27 Haziran 2024 Perşembe

FEHİM TAŞTEKİN | Üçüncü dünya savaşı mı?......27 Haziran 2024

 Kuzeyden Ukrayna, güneyden Lübnan-Filistin Türkiye’yi uzak kalamayacağı bir cendereye çekiyor. Gidişat iyi değil; dümendekiler de kofluktan kırılıyor. Görmekten öteye geçen strateji yok. Endişelenmek için sebep çok.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Ukrayna ve Gazze’deki gidişattan bahsederken üçüncü dünya savaşı tehlikesine işaret etti. Çatışmaların bölgesel, hatta küresel bir savaşa dönüşebileceğini söyledi. 

Eski MİT Başkanı sıfatıyla istihbarat çarkındaki tecrübesi de dikkate alındığında NATO üyesi bir ülkenin baş diplomatına “Hadi oradan” diyecek halimiz yok! Ya da uyarıyı komplocu ‘duvar dibi muhabbeti’ sayacak değiliz!

Ukrayna’daki savaş nükleer tehditlerin gölgesinde sürüyor. Rusya’nın önce İran, sonra Kuzey Kore ile askeri güç birliğine gitmesi ya da Çin-Rusya yakınlaşmasının yapısal bir ortaklığa evrilmesi Batı yakasını yeniden hesap-kitap yapmaya itiyor. Koltuğunu Mark Rutte’ye bırakmaya hazırlanan NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg de giderayak nükleer silahları ağzına alıp korku salıyor. Fakat bu haftanın iyi haberi, ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin ile Rus mevkidaşı Andrey Belousov’un 25 Haziran’da yaptığı telefon görüşmesiydi.

İkili iletişim hattının açık tutulmasında karar kıldı. İyimser bir çıkarımla, bu temas, barışı vaadetmese de tarafların savaşı Ukrayna sınırları içinde tutmak zorunda hissettiklerine yorulabilir. Rus tarafında Belousov’un da tekrarladığı uyarı; Ukrayna’ya uzun menzilli ve hassas silahların tedariki çatışmayı kimsenin hayal edemeyeceği yere tırmandırabilir. O yeri tarif eden şey ‘nükleer savaş’. Bundan kaçınmak için kırmızı hattın açık tutulması kesinlikle iyi fikir.

Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin, Ukrayna takıntılı Biden’ın kaybedip Trump’ın Beyaz Saray’a dönmesiyle kartların yeniden karılacağı ihtimalini dikkate alıyor. Aynı şekilde bölgesel bir savaşı patlatma potansiyelini taşıyan İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu da yıldızının barışık olmadığı Biden’dan kurtulup Abraham anlaşmalarının mimarı Trump’ın yolunu gözlüyor. Trump dönünceye kadar ateşkesten kaçacak gibi görünüyor.

***

Netanyahu seçim sürecinde özellikle Kongre’deki ‘Hıristiyan Siyonist’ lobinin gücünü, başkan adayları arasında İsrail’e cömertlik yarışını kızıştırmak için kullanıyor. Gazze’deki soykırım operasyonlarını bitirmeye yanaşmadığı gibi ABD’nin sarsılmaz desteği ile Lübnan’a savaş açmak, hatta İran’a saldırmak için koşulları zorluyor. Savunma Bakanı Yoav Gallant bu hafta Washington’da bu planları pazarladı. 25 Haziran’da Pentagon’daki görüşmede Austin’e “Dünyanın geleceğine yönelik en büyük tehdit İran’dır. Şimdi Amerikan yönetimlerinin İran’ın nükleer silahlara sahip olmasını önleme taahhüdünü gerçekleştirme zamanı” dedi.

Muhtemel ki Gallant büyük hedefi (İran) gösterip Amerikalıları küçük hedefe (Hizbullah/Lübnan) razı etmeye çalışıyor. İsrail kuzey cephesinde tam teşekküllü savaş için hazırlanırken ABD’nin çekincelerini aşmaya çalışıyor. İran’ın füze ve SİHA’larını önleyen Amerikan-İngiliz liderliğindeki koalisyondan daha büyük bir koalisyonu yanında göremezse Lübnan cephesi felaketler getirebilir. Tehlikeyi fark eden Biden yönetimi, İsrail’in düşlediği tarzda İran’la kapışmayı çok riskli buluyor. Önceki yönetimler de bunu göze alamamıştı. İsrail kuzey cephesini gündemde tutarak hem ateşkes hem de savaş sonrası Gazze planı konusunda Amerikalıları savsaklıyor.

Austin İsrail’in ateşkese hazır olduğu ve sorunun Hamas’tan kaynaklandığı yalanını tekrarlasa da kuzey cephesi için “Savaş hem Lübnan hem de İsrailliler için felaket olur” uyarısında bulundu. “Hizbullah’la savaş kolaylıkla bölgesel bir savaşa dönüşebilir ve bu nedenle diplomasi en iyi yoldur” diye ekledi. Austin bölgesel savaş tanımını Orta Doğu ile sınırlıyor. Yani karşı taraftan İran, Irak, Suriye, Yemen ve Lübnan’ın dahil olacağı bir savaş. Fakat savaşı Orta Doğu ile sınırlama rahatlığı eskide kalmış olabilir.

***

Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın İsrail için eğitim üssü ve fırlatma rampası olan Güney Kıbrıs’ı tehdit etmesi suları epey dalgalandırdı. Hakan Fidan da üçüncü dünya savaşı senaryosunu buradan kurdu. Verdiği bilgilerle Nasrallah’ı teyit etti.

“İsrail’in başlattığı ilk operasyonlardan sonra biz, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin özellikle Gazze’ye yönelik operasyonlarda belli ülkelerin kullandığı bir üs olmasını istihbarî raporlarla hep görüyoruz” ifadelerini kullandı. Rum yönetimi “Savaşa müdahil değiliz” diyerek Nasrallah’ın suçlamasını zinhar kabul etmiyordu.

Fidan, Gazze’ye yönelik istihbarî ve askeri uçuşların Güney Kıbrıs’tan yapıldığını, bu konuda Avrupalı ve bölgesel aktörleri uyardıklarını, sonra askeri üs özelliğini gizlemek için buranın lojistik üs ilan edildiğini anlattı. Malum Amerikalıların Gazze sahiline kurduğu iskele Kıbrıs’la bağlantılı.

Bu iskele Nuseyrat’ta korkunç bir vahşetle sonuçlanan rehine kurtarma operasyonunda kullanıldı. Fidan “Yunanlılara da söyledik, Orta Doğu’daki savaşlara bu şekilde müdahil olduğunuz zaman bu ateş gelir, sizi de bulur. Zaten biz de aynı coğrafyadayız, gelir bizi de bulur” dedi.

***

Ciddi bir durum. Rumların dahli AB’nin dahli, AB’nin dahli NATO’nun dahli demek. Türkiye de İncirlik Üssü ve Kürecik Radarı dahil onlarca tesisle NATO’nun hizmetinde. Üçüncü dünya savaşı riskini öngördüğüne göre Ankara’nın ivedilikle kırmızı çizgilerini belirlemesi ve caydırıcılığını göstermesi şart. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan dün “Türkiye, kardeş Lübnan’ın yanındadır. Diğer ülkeleri de Lübnan’la dayanışmaya davet ediyorum” diyerek bir çizgi çekti.

Fakat bu çizgi, Gazze’de soykırım sürerken İsrail’le ticareti aylarca kesmeyen ya da İncirlik Üssü’nün kullanımına ilişkin herhangi bir önlem almayan adamın Filistin sevdası gibi çürük, ikiyüzlü ve sahte de çıkabilir. En azından acil misyon olarak savaşın bölgeselleşmesini önleyecek bir karşı ağırlık oluşturabiliyor mu, ona bakmalı.

***

Kimi Batılı ülkeler Lübnan’dan vatandaşlarını uzaklaştırmaya koyulunca ister istemez eli kulağında bir savaş havası oluşuyor. Dünya savaşını Lübnan’dan çıkarma senaryosunu soğutan tek şey Amerikalıların şimdilik “önce diplomasi” demeleri.

Diplomatik çözümden söz ederken kastettikleri şu: Gazze’de ana operasyonlar durursa Hizbullah’la müzakereye girmek, Rıdvan Güçleri’ni en azından sınırdan 7 km kuzeye itmek, Mavi Hat’ta Lübnan ordusunu yerleştirmek ve İsrailli yerleşimcileri kuzey bölgelerine yeniden döndürmek mümkün olabilir. İsrail’in istediği ise Hizbullah’ın sınırdan 30 km öteye yani Litani Nehri’nin kuzeyine gönderilmesi.

Arap kaynaklara göre Biden’ın özel temsilcisi Amos Hochstein 18 Haziran’daki Beyrut temasları sırasında mealen şu uyarıda bulundu: Gazze’deki yaklaşık beş hafta daha yoğun çatışmalar bekleniyor. Ardından İsrail ana saldırısına ara verecek. Ancak üst düzey Hamas yetkililerini hedef almaya ve rehineleri kurtarmak için saldırılar düzenlemeye devam edecek.

Gazze’deki çatışmalar durduğunda İsrail tüm dikkatini kuzeye verecek, Hizbullah’ı bölgeden püskürtecek, İsrail’in kuzeyinde yerinden edilmiş yerleşimciler sonbaharda okullar açılmadan önce evlerine dönecek. İsrail ile Hamas arasında bir ateşkes anlaşması olsun ya da olmasın Gazze’deki çatışmaların durması, Hizbullah ve İsrail’e, kuzeyde çatışmaları sonlandırma ve müzakerelere başlama fırsatı veriyor.

Yani deniliyor ki, artık Gazze’de Hamas ile İsrail arasında ateşkes anlaşmasını beklemeyin, tek taraflı olarak ana operasyonların durmasını “çatışmaların sonlandırılması” olarak görün ve kuzey cephesini kapatın! Bu, Hizbullah’a temmuz ortalarına kadar süre tanındığı anlamına da geliyor.
Hizbullah ise “Önce Gazze’de ateşkes” yanıtını tekrarlamakla kalmayıp Hayfa üzerinde uçurduğu İHA’dan aldığı görüntüleri paylaşarak “Siz de iki kez düşünün” demiş oldu. Hizbullah savaş çıkarsa Celile’ye girebileceğini de kaydetti.

Lübnanlılar pazarlık masası kurulursa işgal altındaki toprakları da konuşmak istiyor. Bir senaryoya göre İsrail, Şebaa Çiftlikleri olmasa da Gacar köyünü iade etmek durumunda kalabilir.

***

İsrail’de siyasi ve askeri kanatlara bakarsanız savaş pupa yelken geliyor. Lübnan’ın güneyini işgal etmekten, Hizbullah’ı kuzeye sürmekten ve tampon bölge kurmaktan söz ediyorlar. İsrail yönetimi okulların açılacağı eylüle kadar sonuç alacağı bir harekâtı kafaya koymuş durumda.

Fakat sivil kanatlar daha gerçekçi. Mesela elektrik sistemlerini yöneten Noga şirketinin başkanı Şol Goldstein diyor ki; “Hassas konulara girmeyeceğim ama tüm altyapımıza, optik fiberlere, limanlara bakıyorsunuz, iyi bir konumda değiliz. 72 saat elektriksiz kalırsa İsrail ‘yaşanamaz’ hale gelir.” Savaş çıkarsa Demir Kubbe’nin şehirleri koruyamayacağı, İsrail için sonun başlangıcı senaryosunun tetikleneceği uyarıları da eksik olmuyor.
İsrailli kayıp askerler için yürütülen müzakerelerde yer almış Yoram Schweitzer gibi Netanyahu’nun silah sevkiyatını yavaşlattığı gerekçesiyle Biden’a saldırmasını “tehlikeli”, “aptalca” ve “ahmakça” bulan İsrailli uzmanlar da İsrail, Hizbullah’la savaşacaksa bile bunu şimdi değil gerekli hazırlıkları tamamladıktan sonra yapması gerektiğini söylüyor.

Netanyahu bu sıfatları yedikten sonra bir de Biden’ı yalnızlaştıracak bir hamle ile 24 Temmuz’da Kongre’nin her iki kanadına birden seslenmeye hazırlanıyor. Bu kadarı İsraillilere bile çok gelmiş olmalı ki eski Başbakan Ehud Barak, eski Mossad şefi Tamir Perdo, İsrail Bilimler Akademisi Başkanı David Harel, eski Başsavcılık Özel Görevler Dairesi Başkanı Talia Sasson, Nobel ödüllü kimyager Aaron Ciechanover ve yazar David Grossman 26 Haziran’da New York Times için kaleme aldıkları ortak yazıda Amerikan Kongresi’ne “Netanyahu’ya yaptığınız daveti geri çekin” diye seslendi. Yazıda Netanyahu’nun İsrail’i yokuş aşağı sürüklediği ve Washington’da ülkeyi temsil etmeyeceği belirtilerek “Kongre korkunç bir hata yapmıştır. Netanyahu’nun Washington’a gelmesi ülkemize yönelik skandal ve yıkıcı davranışlarını ödüllendirecektir” denildi.

Eski Başbakan Ehud Olmert de 26 Haziran’da Haaretz’e yazdığı yazıda Netanyahu’yu “kasten Gazze’de savaşı uzatmak”, “ABD ile ittifakı yok etmek”, “Biden’ın seçim kampanyasının altını oymak”, “Fransa ve ABD’nin arabuluculuğuyla Lübnan hükümetiyle anlaşmak yerine Hizbullah’la topyekûn bir savaş başlatmaya çalışmakla” suçladı.
İçeride ve dışarıda rüzgar Netanyahu’dan yana esmiyor. Yine de bu hava, Netahyahu’nun Yahudi ve Hıristiyan Siyonist lobinin verdiği cesaretle bölgesel savaş çıkarma girişimlerini bertaraf etmeyebilir.

***

Kuzeyden Ukrayna, güneyden Lübnan-Filistin Türkiye’yi uzak kalamayacağı bir cendereye çekiyor. Gidişat iyi değil; dümendekiler de kofluktan kırılıyor. Görmekten öteye geçen strateji yok. Endişelenmek için sebep çok.

(27 Haziran 2024. Gazete Duvar)

 

 


Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)