Kendisini “Anayasal Hukuk Devleti” olarak tanımlayan bir devlet düşünün ki Anayasasında hâlâ; “Türkiye Cumhuriyeti, (…), demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” İlkesi yürürlükteyken; bu ülkede şeriat propagandası yapmak serbest olsun ve ama dayanağını mevcut Anayasa ve yasalardan alan, şeriata karşı çıkmak ve de laikliği savunmak suç olsun!
Halil Gündoğan......22.06.2024
Ta kuruluş sürecinin ilk yılları itibariyle şeriata dayalı sistemi kaldırıp, yerine (tartışmalı ve yarım yamalak da olsa) laik devlet sistemine geçildiğini Anayasal güvenceye kavuşturan bir “Anayasal hukuk devleti” düşünün ki göreve gelen Cumhur Başkanı dahil tüm bakan ve milletvekilleri, yaptıkları yeminde, birçok şeyin yanı sıra; “(…) demokratik ve laik Cumhuriyete (…) bağlı kalacağıma; (…) ve Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma; (…) namusum ve şerefim üzerine and içerim.” şeklinde, “namus ve şeref sözü” vermiş olmalarına rağmen; örneğin o Cumhur Başkanı, İstanbul Adliyesinde “şeriat isteriz.” gösterisi yapanlara tepki koyup, bunu ve iktidarın suskunluğunu eleştirenleri; “şeriata karşı çıkmak, İslam’a karşı çıkmaktır.” diyerek tehdit edip, şeriat isteyenleri açıktan sahiplenebiliyor.
Keza sosyal medyada şeriat ve laiklik tartışması yapan iki
kişiden, laikliği savunan hakkında, hem de aslı astarı olmayan, yani düpedüz
koca bir yalanla; “dinimizi ve peygamberimizi aşağıladı.” gerekçesiyle,
savcılık ve mahkeme safhalarını da atlayarak, doğrudan bakan olarak kendisi
devreye girip, yakalama kararı çıkarttıklarını kamuoyuna açıklayabiliyor. Ve
elbette burada da Anayasalarının suç saydığı şeriatı savunanı/savunan ve tıpkı
birer İŞİD militanı gibi, kelle kesip, kan akıtma tehdidiyle topluma korku
salmaya yeltenen azgın yobaz dinbaz güruhu açık bir şekilde sahiplenip,
koruyarak!
Şeriat tehdidinin bugün artık nasıl soyut bir tehdit
olmaktan çıkıp, bizzat Cumhur Başkanının doğrudan himayesinde, peyderpey toplumsal
yaşama enjekte edilmekte olduğunu ve de bunda ki kararlılığı göstermek için,
daha başka somut pratik örnekler sıralamaya hiç mi hiç gerek yok. Çünkü bu iki
örnek, bunu zaten bütün yönleriyle somutlamaya haydi haydi yetiyor aslında.
Hayatta öyle şeyler vardır ki şayet zamanında gereken
tepkiyi koymaz, gereken önlemi alamaz ve de zamanında yapılması gerekenleri
yapmaz isen; “yangının bacayı sarması” sonrası yapılacakların kifayetsizliği
misalinde olduğu gibi, hem bir şeyler yapmak için artık çok geçtir ve hem de
yerleşeni yerinden etmek, öyle pek de o kadar kolay olmayacaktır. Çökmeyi
görsün toplumun üzerine koyu karanlık zulüm sistemi; çöktükten sonra onu
kaldırmanın hiçte kolay olmadığını, uzaklarda veya çok eskilerde aramaya gerek
yok herhalde ki; yakın komşumuz İran örneği ve 12 Eylül süreci bunun en
ibretlik örneklerindendir.
Ve ama maalesef ki toplumun azımsanmayacak büyüklükteki
ilerici-demokrat ve laiklik yanlısı kesimleri ve keza kendisini sol-sosyalist
ve komünist addedenlerin de önemlice bir bölüğü ve keza kendisini “Atatürk
devrimleri ve Cumhuriyetin temel ilkeleri”nin, dolayısıyla da laikliğin baş
bekçisi olarak topluma lanseden ana muhalefet partisi CHP ve keza laiklik
yanlısı diğer kesimler, ya bu tehdidi ve de tehlikeyi önemser bulmuyor ya da bu
tehdit ve tehlikenin ciddiyet ve büyüklüğünün yeterince idrakine varamıyor ki
adeta “ölüm uykusundaymış gibi”, bir tepkisizlik içindeler. Anlaşılır ve de
izah edilebilir gibi değil doğrusu.
Bu kesimleri uyarmak ve harekete geçmelerini sağlamak için
alttan taban baskısı mı oluşturmamız gerekiyor acaba? Durum, biraz böyleymiş
gibi görünüyor!
O halde mecburen, taban inisiyatifiyle organize olup,
elbirliğiyle bunu yapmalıyız. Çünkü şayet bu tehdidi püskürtmek için gereken
toplumsal tepki bugün gösterilemezse; yarın, her şey için artık çok geç
olabilir.