Toplumda ve doğada yaşanan her değişim, dönüşüm ve gelişmeye koşut olarak, her olgu ve kavram gibi, CHP de elbette ki tartışmalar konusu olabilir, olmalıdır da. Bunda herhangi bir anormallik olmasa gerek. Hayatta, ortaya çıktığı o ilk andaki haliyle, değişmeden kalan/kalabilen hiçbir şey olamayacağına göre; CHP’de de bu kural gereği, el mecbur, bazı değişim ve dönüşümler yaşanacaktır.
Bunu yadsımak, hayatın diyalektiğini yadsımakla eşanlamlıdır. Bu ön kabulle, burada öncelikle şu iki yönün sorgulanması gerekir; Öncelikli olarak, değişim dönüşümlerin nicelik ve niteliklerinin isabetlice belirlenebilmesiyken; ikinci olarak da neyi nasıl tanımlayıp tartıştığımız ve ne tür sonuçlara vardırdığımızdır.
Herkesin bilip kabul ettiği gibi, tarihsel CHP, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş ideolojisi olan ve o konjonktürde “Altı Ok” da ifadesini bulan Kemalizm’in, icracısı bir parti olarak kurulmuştur. Ve uzun yıllar da T.C. Devleti’nin her türlü icrasının baş sorumlusu olmuştur.
Kemalizm’in o süreçteki uygulamaları, elbette kaskatı faşist bir diktatörlük şeklinde iken; bir devlet partisi olarak, bu fiillerin baş uygulayıcısı konumunda bulunan CHP’nin demokrat, liberal demokrat veya sosyal demokrat olması, eşyanın tabiatı gereği, zaten pek mümkün de olamazdı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası sürecin değişen iç ve dış denkleminin de basıncıyla CHP, sembolik Altı Ok’una dokunmaksızın (burada, kısaca da olsa şunu belirtmek gerekiyor: Elbette ki Altı Ok’u oluşturan “Cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik, laiklik, devletçilik ve devrimcilik” gibi kavramlar değildir Kemalizm’in faşist karakterini oluşturan kıstaslar; bunlar, tamamen ‘masumane’ dolgu unsurları olarak kullanılmıştır. Tıpkı, “Nasyonal Sosyalist” kavramının Alman Nazilerince kullanılması gibi. Yukarıda, “o konjonktürde Altı Ok’ta ifadesini bulan” özel vurgusu, tamamen buna dikkat çekme maksadıylaydı.), kendisini önce “ortanın solu” olarak, daha sonra da Avrupa sosyal demokrat partilerinin çatı kurumu olan Sosyalist Enternasyonal’ e katılarak, sosyal demokrat bir parti olarak tanımladı. Ve bu süreçle birlikte de CHP yine yek pare ve homojen bir kadro partisi olmadı: Klasik sağcı- faşist ulusalcı/Türkçü Kemalistlerden tutun da burjuva liberal, laik ve kendini yelpazenin ağırlıkla sol cenahında tanımlayan ‘demokratik sol’ kanata kadar birçok klik ve kanadın bir arada olduğu kozmopolit, Türküye-K. Kürdistan realitesine uyarlı ‘gece kondu’ vari bir sosyal demokrat partiye evrilmiş oldu.
Neden ‘gece kondu’ misali diyorum? Çünkü özellikle de toplumsal ve siyasal şeyler, ilk başta gündemine geldikleri toplumların sosyal-ekonomik ve kültürel gelişmişlik düzeyine koşut olarak şekillenir ve bunun üzerinden karakterize olurlar. Mesela nasıl ki ağırlıklı olarak geri kapitalist ve ama esasen de köylü bir toplumsal formasyonda gündeme gelen sosyalizm deneyimlerinin, olması gerekenin çok çok gerisinde bir gerçekliği söz konusu olduysa; gelişmiş kapitalist ve burjuva demokrasisi koşullarıyla kıyaslandığında, Türkiye ve K.Kürdistan özgülünde ortaya çıkacak bir sosyal demokrasinin de apartman ve gök delenlerin yanında, bir gecede derme çatma inşa edilen gecekondudan pek de bir farklı olmayacaktı. Dolayısıyla da her ne kadar da “sosyal demokrat parti” genel payesiyle anılıyor olsalar da ancak ne var ki kaçınılmaz olarak bunların her biri hem ortaya çıktıkları genel verili sürecin ve hem de içinde yeşerdikleri toplumun sosyal- ekonomik ve kültürel gerçekliğince karakterize olarak, önemli oranda kendine özgü yönleriyle, yani artı ve eksilerden oluşan farklılıklarıyla ortaya çıkacaklardır.
Bu anlamıyla nasıl ki örneğin Almanya Sosyal Demokrat Partisi, örneğin İsveç Sosyal Demokrat Partisinden veya İngiltere İşçi Partisinden, İngiltere İşçi Partisi İspanya Sosyalist Partisinden farklılıklar arz ediyorsa; bunlarla kıyasla çok daha farklı toplumsal koşullar zemininde kendisini sosyal demokrat parti olarak dönüştüren CHP’in sosyal demokratlığı da önemli oranda onlardan çok daha geri ve haliyle de farklı olacaktır. Dolayısıyla da değerlendirmelerde bulunurken, bu olgusal kriterler muhakkak ki göz önünde bulundurulmak durumundadır. Aksi halde, değerlendirmelerde sübjektivizme düşülür.
Değerlendirmelerde asla es geçilmemesi gereken bir diğer çok, ama çok daha önemli kriter ise; Ekim Devrimiyle birlikte, başını Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin çektiği 2.Enternasyonal bileşeni hemen-hemen tüm Avrupa sosyal demokrat partilerinin emperyalist-kapitalist sisteme eklemlenerek, âlâsından, tekelci burjuva partileri olarak, sistemin en has idame ettiricileri, koruyucu ve kollayıcıları olarak nitelik değişikliğine uğramış olmalarıdır. Yani bunların pusulası, özel olarak kendi ülkelerinin tekelci burjuvazinin ve genel olarak da küresel bir sistem olarak emperyalist-kapitalist sistemin stratejik çıkarlarına ayarlıdır.
“Ayırt edici farklılıkları” olarak lanse edilen şu malum liberal-demokrat, insan hakları savunuculuğu, sosyal adalet, sosyal devlet ve benzeri şeyler ise tamamen konjonktürel değerlendirmeler konusu olup, bir paçavra gibi kolayca kaldırılıp bir kenara atılan şeyler olduğunu hayat binlerce örneğiyle göstermiştir, göstermeye de devam ediyor. Başka kanıtlar aramaya gerek bıraktırmayacak en ibretlik olanları ise bugün örneğin iktidardaki Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin gerek İsrail Devleti’nin Gazze’deki soykırımına karşı ve gerekse emperyalist devletler arası yeni bir dünya savaşının ön hazırlıkları ve güçlerin yeniden tahkim edilmek istendiği Ukrayna parantezinde süren savaşa takındıkları tavırlarla ve hem de göçmenler konusunda geliştirilen yeni tutumlarıyla göstermektedir de.
Buradan da anlaşılacağı üzere bugünün sosyal demokrat partileri, dünün sosyalizm veya halkçı yönetimler hedefli partileri değil; tamamen emperyalist- kapitalist sistemin ana unsurları olarak konumlanmış, bu konuda ki rüştlerini ispatlamış birer tekelci burjuva partilerdir. Ve iktidara gelen her sosyal demokrat parti de tekelci burjuvazinin ihtiyacını duyduğu yerel ve genel temel ekonomik-siyasi, eğitsel ve idari politikaları program edinip uyguluyor.
Aksi iddia edilemeyecek bir hakikat iken bu; o halde, örneğin şu türden yaklaşımları neyle, nasıl izah etmek gerekir acaba:
“…1960’ların sonundan itibaren kendi içinde programatik düzeyde sosyal demokrat bir dönüşüm geçirdiğini iddia etse de sosyal demokrasinin temel ilkeleri olan insan haklarına saygı, azınlık hakları, barış gibi konularda kayda değer politikalar üretememiş, dışlayıcı ve tek tipleştirici Türk milliyetçiliği ile bu ilkeler çeliştiğinde tercihini hep milliyetçilikten yana kullanmıştır.”
“1929 yılında dünya kapitalist sisteminin en yıkıcı krizlerinden olan Büyük Buhran’ın patlamasıyla zorunlu olarak ekonomide devletçi politikalara yöneldi, ama bu dönemde dahi burjuva sınıfının çıkarları gözetildi. (…)”
“…Mesela CHP hiçbir zaman Latin Amerika’daki kitlesel sol partilerin kendi dışlarındaki daha sol sosyalist yapılar ile kurduğu türden halk cepheleri kurmaya cesaret etmedi. (…) doğrudan mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerini yeniden emekçi sınıflar lehine düzenleyen kalıcı politikalar geliştirmemiştir.”
“…SHP, DSP gibi partiler koalisyonlarla iktidara geldikleri dönemlerde neoliberal ekonomi politikaların uygulayıcısı oldular. Sağ partilerin özelleştirici politikalarına karşı durmadılar. (…)”
“…Erdoğan’ın göstermelik de olsa büyük sermayenin temsilcisi TÜSİAD’a söylemsel düzeyde kalan çıkışlarını dahi yapamadı. (…)”
“…Mehmet Şimşek’in uygulamaya koyduğu İMF’siz İMF programına dair yüksek perdeden itiraz geliştirilmiyor. Bu neoliberal politikalara karşı, CHP kanadından alternatif bir makro ekonomik program ortaya konduğunu henüz işitmedik.”
“…Özgür Özel’le yenilenen CHP yönetimi, kimi olumlu adımlar atmış olsa da (…) demokrasi mücadelesi açısından halen güven yaratan bir parti konumunda değil. (…) devletin bekasını önceleyen, bunun için de resmi devlet ideolojisinin Türk-İslam sentezini aşamayan bir merkez partisi olduğunu hatırlatıyor.” (Alıntılar için bk. “Siyasi Haber org” Toros Korkmaz.)
Devam edecek…
“CHP’yi demokrasi cephesıne katılmaya zorlama” yaklaşımları üzerine - 2
Sol-sosyalizm adına adeta akıllara durgunluk veren yaklaşım örnekleri bu saptama ve belirlemeler. Yani sanki de CHP işbirlikçi tekelci burjuvazinin temsilcilerinden ve T.C Devleti’nin koruyucu-kollayıcı ana güçlerinden olan bir sosyal demokrat parti değil de sol, sosyalist veya halkçı bir partiymiş gibi tenkit ve değerlendirme konusu yapılıyor. Hal böyle olunca da burada kusur, varlık nedeni gereğince davranan bir sosyal demokrat partinin değil; sosyal demokrat partiye, sahip olmadığı/olamayacağı payeleri yükleyen yaklaşımların olur doğallığıyla.
Daha da ilginci var bu yaklaşımların. Örneğin deniliyor ki:
“AKP-MHP faşizminin kurumsallaşmasını parçalayana kadar çeşitli etaplarda yan yana düşeceğimiz CHP’yi sosyal demokrasiye ve demokratik Türkiye perspektifine yaklaştıracak olan, sol, sosyalist, feminist hareketlerin ve demokratik Kürt Hareketinin demokrasi ve emek mücadelesinin önderliğini almaya soyunması ve CHP’yi eşitlikçi, özgürlükçü, çoğulcu politikalarla sıkıştırmasıdır. Bunu yapmadığımız durumda ise CHP, faşizan AKP-MHP bloğunun ekonomide neoliberal, siyasette Tük-İslam sentezci ve güvenlik devletçi politikalarından ancak nüans farklarıyla ayrışarak iktidara talip olacaktır.” (Aynı yer)
“…Fakat CHP’de bir değişim arzusu ve değişim dinamiği ikisi bir arada. Bunu görmemiz lazım. Ancak bu değişimin tamamlanabilmesi açısından bana sorarsanız DEM’in yani bizim müşterek hareketimizin üstüne bir vazife düşüyor: (…) O açıdan CHP’deki değişimin hızlanması, güçlenmesi kısmen bize de bağlıdır. (…)” (“Gangsterlerle mücadele edeceğiz…” bkz. https://ertugrulkurkcu.org)
CHP’ de bir değişim-dönüşüm var da ama bunun adeta niteliksel bir değişim-dönüşümmüş gibi değerlendirip sunulması herhalde ancak ki olgu ve bilimsel sınıf analizinden uzaklaşıp; onun gerçek kimliği ve varlık nedeninin es geçilmesiyle mümkün olabilir.
Oysa CHP gibi köklü bir sistem partisinin, bu varoluşsal konumunu terk ederek, sistemi ezilen ve sömürülen sınıf ve toplumsal kesimler lehine değiştirme misyonu üstlenmesi, hani denir ya, hem ‘hayatın olağan akışına ters’ ve hem de CHP’nin ve kurulu nizamın ‘derin devlet’ denilen iç dinamikleri böylesi bir ‘devrimsel’ dönüşüme şans tanımaz.
CHP gibi sosyal demokrat bir parti, ancak ki kendisini iktidar mücadelesinde tökezletip geri düşüren iç yapısal sorunlarını aşmak, baskın durumda olan taban kitlesinin beklentilerini bir dereceye kadar karşılamak ve geniş hak kitlelerinin sisteme yönelik öfkesini yatıştırıp sönümlendirme kabiliyeti edinmek için ve elbette verili süreçte sistemin yaşadığı sorunlara, sistem içinde kalan ‘alternatif çözüm politikaları’ ile bir takım reforumsal ‘yenilik’ ve değişiklikler gerçekleştirebilir.
Burada, kendisini sistem karşıtı devrimci sol ve sosyalistler olarak addedenleri, politik mücadele adına ilgilendiren yön, klikler arası rekabetin ve iktidar mücadelesinin bir gereği olarak ortaya çıkan çelişki ve çatışmalardan yararlanarak kitleler ve devrimci mücadele lehine sonuçlar çıkarma olasılığının gözetilmesidir.
Ve keza elbette ki mevcut güç dengeleri denkleminde, koşulların henüz devrimci bir durumu var etmediği süreçlerde, sınıf mücadelesinin önünde en baş engel durumunda olan ve uygulamalarıyla süreci daha koyu, gerici ve faşizan baskıcı bir rejime götürmek isteyen iktidardaki kliğe karşı, ortak paydada birleşilebilecek tüm güçlerle, taktiksel iş birliği siyaseti gütmek; “düşman bloğunu bölüp parçalayarak yok etme” prensibince de doğru bir politik mücadele yoludur.
Bu anlamda olmak üzere; bugün iktidar gücünü tekeline geçirmiş olan ve toplumu her geçen gün giderek daha fazla şeriatçı faşist koyu bir karanlığa doğru sürükleyen Erdoğan diktatörlüğüne karşı olan toplumsal tüm kesimler ile bu gidişatı durdurabilmenin olanağı, taktik politik mücadelenin bir gereği olarak, elbette ki gözetilecek ve gereğince de davranılacaktır; bunu yapmak değil, yapmamaktır abes olan.
Ve elbette ki ham hayallerle, sübjektif yanılgı ve yanlışlarla değil; anın realitesinde, şu veya bu nedenle verili sürecin baş düşmanı karşısında konumlanmış güçlerin sınıfsal konum ve karşı duruş gerekçelerinin niteliğine uygun olarak, her biriyle farklı kapsam ve boyutlarda ittifak ve iş birliği/güç birliği yaklaşımıyla hareket edilmesi gerektiği bilinciyle sorunun ele alınması gerekiyor.
Peki bu tabloda CHP’nin yeri ve konumu nedir? Sürecin yukarıda tanımlanan baş düşmanına karşı, sistem alternatifi demokrat, sol, sosyalist güçler ile CHP’yi bir ölçüde de olsa aynı saflarda buluşturabilecek asgari müşterekler mevcut mu?
Bu sorular sorulmadan ve olgulara dayalı objektif yanıtları oluşturulmadan söylenecek her şey, kuşku yok ki ayakları havada şeyler olmanın ötesinde bir değer ifade etmeyecektir.
Hamasi söylemlerle değil de toplumsal olgularla hareket edilecek olursa; bugünün Türkiye ve K. Kürdistan somutunda öne çıkan ve acilen çözüm talep şu belli başlı sorunlar üzerinden tanımlanacak bir ‘asgari müşterekler’ zeminin mümkün olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Her biri, asgari çözümünü, normal burjuva demokrasisi kapsamında da bulabilen, başta “Kürt sorunu” olmak üzere, güncel bir tehdit olarak varlığını artırarak tırmandıran şeriata karşı, seküler yaşam ve laiklik sorunu, kadın katliamlarına karşı bir nebze de olsa güvence oluşturacak olan İstanbul Sözleşmesi ve burjuva anlamda da olsa evrensel hukuk normlarına dönülmesi gibi toplumun farklı farklı kesimlerini ortak noktada buluşturabilecek bu sorunlar, CHP ile de rahatlıkla “asgari müşterek” bir zemin olabilir. Çünkü toplumun çok büyük bir kesiminin bu sorunlarına alternatif çözüm programı üzerinden hareket etmeyecek bir CHP’nin, Erdoğan rejimini alt ederek iktidara gelme şansının olmayacağını artık CHP’nin kendisi de idrak ediyor olmalı. Bunun emareleri de zaten mevcut.
Dolayısıyla da sürecin baş düşmanına karşı, sonuç alma olasılığının, CHP ile varılacak bir konsensüs ile mümkün olabileceğini öngörmek, siyasi taktik olarak hiç de yanlış olmaz.
Kaldı ki başat demokrasi sorunlarından bir olan Kürt sorununun çözümünün, sorunun ana taşıyıcı öznesince “yerel yönetimler özerkliği” kriterine indirgendiği bir durumda, CHP ile bu konuda anlaşmaları pekâlâ olası. Çünkü sorunun bu çerçevede bir çözüme kavuşturulması, TÜSİAD’ından tutunda, çeşitli güç odaklarına kadar büyükçe bir kesimin ortak talebi olmuş bir durumdur. Dolayısıyla da CHP açısından bu adımı atmak, düne nazaran bugün daha kolay olacaktır.
Öte yandan başta Alevi inancına sahip milyonlarca insan ve keza yine milyonlarca seküler ve laik yaşam sahibi insan bugün çok ciddi bir şekilde şeriat tehdidi algısı altında olup; Erdoğan rejiminin ne yapılıp edilip engellenmesini talep etmekte. Dolayısıyla da CHP, laisizmi sağlamayı programına alarak bu kesimlerle de ille ki buluşmak zorundadır.
Keza İstanbul Sözleşmesi’ni tekrardan yürürlüğe koymak zaten CHP’nin verilmiş vaatlerinden bir diğeridir. Dolayısıyla da gerek feminist hareketler ve gerekse çok farklı toplumsal kesimlerden kadınlar CHP ile ortaklaşacaklardır.
“Evrensel hukuk normları”na dönülmesi talebi de yine aynı şekilde farklı toplumsal kesimlerin en acil taleplerinden biri olduğundan; daha güçlü bir rakip çıkmadıkça, çözümün adresi yine doğallığıyla CHP olacaktır. Haliyle yönelim de kendiliğinden oraya olacaktır.
Peki bütün bu sorunların söz konusu çözümleri zemininde buluşacak bir mücadeleyle, sürecin, okun sivri ucunun yöneltilmesi gereken baş düşmanının bertaraf edilmesi olasılığı var mı? Yenilgiyi kabullenmeyip, bir iç savaş kalkışmasına başvurmadıkça, evet, bu olasılığın her zamankinden daha yüksek olduğunu söylemek pekâlâ mümkün.
Peki böylesi bir olasılığın gerçekleşmesi sınıf mücadelesi açısından daha ileri bir mevzii ifade etmez mi? Elbette ki eder. Her şeyden önce toplum bir soluk alıp, kendine gelir. Bir muharebeyi kazanmış, ceberut bir belayı alt etmiş olmanın öz güveniyle donanır ve sınıf, kendi öz pratiğiyle kendisini eğitme şansı yakalamış olur.
“Devrim kitlelerin kendi eseri olacaktır” şiarını destur alanların bütün bunlara burun kıvırmaması gerekiyor herhalde ki değil mi?
Evet, yaşanan tarihi sürecin özgün karakteri, sol, sosyalist devrimci güçler ile toplumun ilerici, demokrat güçlerini, sistemin ana koruyucu güçlerinden ve de tekelci burjuvazinin bir kanadını temsil eden CHP ile aynı ‘mevzi’ de buluşabilme ortamı sunuyor.
Bu, olguların dili; gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ise, koşullarda olağan üstü değişimler olmadıkça, tamam sürece önderlik eden siyasal öznelerin bunu gerçekleştirme istem ve gayretlerine bağlı olacaktır.
Not: CHP’ye ilişkin kapsamlı değerlendirmeyi yıllar önce “Türkiye’de Sosyalist Devrim Gerçekliği” isimli kitabımda yapmıştım. İlgilenen o kaynaktan detaylıca inceleyebilir.
59
Herkesin bilip kabul ettiği gibi, tarihsel CHP, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş ideolojisi olan ve o konjonktürde “Altı Ok” da ifadesini bulan Kemalizm’in, icracısı bir parti olarak kurulmuştur. Ve uzun yıllar da T.C. Devleti’nin her türlü icrasının baş sorumlusu olmuştur.
Kemalizm’in o süreçteki uygulamaları, elbette kaskatı faşist bir diktatörlük şeklinde iken; bir devlet partisi olarak, bu fiillerin baş uygulayıcısı konumunda bulunan CHP’nin demokrat, liberal demokrat veya sosyal demokrat olması, eşyanın tabiatı gereği, zaten pek mümkün de olamazdı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası sürecin değişen iç ve dış denkleminin de basıncıyla CHP, sembolik Altı Ok’una dokunmaksızın (burada, kısaca da olsa şunu belirtmek gerekiyor: Elbette ki Altı Ok’u oluşturan “Cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik, laiklik, devletçilik ve devrimcilik” gibi kavramlar değildir Kemalizm’in faşist karakterini oluşturan kıstaslar; bunlar, tamamen ‘masumane’ dolgu unsurları olarak kullanılmıştır. Tıpkı, “Nasyonal Sosyalist” kavramının Alman Nazilerince kullanılması gibi. Yukarıda, “o konjonktürde Altı Ok’ta ifadesini bulan” özel vurgusu, tamamen buna dikkat çekme maksadıylaydı.), kendisini önce “ortanın solu” olarak, daha sonra da Avrupa sosyal demokrat partilerinin çatı kurumu olan Sosyalist Enternasyonal’ e katılarak, sosyal demokrat bir parti olarak tanımladı. Ve bu süreçle birlikte de CHP yine yek pare ve homojen bir kadro partisi olmadı: Klasik sağcı- faşist ulusalcı/Türkçü Kemalistlerden tutun da burjuva liberal, laik ve kendini yelpazenin ağırlıkla sol cenahında tanımlayan ‘demokratik sol’ kanata kadar birçok klik ve kanadın bir arada olduğu kozmopolit, Türküye-K. Kürdistan realitesine uyarlı ‘gece kondu’ vari bir sosyal demokrat partiye evrilmiş oldu.
Neden ‘gece kondu’ misali diyorum? Çünkü özellikle de toplumsal ve siyasal şeyler, ilk başta gündemine geldikleri toplumların sosyal-ekonomik ve kültürel gelişmişlik düzeyine koşut olarak şekillenir ve bunun üzerinden karakterize olurlar. Mesela nasıl ki ağırlıklı olarak geri kapitalist ve ama esasen de köylü bir toplumsal formasyonda gündeme gelen sosyalizm deneyimlerinin, olması gerekenin çok çok gerisinde bir gerçekliği söz konusu olduysa; gelişmiş kapitalist ve burjuva demokrasisi koşullarıyla kıyaslandığında, Türkiye ve K.Kürdistan özgülünde ortaya çıkacak bir sosyal demokrasinin de apartman ve gök delenlerin yanında, bir gecede derme çatma inşa edilen gecekondudan pek de bir farklı olmayacaktı. Dolayısıyla da her ne kadar da “sosyal demokrat parti” genel payesiyle anılıyor olsalar da ancak ne var ki kaçınılmaz olarak bunların her biri hem ortaya çıktıkları genel verili sürecin ve hem de içinde yeşerdikleri toplumun sosyal- ekonomik ve kültürel gerçekliğince karakterize olarak, önemli oranda kendine özgü yönleriyle, yani artı ve eksilerden oluşan farklılıklarıyla ortaya çıkacaklardır.
Bu anlamıyla nasıl ki örneğin Almanya Sosyal Demokrat Partisi, örneğin İsveç Sosyal Demokrat Partisinden veya İngiltere İşçi Partisinden, İngiltere İşçi Partisi İspanya Sosyalist Partisinden farklılıklar arz ediyorsa; bunlarla kıyasla çok daha farklı toplumsal koşullar zemininde kendisini sosyal demokrat parti olarak dönüştüren CHP’in sosyal demokratlığı da önemli oranda onlardan çok daha geri ve haliyle de farklı olacaktır. Dolayısıyla da değerlendirmelerde bulunurken, bu olgusal kriterler muhakkak ki göz önünde bulundurulmak durumundadır. Aksi halde, değerlendirmelerde sübjektivizme düşülür.
Değerlendirmelerde asla es geçilmemesi gereken bir diğer çok, ama çok daha önemli kriter ise; Ekim Devrimiyle birlikte, başını Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin çektiği 2.Enternasyonal bileşeni hemen-hemen tüm Avrupa sosyal demokrat partilerinin emperyalist-kapitalist sisteme eklemlenerek, âlâsından, tekelci burjuva partileri olarak, sistemin en has idame ettiricileri, koruyucu ve kollayıcıları olarak nitelik değişikliğine uğramış olmalarıdır. Yani bunların pusulası, özel olarak kendi ülkelerinin tekelci burjuvazinin ve genel olarak da küresel bir sistem olarak emperyalist-kapitalist sistemin stratejik çıkarlarına ayarlıdır.
“Ayırt edici farklılıkları” olarak lanse edilen şu malum liberal-demokrat, insan hakları savunuculuğu, sosyal adalet, sosyal devlet ve benzeri şeyler ise tamamen konjonktürel değerlendirmeler konusu olup, bir paçavra gibi kolayca kaldırılıp bir kenara atılan şeyler olduğunu hayat binlerce örneğiyle göstermiştir, göstermeye de devam ediyor. Başka kanıtlar aramaya gerek bıraktırmayacak en ibretlik olanları ise bugün örneğin iktidardaki Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin gerek İsrail Devleti’nin Gazze’deki soykırımına karşı ve gerekse emperyalist devletler arası yeni bir dünya savaşının ön hazırlıkları ve güçlerin yeniden tahkim edilmek istendiği Ukrayna parantezinde süren savaşa takındıkları tavırlarla ve hem de göçmenler konusunda geliştirilen yeni tutumlarıyla göstermektedir de.
Buradan da anlaşılacağı üzere bugünün sosyal demokrat partileri, dünün sosyalizm veya halkçı yönetimler hedefli partileri değil; tamamen emperyalist- kapitalist sistemin ana unsurları olarak konumlanmış, bu konuda ki rüştlerini ispatlamış birer tekelci burjuva partilerdir. Ve iktidara gelen her sosyal demokrat parti de tekelci burjuvazinin ihtiyacını duyduğu yerel ve genel temel ekonomik-siyasi, eğitsel ve idari politikaları program edinip uyguluyor.
Aksi iddia edilemeyecek bir hakikat iken bu; o halde, örneğin şu türden yaklaşımları neyle, nasıl izah etmek gerekir acaba:
“…1960’ların sonundan itibaren kendi içinde programatik düzeyde sosyal demokrat bir dönüşüm geçirdiğini iddia etse de sosyal demokrasinin temel ilkeleri olan insan haklarına saygı, azınlık hakları, barış gibi konularda kayda değer politikalar üretememiş, dışlayıcı ve tek tipleştirici Türk milliyetçiliği ile bu ilkeler çeliştiğinde tercihini hep milliyetçilikten yana kullanmıştır.”
“1929 yılında dünya kapitalist sisteminin en yıkıcı krizlerinden olan Büyük Buhran’ın patlamasıyla zorunlu olarak ekonomide devletçi politikalara yöneldi, ama bu dönemde dahi burjuva sınıfının çıkarları gözetildi. (…)”
“…Mesela CHP hiçbir zaman Latin Amerika’daki kitlesel sol partilerin kendi dışlarındaki daha sol sosyalist yapılar ile kurduğu türden halk cepheleri kurmaya cesaret etmedi. (…) doğrudan mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerini yeniden emekçi sınıflar lehine düzenleyen kalıcı politikalar geliştirmemiştir.”
“…SHP, DSP gibi partiler koalisyonlarla iktidara geldikleri dönemlerde neoliberal ekonomi politikaların uygulayıcısı oldular. Sağ partilerin özelleştirici politikalarına karşı durmadılar. (…)”
“…Erdoğan’ın göstermelik de olsa büyük sermayenin temsilcisi TÜSİAD’a söylemsel düzeyde kalan çıkışlarını dahi yapamadı. (…)”
“…Mehmet Şimşek’in uygulamaya koyduğu İMF’siz İMF programına dair yüksek perdeden itiraz geliştirilmiyor. Bu neoliberal politikalara karşı, CHP kanadından alternatif bir makro ekonomik program ortaya konduğunu henüz işitmedik.”
“…Özgür Özel’le yenilenen CHP yönetimi, kimi olumlu adımlar atmış olsa da (…) demokrasi mücadelesi açısından halen güven yaratan bir parti konumunda değil. (…) devletin bekasını önceleyen, bunun için de resmi devlet ideolojisinin Türk-İslam sentezini aşamayan bir merkez partisi olduğunu hatırlatıyor.” (Alıntılar için bk. “Siyasi Haber org” Toros Korkmaz.)
Devam edecek…
“CHP’yi demokrasi cephesıne katılmaya zorlama” yaklaşımları üzerine - 2
Sol-sosyalizm adına adeta akıllara durgunluk veren yaklaşım örnekleri bu saptama ve belirlemeler. Yani sanki de CHP işbirlikçi tekelci burjuvazinin temsilcilerinden ve T.C Devleti’nin koruyucu-kollayıcı ana güçlerinden olan bir sosyal demokrat parti değil de sol, sosyalist veya halkçı bir partiymiş gibi tenkit ve değerlendirme konusu yapılıyor. Hal böyle olunca da burada kusur, varlık nedeni gereğince davranan bir sosyal demokrat partinin değil; sosyal demokrat partiye, sahip olmadığı/olamayacağı payeleri yükleyen yaklaşımların olur doğallığıyla.
Daha da ilginci var bu yaklaşımların. Örneğin deniliyor ki:
“AKP-MHP faşizminin kurumsallaşmasını parçalayana kadar çeşitli etaplarda yan yana düşeceğimiz CHP’yi sosyal demokrasiye ve demokratik Türkiye perspektifine yaklaştıracak olan, sol, sosyalist, feminist hareketlerin ve demokratik Kürt Hareketinin demokrasi ve emek mücadelesinin önderliğini almaya soyunması ve CHP’yi eşitlikçi, özgürlükçü, çoğulcu politikalarla sıkıştırmasıdır. Bunu yapmadığımız durumda ise CHP, faşizan AKP-MHP bloğunun ekonomide neoliberal, siyasette Tük-İslam sentezci ve güvenlik devletçi politikalarından ancak nüans farklarıyla ayrışarak iktidara talip olacaktır.” (Aynı yer)
“…Fakat CHP’de bir değişim arzusu ve değişim dinamiği ikisi bir arada. Bunu görmemiz lazım. Ancak bu değişimin tamamlanabilmesi açısından bana sorarsanız DEM’in yani bizim müşterek hareketimizin üstüne bir vazife düşüyor: (…) O açıdan CHP’deki değişimin hızlanması, güçlenmesi kısmen bize de bağlıdır. (…)” (“Gangsterlerle mücadele edeceğiz…” bkz. https://ertugrulkurkcu.org)
CHP’ de bir değişim-dönüşüm var da ama bunun adeta niteliksel bir değişim-dönüşümmüş gibi değerlendirip sunulması herhalde ancak ki olgu ve bilimsel sınıf analizinden uzaklaşıp; onun gerçek kimliği ve varlık nedeninin es geçilmesiyle mümkün olabilir.
Oysa CHP gibi köklü bir sistem partisinin, bu varoluşsal konumunu terk ederek, sistemi ezilen ve sömürülen sınıf ve toplumsal kesimler lehine değiştirme misyonu üstlenmesi, hani denir ya, hem ‘hayatın olağan akışına ters’ ve hem de CHP’nin ve kurulu nizamın ‘derin devlet’ denilen iç dinamikleri böylesi bir ‘devrimsel’ dönüşüme şans tanımaz.
CHP gibi sosyal demokrat bir parti, ancak ki kendisini iktidar mücadelesinde tökezletip geri düşüren iç yapısal sorunlarını aşmak, baskın durumda olan taban kitlesinin beklentilerini bir dereceye kadar karşılamak ve geniş hak kitlelerinin sisteme yönelik öfkesini yatıştırıp sönümlendirme kabiliyeti edinmek için ve elbette verili süreçte sistemin yaşadığı sorunlara, sistem içinde kalan ‘alternatif çözüm politikaları’ ile bir takım reforumsal ‘yenilik’ ve değişiklikler gerçekleştirebilir.
Burada, kendisini sistem karşıtı devrimci sol ve sosyalistler olarak addedenleri, politik mücadele adına ilgilendiren yön, klikler arası rekabetin ve iktidar mücadelesinin bir gereği olarak ortaya çıkan çelişki ve çatışmalardan yararlanarak kitleler ve devrimci mücadele lehine sonuçlar çıkarma olasılığının gözetilmesidir.
Ve keza elbette ki mevcut güç dengeleri denkleminde, koşulların henüz devrimci bir durumu var etmediği süreçlerde, sınıf mücadelesinin önünde en baş engel durumunda olan ve uygulamalarıyla süreci daha koyu, gerici ve faşizan baskıcı bir rejime götürmek isteyen iktidardaki kliğe karşı, ortak paydada birleşilebilecek tüm güçlerle, taktiksel iş birliği siyaseti gütmek; “düşman bloğunu bölüp parçalayarak yok etme” prensibince de doğru bir politik mücadele yoludur.
Bu anlamda olmak üzere; bugün iktidar gücünü tekeline geçirmiş olan ve toplumu her geçen gün giderek daha fazla şeriatçı faşist koyu bir karanlığa doğru sürükleyen Erdoğan diktatörlüğüne karşı olan toplumsal tüm kesimler ile bu gidişatı durdurabilmenin olanağı, taktik politik mücadelenin bir gereği olarak, elbette ki gözetilecek ve gereğince de davranılacaktır; bunu yapmak değil, yapmamaktır abes olan.
Ve elbette ki ham hayallerle, sübjektif yanılgı ve yanlışlarla değil; anın realitesinde, şu veya bu nedenle verili sürecin baş düşmanı karşısında konumlanmış güçlerin sınıfsal konum ve karşı duruş gerekçelerinin niteliğine uygun olarak, her biriyle farklı kapsam ve boyutlarda ittifak ve iş birliği/güç birliği yaklaşımıyla hareket edilmesi gerektiği bilinciyle sorunun ele alınması gerekiyor.
Peki bu tabloda CHP’nin yeri ve konumu nedir? Sürecin yukarıda tanımlanan baş düşmanına karşı, sistem alternatifi demokrat, sol, sosyalist güçler ile CHP’yi bir ölçüde de olsa aynı saflarda buluşturabilecek asgari müşterekler mevcut mu?
Bu sorular sorulmadan ve olgulara dayalı objektif yanıtları oluşturulmadan söylenecek her şey, kuşku yok ki ayakları havada şeyler olmanın ötesinde bir değer ifade etmeyecektir.
Hamasi söylemlerle değil de toplumsal olgularla hareket edilecek olursa; bugünün Türkiye ve K. Kürdistan somutunda öne çıkan ve acilen çözüm talep şu belli başlı sorunlar üzerinden tanımlanacak bir ‘asgari müşterekler’ zeminin mümkün olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Her biri, asgari çözümünü, normal burjuva demokrasisi kapsamında da bulabilen, başta “Kürt sorunu” olmak üzere, güncel bir tehdit olarak varlığını artırarak tırmandıran şeriata karşı, seküler yaşam ve laiklik sorunu, kadın katliamlarına karşı bir nebze de olsa güvence oluşturacak olan İstanbul Sözleşmesi ve burjuva anlamda da olsa evrensel hukuk normlarına dönülmesi gibi toplumun farklı farklı kesimlerini ortak noktada buluşturabilecek bu sorunlar, CHP ile de rahatlıkla “asgari müşterek” bir zemin olabilir. Çünkü toplumun çok büyük bir kesiminin bu sorunlarına alternatif çözüm programı üzerinden hareket etmeyecek bir CHP’nin, Erdoğan rejimini alt ederek iktidara gelme şansının olmayacağını artık CHP’nin kendisi de idrak ediyor olmalı. Bunun emareleri de zaten mevcut.
Dolayısıyla da sürecin baş düşmanına karşı, sonuç alma olasılığının, CHP ile varılacak bir konsensüs ile mümkün olabileceğini öngörmek, siyasi taktik olarak hiç de yanlış olmaz.
Kaldı ki başat demokrasi sorunlarından bir olan Kürt sorununun çözümünün, sorunun ana taşıyıcı öznesince “yerel yönetimler özerkliği” kriterine indirgendiği bir durumda, CHP ile bu konuda anlaşmaları pekâlâ olası. Çünkü sorunun bu çerçevede bir çözüme kavuşturulması, TÜSİAD’ından tutunda, çeşitli güç odaklarına kadar büyükçe bir kesimin ortak talebi olmuş bir durumdur. Dolayısıyla da CHP açısından bu adımı atmak, düne nazaran bugün daha kolay olacaktır.
Öte yandan başta Alevi inancına sahip milyonlarca insan ve keza yine milyonlarca seküler ve laik yaşam sahibi insan bugün çok ciddi bir şekilde şeriat tehdidi algısı altında olup; Erdoğan rejiminin ne yapılıp edilip engellenmesini talep etmekte. Dolayısıyla da CHP, laisizmi sağlamayı programına alarak bu kesimlerle de ille ki buluşmak zorundadır.
Keza İstanbul Sözleşmesi’ni tekrardan yürürlüğe koymak zaten CHP’nin verilmiş vaatlerinden bir diğeridir. Dolayısıyla da gerek feminist hareketler ve gerekse çok farklı toplumsal kesimlerden kadınlar CHP ile ortaklaşacaklardır.
“Evrensel hukuk normları”na dönülmesi talebi de yine aynı şekilde farklı toplumsal kesimlerin en acil taleplerinden biri olduğundan; daha güçlü bir rakip çıkmadıkça, çözümün adresi yine doğallığıyla CHP olacaktır. Haliyle yönelim de kendiliğinden oraya olacaktır.
Peki bütün bu sorunların söz konusu çözümleri zemininde buluşacak bir mücadeleyle, sürecin, okun sivri ucunun yöneltilmesi gereken baş düşmanının bertaraf edilmesi olasılığı var mı? Yenilgiyi kabullenmeyip, bir iç savaş kalkışmasına başvurmadıkça, evet, bu olasılığın her zamankinden daha yüksek olduğunu söylemek pekâlâ mümkün.
Peki böylesi bir olasılığın gerçekleşmesi sınıf mücadelesi açısından daha ileri bir mevzii ifade etmez mi? Elbette ki eder. Her şeyden önce toplum bir soluk alıp, kendine gelir. Bir muharebeyi kazanmış, ceberut bir belayı alt etmiş olmanın öz güveniyle donanır ve sınıf, kendi öz pratiğiyle kendisini eğitme şansı yakalamış olur.
“Devrim kitlelerin kendi eseri olacaktır” şiarını destur alanların bütün bunlara burun kıvırmaması gerekiyor herhalde ki değil mi?
Evet, yaşanan tarihi sürecin özgün karakteri, sol, sosyalist devrimci güçler ile toplumun ilerici, demokrat güçlerini, sistemin ana koruyucu güçlerinden ve de tekelci burjuvazinin bir kanadını temsil eden CHP ile aynı ‘mevzi’ de buluşabilme ortamı sunuyor.
Bu, olguların dili; gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ise, koşullarda olağan üstü değişimler olmadıkça, tamam sürece önderlik eden siyasal öznelerin bunu gerçekleştirme istem ve gayretlerine bağlı olacaktır.
Not: CHP’ye ilişkin kapsamlı değerlendirmeyi yıllar önce “Türkiye’de Sosyalist Devrim Gerçekliği” isimli kitabımda yapmıştım. İlgilenen o kaynaktan detaylıca inceleyebilir.
59