Açıklanan rakamlar muhtelif olsa da 7.Ekim.2023 ile
30.Mayıs.2024 tarihleri arasında, ezici çoğunluğu çocuk ve kadın olmak üzere,
toplamda 36 bin Filistinli hunharca katledilmiş durumda. Yaralı sayısının 80
bini aştığı ve keza binlerce kişinin akıbetlerinin bilinmediği söylenmekte.
Çeşitli haber kaynaklarının aktardığına göre; şimdiye kadar
87 bin konut tamamen yıkılmışken, toplamda 297 bin konut ise kullanılamaz
durumdaymış.
Keza 189 hükümet binası ile 108 okul ve üniversite yerle bir
edilmişken; 313 okul ve üniversite ise kullanılamaz duruma sokulmuş. Keza 160
sağlık kuruluşu, 55 sağlık merkezi, 33 hastane, 130 ambulans ve 206 tarihi ve
kültürel varlıkları imha edilmiş. Yani özetle, insanların yaşam alanları,
hastane, okul ve adeta tüm üretim tesisleri ve kültürel varlıkları yerle bir
edilmiş durumda.
Takriben 2 milyon civarında Filistinli de yerinden edilmiş.
İnsanlar yiyecek, içecek, ilaç ve diğer temel ihtiyaç maddelerinden mahrum
bırakılarak, alenen ölüme terk edilmiş durumda. (Aktarılan rakamlara göre 1
milyon 95 bin bulaşıcı hastalık, 30 binden fazla ‘Hepatit A’ vakası tespit
edilmiş ve 350 bin kronik hasta ölüme terk edilmiş.)
Ve de bütün bu insanlık dışı şeyler yeterli görülmüyor
olmalı ki katliam, yıkım ve geleceksizliğe mahkûm etme esası üzerinden
kurgulandığı aşikâr olan soykırım fiili, olanca hızıyla devam ediyor. Nereye ve
daha ne kadar devam ettirileceği ve bilançonun nasıl sonuçlanacağını ise;
şimdiden kestirmek pek te mümkün gözükmüyor.
Fakat şu kesin ki Gazze’nin Filistin yurdu olmaktan
çıkarılarak, bir nevi ilhak edilmesi ve de mümkün olabildiğince kadın ve
çocukların imha edilerek; Filistinlilerin soyunun kurutulması hedeflenmektedir.
Tarihsel tecrübelerle sabittir ki Siyonistler, “vadedilmiş
topraklar” mitolojisiyle ‘tarihsel arka planını’ oluşturdukları Filistin’de ki
varlıklarını, Filistinlerin yok edilip, topraklarının işgal edilmesi üzerine
kurgulamışlardır. Bir devlet olarak kuruluşları da sonraki süreçlerde ‘yeni
yerleşim yerleri açma’ vesilesiyle ülke sınırlarını her seferinde daha da
büyütmeleri de bu strateji gereğincedir.
Hal böyle olunca da yani bu Siyonist barbarlık ve işgalci
tutuma karşı; Filistinlilerin (ve elbette ki benzer durumda ki tüm diğer
ulusların da) kendi yurtlarını, toprak bütünlüklerini ve her türlü ulusal
haklarını talep etme, geliştirme ve koruma meşru hakları vardır ve de saklıdır
da. Gayet tabii ki bu amaç doğrultusunda her çap ve boyutta yürütüle gelen
ulusal kurtuluş savaşımları ve ‘evrensel savaş hukukuna uygun’ her türlü
direnişleri; haklı ve meşrudur da.
Bu çerçevede olmak üzere; ideolojik kimliğinden bağımsız
olarak, elbette ki HAMAS gibi yapılanmaların da görev ve sorumluluğudur kendi
yurdunu, halkını ve tüm diğer ulusal haklarını koruma ve talep etme amacıyla
bir ulusal kurtuluş davası güdüp, savaşımını sürdürmesi. Bunun için kimsenin
icazeti ve onayı da gerekmiyor zaten.
Dolayısıyla da burada sorgulama, HAMAS ve bileşeni olduğu
“Al Aksa Tufanı” oluşumunun, bu yönü üzerinden olmayacaktır elbette ki. Ama
gerek bileşimin belirleyici aktörü olması sebebiyle özel olarak HAMAS’ın ve
gerekse gerçekleştirilen harekatın altında imzası olması dolayısıyla genel
olarak Al Aksa Tufanı oluşumunun, 7 Ekim 2023 tarihinde gerçekleştirilen askeri
operasyonunun kesinlikle sorgulanması gerekiyor.
Bilinir ki savaşın en temel ve de en öncelikli kuralı; kendi
güçlerini korumayı esas almaktır. Bir harekat veya muharebe başlatılacağında,
ilk sorgulanacak ve de gözetilecek husus; bu harekat, muharebe veya top yekûn
savaşta kendi ana gücünü (bu özgülde kendi halkını) koruyup koruyamayacağının
belirlenmesidir. Eğer korunamayacaksa veya güçler dengesi ve coğrafi konumdan
da ötürü bu zaten mümkün olamayacaksa ve de karşı taraf seni tümden silip
süpürmek için zaten ‘tanrının bir lütfu’ babında, ‘olsun ya da olmasın
bahanesi’ arıyorsa kana susamış aç bir kurt misali; bu durumda yapılması
gereken şey, düşmana bunun imkânını vermemektir.
İşte tam da bu yönüyle sorgulanması gerekiyor 7.Ekim.2023
askeri operasyonunun. HAMAS’ın ta kuruluş yıllarına kadar geriye dönük
değerlendirmelerle, İsrail Devleti ve istihbaratının bilgisi dahilinde ve
tamamen İsrail Devletinin emellerine hizmet amacıyla HAMAS’ın böylesi bir
eylemi gerçekleştirdiği/gerçekleştirebildiği, yani bir nevi sipariş bir
operasyon olduğu ileri sürülse de spekülasyona dayalı bu türden yorum ve
nitelemeler, hem çok da fazla bir anlam ifade etmiyor olacak ve hem de bugün
yaşananları böylesi bir sorgulama ile izah etmek de pek kolay olmayacaktır.
Kabul görmüş isimlendirmesiyle, gerek bizzat Al Aksa Tufanı
operasyonu ve gerekse tüneller sahasında devam eden boyutlarıyla, yani salt
‘askeri bir eylem’ olarak ele alınıp değerlendirilecek olursa; denilebilir ki
İsrail Devletinin karizmasını fena halde çizmiş, son derece sofistike ve
başarılı bir askeri harekattır.
Fakat operasyon esnasında sivillere yönelik yapılanlar ise
zaten ta en baştan bu operasyonun ‘terörist bir saldırı’ olarak damgalanmasına
ve Filistin halkının genel olarak kabul görmüş o “meşru müdafaa hakkı”nın o an
itibariyle yerle bir olmasına ve dünya kamuoyu nezdinde nefret objesi haline
dönüşmesine yol açtı. Ve ama daha da önemlisi; başta tüm devletler olmak üzere,
geniş kamuoyu nezdinde İsrail devletinin karşı operasyonunun haklı ve meşru bir
savunma hakkı olduğu algısının oluşması sonucunu doğurdu. Ve bu, uzunca bir
süre Filistin halkını dünya halklarının o hayati derecedeki önemli
sahiplenilmesinden mahrum bırakırken; İsrail Devletinin ise tüm vahşiliği ve
gaddarlığıyla saldırılarda bulunmasın bir nevi psikolojik destekleyeni rolü
oynadı.
Elbette ki Al Aksa Tufanı operasyonuna ilişkin yukarıdaki bu
değerlendirme, esasen tek yanlı ve tek boyutlu olup; öze ilişkin, bütünlüklü
bir değerlendirme sayılamaz. Bu operasyonun bütünlüklü değerlendirilmesi ancak
ki savaşın öncelikli temel kuralı olan kendi güçlerini koruma kriteri üzerinden
sorgulanması suretiyle yapılabilir ancak ki.
Bu yönüyle sorgulandığında ise rahatlıkla görülecektir ki bu
temel savaş ilkesi, HAMAS ve diğer müttefiki güçler tarafından, tamamen, evet
tamamen es geçilmiştir. Çünkü saldırıdan sonra, alınan rehinelerle birlikte
çekilen alan sadece Al Aksa Tufanı bileşeni güçlerin bir askeri üssü veya
savunma hattı değildir. Keza üstelik burası, düşman güçleri açısından aşılamaz,
ulaşılamaz o eski çağların kaleleri misali korunaklı bir alan da değildir.
Burası, milyonlarca Filistinlinin kıstırıldığı ve ‘balık istifi’ misali tıkış
tıkış yaşadığı bir sivil yerleşim yeridir.
Dolayısıyla da böylesi bir yerin çok aleni bir şekilde
saldırı ve savunma üssü olarak kullanılması, zaten en baştan, savaşın doğrudan
öznesi olamayacak durumda olan o çoluk- çocuğun, kadın, yaşlı ve hastaların da
içinde bulunduğu ve milyonlarla ifade edilen o sivil halkın doğrudan düşmanın
önüne yem olarak atılmasıyla eş anlamlıdır.
Bunun literatürdeki yalın karşılığı şudur: Savaşın en temel
kuralı gereğince davranmayarak kendi güçlerini düşmanın karşı saldırısına maruz
bırakan; pratiğinin kendiliğinden sonucu olarak böylesi bir ortam yaratıp sunan
bir savaş kurmayı, hem ağır bir savaş suçu işlemiş olur ve hem de doğan sonucun
suç ortağı.
Yani ‘eğri oturup doğru konuşmak gerekirse’; Gazze’de
yaşanan bu korkunç soykırımın suç ortağı konumundadır HAMAS ve Al Aksa
Tufanı’nın bileşeni diğer oluşumlar. Yani burada karşılaşılan durum,
“sebep-sonuç denklemi” sarmalının çok tipik bir örneği olduğu, rahatlıkla
söylenebilir.
......................................
Al Aksa Tufanı 23 Temmuz 2018’de İsrail işgaline karşı birleşik bir mücadele cephesi olarak oluşturulmuş bir direniş cephesidir. Amacı, eylemleri tek merkezden kontrol etmektir. Zaten kendilerini ifade edişleri de “Filistin Direniş Örgütleri Ortak Operasyon Odası” şeklindedir. Bileşiminde 12 örgüt yer almaktadır. Bunların biri Hamas’a, biri İslami Cihad’a, dört tanesi El-Fetih’e, diğerleri de daha farklı f Filistin örgütlerine bağlı örgütlerdir.