mücadele etmiştir. 1880’ler, 90’lar, 1910’lar, 20’ler, 30’lar, 40’lar, 50’ler ve 60’lardan bugüne dek sömürgecilerle dövüşmüştür.” (J. Massad) Siyonist İsrail’in Nakba ile amaçladığı en önemli emellerinden birisi de Filistinlilerin toplumsal hafızasını tahribata, felce uğratmaktır. Bir dizi masalımsı-destansı anlatımla -tıpkı TC faşizminin yaptığı gibi- Filistinlilerin tarihini yok etmek, kendi yalancı-kurgu tarihini yazmak ve dayatmaktır; Filistinlilere boyun eğdirmek ve Nakba’yı kabul ettirmektir. Özetle siyonistlerin Nakba’sı, esasında Filistinlilere sömürge ulus olmayı dayatmaktır. Sömürge ulus olmayı kabul etmeyen ve Nakba’ya karşı 76 yıldır direnen Filistinliler, tüm dünyaya müşkül koşullara karşı halkın pratik aklının ve birliğinin önemini gösterebilmiştir.  Bununla birlikte bölgede emperyalistlerin pazar çıkarları uğruna asimilasyonu örgütlemeye çalışmaları Filistinlilerin cüretkâr direnişi karşısında sonuçsuz kalmıştır; “‘İsrail bağımsızlık savaşı’ yerine ‘Nekbe’ diyoruz. ‘Yahudi egemenliği’ yerine ‘ırk ayrımcılığı’, ‘Dalet Planı’ ya da ‘Yahudilerin atalarının topraklarına dönmeleri’ yerine ise ‘Filistinlilerin sürülmesi’ diyoruz. ‘İsrail demokrasisi’ yerine ‘İsrail’in kurumsallaşmış ve hukuki ırkçılığı’; ‘İsrail Arapları’ yerine ‘İsrail’in Filistinli vatandaşları’, Balfour Deklarasyonu’nda tanımlandığı biçimiyle, ‘Filistin’de Yahudi olmayan topluluklar’ yerine ‘Filistin halkı’ diyoruz. Bu ülkede Filistinlilerin karşı koymadığı ve direnmediği tek bir siyonist zaferden söz edilemez.” (J. Massad)

TC’nin Nakbası; Kürt Katliamları: Filistin ve Kürdistan Meselesinde Benzerlikler

Milli baskının ortaya çıktığı çok uluslu ülkelerin egemen ulusları, ezdikleri uluslara ve azınlık milliyetlere karşı kendi Nakba’larını organize etmiştir. Ezen-ezilen ulusların tarihi sayısız Nakba’larla ve sayısız İntifada’larla doludur. İrlanda, Brezilya, Yeni Kaledonya, Kolombiya, Cezayir, Şili, Meksika vd. birçok ülke milli baskının en kanlı ve en bariz örneklerinden bazılarıdır. Haritamızı biraz daha daralttığımızda hemen yanı başımızda Kürt ulusal sorunu gerçeği durmaktadır. Lozan Antlaşması ile dört parçaya bölünen Kürdistan’da Kürtlere uygulanan milli baskı, 1923’ten, yani TC’nin kuruluşundan -ve Lozan’dan- önce de varlığını sürdürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyılın başlarında son Kürt otonomi örgütlenmelerini de ortadan kaldırmak için kolları sıvamıştı. “Bu merkezi baskı ve ezme hareketlerine karşı, Kürt halkı, prenslerinin ya da aşiret şeflerinin idaresinde durmadan silaha sarılmak zorunda kalmıştır: 1805’te Abdurrahman Paşa Baban Süleymaniye’de, 1830’da Mehmud Paşa (Mirekor) Rewanduz’da ve 1842-1846’da ünlü Bedirxanlılar Cizre’de ayaklandılar. Dersim Sancağı’nın yakın zamanlara kadar devam edebilen dahili milli otonomilerini (ki bu otonomi, Dersimlilerin fiilen yaşattıkları ve fakat resmen tanınmamış bir ‘de facto’ durumu olarak da nitelenebilinir) saymazsak, Bedirxanlıların da yenilmesiyle birlikte, Osmanlı sınırları içerisinde bulunan en son bağımsız Kürt prensliği de ortadan kalkmış oluyordu.” (Dr. Şivan) Yine İbrahim yoldaşın ezilen uluslar ve azınlık milliyetlerin Osmanlı’daki ayaklanmalarına dair yaptığı çeperi geniş değerlendirmeleri dikkatle incelemek gerekmektedir: “Türkiye’de milli hareketler henüz yeni ve sadece Kürt hareketinden ibaret de değildir. Daha Osmanlı toplumu çökmeden önce başlamış ve bugüne kadar devam edegelmiştir. Bulgarlar, Yunanlılar, Macarlar, Arnavutlar, Kürtler, Ermeniler, Araplar, Yugoslavlar, Romenler… Osmanlı devletinde hâkim ulus olan Türk ulusuna karşı defalarca ayaklanmışlar, tarih, Kürt hareketinin dışındaki milli hareketleri belli bir çözüme bağlamıştır. Bugün Türkiye sınırları içinde hala bir çözüme bağlanmamış olan milli hareket, Kürt hareketidir.”

1923’te TC’nin kuruluşundan yalnızca birkaç ay önce Lozan’da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkı çiğnenerek yeni sınırlar belirlenmiştir. Lozan antlaşması aynı zamanda daha önceden Sevr antlaşmasında ‘tanınan’ Kürt milli haklarının inkârı anlamına da geliyordu. Tabii Sevr’de ‘tanınan’ Kürt milli hakları, egemenlerin öncülüğünde, doğal olarak tam bir kendi kaderini tayin hakkı olmaksızın, burjuva bürokrasisinin zehirli kılıcıyla gündemleşiyor, süreci kontrol edebilmek için bir komisyon kuruluyor ve bu komisyon emperyalist-sömürgeci İngiltere, Fransa ve İtalya’nın temsilcilerinden oluşuyordu. Bu durum, emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarını garanti altına alıyordu; komisyonda Kürtler ve Acemler de yer almasına rağmen belirleyici bir konumda değillerdi. Esasında komisyonun amacı emperyalistlerin bölgedeki garantörlüğünü yapmaktı. Zira o sıralar dünya çapında patlak veren emperyalist paylaşım savaşlarının, ulusal kurtuluş savaşlarının ve sınıf mücadelelerinin yarattığı ihtilaflı atmosferde koşulların ve çıkarların değişmesi halinde Kürtlere ‘tanınan’ milli hakların gasbedilebilmesinin ve yeni Kürt ayaklanmalarının önüne geçilmesinin zemini yaratılmalıydı! Yeni Türk hükümeti Kürtler üzerindeki milli baskıyı derinleştirdikçe Türkiye Kürdistan’ında isyanlar baş gösterdi. İsyanlara karşı TC’nin “çözümü” kitlesel katliamlara girişmek oldu. Şeyh Sait, Ağrı, Zilan ve Dersim İsyanları Lozan sonrasında TC’nin ilk 15 senesinde zuhur eden patlamalardan bazılarıdır. Bu haklı isyanlar sonucunda TC’nin histeri haline gelen Kürt düşmanlığı-şovenizmi sonucunda on binlerce Kürt katledilmiştir. “Sadece Dersim ayaklanmasından sonra katledilen Kürt köylülerinin sayısı 60.000’in üstündedir. Lozan’da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı alçakça çiğnendi. Kemalistlerle emperyalistler, Kürt ulusunun kendi istek ve eğilimini hiçe sayarak, pazarlıkla, Kürdistan bölgesini çeşitli devletler arasında böldüler. Azınlık milliyetlere ve özellikle Kürtlere, son derece aşağılayıcı muamele yapılıyordu, onlara her türlü hakaret mubah görülüyordu.” (İ. Kaypakkaya)

Osmanlı’dan TC’ye kalan miras, başta Kürt ulusu olmak üzere azınlık milliyetlere vahşice uygulanan milli baskı, Türk şovenizmi ve katliamlar olmuştur. Özellikle 1923’ten sonra saldırıların kapsamı her alanı tesiri altına almıştır. Kürtçe yayınlar yasaklanmış, bu yayınları çıkaran Kürt aydınları istiklal mahkemelerinde yargılanmıştır. Yüz yıllık bir inkâr günümüze dek süregelmiştir: “Kürtçe diye bir dil yoktur.” 1923’ten sonra yeni Türk devleti sınırları içerisinde Kürdün ve Kürtçenin inkarının yalın ve bariz örnekleri mevcuttur. 1958’de Amed’de çıkarılan, politik muhtevası daha güçlü olan İleri Yurt gazetesinde Musa Anter’in Kürtçe olarak yazdığı “Kımıl” isimli şiiri nedeniyle yargılanıp tutsak edilmesi, TC faşizminin Kürtlerin en ufak bir gelişimine dahi tahammülsüzlüğünün ilk örneklerinden yalnızca birisidir.

devam edecek.

Kürt ulusunun Rojava’da elde ettiği kazanımlar TC’yi içinden çıkılmaz bir paradoksa sürüklemiştir. Bu nedenle TC Sur, Cizre ve Nusaybin’de patlak veren özyönetim direnişlerinde binlerce Kürt’ü “terörist” ilan edip katletmekten çekinmemiştir. T. Kürdistanı günümüzde tıpkı Filistin’de olduğu gibi bir açık hava hapishanesine dönüşmüş durumdadır. TC, uşağı olduğu emperyalistler için T. Kürdistanı’nda ilhakçı, Suriye ve Irak Kürdistan’ında işgalci politikalar izlerken güçlerini ve bölgedeki konumunu konsolide etmeyi ihmal etmemiştir. Yalnızca son bir yıl içerisindeki “savunma ve güvenlik” olarak belirlenen savaş bütçesindeki dolar bazlı artışa göz atmak yeterlidir: “Bahsi geçen savunma ve güvenlik bütçesi, bugünün kuru ile yaklaşık 40,5 milyar ABD dolarına tekabül ediyor. Türkiye, 2023 yılında savunma ve güvenliğe yaklaşık 16 milyar dolar ayırmıştı. Şu an için savunma bütçesindeki dolar bazında artış, yaklaşık yüzde 250 bandında.”

Filistin’deki ve Kürdistan’daki güncel politik durumda savaş gerçekliği rasyonel olmaktan uzaktır. Çünkü her iki bölgenin de sosyal, ekonomik, siyasi ve coğrafi gerçekliği aynı değildir. Örneğin Suriye Kürdistanı’nda ve Irak Kürdistanı’nda faşist TC ve KDP güçlerine karşı zorlu bir savaş verilirken T. Kürdistanı’nda özyönetim direnişlerinin yenilgiyle sonuçlanmasından bu yana, tasfiye rüzgarlarının da daha güçlü esmesi sebebiyle ağır aksak bir savaşım hâkimdir. Oysa Filistin’in hemen her yerinde Siyonistlere karşı meşakkatli şehir savaşları verilmektedir. Dolayısıyla Kürdistan’daki ve Filistin’deki farklı ve değişen çelişkiler-koşullar hakkında varsayımlar üzerinden yüzeysel mukayeselere girmekten titizlikle kaçınılması ve gelişmelerin objektif bir çıktısına ulaşılması gerekir.

Yukarıda Filistin ve Kürdistan coğrafyası hakkında değindiğimiz olgular, Filistinlilerin ve Kürtlerin ilhakçı, işgalci ulus-devlet aygıtlarına ve sömürgeci emperyalist güçlere karşı direnişlerindeki tarihsel haklılıklarını ve andaki meşruluklarını anlamamız için yeterlidir. Filistin’de Nakba; Kürdistan’da Dersim, Halepçe, Rojava, Humeyni’nin idam fetvaları vd. demektir. Ezen ulusların egemenlerini, ezilen uluslar üzerindeki kanlı diktatörlüklerinde ortaklaştıran olgunun adıdır Nakba. Ezilen ulusları ortaklaştıran ise ezen uluslara karşı verdikleri haklı savaşlarıdır. Denebilir ki Nakba Kürdistan’da da sürüyor ve direniş de!

Aksa Tufanı Çıkışı ve Kürt Ulusal Hareketinin Filistin Tutumu

Filistin Ortak Operasyonlar Odası’nı Ramallah, Gazze, Nablus gibi stratejik bölgelerde örgütlenen ve kitle desteğine sahip pek çok İslami ve sol-sosyalist örgütlerin bir ulusal birleşik cephesi olarak kabul etmeliyiz. 7 Ekim 2023’te Ortak Operasyon Odası’na bağlı El-Kassam Tugayları’nın İsrail’e yönelik Aksa Tufanı operasyonuyla başlattığı saldırılar savaşı yeni bir safhaya taşımış oldu. Aksa Tufanı operasyonu Hamas’ın öncülüğünde düzenlenmiş olsa da tüm örgütler birleşik mücadele ruhuna uygun şekilde hareket ederek savaşı büyütmekte gecikmediler ve operasyonu Filistin ulusal direnişine mal ettiler. Burjuva-feodal medya savaşın yeni safhasını Hamas ile İsrail arasında cereyan etmekteymiş gibi servis etti. KUH’un (Kürt Ulusal Hareketi) sözcüleri de gelişmeleri “Hamas-İsrail savaşı” olarak değerlendirdi ve Hamas ile İsrail arasındaki çatışmanın sona erdirilmesine dair barışçıl çağrılarda bulundular. Bu minvalde varsayımlardan ve temelsiz değerlendirmelerden öteye geçemeyen, Hamas’ı İsrail’e saldırtanın ve Hamas yöneticisinin Tayyip Erdoğan olduğu(!), Filistinlilerin ve İsrailli Yahudilerin çözümü Öcalan’ın yeni paradigmasında aramaları gerektiği gibi görüşler de KUH nezdinde sıkça kullanılmaya başlandı. Açıktır ki şimdi daha şiddetli bir şekilde cereyan eden Filistinlilerin Siyonist İsrail’e karşı haklı savaşını salt Hamas ile Siyonist İsrail arasında süren bir savaşmış gibi ele almak meseleye dar pencereden bakmaktır. 8 aydır Nakba tarihinin en şiddetli muharebelerinden birisine tanıklık etmekteyiz ve geçen bu süre zarfında daha şimdiden on binlerce Filistinli, Siyonistlerin saldırılarında yaşamını yitirmiştir.

El-Kassam Tugayları komutanlarından Muhammed ed-Dayf’ın 7 Ekim’de saldırının ayrıntılarına ve nedenlerine dair verdiği bilgiler aydınlatıcı niteliktedir. Filistin halkının bir devlet kurma projesine geri döndüğünü belirten Dayf, İsrail’in ihlallerine karşı bir çizgi çekme kararı aldıklarını ve İsrail’e karşı Aksa Tufanı operasyonunu başlattıklarını ifade etmişti. Operasyonun 5 bin füzeli ilk saldırı aşamasıyla birlikte, İsrail ile güvenlik koordinasyonunun sona erdiğini, Aksa Tufanı’nın İsrail’in düşündüğü ve beklediğinden çok daha büyük olacağını belirterek İslam ve Arap dünyasını İsrail’in işgalini silmek için birleşme, “elinde tüfeği olan herkese bunu çıkarma” çağrısı yapmıştı. Hemen sonrasında yukarıda da belirttiğimiz gibi Ortak Operasyon Odası’na bağlı Filistinli örgütler savaşı tereddütsüz büyütme iradesini göstererek Siyonistlerle şiddetli çatışmalara girmişlerdi. Tüm dünyanın gözü önünde açığa çıkan gerçeklere; yani Filistinli örgütlerin bir ulusal direniş hattında birleşmesine, Filistin halkının bu örgütlerin öncülüğünde mücadelesini sürdürmesine ve yapılan onca açıklamaya rağmen Filistin ulusal kurtuluş mücadelesi -ya da direnme savaşı- KUH tarafından Hamas-İsrail arasındaki bir “çıkar” dalaşı olarak kabul edilmeye devam etmiştir. Ancak savaş salt Hamas ile Siyonist İsrail arasında değil, farklı ideolojik-politik amaçlara sahip, bir araya gelen Filistinli örgütlerin öncülüğünde Filistinlilerle Siyonist İsrail arasında sürmektedir.

KUH, Hamas’ın yöntemlerini doğru bulmadığını açıklamıştır. Bu açıklama, Re’im’de gerçekleştirilen bir müzik festivalinde Zaka kaynaklarına göre 260 sivilin Hamas militanları tarafından öldürülmesiyle sonuçlanan saldırıyı gerekçe göstermektedir. İsrail kaynakları festivale yönelik saldırıyı Hamas’ın düzenlediğini iddia ederken ve KUH bu kaynakları esas alarak değerlendirmelerde bulunurken Hamas yetkililerinden saldırıya dair yapılan açıklamada şu ifadelere yer verilmiştir: “Kassam mensuplarının 7 Ekim’de sivilleri hedef aldığı iddiası tamamen iftira ve yalandır. Bunları iddia edenler İsrail kaynaklarıdır. Bunu teyit eden hiçbir bağımsız kaynak yoktur. O gün çekilen videolar ve İsraillilerin daha sonra yayınlanan ifadeleri gösteriyor ki Kassam savaşçıları sivilleri hedef almadı, sivillerin çoğu İsrail ordusunun ve polisinin şaşkınlığı sonucu İsrail polisi ve askeri tarafından öldürüldü.” Devamında ise İsrail’in işlediği savaş suçlarından kaynaklı Lahey’de UAD’da (Uluslarası Adalet Divanı) yargılanmasını engelleyen ABD ve AB’ye “özellikle ABD, Almanya, Kanada ve İngiltere’ye eğer gerçekten adalete inanıyorlarsa, Filistin’de işlenen tüm suçların soruşturulması için yargı sürecine destek vermeleri” çağrısında bulunulmuştu.

KUH sözcülerinin bir başka argümanı ise Hamas’ın bir İslam örgütü olmasıdır. Bu argüman baz alınarak ortaya atılan iddiaya göre RTE, nasıl ki Rojava’da IŞİD terörizmini hortlattıysa Filistin’de de İsrail’li sivillere saldıran Hamas’ı aynı şekilde hortlatmıştır(!) Çünkü Hamas da IŞİD gibi İslamcı-cihatçı, kafatasçı bir örgüttür(!) IŞİD, Kürtlerin Rojava’daki kazanımlarına dahası ulusal bağımsızlık talebine yönelen TC’nin ve emperyalist efendilerinin beslemesi bir terör örgütü olarak Kürdistan’da faal hale getirilmiştir. İslami niteliği gerekçe olarak gösterilen Hamas ise ulusal bağımsızlıkçı bir hareket olarak işgalci İsrail devletine karşı savaşmaktadır.

Filistin halkının ezici bir çoğunluğu İslam dinine mutabık bir kültüre ve yaşam tarzına sahiptir. Dolayısıyla Filistin mücadelesinde Hamas’ın konumu hakkında bilimsel bir tahlil yapmak, örgütün ait olduğu toplumun sosyokültürel ve sosyoekonomik gerçekliğini hesaba katmak, örgütü ve toplumu kendi özgün koşulları ve dinamikleri içerisinde incelemek elzemdir. Bu bağlamda Siyonistlerin “Hamas IŞİD’dir” vd. argümanlarını benimseyerek Hamas ile IŞİD’i eşitlemenin bilimsel bir yaklaşım tarzını yansıtmadığı aşikârdır. Hamas işgal karşıtı bir hatta ulusal bağımsızlık talebine yönelirken IŞİD Kürt Ulusal Hareketine yönelmekte esasta emperyalistlerin çıkarlarını korumaktadır. Rojava’da TC’nin Kürtlerin kazanımlarına karşı IŞİD, ÖSO gibi çeteleri askeri, siyasi ve ekonomik olarak desteklediği bilinmektedir. Bu çetelerin amacı Rojava’daki Kürtlerin can bedeli verdikleri mücadelede elde ettikleri kazanımlarla daha büyük bir çatı altında örgütlenmelerinin önüne geçmekti. Çünkü Rojava halkının olumlu eylemi, faşist diktatörlüğün siyasi arenada, iç-dış politikada ve pazarda hareket alanının sınırlanması anlamına geliyordu. Böylece Rojava’daki mücadelenin çetelerin de devreye alınmasıyla tasfiye edilmesi planları pratik süreç içerisinde açığa çıkmış oluyordu.

2018’de TC’nin ÖSO ile Efrin’e yönelik başlattığı geniş çaplı harekât ve sonraki 4 yıl içerisinde Efrin’in demografik yapısındaki değişimler son derece çarpıcıdır. Rojava Özerk Yönetimi’nin 2022 yılında açıkladığı raporda şu ifadelere yer veriliyordu: “Resmi verilere göre 300 binden fazla Efrinli yurttaş göç etti. Şu anda Efrin’deki Kürt nüfusu yüzde 25 oranında azaldı. 400 binden fazla Arap Efrin’e yerleştirildi. Kamu alanlarının isimleri Arapça ve Türkçe olarak değiştirildi. Türk bayrağı çekildi.” Adım adım Kürtlerin sosyal ve ekonomik gelişme dinamikleri Efrin’de tasfiye edilmiştir. Diğer taraftan IŞİD de TC ile organik ilişkiler içerisinde bulunup emperyalistlerin çıkarlarını kollayan adımlar atmakta/ politikalar yürütmektedir.

Hamas ise İslami bir niteliğe sahiptir ancak bu Hamas’ı tanımlamak için yeterli değildir; aynı zamanda anti Siyonisttir. İşgalci İsrail devletine karşı sürdürdüğü ulusal mücadele aynı zamanda emperyalist güçlerin çıkarlarına yönelmektedir. Bu bağlamda yürüttüğü mücadele objektif olarak anti emperyalist bir niteliğe bürünmektedir. Kuşkusuz tutarlı bir anti emperyalist çizgi sadece komünistlerden beklenebilir. Kısacası Hamas da ulusal bir hareketlere içkin olan tüm tutarsızlıklara sahiptir. Hamas’ın IŞİD’ten ciddi ideolojik farklılıkları söz konusudur. Hamas kurulduğu sırada İsrail’in Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki işgalci varlığına son verip “Filistin İslam Devleti”ni kurmayı amaçladığını açıkça ilan etmiştir. Öyle ki günümüzde de ABD’nin sıkça vurguladığı “iki devletli çözüm” modeline FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) rıza gösterirken Hamas bu “çözüm”e karşı çıkmış ve Siyonistlerle savaşa devam edilmesi gerektiğini savunmuştur. Dolayısıyla Hamas’ın Siyonizm karşıtlığını anti semitizm değil, ezilen ulus çelişkisi teşkil etmektedir. Onun ulusal baskıya yönelen eylemi objektif olarak devrimci bir muhtevaya sahiptir. Emperyalistlerin ve Siyonist İsrail’in “Hamas=IŞİD” şeklinde kurduğu denklem, Siyonistlerin katliamlarını meşrulaştırmak, işledikleri savaş suçlarını hasır altı etmek bağlamında anlaşılırdır. Ancak KUH’un aynı denklemin jurnal bir savunusunu yapması, Orta Doğu’da ulusal kurtuluş savaşlarının yükselişe geçtiği böylesi bir dönemi anlamak bakımından büyük talihsizliktir.

Yine Kürt Ulusal Hareketi’nin bileşenlerinden olan Kürt orijinli “Marksist-Leninist” çevrelerin Filistin’in Siyonizm’e karşı direnme savaşına dair aldığı tutum da farklı değildir. 7 Ekim’den bu yana benzer argümanlar etrafında hemfikir olmuşlardır. Bu arkadaşlar, savaşın Kuşak Yol, IMEC ve Ovaköy-Basra demiryolu-karayolu projelerinin bölgede güç dengeleri açısından iyi okunması gerektiğini ve savaşın bu gelişmelerden bağımsız olmadığını belirtmişlerdir. Şüphesiz, bölgede var olan ulusal sorunun temeli pazar sorununa dayanmaktadır, bu okuma doğrudur. Ancak savaşın Hamas ile İsrail arasında geliştiğine (Ortak Operasyon Odası ve içerisinde yer alan diğer Filistinli gruplarla Hamas’ın ortak iradesi yok sayılmıştır), bunun yalnızca Filistin ile İsrail halklarına zarar verdiğine, Filistin’in Hamas zihniyetinden kurtulması gerektiğine ve “iki devletli çözüm”e dair ılımlı yaklaşımlarla ileri sürdükleri görüşlerden ulusal soruna Marksist-Leninist pencereden bakılmadığı anlaşılmaktadır.  Yine bu arkadaşlar Hamas’ın Filistin halkını temsil etmediğine dair kesin çıkarımlarda bulunmuşlardır. Hangi saiklere ya da somut gelişmelere dayanarak böyle bir iddiada bulunduklarını bilmiyoruz fakat Hamas’ın bugün Filistin halkının çoğunluğunu temsil ettiği bir gerçektir. Şeyh Sait isyanına dair tartışmalar hatırlanabilir. İslami bir niteliğe sahip olduğu diğer bir ifade ile feodal karakteri bilinir. Onun gerici/feodal karakteri mahkûm edilirken Kürt ulusunun uğradığı milli baskı politikalarını sona erdirmeye yönelmesi yani ulusal bağımsızlıkçı karakteri ayaklanmaya objektif olarak devrimci bir muhteva kazandırdığı da komünistlerin dikkat çektiği bir özelliğidir. Bu yönüyle Şeyh Sait isyanı demokratik bir muhteva taşıyordu. “Gerek sömürgelerdeki ve gerekse uyruk milletlerdeki bu milli hareketler, eski dönemin çağımıza devrettiği, yaygın olmayan ve çağımızı karakterize etmeyen ama yine de Marksist-Leninistlerin ele almak zorunda oldukları birer vakıadırlar. … Kesin bir şey varsa, o da, bu milli hareketlerin ilerici ve demokratik bir muhteva taşıdığıdır.” (İ. Kaypakkaya)

Sonuç olarak, dostlarımız, somut koşulları doğru okumalı, doğru tahlil etmelidir. En temelde de çıkarılacak sonuçlar, Kürt ulusu ile Filistin ulusunun faşizme, Siyonizme, emperyalizme karşı haklı savaşlarını büyütmesine hizmet etmelidir. Artık emperyalistler ve onların yerli iş birlikçileriyle ezilen uluslar arasındaki çelişkiler geri dönülmez bir aşamaya ulaşmıştır. Bu geri dönülmez aşamada ulusal soruna “kılıç ile boyun arasında” öneriler sunmak yerine ezilen ulusların enternasyonal dayanışmasını örgütlemek her zamankinden daha acil bir görevdir.

BİTTİ

 

 

 

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)