27 Haziran 2024 Perşembe

Yeni Demokrasi Gazetesinin Kafa Karışıklığı Nereye Kadar--Halkın Günlüğü Gazetesi


 Biliyoruz, tabanınızı SMF karşıtlığı üzerinden konsolide ediyor, etmeye çalışıyorsunuz. Anlıyoruz fakat, bu, yaşadığınız sorun her ne ise ona dönük palyatif ve geçici bir çözüm olmaktan ileri gitmez. Bu ‘’düşmanlaştırma’’ siyasetinden vazgeçin. Bu dar kavga ve kısır çekişmelerden kurtulun. Devrimcileri karşınıza alma yerine yanınıza alın. 

Sosyalist basını takip etmek önemlidir. Dostlarımızın eğrisi-doğrusuyla yazdıkları hakkında fikir sahibi olmak ihtiyaç olmakla birlikte, görev ve sorumluluklarımız arasındadır. Çünkü birbirimizden öğrenmek; hataları eleştirerek düzeltmek mücadele ve gelişim açısından elzemdir. Öğretmek kaba bir öğretmen-öğrenci ilişkisine indirgenemez, ukalalıkla ilişkilendirilemez. Kimse öğrenirken küçülmez, öğretirken de büyümez. Öğrenme-öğretme ilişkisi abartılamaz; bilginin kimsenin tekelinde olmadığı ve ipotek edilemezliği aşikârdır.

Devrimci kaygıyı önceleyen zeminde tartışmak, polemik yürütmek kötü değil, devrimci polemik doğru yöntemlerle yürütüldüğünde küçümsenemez biçimde değiştirici ve dönüştürücü bir güce dönüşür. Yeter ki tarz veya yaklaşım dar grupçuluğa esir düşmüş küçük-burjuva anlayıştan beslenmesin; saldırı-savunma döngüsüne hapsedilmesin ve dar gurup çıkarlarına kurban edilmesin. Doğru eleştiri ve özeleştiri devrimden menfaati olan herkesin, her kurumun ve hatta gurubun da yararınadır.

Bu kavrayış zemininde tartışma ve eleştiri bilinciyle ele aldığımız bu makalemizde Yeni Demokrasi gazetesinin seçim anlayışı ve ileri sürdüğü iddialara yanıt verip hatalı anlayış ve yaklaşımlarına açıklık getirmeye çalışacağız. Çünkü Kaypakkaya güzergâhında bulunan, en azından o iddiada olan dostlarımızın eleştiri ve önerilerinin ciddiyetini, Kaypakkaya’nın takipçileri olarak önemsiyoruz. Kaypakkaya yoldaşın ideolojik-siyasi mirasçılarına dair taşıdığımız özel duyarlılık diğer dostlarımızı ve siper yoldaşlarımızı önemsemediğimiz anlamına gelmez. 

Seçim öncesi süreci ve sonrası süreçler boyunca farklı çevrelerden olumlu veya olumsuz olmak kaydıyla çok farklı tepkiler aldık. Bir eylem içinde iken, çerçevesi hangi kapsamda olursa olsun, ittifaklar kurmuş iken sürece zarar verecek tartışmalardan elimizden geldiğince uzak durmaya çalıştık. Gelinen aşamada herkesin eteğindeki taşları dökmeye başladığı mevcut süreçte, elbette bizim de söyleyecek birkaç sözümüz olacaktır. Kırmadan, dökmeden somut durum gerçekliğinden kopmadan, devrimci normlar içinde yürütülecek her tartışmanın taraflar için kazandırıcı olacağı inancıyla görev ve sorumluluklarımızı yerine getirmeye çalışıyoruz.

Hep kırmızı yanan trafik ışığı doğruyu göstermez

Bu makalede Yeni Demokrasi gazetesinin 158 ve 159. sayılarında söz konusu meseleye ilişkin eleştiri, anlayış ve iddialarını ele alacağız. 

Öncelikle, dostlarımızın her seçimi bir ve aynı gören kaba, tekçi ve somut durumu dikkate almaktan yoksun hatalı bir anlayışa sahip oldukları kanaatindeyiz. Bu anlayış ve yaklaşım tarzından kaynaklı olarak, şartları, farklılıkları ve özgünlükleri görme yerine, her şeye tek pencereden bakma gibi kusurlu bir anlayış sergilemektedirler. Bu iddialarımıza yol açan nedenleri yazılan şu satırlarda açıkça görebiliriz; “Oysa Türkiye ve benzeri ülkelerin gerçekliğinde seçimler halk kitleleri için bir kendini ifade etme alanı değildir. Faşist düzenin bütününde gördüğümüz bir özellik olarak ‘burjuva devlet mekanizmalarının kopyalanması’nın sonucunda bizimki gibi ülkelerde seçimler halkın kendisi için örgütlenmesine, kendini ifade etmesine olanak veren süreçler değildir.” Evet böyle diyor YD …

Aktardığımız bu paragraftan da anlaşıldığı gibi, bir genelleme yapılarak, her seçimin bir ve aynı görüldüğü, daha da ileri gidilerek sadece ülkemiz için değil benzer bütün ülkeler için de (sanki benzer olan o ülkelerin özgün koşulları olmazmış gibi) aynı anlayış ileri sürülebilmektedir. Bu mücadele alanlarını, “halkın kendisini ifade edemediği” alanlar olarak görmekse başlı başına tartışılması gereken ayrı bir konu başlığıdır. Halkın iradesinin sandık veya seçim sonuçlarına vb. bağımsız yansımayacağını söylemek, seçimlerin demokratik ve özgür bir süreç olmayıp, özünde burjuva bir oyundan ibaret olduğunu vb. vs. söylemek ayrı ama halkın kendisini ifade edemediğini ileri sürmek daha başkadır.

Halk, gerektiğinde en zor koşullarda bile kendisini ifade edecek cesarete ve güce sahiptir. Misal, yerel yönetim seçimlerinde halk fevkalade kendi adayını belediye yönetimine taşımakta, taşıyabilmektedir. Dostlarımız bu konuda müsterih olsunlar, halk öyle ya da böyle kendisini ifade etme mücadelesi ve direnişi sergilemekte, tüm faşist baskılara belli bir direnç göstermektedir. Asıl sorun ise, öncülerin halka güven verememesindedir… 

Ayrıca, bu alanlarda halk kendisi için neden örgütlenemesin? Bilakis manipüle edilse de halk kendisi için örgütlenir. Halkın kendiliğinden örgütlenmesini beklemek kaba bir yanlıştır, halk öncüler tarafından örgütlenir, şayet sorun varsa buradadır. Dahası, siyasi çalışmaların en canlı ortamında örgütlenmenin olamayacağını iddia etmek, tutarlı olmayıp anlaşılır da değildir. Bir ülkedeki seçim süreçleri, fabrikada, tarlada, sokakta devrimci propaganda yapmanın ve doğal olarak örgütlenebilmenin en olanaklı süreçleri arasında iken, böyle bir iddiayı ileri sürmek ne kadar gerçeklerle bağdaşabilir.

 “Yerel yönetimlerde veya parlamentoda halkın kendisini ifade etme, örgütleme olanağı veya imkânı zayıftır” denilse, bu yaklaşım dikkate alına bilinir. Dolayısıyla devlet kurumlarından yararlanma veya yararlanamama noktasında bir tartışma yürütüle bilinirdi. En gerici kurumlar içinde bile örgütlenmenin mümkün olabileceği enternasyonal proletaryanın tüm tarihsel tecrübelerinde sabittir. Ama dostlarımız, seçim süreçlerinin veya seçimlerin halkın kendisini ifade etmesine veya örgütlenmesine imkân tanımadığını hiç düşünmeden ileri sürebilmektedirler.

Seçimler, sınıfların, grupların, kurumların hatta bireylerin bile istem ve taleplerini yüksek sesle seslendirdikleri ve aynı zamanda örgütlenmek için yararlandıkları canlı politik süreçlerdir. Pratik bir harekette bir eylemde arzulanan sonucu almak veya almamak ayrı bir şey, o nesnel koşullar içinde halkın çıkarları için mücadele etmek veya halkın kendi çıkarları için mücadele etmesi ayrı bir şeydir. Anlaşılan dostlarımız bu iki şeyi birbirine karıştırmaktadırlar. Veya seçim anlayışlarında olduğu gibi her şeyi aynılaştırma eğilimindedirler.

Oysa adı seçim de olsa, her seçimin farklı işlevsellikleri olduğunu anlamak gerekiyor. Yerel yönetimler ya da yerel seçimler kitlelerle doğrudan iç içe olmanın, halkın sorunlarına çözüm üretmenin olanaklarını belli ölçülerde sağlarken, genel seçimlerde bu olanak daha da sınırlıdır. Yani halkın ve devrimin lehine olan imkânlar burada daha kısıtlıdır. Doğal olarak bu iki seçime ilişkin tavrımız, politikamız buna göre şekillenmek durumundadır.

Komünistler, mevcut durumu da hesaba katarak devrimin ve halkın yararına bu araçları kullanıp kullanmama noktasında karar vermeleri gerekiyor. Bu nedenle, seçim seçimdir deyip işin içinden çıkamayız. Söz konusu araçlar devrim ve halk için kullanılmaya elverişli oldukları sürece, hayalet görmüş gibi bunlardan kaçamayız. Aynı şekilde yararlanma olanakları ortadan kalkmış ise veya somut durum, yani sınıf mücadelesinin objektif ve sübjektif manada geldiği aşama buna ihtiyaç duymuyor ise, bunda ısrar etmek kadar aptalca bir şey de olamaz. Kısacası her araç, devrimin çıkarları doğrultusunda kullanıldığı ölçüde bir anlam ifade eder. 

Kendisi ile “kavgalı” bir siyaset kitlelere yol göstericilik yapabilir mi?

Bizler, seçimlere ve onun sonucunda yaratılacak araçlara bu anlayış çerçevesinde yaklaşmaktayız. Yani bu araçlara, devrim ve sosyalizmin lehine, olanaklıysa atılabilecek ön adımlar olarak bakmaktayız. Bunları amaçlaştırmadan, taktik mücadelemizin bir parçası olarak ele alıyoruz. Dostlarımız ise hayali bir şato yaratıp, oraya saldırarak ne kadar doğru bir yolda oldukları iddiasındalar. “Burjuvazinin egemen olduğu koşullarda ‘çıkarlarını gerçekleştirebileceği alan’ olarak burjuvazinin alanını gören bu siyaset yenilmeye mahkûm bir siyaset olarak değerlendirilmelidir. Son seçimlerde bir kez daha bu gerçekliği gördük” deniliyor.

Burjuvazinin egemen olduğu koşullarda, onun çıkarlarını temsil etmeyen alan mı var. Bu devletin yarattığı kurumlarda ve alanlarda mücadele edilmez diye bir kural yoktur. Var diyenler sübjektif davranmış olurlar. Burjuvazinin egemen olduğu koşullarda, yani sömürünün, talanın, adaletsizliklerin yaşandığı bir toplumsal sistemde, öyle pürü-pak bir alan arıyorsanız boşuna hayal ediyorsunuz.

Oysa bizim bildiğimiz ve mücadele etmemizin gerekçesi zaten burjuvazinin egemenliğinden kaynaklanmaktadır. Yani sisteme egemen olan burjuvazi ve onun türevleriyle göğüs göğüsse bir mücadele yürütüyoruz. Sübjektif temelde şu alan, bu alan diye mücadele alanlarını yadsıma gibi bir lüksümüz olamaz. Halkın ve devrimin çıkarlarına olanaklar sağlayıp, imkânlar sunabilecek her alanda komünistler mücadelenin en ön saflarında olmak durumundalar.

Dostlarımız son seçim sürecinde hangi gerçeği görmüşler, merak ediyoruz. Bizim bildiğimiz ve yaşadığımız gerçekler herkesin gözleri önünde ayan-beyan gerçekleşti. Yani gerçeğin kendisi pratikte yaşananların ta kendisidir. Mesela, bizler gücümüz ve olanaklarımız ölçüsünde, hatta bunu biraz da zorlayarak, kapı kapı dolaşıp kitlelere stratejik kurtuluşlarını ve taktik olarak da kazanmaları gereken demokratik, ekonomik vb. hakları için mücadele etmelerini önermemiz ve bunun için kitleleri meydanlara taşımamız mı yanlıştı.

Merakımızı bağışlayın, acaba siz bütün anlayışınızı bu mücadelelerin sonucunda elde edilmesi hedeflenen araçların elde edilemeyişine göre mi belirliyorsunuz. Ki bu araçların sizin için zaten pek bir “önemi” yok. Yürüttüğümüz bu mücadelede hedeflediğimiz kazanımlara, araçlara ulaşmak ve o araçları devrimin lehine kullanmak elbette bizler açısından önemli. Ama yürütülen mücadelenin esası ve tek amacı bu değil, böyle bir anlayışı da hiçbir yerde dillendirmedik.

Şimdi soru şu; biz hedeflediğimiz araçların kullanılması babında sonuca ulaşmamış olmamızla birlikte, ellerimizde bildirilerimiz, broşürlerimizle kapı kapı, sokak sokak, pazar pazar, fabrika fabrika dolaşıp kitlelerle buluşarak, demokrasi ve sosyalizm propagandası yapmamız ve kitleleri bu meyanda örgütlemeye çalışarak, meydanlara taşımamız yanlıştı da sizin, yerinizde oturup birkaç bildiri yazmanız ve dergi sayfalarında bol bol “eleştiri” yürütmeniz mi doğruydu?

Bizim, tüm devrimci örgütleri içine alacak ve halka güven verecek bir ittifak kurma çabamız yanlıştı da sizin, neyi amaçladığı pek belli olmayan “protesto” tutumunuz mu doğruydu. Boykot, özellikle de aktif boykotu kendi sübjektif durumunuzdan kaynaklı uygun bulmadığınızı satır aralarında anlatmaya çalışıyorsunuz. Sizin açınızdan anlaşılır bulsak bile, bunun yanlış bir anlayış ve kendine güvensizlik olduğunun altını çizelim. Çünkü boykot veya aktif boykot sübjektif durumla orantılı olarak ele alınmaktan ziyade, ülkenin, toplumun içinde bulunduğu somut durumla doğrudan ilintilidir. Somut duruma denk düşüyorsa eğer, hiç tereddüt gösterilmeden boykot kararı alınır ve gücünüz oranında kararınızı pratikle buluşturursunuz. Ama sizlerin meseleyi tersten ele aldığınız aşikârdır. Hadi boykotu uygun bulmadınız “protesto” kararı aldınız. Yani sizin deyiminizle seçimlere katılmama ve kimseyi desteklememe tavrını geliştirdiniz.

Peki, şu tavır nasıl açıklanır acaba: “Dolayısıyla seçim sürecine katılmadığımızı, seçime halkın katılımını sağlayacak yönde bir çalışma yürütmeyeceğimizi ifade etmiş olduk. Özel olarak ‘boykot’ kavramını genel bir çağrışım yapmamak ve belirttiğimiz gibi ‘engelleme’ amacı da gütmediğimiz için tercih etmedik.” 

Boykot etmiyorsunuz durum uygun değil, katılmıyorsunuz-desteklemiyorsunuz hadi onu da anladık, ama halkın katılmasına da ses çıkartmıyorsunuz, engel olmuyorsunuz. İşte bu ve bir önceki söylemleriniz birbirine taban tabana zıt söylemler. Kusura bakılmasın ama bu, katıksız oportünizmdir. Halka, “katılmayın, ama gene de siz bilirsiniz” demek, aynı zamanda kendi politikana, siyasetine de güvensizlik değil midir?..

Şimdi herkes şapkasını çıkartıp önüne koysun ve düşünsün. Kendi içinde tutarlılık göstermeyen, kendi kendisi ile “kavgalı” bir siyaset kitlelere yol göstericilik yapabilir mi? Sadece bu değil, yazılanların içinde o kadar çok birbiri ile çelişen, birbirini reddeden noktalar var ki hangi birini değerlendirelim doğrusu biz de şaşırdık. Bir yandan yaratılmaya çalışılan ittifaklara ateş püskürürken, öte yandan bambaşka tutumlar içine giriyorsunuz. Aynen şöyle diyorsunuz:

“Halkın çıkarlarını temel alan politikalarla hareket etmek konusundaki yetersizliklerimizi özel olarak tartışmalıyız. Çünkü devrimci dayanışmanın olanaklarını yaratmak konusunda kendimizde özel bir sorumluluk hissediyoruz.” Tabi ki hissetmelisiniz. Hiç kimse dört dörtlük değildir. Yapılan yanlışlardan ve hatalardan bir an önce kurtulmak her komünistin, her komünist ve devrimci özenenin öncelikli görevleri arasındadır.

Komünistlerin birliğini sağlamak devrimin acil sorunları arasındaki yerini korumaya devam etmektedir!

Yazılanların bütünselliği içinde, birbirini reddeden, birbiriyle çelişen epeyce konu başlıkları olsa da şu anlayışı ve savunuyu önemsediğimizin altını çizelim. “Kabul etmeliyiz ki doğru kitle çizgisi bakımından komünist anlayıştan pratik olarak uzağız” demektesiniz. Bu önemli bir özeleştiridir. Seçimlerdeki pratik tutumun kaynağını bu anlayışta aramak gerekir. Ayrıca, düne göre bugün devrimci mücadele ivmesinin yükselmekte olduğunu ve doğal olarak mücadelenin yeni bir sürece evrilmekte olduğunu görüyor ve “bu koşullarda devrimci hareketin bugünkünden daha güçlü ve etkili birliklere yönelmesi mümkün olabilecektir” düşüncesinde olduğunuzu ifade etmektesiniz. Bunu sizin adınıza önemli bir gelişme olarak gördüğümüzü ifade edelim.

 Ancak söylem ile eylemin bir bütünlük arz etmesi gerekir. Kitleler çok daha ağır koşullar altında iken, devrimci hareketler dağınık ve kitle desteğinden önemli ölçüde uzak iken, kitlelerde güven oluşturmak, faşist iktidarın ağır saldırılarını geri püskürtmek adına, bizler devrimci hareketlerin grup çıkarlarını bir kenara bırakıp güçlü ve etkili birliklerden yana tavır belirlemelerini sürekli devrimci kamuoyunun gündemine taşımaya çalışıyoruz. Ama buna dudak büküldüğünü siz de biliyorsunuz, biz de biliyoruz. Bu, devrimci mücadelenin yükseltilmesi için dün de acil bir ihtiyaçtı, bugün de aynı ölçüde bir ihtiyaç olarak önümüzde duruyor.

 İlk olarak, en azından Maoistlerin asgari düzeyde de olsa bu ihtiyacı karşılama cüretini göstermeleri gerekirdi-gerekiyor da. Zor bir süreçten geçmekte olduğumuzun herkes farkında. Ancak bu süreci nasıl aşacağımız konusunda kafalar epeyce karışık. Sadece stratejik doğrularla yol alınamayacağı, stratejilerin, doğru taktiklerle beslenmesi gerektiği gerçeği görülmediği veya anlaşılmadığı sürece, faşizmin kalelerini bir bir fethetmek sanıldığı kadar kolay olmayacaktır.

Devrimci hareketlerin, devrimci dayanışma ve ittifaklarını olanaklı kılmak, daha da önemlisi, komünistlerin birliğini sağlamak devrimin acil sorunları arasındaki yerini korumaya devam etmektedir. Halkın en ileri kesimini oluşturan devrimciler, asgari düzeyde de olsa bir araya gelemiyorlar ise, geri kitleleri birleştirme söylemleri laf kalabalığından öte bir anlam ifade etmez. Devrimci tarzdaki eleştiri ve özeleştiri, değişim ve dönüşüm açısından önemli ve stratejik bir silahtır. 

Dostlarımızın, kendileri için yaptıkları şu tespiti veya özeleştirel yaklaşımlarını önemsiyoruz: “Kabul etmeliyiz ki doğru kitle çizgisi bakımından komünist anlayıştan pratik olarak uzağız.” Seçim sürecine ilişkin izlenen politikanızın tamı tamına bu olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Evet, kitle çizgisi bakımından (ki sadece bu değil) komünist anlayıştan epeyce uzaksınız. Bunu siz değil de biz söyleseydik, büyük bir ihtimalle kabul etmeyecektiniz. Kafaların bu meselede epeyce karışık olduğunu söylerken, karalama mahiyetinde, içi boş bir eleştiride bulunmuyoruz. Aşağıda art arda birçok paragrafta aktaracağımız söylenenlere bakıldığında haksız olmadığımız anlaşılacaktır.

“Genel politikamızdaki öne çıkan vurgulardan biri devrim propagandası yapmak üzere yerel seçimlerde yeterli koşulun olmadığıydı. Genel şartlar kadar ittifak oluşturan devrimci-demokratik güçlerin tutumları da bu bakımdan sorunluydu.” 

Bu cümleler kendi içinde sorunlu cümlelerdir. Devrim propagandası yapmak için yeterli koşulların olmaması anlayışını, Marksist anlayışın hiçbir yerine sığdırmak mümkün değil. Dikkat edilsin, herhangi bir zora dayalı eylemden söz edilmiyor, devrimin propagandasından söz ediliyor. Devrimin propagandası için hangi koşulları aradığınızı doğrusu merak ediyoruz. Eğer ittifaklara dayandırılacaksa, kanımızca ittifaklar sizin propaganda yapmanızın önünde engel değildir. Tabi bir de “genel şartlar” ifadesi var.

 Devrim için propaganda yapmayı hangi genel şartlar engeller, onu da anlamış değiliz. Hemen birkaç satır sonra ise şu ifadeler kullanılıyor: “Etki edemeyeceğimiz alanlarda aldığımız tavrın özel bir önemi olmayacaktır.” Peki sormazlar mı, tavrın özel bir önemi yoksa neden tavır alınır? Peki, tavır ne bir de ona bakalım.

“Açıklamada ‘hiçbir adayı desteklemediğimiz’ özel olarak vurgulanmıştır. Dolayısıyla seçim sürecine katılmadığımızı, seçime halkın katılımını sağlayacak yönde bir çalışma yürütmeyeceğimizi ifade etmiş olduk. Özel olarak ‘boykot’ kavramını genel bir çağrışım yapmamak ve belirttiğimiz gibi ‘engelleme’ amacı da gütmediğimiz için tercih etmedik.”

Bu tavrın, aslında bir tavırsızlık olduğunu, yani ne yapılmak istendiği konusunda bir belirsizlik içinde bulunulduğunu görmemek için kör olmak gerekir. Hem seçime katılmayacaksınız hem halkın katılımını sağlayıcı bir çalışma yürütmeyeceksiniz ve hem de “engel” olmayacaksınız. Yani “boykot” da etmemiş olacaksınız. Bu durum karşısında, birileri de çıkar “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” diye sorar size. Bu, bizden size sadece dostça-yoldaşça bir uyarı olmuş olsun.

Boykot değil, seçime katılmak hiç değil, öte yandan seçime katılacak olan halka “engel” olmamak da savunulan politikanın tuzu-biberi gibi sunuluyor. Bunca çelişkili durumun nasıl bir araya getirildiği ve bundan nasıl “doğru” bir tavrın-politikanın üretildiği ise, tam bir küçük-burjuva mahareti olarak görülmek durumundadır.

Seçimlere ilişkin belirsizlik ve çelişkilerle dolu tutumu en açık bir biçimde DEM Parti’ye dair söylenen söylemlerde görüyoruz. 2019 seçimleri sürecinde, HDP ile Dersim’de ittifak kurduğunuzu ve bunun nedenlerini açıkladıktan sonra, şöyle devam ediyorsunuz. “Bugün de DEM Parti’yle aşağı yukarı aynı yaklaşım içinde ortaklık aradık, beraber hareket etmeyi destekleyen bir ilişki için arayışlarımız ve beklentimiz oldu.” Ancak bunun gerçekleşmediği herkesin malumu ve buna ilişkin çeşitli yorum ve eleştiriler yapıldı. Doğru veya yanlış, onları dillendirmeyeceğiz. Biz başka bir pencere açacağız. Pencereyi açmadan önce bir alıntı daha yapalım. Böylece hem mesele daha kolay anlaşılacaktır hem de pencereden sızan ışıklar karanlığın kırılmasında etkili olacaktır.

 “DEM Parti’nin ister istemez bir egemen sınıf aparatına dönüştüğünü kabul etmek zorundayız. Sadece devlet nizamının saptadığı koşullardan ve dayatmalardan ötürü değil aynı zamanda DEM Parti’nin dayandığı olanak ve yapılardan kaynaklı olarak bu bir gerçektir.” Bu tespitinizin doğruluğu veya yanlışlığını da şimdilik tartışmayacağız. Bu gerçekten de başlı başına tartışılması gereken bir konu. Şimdilik üzerinde durmak istediğimiz konu şudur.

Birincisi; madem seçimler (sizin deyiminizle) halkın kendisini ifade etme ve örgütleme olanağından yoksun idiyse, neden DEM Parti ile ittifak arayışı içine girdiniz? İttifak anlaşması sağlansaydı, belirtiğiniz bütün o toplumsal ve sosyal gerekçeler ortadan kalkmış mı olacaktı? Eğer böyle ise ki böyle olduğu anlaşılıyor, o zaman demek ki halkın ve devrimin değil, grubunuzun çıkarları esasmış! 

İkincisi; “Egemen sınıf aparatına” dönüşmüş bir parti, neden sizin ittifaktaki ilk, hatta tek tercihiniz oluyor? Egemen sınıf aparatı olduğundan emin olduğunuz bir parti ile ittifak kurmakta tereddüt etmiyorsunuz da devrimci-demokrat ve sosyalist parti ve örgütlerle ittifak kurmamak için neden bin dereden su getiriyorsunuz?! “Egemen sınıf aparatı” bir parti, bunlardan daha devrimci, demokrat bir sınıf karakterine ve siyasi niteliğe sahip olabilir mi? Madem sınıf hareketisiniz, meseleye sınıfsal bir açıdan bakmak zorunda değil misiniz? Ama hayır, burada yine o küçük-burjuva grup çıkarları ağır basmaktadır.

Devrimcileri karşınıza alma yerine yanınıza alın

YD gazetesinin sözünü ettiğimiz iki sayısının “Kolektif Doğrultu” bölümünde üzerinde derinlemesine ideolojik tartışmalar yürütebileceğimiz çelişkilerle dolu, gayri bilimsel anlayışlar fazlasıyla mevcut. Ancak bu makaleye sığdırmak mümkün değil. Dolayısıyla SMF’ye dair eleştiride söylenen bir iki noktaya da değindikten sonra yazımızı bitireceğiz. 

Şöyle diyorsunuz ilgili yazıda: “Öne çıkan eleştirilerden biri de kararlarımızda ve tartışmalarımızda SMF’nin rolü hakkındadır. SMF’nin belirleyici rolünden dahi söz edilmesi … bunun da subjektif bir değerlendirme olduğu su götürmezdir.”

“Yiğidi öldür, ama hakkını teslim et” diye bir söz vardır. SMF’nin sizin üzerinizdeki etkisinin derecesini bilemeyiz ama devrimci dayanışma ve ittifaklar konusundaki çabasını görmemezlikten gelemezsiniz. Kaldı ki SMF’nin bu konudaki anlayışı sadece seçimlere dönük bir anlayış ve çaba da değil. Uzun dönemdir, halkın ve devrimin önemli bir ihtiyacı olarak ele aldığı bu konuları devrimci kamuoyunun gündeminde tutuyor. Bunu yaparken, kuşkusuz eksiklikleri ve yetmezliklerinden söz edilebilir. Bu ayrı bir konudur. Ama çabaları inkâra gelmez; bunu atlamamak gerekir. 

“SMF’yi ilgi odağı yapan bir tartışmaya girmeme” şeklindeki anlayışınız, tam bir küçük-burjuva gururu ve politik çekememezliğin izdüşümüdür. SMF’ye gösterilen bu manidar ilgi göz yaşartıcı ve bir o kadar da endemik düşünce yapısı!.. Sahi husumetin bu itirafı yapılırken yüksek ateşe mi maruz kaldınız? Bu denli ince tasavvur edilen SMF karşıtlığının; SMF kâbusunun sebebi nedir? SMF’nin ilgi odağı olmasının size zararı ne ki, bu hesabı açıktan yapmaktan sıkılmıyorsunuz? Ama müsterih olun, SMF’nin kamuoyunda ilgi odağı olması sizin tartışıp tartışmamanızla bir ilgisi yok. Konuşmamakla ne kadar ilgi odağı olmasını engellediyseniz, konuşarak da o kadar ilgi odağı yapabilirsiniz ki, bu aslen sıfır etkidir!

SMF yürüttüğü devrimci politikalar ve siyasetle o ilgiyi zaten hak ediyor. Sadece şunu hatırlatalım, bu küçük-burjuva gururu, bu zehir-zemberek dar grupçu zihniyet, bu grup çıkarlarını her şeyin üstünde görme anlayışı ve SMF ile bu kör dövüşü size kaybettireceği gibi, Türkiye- Kuzey Kürdistan devrimine herhangi bir şey kazandırmaz… Biliyoruz, tabanınızı SMF karşıtlığı üzerinden konsolide ediyor, etmeye çalışıyorsunuz. Anlıyoruz fakat, bu, yaşadığınız sorun her ne ise ona dönük palyatif ve geçici bir çözüm olmaktan ileri gitmez. Bu ‘’düşmanlaştırma’’ siyasetinden vazgeçin. Bu dar kavga ve kısır çekişmelerden kurtulun. Devrimcileri karşınıza alma yerine yanınıza alın. 

“Geçmişten bugüne SMF’de somutlaşan belediyecilik pratiklerinin halk tarafından esas olarak onaylanmadığı” iddianız da ayakları yere basmayan bir iddia olduğunu hatırlatalım size. Boş verelim Türkiye- Kuzey Kürdistan halklarını, dünyanın pek çok coğrafyasında kamuoyunun gündemine oturan bir çalışmayı görmemek, devrimci bir tarzda olmayan öteleyici bir tutumdur. Ya kamuoyunu takip etmiyorsunuz ya da halk nezdinde oluşan olumlulukları görmezden gelmeyi tercih ediyorsunuz. Yani karartma uyguluyorsunuz.

Biz, her yönüyle dört dörtlük bir yerel yönetimler çalışması yürüttüğümüz iddiasında değiliz. Gerek bizden ve gerekse dışımızdaki nedenlerden kaynaklı eksikliklerimizin yetmezliklerimizin bilincindeyiz. Ancak genel anlamıyla yerel yönetimlere dair doğru bir politik hatta sahip olduğumuzun da altını çizelim. Bu, yerel yönetimlerde tekrar yönetime gelemeyişimizle açıklanabilir bir durum değildir. Seçimlerde ne türden burjuva ayak oyunlarının sergilendiğinin ne biz yabancısıyız ne de siz. Siyasetimizin veya politikamızın doğruluğu ya da yanlışlığının esas ölçütü bu olamaz. Bizim için önemli olan halkta yaratılan güven ve halkın çıkarlarının esas alınarak pratik bir kısım sonuçların alınmasıdır. 

SMF’nin yürüttüğü çalışmaları beğenmeyenlerin, kendileri yerel yönetim iradeleri alsalardı nasıl bir pratik sergileyeceklerini doğrusu merak etmiyor da değiliz. Bu konularda köklü bir programı ve politikası olmayanların doğru bir eleştiri yürütme şansları olamaz. SMF’nin yerel yönetimler siyasetini doğru bulmuyorsanız ortaya bir program koyarak eleştiriyi programatik düzeye taşırsınız. Böylece biz de varsa, bu kıyaslama üzerinden eksikliklerimizi görürüz.

İstediğimiz şey, öyle bölük pörçük “eleştiri”ler değil, gerçekten derli toplu programınızı görmek istiyoruz. Umarız bunu da bir gün devrimci kamuoyu ile paylaşırsınız. Havanda su dövmekten vaz geçip, somut konuşmak galiba herkes için en iyi olanıdır. Böylece, sizler, bugüne kadar yürüttüğünüz çelimsiz eleştirilerle hep kırmızı yanan bozuk trafik lambasında çakılı duran görünümden kurtulursunuz, bizde varsa eksikliklerimizin ne olduğunu görürüz. Evet; buna cesaret etmenizi bekleyeceğiz…

Bu yazı ilk olarak Halkın Günlüğü Gazetesi‘nde yayımlanmıştır.

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)