23 Ocak 2024 Salı

BİR TÜKENİŞİN ADI: MALİ ____Devrimci Demokrasi

26 Ağustos 2023

EDİTÖRÜN NOTU: Kısa bir not düşmek gerekirse;

 Eleştiri konusu olan yazar, yazının ilk bölümü paylaşıldıktan sonra, kendi notunu düşmüş. “Kitap 24 yıl önce yazılmış… basıldıktan altı yıl sonra ilgi göstererek yaptığınız kritiği sevinçle karşıladım…” demiş. Kitabın hangi tarihte çıktığını, basımının ne zaman yapıldığını iyi biliyoruz. Velhasıl kitap dolaşıma, okuyucuya ulaşmaya devam ediyor. Bu nedenledir ki, bizlerin kitaba karşı eleştirilerimiz 30 yıl sonrasına denk gelmiştir.

 

Bizler için şanlı tarihimiz ‘72 Nisan Güneşinin ilk doğduğu gün kadar güncel, sıcak ve yakıcıdır. 51 yıllık belleğimiz gün gibi taze vede bu şanlı tarihe karşı nerede ne söylenmişse yeri ve zamanı geldiğinde tek tek cevap verilecektir. Dünümüzü unutmadık, geleceğimizi kaybetmeyeceğiz. Yazar kitapta geçenlere dair eleştirimizin zamanını değil, eleştiri konusu olanı dikkatine almalıdır. Bizim için 51 yıllık tarihimiz anlık hafızamızdır.


Kaypakkaya geleneğinin mücadelesini konu alan, onun tarihsel birikiminden edebi türde yapılan yapıtlar azımsanmayacak boyuttadır. Bu eserler anı, öykü, şiir ve son yıllarda da söyleşi röportaj biçimiyle okuyucusunun ilgisine sunulmuştur. Kaypakkaya hareketinin önemli bedeller pahasına edindiği geniş emekçi sınıf tabanı ve devrimci hareket içerisindeki haklı konumu itibariyle, bu eserler ilgi çekicidir.

 

Bu eserden de görüleceği gibi tarihimiz düz bir seyirde ilerlememiştir. İnişler çıkışlar, yenilgi ve zaferlerle şekillenmiştir. Karşımıza çıkan engelleri aşmada doğru veya yanlış pek çok pratik sergilenmiştir. Bu durumun incelenip, doğru olana ulaşmada yardımcı olabilmesi için en detaylı değerlendirme Muhasebe Belgemizle ortaya koyulmuştur.

Hatalarımızın yetmezliklerimizin, feodal ve küçük burjuva geri yanlarımızın samimi bir şekilde eleştirel değerlendirilerek, kitlelerin bilgisine sunulmasından çekinilmemiştir. Bununla da yetinilmemiş tarihimizin kimi dönem ve olaylarını ele alan çeşitli türde yazınsal eserler teşvik edilmiş, gerektiğinde materyal sunulmuş ve tanık anlatımlarıyla beslenmiştir. Bu anlayış eser biçimi ne olursa olsun, tarihi değerlendirmelerden öğrenmenin ne kadar değerli olduğunun yansımasıdır. Nitekim tarihiyle yüzleşemeyen, onu bir bütün sahiplenmeyen geleceği de göremez.

Tarihimiz gizli kapaklı bilinmez değildir. Bazı olaylar birkaç defa kitaplara konuda olmuştur. 90’lı yıllarda bundan payını fazlasıyla almıştır. Bunda garipsediğimiz şikayet ettiğimiz bir durum bulunmuyor. Sonuçta her yazar konumlandığı sınıfsal gerçekliği üzerinde ele almaktadır. Bu çalışmalardan öğreniyor ve öğrenirken doğru ve yanlışı ayırt ediyoruz. Nasıl ki tarihimizi konu edinme hakkı yazarda varsa, onun anladığı tarihin eleştiri konusu yapma hakkı okuyucuda vardır. Bizde bu görevimizi M. Ali ESER’in Kırda Ateş Politik II. İsimli kitabı özelinde gerçekleştireceğiz.

 

Öncelikle şunu belirtmekte fayda var; tarihimizden kesitlerin ele alındığı pek çok eserde olduğu üzere, ele aldığımız kitabı okunmaya değer kılan özellik tarihi ele alıyor olmasıdır. Yazarın şunu bilmesi gerekir ki ortaya koyduğu eser edebi yeterliliğinden ötürü ilgi görmemektedir. Bir çalışmaya roman diyerek, onun edebi bütünlüğü sağlanmıyor. Okuyucuyu yazarında bildiğini düşündüğümüz üzere, kitaba yönelten tarihi kesittir.

 

M. Ali ESER’in otobiyografik niteliği de olan kitabının konu edindiği dönem hareketimizin önemli süreçlerinden biridir. 1987 yılında bölünerek DABK ve Konferans isimleriyle iki ayrı kanada ayrılan güçlerimizin, 5 yıl sonra 1992 de birlik kararı almasının peşine 1993’te gerçekleşen OPK dönemini ele alıyor. Tek tek bireylerin samimi istemlerine rağmen, bu süreç doğru değerlendirilmeyerek, birlik sürecinin ilkesiz zeminde ilerlemesi tekrar parçalanarak sona erdirmiştir. Bu dönem Muhasebe Belgemiz başta gelmek üzere, pek çok siyasi değerlendirmeye ve farklı edebi çalışmalara konu olmuş ve olmaktadır.

 Bunun olması da doğaldır. Tarihimizin ele alınışı ne kadar doğalsa onun bireylerin o süreçte içine düştükleri grupçu, ilkesiz tavırlarını aklamaya malzeme yapılması da doğal değildir. Tarih bir bütündür. Bireylerin tek başına aldığı ve aldığını iddia ettiği tavırlara sığdırılamaz. Tarihimizi, değerlerimizi arka fon olarak kullanarak kendisini aklamaya, paklamaya ve pohpohlamaya yeni bir örnek olarak M. Ali ESER yeni kitabıyla dahil olmuştur. Bunu da bedel ödemekten bir an dahi tereddüt etmeyen yoldaşlarımızın üzerinde tepinerek gerçekleşmiştir. Konu edinmemize de neden olmuştur. Yazarın bu saldırının bir hayli yoğun olması neden olmuştur.

 

Devrimcilere Saldırının Dayanılmaz Hafifliği;

 

Giriş bölümünün ardından kitabın içeriğini inceleyebiliriz. Kitap gerçekleşecek olan Olağanüstü Parti Konferansı’na (OPK) katılacak olan 2 kişinin konferans alanına yolculuğuyla başlıyor. Okuyunca anlaşılacak ki bu kişilerden biri yazarın kendisi Atilla, diğeri de OPK bitiminde G. Sekreter olan kişidir. Yolculuk süresince dikkat çekici biçimde gerçekleşen yazarın iç konuşmaları gereğinden uzun ve karmaşık olabilir. Bu durum okuyucuyu kitaba çekmesi ya da edebi kaygıdan ileri gelmiyor. Yazarın kendisini grupçuluk anlayışından aklama amacından ileri geliyor.

 Yazar, yani kitapta belirtilen ismiyle Atilla’nın delegelik biçimiyle başlayan grupçuluktan, kendini aklamak için olmayacak saflık ve madrabazlık sergilemektedir. İstemeye istemeye aldığını iddia ettiği delegenin OPK başlamadan düşürülmesini de nedense doğru olmadığının yönelik başvurmadık teori bırakmıyor. Hatta bu durumun değerlendirilmesinin birlik sürecini tıkayabileceği iddiasını dahi ileri sürebiliyor.

Bu kaygıyla da hareket eden konferans kökenli delegelerin Atilla’nın haklı olmasına rağmen, tartışmayı uzatmayarak delegeliğinin düşürülmesine onay verdiklerini iddia edebiliyor. Hâlbuki Atilla’nın delegelik konusu fazla tartışılmadan, ezici bir çoğunluk tarafından doğru bulunmayarak düşürülür.

 

Şunu belirtelim OPK’da 7 DABK kökenli ve 13 Konferans kökenli delege bulunmaktadır. Alt konferanslarda belirlenen bu delegeler çeşitli bölgeleri temsilen katılmaktadır. Atilla ise faaliyette bulunmadığı Karadeniz Bölge Komitesi (KBK) adına delege olarak alana getirilmiştir. Çalışma yapmadığı bir bölgeden delege olarak OPK’na dâhil edilmesine karşı çıkışların haklılığı açıktır. Ancak yazar bu açıklığa rağmen, karşı çıkışlar karşısında olmadık formüller ileri sürerek boşa düşürme gayretindedir. Bu formüllerin o an’ın sıcaklığında değerlendirilmediği, konuşmadığı bir diğer hayali kurgudan öte gerçektir. Ancak mesele en başından hatalıdır.

Almış olduğun oyu saymak yerine, olmaman gereken oylamayı neden belirtiyorsun? Sonuçta Atila faaliyet alanı olmayan bir bölgeden, hileyle ve grupçuluk anlayışıyla delege olduğu iddiasıyla OPK’na getirilmiştir. Bu durumda haklı çıkışların sonucunda ‘’delegelik’’ iptal edilmiştir. Bu iptalin nedenini DABK kökenli delegelerin grupçuluğunu ileri sürerek açıklamaya çalışan yazar, nedense yukarıda belirttiğimiz DABK ve Konferans kökenli birleşimden hiç bahsetmez. 

Bu durumda gösterdiği üzere konferans kökenli delegelerin onayı olmadan delegeliğinin düşmesi olanaksızdır. Grupçuluk mantığıyla elde ettiği delegelik OPK başlamadan sona ermiştir. Yazarın bu noktaya gelinceye kadar sergilediği tavır, kitapta kendisine yönelik ifade ettiği; “artık yere bırak bu köylü saflığını taşımaktan yorulmadın mı bunca sene!” dedirtecek kadar sahtedir.

 

Bu saflığının gerçek olmadığını kitap boyunca OPK’na delege olarak katılan ve o alanda farklı görevleri nedeniyle bulunan DABK kökenli delege ve savaşçılara hakaret, küçümseme vd. saldırısıyla açıktır. Bu saldırılarının yanı sıra konferans kökenli delege ve savaşçıların DABK kökenliler rekabetçi şekilde yansıtarak nitelikli gösterme çabası söz konusudur. Yazar OPK öncesi konferansçı kanat içinde yeralışını, OPK değerlendirmelerinde yaptığı grupçulukla sürdürmektedir. Kendisiyle birlikte alana gelen ‘’Hüsnü’’ nün grupçuluğuna, istemeden dâhil olduğunu ispatlamak için verdiği çaba, DABK kökenli yoldaşları küçümsemeye dönük ifadeleriyle açığa çıkmaktadır.

 

Kitabın öne çıkan bir yanı DABK ve konferans kökenli kadrolar arasındaki siyasi, askeri, örgütsel nitelik farklılığını, bir tarafı üzerek bir tarafı göklere çıkararak gösterilir. Bu sorunlar özelindeki kavrayışsızlığın genel bir durum olmasına rağmen, DABK kökenli kadroları sadece hedefe oturtmaktadır. Bu durum bu günde 94 ayrılığına yaklaşımda görmekteyiz. Yazar niteliksiz göstermeye çalıştığı DABK kökenlilerde seçicidir.

 Hâlbuki düşmanlığı tek tek bireylerden yola çıkarak bütünedir. Bu seçiciliğin nedeni de şuan içinde yer aldığı kolektifin, DABK çizgisinin devamcısı olduğu iddiasıdır. İncelikli bir işçilikle DABK kökenli kadrolara nefretini kusar, bu amaçla Nihat ‘’Baki’’ ve Cem seçilmiştir. Nihat anlaşılır bir hedeftir. Karşı devrimci Hücre’nin başı olduğu daha sonraki süreçte açığa çıkarılmış, tepki doğurmayacak bir isimdir. Ancak kitapta ‘’Baki’’ ismiyle belirtilen yoldaşımızla, Cem yoldaş neden seçilmiştir.

 

Roman da ‘’Baki’’ ismiyle tanınan kişi, yıllarca kırsal alanda mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamak için emek vermiş, önemli görevler üstlenmekten geri adım atmamıştır. Bu sürede düşmanla pek çok defa sıcak temas kurmuş ve kararlığından geri adım atmamış yoldaşımızdır. Kırsaldan tedavi amacıyla çıktığı yurt dışından geri dönüşünde sınırda düşmanın eline geçmiş ve uzun yılları bulan tutsaklığa hapsedilmiştir. Bu sürede de kendisine verilen görevleri ağır tecrit koşullarına rağmen sürdürmüştür. Devamında ‘’3. Oturum’’ marifetiyle gerçekleşen darbeden sonra, 2014 yılında yaşanan ayrılıkta Kaypakkayacı hareket saflarında kalarak, yazarın içinde bulunduğu darbeci-oportünist çizginin saldırılarının karşısında durarak mücadelesini sürdürmektedir.

 

Cem yoldaşımız kitapta açık ismiyle de belirtildiği üzere A. Rıza SABUR‘dur. Bilindiği üzere Cem yoldaş hazırlığı yapılan 2. Oturuma katılım için Dersim bölgesine gelen yoldaşlarında içinde olduğu katliamda 16 yoldaşıyla Mercanlarda ölümsüzleşmiştir. Kırsal mücadeleye katılımı öncesi ve sonrasıyla ölümsüzleştiği tarihe kadar, kendisine verilen her görevi geri çevirmeden üstlenen, bu doğrultuda alınmadık görev bırakmayarak, bunu son olarak ölümsüzleşerek en üst düzeye taşıyan yoldaşımızdır. Bu durumun yanı sıra onun mücadelesini sahiplenen ailesinin tavırlarından da bahsetmek gerekir. Bu durumun neden hedef alındığı gösterir. ‘’3. Oturum’’ marifetiyle gerçekleşen darbe karşısında, Cem yoldaşın mirasının taşıyıcılarından ailesi tavır göstererek Kaypakkayacı çizgiden yana duruş sergiler. Bu durum karşısında darbeci-oportünist çizgi sahiplerince aile hedef haline getirilerek yıpratılır.

 

Bu iki yoldaşımız üzerinden yakın zamana kadar uzandığımız gelişmeler, yazarın içine yeni dahil olduğu kolektif tarafından DABK kökenli yoldaşlarımıza saldırılarını görmezden gelme gerekçesidir. Böylece M. Ali Eser’in yoldaşlarımıza saldırılarına sessiz kalınmakla yetinilmemiş, bu yapı bünyesinde yer alan yayınevince de kitap basılmıştır. Böylece iki yoldaşımız şahsında DABK’nin dönem kadroları saldırıya hedef olmuştur. Bu detayı da belirttikten sonra devam edelim.

 

OPK Maoist parti tarihimizde çok önemli dönemeçtir. Ancak sonradan yapılan bazı değerlendirmelerden de anlaşıldığı üzere yeterince bilince çıkarılmamıştır. Bu değerlendirmelerin muhatapları daha çok dönem koşullarını göz ardı eden, kişileri öne çıkaran ve grupçu bakış açısından sıyrılamayan tarzda anlayış getirilmiştir. Bilinmelidir ki birlik süreci OPK öncesi başlayan bir gelişmedir.

 

1987’de ayrılan iki kanat 91 yılını 92’ye bağlayan kışlık üslenme sürecinde birlikte hareket etme kararı başlatarak birlik komisyonunun kuruluşuna imza atılır. Bu doğrultuda merkezi kadrolardan tutalım faaliyet alanlarının belirlenmesine kadar iki kanattan temsilciler atanarak, görevliler tayin edilir. Birlik komisyonu ve merkezi yürütme DABK ve konferans kökenli kadrolarca şekillenir. 92 faaliyet dönemi Birlik Komisyonu’nun belirlediği görevlendirmeler çerçevesinde ilerlemiş ve 93 baharı için OPK görevi önlerine konulmuştur. Yazar ve beraberindeki delegeleri alanda karşılayan ilk birliğin sorumlusu Cem yoldaştır. Yazar bu karşılaşmada Cem yoldaşın yüz ifadelerinden tutalım tavırlarına kadar pek çok olumsuz, karalayıcı tespitte bulunuyor.

 

Öncelikle 92 yılının kışlık üstlenmesinde yaşanan gelişmelerden kısaca bahsedelim. Pülümür ve Munzurlar da bulunan iki üstlenme yeri ve çevresi düşmanın saldırısına uğrar. Kitapta bu bilgiye sahip olsakta, saldırı maksatlıdır. Bu gelişmelerden kaynaklı önemli kadro ve savaşçılarımız yıldızlaşmış ya da sakatlanarak mücadeleden kopmak zorunda kalmıştır. Bu kayıplardan kaynaklı alanda demoralizasyon ve tahribat söz konusu olsa da yazar hiç dile getirmez. Sanki hiç böyle bir süreç yaşanmamış gibi alanda bulunan yoldaşlar duygusuz birer kaya gibi resmedilir. Yazarın OPK nedeniyle bulunduğu alanda, 3-4 ay önce yaşanan bu gelişmelerin sohbet konusu olmadığını görüyoruz. Yazarın keyifle kendisini ayrıcalıklı bir yere koydurttuğu emperyalist İsmail ve Alev ile sohbetlerinde, bu kayıplar ve kışın yaşanan süreç konu edilmez. Eşyanın tabiatına aykırı bir durum.

 Çok önemli kadrolar ya ölümsüzleşmiş ya da sakatlanarak mücadeleden kopmak zorunda kalmıştır. Ancak sohbet konusu değildir. Veyahut bu sohbetler gerçekleşmiş, kitabın amacı dışına değerlendirilerek konu edilmemiştir. Böylesi bir durumun şehirden kırsal alana gelenler tarafından sohbet konusu yapılmaması olanaksız. Taş olsa çatlar denecek süreç yaşanmıştır. 

Yazar Cem’le ilk karşılaşmasından sayfalarca olumsuz kötümser değerlendirmede bulunmak yerine, üstte belirttiğimiz gelişmeleri de dikkate alarak anlayışlı, iyimser yorumlar yapmak yoldaşça olandır. Fakat yazar merkezine kendisini koyduğu nesnellikten uzak bir değerlendirmede bulunuyor. Dünya yansa umrunda olmayacak şekilde bakıyor. Ardına sıraladığı Cem’in davranışlarına yönelik olumsuz tespitleri yerine, nedenine ilişkin baş başa oturup sohbet etmeyip, otuz yıl sonrasına taşımak samimi değildir. Yazarın kendisine zorlama bir şekilde hedef alarak seçtiği Cem yoldaş ise yanlış bir tercihtir. Bulduğunu sandığı cevher suya  atıldığında eriyen cinstendir.

Yazarın kitaptan bir bölümde unutamadığını ifade ettiği Cem yoldaşın güler yüzü yıllar öncesinde kalmamış, onu tanıyan pek çok yoldaşının da hafızasındadır. Yoldaşlarına karşı samimi, fedakarca yaklaşan ve naif yüreği davranışlarıyla açığa çıkan yoldaşlarımıza saldırmayı yazar kendisine hak görebiliyor. Yoldaşımızı Suriye ve Rojava Kürt halkının katili Esad’a benzetebilecek kadar kendini kaybeden bilinç zehirlenmesi yazar yaşıyor. Yanlış anlamadığınız yazar; “bu fotoğraf karesi, yıllar önce gazetelerde görüldüğü, Hafız Esad’ın yana dönerken çekilmiş ünlü görüntüsü ile neredeyse aynıdır. 

Zihinin nasıl olurda böyle bir oyun oynadığını anlamasa da, Cem’le göz göze gelişi, canlanmış o resimle göz göze gelmiş hissi yaşattı. Tek farklılık Cem’in yıllar öncesinden aklında kalan gülüşünün bozulmadan tekrar etmesiydi.” (S.78 diye aktararak ona göre oyun olan benzetme bize göre yıldızlara saygısızlıktır.) Arap, Kürt vd. halkların katili Hafız Esat, ömrünü devrimci mücadeleye adamış ve bu uğurda ölümsüzleşen yoldaşımıza benzetiliyor. Teşbih, benzetme yönetimi roman ve öykü yazımında sıklıkla başvurulur. Yazar bu yöntemi birbirine zıt karakter ve anlayıştır. İki kişiyi bir araya getirerek kullanıyor. Bedel ödemekten bir an dahi geri adım atmayan ve bu uğurda yıldızlaşan yoldaşımıza karşı hoyratça, kendini bilmez şekilde kullanabilmiştir. Yazar benzetme yaptığı Esat’ın görüntüsüyle 30 yıl sonra bile eşleştirebiliyor. İçindeki nefret ve düşmanlığın geldiği boyutun bir örneğini M. Ali Eser sunuyor. Hayattayken bunu yapmaya cüret edemedim, ölümsüzleştikten sonra yapayım dercesine saldırmıştır.

 

Yazarın saldırıları, hakaretleri sadece bununla da sınırlı değildir. OPK süresince bulunduğu alanda, başına gelen en kötü anıların sebebi olarak da sürekli biçimde ifadelerini bulacağız. Yazarın anlatımlarına bakınca Cem bencil, halden anlamayan, suratsız, duygusuz, kindar vs. vs. diye uzayan iyice iyiye dair hiçbir nitelik barındırmadan devrimci mücadeleye katılan biridir. Yazar Cem’in durduğu yerin tersine aktarımlar yaparak okuyucuyu ona karşı kinlenmeye teşvik ediyor. Yazar ne kadar karalamaya da çalışsa bizler için Cem yoldaş, 1. Oturumun coşkusunu, halayın başında kendisinden geçercesine kutlayan, yoldaş canlısı olarak kalacak. Yazarın Cem yoldaşa ifadelerine geçelim.

 

‘’Cem onu (Atilla) tanımazdan geliyordu, karşılaşınca şu anda ayaklarını donduran kar gibi soğuktu.” (s.51) Yazar bu cümleyi kurarken bir an olsun, Yel Dağı yolculuklarını ayakları donarak atlatabilen yoldaşlarımızı göz önüne alıyor muydu? Kustuğumuz nefretin boyutunu iyi anlamak için hissedebilmek önemlidir. Karşımızdaki taş değil, eti ve kemiğiyle kendini mücadeleye katandır.

 

Devam edelim; (Cem) “dinlenecek misiniz diye sormadan, su ve yemek ihtiyacının olup olmadığını sormadan… ‘Hadi yürüyoruz’ demişti. (s.52) “…eğer Cem bildiğim sesin sahibi ise niye bu kadar soğuk davranıyor? Sorusunun cevabını bulmak stresi, midesine soğuk metalden bir kütle olarak asılıp kalmıştı ve bu his Atilla’nın bütün tadını alıp götürdü sanki.” Bu ifadeler Cem yoldaşla karşılaşmaları üzerine yapılan yorumlardır. Aktardığımız bölümlerden anlaşılacağı üzere yazar da kötümser bir bakış hakimdir. İyi niyetli küçükte olsa bir değerlendirmeye rastlanamaz.

İlk karşılaşmanın bu derece abartılı kötümser verilmesi, sonraki yorumların da ne derece incitici olacağının habercisidir. Yazar su ihtiyacını dile getirdi de, içemez misin denildi? Bu nasıl saldırı nesnesi arayışıdır. Halk ordusu erlerinden bahsediyoruz, karşınızda faşist Türk ordusu bulunmuyor. Munzurların Erzincan köylerine bakan, herhangi bir noktasından kamp alanı arasındaki mesafe abartılacak uzaklıkta değildir. Yazar günlerce aç ve susuz yürümüş esirler gibi, bu meseleyi saldırı meselesi haline getirmiştir. Şunu da belirtmekte fayda var inandırıcılıktan yoksun. Kendisi de dahil 4 delege karşılanıyor. Ve biride bu durumu eleştirmez? Diğer delegelerden alana ilk defa gelmeyenlerde var. Bu durumu ifade edebilirler.

 

Devam edelim; “Cem’in tavrı başka bir şey söylüyordu; bambaşka bir şeydi. Birbirleriyle karşılaşmış iki hak yolcusunun karşılaşırken ki nezaketinden, kültüründen daha geriydi” oldu olacak yazar düşman gibi karşıladı diyebilirdi. Farklı bir anlam çıkmıyor. “Cem, yabancıydı ve yabancıları alıp, ortaklaşa kurulacak divana oturmaları için karargahına götürüyordu.’’ (s.53) Bu tekrar eden yoldaşlıktan, devrimci bakış açısından uzak olumsuz bakış açısını kitap boyunca okurun kinlenmesi istenircesine okuyoruz. Yazarın amacı bu olmalı, başka türlü bu ifadeler neden otuz yıl sonra kitaba konu edilir.

‘’Cem’in bu tavrını gördükten sonra ağzını açacak en küçük bir istek kalmamıştı” (s.131) 4-5 saat önce ilk temas ettiği Cem’in tavrı ve söylem şaşkınlıktı” (s.82) Cem yoldaşa saldırıların yanına “Baki” ismiyle belirtilen yoldaşımıza saldırılar eklenir; “Cem’in ve Baki’nin tavırlarından beri, sorarken de birşeye cevap verirken de bir temkinlilik tavrına girdiğini fark etti”. (s.131) Anlaşılan yazarın çocukluktan kalma psikolojik sorunu gün yüzüne çıkıyor. Bilinç altına yerleşen çocukluktan kalma baskılama Cem ve “Baki” tarafından, tetiklenerek yazarı içine kapatıyor. Bu paranoyakça düzeye gelen yaklaşım gösteriyor ki “Baki” ve Cem yazarın üst beynine yerleşiyor ve onu yönetiyor. Düşmanın karşısında işkencelerde onurlu direnişini yere göğe sığdıramayan yazar, “Baki” ve Cem’in tavırları karşısında suspus olduğunu iddia ediyor. Bu nasıl devrimci niteliktir ki yoldaşları karşısında sinik hale kendini getiriyor.

 

“Duygusaldı, tepkiliydi. Ve Cem’le karşılaştıktan şimdiye kadar ki bu iki gün boyunca gördükleri bir insanın on yılda gördüklerine eşit şeyler olarak birikmişti sanki’’ yazar bir ayda ne yaşamış olabilir ki? Aslında bir ayda değil iki kısa günde yaşamış. Acaba 1993’te zorlu kış şartlarında yerleri açığa çıkan Pülümür barınağından güvenli bir alana zorlu ve uzun yolculukla ulaşmaya çalışan 48 yoldaşımızdan biri miydi? Kardelen Hareketi sürecinde, Maoist Parti’ye sızan ajanlar açığa çıkarılırken, yoldaşlar arasında kendiliğinden gelişen güven erezyonunu tersine çevirmek için çabalayan yoldaşlardan biri miydi? Bir Dersim Yetmez Hedef Bin Dersim olmalı! şiarını rehber edinerek Karadeniz’e ilk defa ayak basarak bölgeyi tanımaya çalışan birliğin üyesi midir? Hiçbiri tabi. Mücadele tarihimizi kendi romantizminin malzemesi yapmaya çalışan, tükenmiş bir kişiliktir.

 

Yazar ardı ardına Cem yoldaşla ilgili iddialarda bulunuyor. Ancak nedense karşılamaya gelen birliğin diğer üyelerinin adını bile anmıyor. Hafızasında Cem’in yüz mimiklerini saklayabilen yazar, birliğin diğer üyelerinin ismini vermekten neden çekiniyor? Doğru olmayan ifadelerinin açığa çıkmasını engellemek istiyor. Abartarak verdiği iddialarını, iradi mücadelelerle değiştirme olanağı söz konusuyken, otuz yıl önce yapmadığı sohbeti bugün karalama malzemesi haline getirmiştir.

Çünkü sorun olarak gösterilenler, somut koşullara ait olmayıp otuz yıl sonrasının saldırı malzemesidir. Cem yoldaşa ilişkin olarak değineceğimiz son konu; bir ay yazarın kaldığı Dersim’de kamp alanından başka bir yere çıkmayan askeri anlamda hiçbir tecrübe sahibi olmayan yazarın, hüznünün OPK (G.S) ağzından Cem yoldaşın komutanlığının sorgulanmasıdır. (Atilla) “Ulaş nitelikli bir yoldaş gerillanın sevgilisi gibi dedi. Evet öyle diye onayladı Hüsnü.

 ‘Konferans sürecinden beri gözlemledim; bana Sovyet romanlarından anlatılan kızıl ordu kişiliği hatırlattı.’ Bir de Cem’e bak diyen Hüsnü’nün dudaklarında acıyla karışık bir sırıtma oynaştı. ‘Yılların kadroları ama Ulaş’taki esnekliğin alçak gönüllülüğünün zerresine sahip değiller’ diye (Hüsnü) ekledi” (s.327) Okuyucu şu yanılgıya kapılmamalı “Hüsnü”nün ağzından bile bazı ifadeler verilse, yazarın dimağının ürünüdür. “Zerresine sahip değiller” diye çoğul kullanılan ifade dönemin DABK kökenli komutanlarıdır. Grupçuluğun açık ifadesidir. O zerresine sahip olmayan dediklerinizin pek çoğu yıldızlaşmıştır.

 Cem yoldaş paramparça edilmiş geriye kalan bedeniyle ailesine ve yoldaşlarına emanet edilmiştir. Bu mücadelenin sizin gevezeliklerinizle mi örüldüğünü sanıyorsunuz? Size kalsa yazı yazarak devrimcilik yapılırdı. Kadro vasfına sahip olan iki yoldaş, hadi varsayalım bu sohbet gerçekleşmiş; biri OPK sonrası Maoist partinin en üst görevine atanıyor, diğeri 1 No’lu  Askeri Bölge Yürütmesi DBK’na atanıyor. 1 aylık gözlemleriyle yazar bizden yani okurdan, Cem’i yaftalamamızı istiyor. Yazar genel bir sorun olarak karşımıza çıkan meseleleri, tek tek kişilerle açıklama hastalığını burada da sergiliyor. Biz dönem askeri kadrolarının yeterli beceriye sahip olduğunu iddia etmiyoruz.

Muhasebe Belgemizde de belirtildiği üzere geride kalan zaman zarfında, hareketimizin en önemli zaafı Halk Savaşını kavrayış yetersizliğidir. Yazar genel bir sorun olan bu duruma, grupçuluk mantığıyla Konferans kökenlileri yeterli göstererek, karşı taraftan da tek tek bireylere yıkarak, genel bir sorunu çözümsüzlüğe itiyor. Burada anlatmak istediğimiz ne Ulaş ne de Cem yoldaşın askeri anlamda istenilen yeterlilikte olmadığıdır. Çünkü genel bir yetersizlik söz konusudur. Birilerini ya da bir tarafı ezip diğerini ya da diğerlerini yüceltecek bir durum söz konusu değildir.

Ayrıca yazar gerçekçi yorumdan da uzaktır. Cem yoldaşla 1 aydır bir arada ve askeri hiçbir pratiğe girilmiyor, ancak Ulaş kampın son günlerine yetişiyor ve o kısacık gözlemle niteliklerini açığa çıkarıyor. Öncelikle yazarın bakış açısıyla ortaklaşmadığımızı belirtelim. Komutanlık niteliği askeri kabiliyetle sınırlı değildir. Ayrıca siyasi yeterliliğinde yanı sıra ilerlemesi gerekir. Yazarda da olduğu üzere bu konumdaki yoldaşların sadece askeri kabiliyeti dikkate alınmıştır. Bu da kavrayışsızlığı derinleştiren bir unsur yaratmıştır. Ancak M. Ali ESER bunlara bakmaz.

Onun için önemli olan güler yüzlü karşılama, yoldaşça kucaklaşma, su içmesine engel olmama vs. vs. yazar için devrimcileri karalamak bu kadar basittir. Ancak bizim sahiplendiğimiz MLM anlayış ve değerlendirme yöntemi bu değildir. İçinde nasıl bir zehirden irin birikmişse yazar kusuyor. Askeri veya siyasi hiçbir değerlendirmede bulunmadan, Cem yoldaşın ve genelde DABK kökenlilerin yetenekleri sorgulanıyor.

Elbette bu nitelik sorgulanabilir. Ancak doğru çerçevede olmalıdır. Yerden yere vurduğu Cem kendisine verilen her görevi ikiletmeyen, en zorlu süreçlerde en önde görev alabilen, kırsal mücadelenin yürütüldüğü Dersim, Karadeniz ve Amed’ te görev alabilmiş sayılı yoldaşlardan biridir. Siz kendinizi bu pratiğin karşısında düşmanca şekilde konumlandırıyorsunuz. Geliştirici, dönüştürücü değil yıkıcısınız. Devrimci mücadeleyi kendinizi pohpohlama, temizleme ve romantizm sahası mı sanıyorsunuz? Sizin gibiler Kaypakkaya geleneğinin mirasını tüketmekten, ona zehir kusmaktan başka bir anlayışa hizmet etmez. Grupçuluk zihniyeti içine sıkışmış M. Ali ESER, varlığını bedel ödemiş devrimcilere saldırmakla sürdürüyor.

(DEVAM EDECEK)

BİR TÜKENİŞİN ADI: MEHMET ALİ ESER (2)

6 Eylül 2023

 

Devrimcilerin Ölümüne Susamış Düşkünlük

Cem yoldaşa ilişkin saldırıları ele aldıktan sonra, kitapta “Baki” ismiyle tanıtılan yoldaşımızla alakalı aktarımlara değinelim. Yoldaşımızın bilinen ismiyle değil, farklı bir isimle tanımlanmasını anlamakta zorlandık. Nitekim farklı kitaplarda aynı olay anlatılmış ve bilinen ismiyle tanımlanmıştır. Yani okuyucunun tanımadığı bir kişi değildir. İsim değişikliğinin nedenini görebildik. Yazarın “Baki” ismi ile tanımladığı yoldaşımız kitap boyunca en fazla saldırıya uğrayandır. Sahte bir isimle karakter tanımlanınca, bu kişi hayaliymiş gibi düşünülerek, ağzına ne geliyorsa sınırsızca kullanmıştır yazar.

 

Yoldaşımız 45 yıldır Kaypakkaya hareketinde mücadele veriyor. Yazarın kitabında ölmesini dahi isteyecek kadar ileri gittiği yoldaşımız, düşmanın tüm imha operasyonlarında, ki mi zaman yaralı olsa bile çıkmayı başarmıştır. Yazar mermi sıkmadan komutanların olması gereken niteliklerini düşünürken, yoldaşımız çatışmadan çatışmaya bu nitelikleri öğrenmeye çabalıyordu. Bu mücadelesini 24 yıldır tutsak olduğu zindanda tecrit ve tredmana karşı direnerek sürdürmektedir. Yazar kullandığı ifadelerde hiç olmazsa bu durumu görerek saygı gösterebilseydi.

 

Öncelikle “Baki” ismini neden tercih ettiği üzerinde duralım. Muhasebe Belgemizde belirtildiği üzere, I. Konferans süresinde ‘RS’ hizbi açığa çıkar. İki farklı ismin örgütlediği bu hizbin içindekilerden biri Baki İşçi’dir. Bu kişi hareketimizde ‘savaş ağalığı’ çizgisinin bilinen ilk ismidir. Yine yazarın kitabında Baki ismiyle tanımladığı yoldaşımız da “Savaş ağası” zemininde oturmaktadır. Bu niteliklere uygun isimle yoldaşımızı yaftalayarak, aklı sıra yazar, amaçladığı noktayı pekiştirme niyetindedir. Böylece I. Konferans öngünlerinde ortaya çıkan savaş ağası Baki, 1993 OPK’nda farklı bir bedenle karşımıza çıkarılmak istenir. Yazar kendi çapını açığa vururcasına, yüz yüze yapamayacağı hakaretler ve suçlamalarla yoldaşımızı nitelemiştir.

 

Devrimci anlayışa sahip olmak zihniyetin dönüşümüdür. Bu davranışta, ilişkilerde ve kullanılan dilde meydana gelmesi gerekli, temelden bir dönüşümdür. Devrimci mücadeleden bir an dahi olsa geri durmayı düşünmeyenlere hakaret etmek asla değildir. Var olduğunu düşündüğümüz hatalar karşısında yapılması gereken, nesnel olanla yetinen eleştiri yürütmektir. Ancak Cem yoldaşımızdan sonra bu defa “Baki” ismiyle tanımladığı yoldaşımıza da bunun aksine yönelim gösterir.

 

O halde “Baki” ismiyle tanımladığı yoldaşımızla alakalı bölümlere geçebiliriz; “sofranın çemberi tamamlanmışken… ‘haydi başlayın’ diyen kişi ise kuru kaba gülüşüyle ikide bir sol göğsüne asılı duran telsizin mandalıyla oynarken adeta ‘ben buranın hakimiyim ’ havasındaki kişi; Baki’ydi…”

 

İlk defa geldiği bir alanda, henüz tanıştığı yoldaşa hiç hoş olmayan gözlemler. “Baki” o dönemin ve sonraki sürecin değerli ve tecrübeli kadrolarından biridir. Önemli çatışmalar ve pusulamalar içinde yer almış ve yönetmiştir. Savaşı savaşarak öğrenmenin somut örneği olmuştur. Yazarın dikkat çektiği üzere “Baki” sürekli bir şekilde telsiz mandalıyla oynuyorsa hem bu niteliklere aykırı hem de onlarca birliğe kumanda eder kurmaylığa erişmiştir. Bu iki durumun da gerçekliği söz konusu değildir. 90’ların başı 2000’lere göre telsiz önemli bir iletişim aracıdır. Ancak bu duruma rağmen kendisini yemekten alıkoyacak sıklıkla telsiz kullanımı olanaksızdır. Sabit bir noktada ve önemli bir toplantının yapıldığı alanda sürekli şekilde telsiz kullanımı mantıklı gelmiyor. Bu alanda güvenliği takip edecek pek çok yoldaş var. Anlaşılan gürültüsü ve gülüşünü beğenmediği “Baki” ye, yazar telsizi de fazla görmüş. Daha ilk andan başlayarak yoldaşlarına karşı böyle aşağılayıcı düşünceler besleyen birinin yoldaşlık ilişkileri sevgisiz ve geridir.

 

Devam edelim; “yakasına monteli telsizle arada bir muharebe yapan Baki’nin konuşmaları, geldiğinden beri dikkatini çekiyordu; lakayt ve alaycıydı karşı taraftakiyle. Atila, bu gözlemlerini sentezleyince ‘Karargah komutanı Baki’ dedi içinden.(s.82)

 

Öncelikle yazarın “Baki’ye” yaklaşımı paranoyaklık boyutuna ulaşmış görünüyor. Kitap boyunca göreceğiz ki kalabalık bir ortamda, başka kimseyi böylesine adım adım takip etmemiştir. Yazar öznel düşüncelerini okuyucunun sorgulamadan kabulleneceğini düşünüyor. Bu gözlemler kamp gününün ilk gününe ait. Ciddi bir önyargı sıkıntısı var ve nasıl parçalanacağı şüphelidir. Aslında görünen o ki yazar, süreci bugünden bakarak değerlendiriyor. Bu nedenle haksız ve nesnellikten uzak yargılarda bulunuyor. Dönemin ruhuna inemiyor, roman yazmak kolay değil. Amaç edebiyat olmadığı için de yazar sübjektif değerlendirmelerle romanını boğuyor. Henüz sohbet bile etmediği, yargılarını bile tahminlerle oluşturan yazar, bunları hoş olmayan nitelemelerle besliyor. Kendisinde sık sık bahsettiği üzere yeni mücadeleye katılan biride değil.

Yanlış düşündüğü meseleler üzerine yoldaşlarıyla sohbet edilecekken, bunu yapmaya tenezzül bile etmemiştir. Çünkü hayali olaylar yaratıyor. “Lakayt ve alaycı” deniliyor ama nasıl bir sohbette bunu yaşadığı muammadır. Yazarın amacı çamur at izi kalsın olduğu için, buna gerek duymuyor. Elbette bu özellikleri “Baki” taşıyabilir, ancak bu nu somut bir şekilde ortaya koymak iddia sahibinin de sorumluluğudur. Yoksa tersinden bu ifadeleriniz, yakıştırdığınız özellikler sizlere giydirilir.

 

Gelelim apoletlileri gelir gelmez tespit etmek talaşınıza. Yazarın ilginç bir sentezleme anlayışı var. “Lakayt ve alaycı” o halde karargah komutanı şu. “Karargah komutanı” arama yöntemi de vardığı sonucun hatalı olacağını gösteriyor. Tahminlerle apoletlileri aramak yerine, merakınızı giderebilmek için sorabilirdiniz. Hepsi yoldaşınız, neden ilk elden sorumlu düzeyde yoldaşınızı arıyorsunuz. Kendinize “Hüsnü” de olduğu üzere ahbap olarak onlarımı görüyorsunuz? Belirtelim “karargah komutanı” “Baki” değil. Yazar roman boyunca böyle yansıtsa da “karargah komutanı” Nihat’tır.

 30 yıl geride kalmasına rağmen, geniş kitlelerin okuruna sunulan bir kitapta, bu bilgiyi edinmeye bile gerek duymamışsa, kitaptaki bilgilerin gerçeklikle uyumu sorgulanır. Daha önce bahsetmiştik, bir yıl önce oluşturulan Birlik Komisyonu Nihat’ı Genel Komutan olarak belirlemiş, “Baki” ismiyle tanımlanan yoldaşımızı da Genel Komutanlık altında örgütlenen Amed Bölge Komitesi komutanıdır. Bu nitelikler OPK öncesi niteliklerdir. Ayrıca şu durumu da gözden kaçırmayalım bu kişiler ve diğer yoldaşların almış olduğu görevler, DABK ve Konferans kanatları temsilciliklerinden oluşan, Birlik MK’sı tarafından belirlenmiştir. Orada bulunan kadrolar sadece şu tarafın ya da bu tarafın sorumlusu değildir.

 

Bir başka bölümden devam edelim; “Baki’nin yanında oturuyordu. Telsiz konuşmaları şifresiz ve açıktı… Baki, telsizle konuşmasının bir yerinde… gelirken Cemal ağaya da uğrayın, ona bırakılan bir roket atar ve iki adet roket var; onları alıp getirin deyince. Atila adeta şok olmuştu… kimseden ses çıkmayınca Atila…; yoldaş telsizlerin dinlendiğini bilmiyor musunuz? Bu kadar açık konuşmak riskli değil mi? deyiverdi… Baki’den aldığı cevap açık bir azar ve terslemeydi; ‘Ne bıra bıra, daha yeni geldin, dilin de çok uzun senin ha!” Dikkat çeken, ilginç bir diyalog olduğu açıktır. Tarihimizi konu alan ve dönemi de içine alan pek çok farklı eser yazılmıştır.

 Ancak askeri anlamda bu kadar ciddiyetsiz ve güvenliği görmezden gelen bir tutum anlatılmamıştır. En azından biz karşılaşmadık. Bırakalım “Baki” ismiyle tanınan yoldaşımızı, herhangi bir yoldaşımızın böyle güvenlik kaygısı taşımayan pratiğini ne gördük ne de okuduk. Ha kaza döneme tanıklık eden yoldaşlar da “Baki”ye atfedilen bu pratiği okuduklarında şaşıracaktır. Yazar “Baki”yi her yönüyle olumsuz bir kişilik olarak okura gösteriyor. Şaşırıyoruz, kesintisiz 12 yıl kırsal alanda bulunan birinin, bu kadar olumsuzluk içinde olup da son ana kadar sorumluluk düzeyinde bulunmasına. Yazar bu durumu neye göre açıklıyor. Sıradan bir savaşçının bile yapamayacağı pratiği, tedbirsizliği “karargah komutanı Baki” nin yaptığına inanmamız isteniyor.

Oldu olacak tüm teçhizatlarmızı düşmana teslim edelim. “Karargah komutanı” bunu yapabiliyorsa, yeni katılan birinin neleri yapabileceğini düşünmek bile istemiyoruz. Bu anlatımdan çıkan iki yönlü göz göre göre gerçekleşen güvenlik zafiyeti bulunuyor. İsmi açık şekilde belirtilen ve hayatta olmayan Cemal Ağa o dönem risk altına sokulmuştur. Cemal Ağanın iki oğlunun telsiz görüşmeleri sırasında  -OPK delegeleri olmaları nedeniyle- kamp alanında olması gerekiyor. Onlardan biri yazarın askeri anlamda öve öve bitiremediği “Zeki” dir. 2 oğlu mücadele içinde olan ya da sıradan bir köylü böyle açık şekilde düşmana yem edebilir mi? Anlaşılan bu kurguya inanmamız isteniyor. Diğer bir risk altında olanlar da roketleri almak üzere görevlendirilen yoldaşlardır. Bu arada o dönem bölge de bulunan birliğin sorumluluğunu Lenko yapmaktadır.

O halde “Baki” telsiz görüşmesini Lenko yoldaşla yapmaktadır. Açık bir şekilde alan belirtilerek yapılan bir konuşma iddia ediliyor. Bu iki yoldaşın böylesi bir görüşme yapacağını yazar bize inandıramaz. Ha keza yazar kitabında Lenko yoldaşı da överken buna inanmamız isteniyor. Düşmanın bu görüşmeden yola çıkarak durumu lehine çevireceğini bu yoldaşlar tahmin etmiyor mu? O dönemim komutanlığı bunu dikkate almayacak kadar ciddiyetsiz mi? Yazar, sıradan bir savaşçının dikkat edeceği bir meselede üzerinden bilgiçlik göstererek, özelde DABK kökenli genelde ise tüm bir kırsal gücü hedefe koyduğu görülüyor.

 Elbette köylülerden belirtilen konuda yardım istenir. Tartışılan bu değil. Ancak böylesi bir tedbirsizlikten sonra köylülerden gönüllü olarak yardım istenebilir mi? Yazar ne yazdığının, ucunun nereye uzanacağının farkında değil. 4 ay önce kışlık üstlenme alanlarında yaşananlara rağmen, böylesi bir tedbirsizlik yaşanabilir mi? Düşman operasyonlarının en yoğun olduğu süreçtir. Atila’nın bildiğini partizan nasıl bilmiyor? İnandırıcılıktan uzaktır. Bununla da sınırlı değil. Atila iddia edildiği üzere “Baki” den yoldaşlık kültürüyle ilişkili olmayan bir tarz da yanıt alıyor.

Öyle ki OPK için alanda bulunan delege vd. savaşçıların bulunduğu kalabalık bir ortamda verilen yanıt, sadece Atila’yı şok ediyor ve diğerleri normal karşılıyor. O dönem en nitelikli kadrolarının bulunduğu bir ortamda dikkat çekmiyor. Dar bir alanda ve açık yapılan bir konuşma nasıl dikkat çekmez. Atila’nın duyduğunu bir kişiden fazlası duyması gerekir. Yazarın ifade ettiğine göre “Baki”, ilk defa karşılaştığı ve sohbet dahi henüz yapmadığı yoldaşına “dilin çok uzun” diyor.

Sıradan bir toplantı arifesinde değiller. Birlik OPK’sı yapılıyor. Böylesi bir ortamda delegelerden biri diğerine yakışıksız şekilde yanıt veriyor. Bu belirttiğimiz nesnel durum göz önüne alınınca yazar inandırıcılıktan uzaktır. Yöresel bir üslupla da inandırıcılık katılmaya çalışılsa da, bu lümpen dil gerçeği ifade etmiyor. Yazar görünen o ki Muhasebe Belgemizde eleştirisi yapılan, kısmi boyuttaki yoldaşlık ilişkilerinde yaşanan lümpen, geri yoldaşlık ilişkilerine tavır açıklamalarına dayanarak “Baki” üzerinden bir kurgu yapıyor. İnandırıcı olmaktan uzak bu kurgunun yaratılmasına neden olan lümpen dilin sahipleri farklı kişilerdir. Yazar yanlış kişiye yönelmiştir. Bu bilinen pratiklere dayanarak inandırıcı olabileceğini düşünen yazar, sonuca gelerek yargılıyor; “bu azarlayıcı dile, bu kibre, bu egemen, tepeden inmeci tavra hazır olacak bir ortamdan gelmiyordu.” Gelmiyordu da neden bu tarzı eleştiri konusu yapmamış. Alanda kendisinin de övdüğü pek çok nitelikli kadro bulunurken, neden gündeme getirmiyor.

Ayrıca bu tavırlarla karşılaşmadığını iddia ettiği alandan yalnız o gelmiyordu ya, herhalde bu durumda hiç olmazsa o yoldaşlar Atila’yı haklı bulabilirdi. Yazar öyle bir ortam yaratıyor ki güvensiz, yoldaşlık ilişkilerinin olmadığı, bilgisiz ve cahil bir toplulukla karşılaşıyoruz. Bu türden davranışlar yazarın ifadesiyle; “devrimciliğin dışında her şeye benzeyen susturucu, içine kapatıcı bir tarzdı” (s.82). Bu tarza sessiz kalmanın da yazarı farklı bir yere koymadığı bilinmelidir. 30 yıl sonra iddia ettiği “dilin çok uzun” lafına inanmamızı bekliyorsa, önce kendisinin tavırsızlığını açıklasın.

 

Yazar. 92 birliğine ilişkin ya da farklı konular üzerine daha sonradan yapılan olumsuz değerlendirmelere dayanarak, kurgusal olaylar yaratarak inandırıcı olacağını düşünüyor. Ancak sorunları kişilerle açıklayıp, çözümü onları hedefe koyarak ve bunu da DABK kökenli kadrolara yapmak, Muhasebe Belgelerimizle çelişir. Muhasebe Belgesi kişilerin hatalarını öne çıkaran bir anlayışla değil, kolektif; bir bütünü ele alan bir anlayışa sahiptir.

Çözüm bu şekilde sağlanacaktır. Kişilerle ve gruplarla sınırlayan anlayış, çözümsüz, yıpratıcı geriletici bir tarzdır. Kolektif bilincin gerilediği durumda tek yanlı, öznel tavırlar ortaya çıkar. M. Ali Eser’in hatalarının kaynağı da bireysel, bencil bakış açısının hakim olmasıdır. Kendi başına tarihi yeniden yazarken içinde bulunduğu kolektif yapıya yaslanmaktadır.

 

Devam edelim; “Karargaha gelen yoktu örneğin. Birbirleriyle sohbet edenlerin de birbirlerini dinlemedikleri, anlaşılması zor bir görüntü değildi. Baki bilindik lakayt, üstenci ve kaba tavırlarıyla telsiz görüşmelerine devam ediyordu.” (S.83) Nasıl bir yoğunluktur ki telsiz görüşmeleri sürdürülüyor. Yazar, düşman hareketliliği dinlemek için takip edilen telsiz görüşmeleriyle, yoldaşların birbirleriyle gerçekleşen telsiz görüşmelerini iç içe veriyor olması gerekiyor. Yazarın anlattığı gibi bir yoğunluğun yaşanması olanaksızdır.

Ayrıca yazar, anlaşılan kimseyle de sohbet etmiyor. Herşeyi bırakmış çevresinde olup biteni takip ediyor. Ona göre bulunduğu alanda hiçbir şey yok. Orada kendisi de dahil samimiyetsiz bir toplam var. Aslında yazar ne dediğini bilmeyen, ben merkezci bir anlayışa sahiptir. “Gülen yoktu örneğin” deniyor. Ancak ilerdeki sayfalarda neşeyle anlattığı Alev’le yaptığı sohbetleri de kendinden kaynaklı bir durum olarak gösteriyor olmalı. Nasıl bir “karargah” beklentisi vardı da gelen olmayışı üzdü. Bu durumun inandırıcılığı zayıfta olsa, kışlık üstlenme alanlarında yaşanan kayıpların yaratacağı moral düşüklüğü de gözönüne alınmalı. Ancak yazar buna vurgu yapmıyor. Onun niyeti insana yabancılaşmadan doğan ilişkilere vurgu yapmak. Böylece yoldaşlarımızı ruhsuz, insani duygulardan uzak göstererek saldırıyor.

 

Yazar dönüp dolaşıp yine “Baki”ye geliyor. Nedenini derinlerde aramaya gerek yok. İçinde bulunduğu Konferans çizgisindeki yoldaşlarını övücü sözlerin dışında ifade kullanmayan yazar, saldırılarını “Baki” ve Cem üzerinden DABK çizgisine yapıyor. Yazarın “Baki” üzerinden saldırılarına devam edelim; “Baki her gün birçok kez telsiz muharebeleri yapıyordu hala. Bu muharebelerden birinde ‘bra bra daha bitirmediniz mi?, sizin iş yapmanız da TC askerlerinin iş yapmasına benzemeye başladı; kırk kişi bir yumurtayı taşıyamıyorsunuz ha! dedikten sonra yaptığı espirinin kıymetli olduğunu düşünmüş olacak ki, at kişnemesine benzer bir edayla gülmüştü” (S. 123)

 

Nasıl bir benzetme “at kişnemesi”, bu kadar çok mu “Baki”den nefret ediyorsunuz? Tam bir düşmanlaştırma söz konusudur. Telsizden böyle uzun uzun görüşmeler gerçekleştirmek, bulundukları alan için hiç normal değil. Yazarın teksiz görüşmelerine ve “Baki”ye takıntısı da, malum “Baki”ye yakıştıramadığı komutanlık, onun bilgi yetersizliğini göstermeye yönelik iddialarıyla perçinlenmek isteniyor. Birkaç gerillanın katıldığı bir sohbet kurgulayan yazar, sohbetin konusu olarak hem ekonomi-politik hem de askeri meselelerle ilgilenen komutan olur mu? olarak belirlenmiştir. Tartışma konuları şaşırtıcı, yazarın tuhaf bir tartışma konusu fantezisi var.

Ancak “Baki”ye saldırmasının hafifliği yine karşımızdadır. Yazarın aktardığına göre, “Baki” bilgisizliğiyle sohbete düstursuz girer; “Emperyalist İsmail’e kalsa Lenin’de gerilladır” dedi.” (S. 128) “Baki” bu cümleyi Mao’nun hem ekonomi hem de askeri sorunlarla ilgilenen askeri komutan olduğunu iddia edenlere karşı olduğunu vurgulamak için ifade eder. Maoist savaş örgütünde komutanlık yapan birine yapılan bu yakıştırma fazlasıyla ileridir. Doğrudur dönem itibariyle Maoizm kavrayışı düzeyi her iki taraf içinde geçerli olmak üzere yetersizdi. Bir tarafın diğerine göre bir adım önde olması yeterlilik değildir. Ancak yazarın burada yaptığı açık bir iftiradır.

 Mao’nun hem ekonomi hem de askeri katkılarını, çözümlemelerini bilmeyecek bir komutanın Maoist bir savaş örgütünde olabildiğini yazar iddia ediyor. Kendisi de bu iftiralarına inanıyor mu? Bu sadece kişiye değil, onu bu düzeye taşıyan kolektif bilince de, son olarak Birlik Komisyonu’na da saldırıdır. Yazarın özelde DABK genelde de tüm kırsal gücün siyasi düzeyini geri gösterme amacı bulunuyor. Mükemmeliyetçi bakış açısıyla yaklaşarak, eleştirilerimizde haklılık payı aramıyoruz. Yazar bu bölümde ve farklı yerlerde şehirden gelen kendisi gibi “nitelikli” kadrolarla “bilgisiz savaş ağalarının” egemen olduğu DABK kökenlileri karşı karşıya getiriyor. Bunu gerçeklerden kopuk yapıyor.

 

Romanda yazar bu defa “Baki”ye yönelen saldırılarını, köylülerin sohbetlerinin normal bir konusu gibi verme amacı var. “Baki” bu defa köylülerin ağzından hedeftedir. Bu köylülerden biri Cemal Ağa’dır. Daha önce Cemal ağadan kısa da olsa bahsetmiştik. İki oğlu mücadele içinde olan Şahverdi köyünde yaşayan bir köylüdür. Cemal ağayı ele alırken iki oğlunun niyeliği dışında değerlendirmek gerekir. Bir diğer köylü karakter Kötü Hızır ismiyle tanımlanır. Şimdi Kötü Hızır ve Cemal ağa üzerinden gerçekleşen saldırılara bakalım.

 

Mehmet Ali Eser’in Cemal ağa ve Kötü Hızır arasında sunduğu sohbetin konusu ve amacı, Pülümür barınağında yaşanan kayıplar ve sorumluluğun tek başına sorumlu “Baki”ye yüklenmesidir.

 

Pülümür barınağının açığa çıkmasından, yaşanan kayıplara kadar yürütmenin elbette bir sorumluluğu vardır. Ancak yazarın yaptığı gibi tek tek bireylere saldırı ve yıpratma amacı taşıyan değerlendirmelerle ders çıkarılamaz. Sorumluluk bir anlamda tekrar edilmemesini sağlayan ödevi ifade eder. M. Ali Eser bu sürece Cemal ağa karakteriyle değinirken, ipin ucunu fazlasıyla kaçırır. Kötü Hızır ve Cemal ağanın Pülümür barınağı üzerine kitapta geçen sohbete bakalım.

Daha önce Atila’nın ağzından duyulan “Baki”ye saldırılar Köyü Hızır’la devam eder. “Beni elçi olarak tayin eden komutanın adı Baki’ydi elleri öpülesi, sadece kendi dili var zanneden karşısındakinin edeceği sözü hiç merak etmeyen, köşeli şapkalı sert bir adama benziyordu.” (S.183) Yazar Kötü Hızır’ı Cemal ağaya kurye olarak “Baki”nin gönderdiğini iddia ediyor. “Baki” nasıl bir komutan ki kendisinden hiç hazzetmeyen, dedikoduyla karalayan birini kurye olarak kullanıyor. Halbuki o süreçte yoldaşlar köye kurye vasıtası olmadan rahatça uğramaktadır. Kötü Hızır’a ulaşanlar, Şahverdi’deki Cemal ağaya da ulaşır. Ancak mesele “Baki”ye saldırı olduğu için, yazarın hayali bir karakterle dimağını ortaya çıkarmaya ihtiyacı vardır.

Yazarın sıklıkla başvurduğu “Zeki” ve “Baki” arasındaki sözde rekabeti, “Zeki”nin Cemal ağanın oğlu olması nedeniyle tekrar tekrar yinelendiğini görüyoruz. “Zeko’nun komutan olduğu birlikte savaşçı düşse düşse ya kurşunla yada bombayla düşer toprağa icabında, Baki ne anlar zatürreden, donmuş el ayak görmediğinden O sıcak göbeğini okşayıp yayılan yayılan gülmesini bilir ha!” (S. 183) Aktardığımız bu cümlenin Cemal ağanın gerçekte kullandığı yanılgısına düşülmemelidir. Biz Cemal ağayı değil, onu kendisine aracı yapan yazarı eleştirilerimizin karşısına alıyoruz. Yaşadığımız kayıplar çok önemlidir. Bunu görmezden gelemeyiz. Ancak bu yaşananları tek kişinin yetenekleri ve yetmezlikleri ile açıklamak doğru değildir. 

Bunu yapanlar acıdan beslenenlerdir. Gerilla gücünün ilk defa karşı karşıya kaldığı bir gelişme söz konusudur. Yol üzerinde kaybedilenler ve varılan yerde kaybedilen yoldaşlarla ve mücadeleden kopmak zorunda kalan gazilerimizle buz gibi bir cehennem yaşanmıştır. Beklenmedik böylesi bir olayda yoldaşların çabalarını görmeden olumsuzlukları ve yetersizlikleri köşe taşı yapmak yolumuzu açmaz. Yazar Yel Dağı’nda yaşananları ve daha önce aktardığımız kimi durumlardan yola çıkarak “Baki”nin edindiği konumu haketmediği fikrinin altını aymazca doldurma çabasındadır. Ona göre “Baki”den daha iyileri varken, onun komutan yada genel komutan olması hatalıdır.

Bunu Cemal ağaya da söyletir; “bir komutan savaşçısını bilgisizlikle kaybetmişse, orada onun komutanlığı biter…Zatürreden savaşçısını kayıp veren bir komutan olsa olsa Dersim köylüsüne kulak asmayan, onları bir gün olsun dinlememiş akılsız bir komutandır ha dedi.” (S.185) Yazarın Cemal ağanın ağzından verdiği bu sözler daha önceki saldırılarının devamıdır. İkinci ve üçüncü ağızlardan dinlediği Cemal ağa hakkındaki bilgisi de hayallerden öte olmasına rağmen bu cümleleri yakıştırabiliyor.

 

Yazara göre Pülümür barınağının açığa çıkmasından sonra yaşanılanlardan dolayı “Baki” dahil o süreci yaşayan tüm komutanlar görevden alınmalıydı. “Askeri kurmay” tek yanlı ele alışıyla sorunu kökten çözdüğünü düşünüyor. Bu kişi OPK sonrası DBK’nde görevlendirilir. Bu görevde beri dönüp dolaşıp aynı noktadan saldırılarını sürdürüyor. Cemal ağa; “komutan Baki’nin iki gerillayı zatürreden kurban etmesine hiddetlendi” (S. 185) “Parti savaşçılarını komutana verirken, onları zatürreden öldürsün diye vermez” (S. 186) Yazar bununla da yetinmez, hayal ürünü anlatımlara başvurur; “Baki köylü konuştuğu zaman dilini keserim derken elindeki silaha güvenerek bunu söylüyordu”. (S. 186) Kurulan Halk Mahkemesinde köylünün fikrinin alınmadığı iddiasında bulunur. Oldu olacak Halk Savaşı köylüye karşı veriliyor denilsin. Yazar düşmanın anti-propaganda tarzına alet oluyor. “Baki”nin sorumluluğunda, köylülerin katılımıyla Şahverdi’de bir toplantı yapıldığı doğrudur.

Bu toplantı Yel Dağını aşarak önce Birmanlara daha sonra Şahverdi’ye geçen “Baki” komutasındaki birlik tarafından yapılır. Yoldaşlarımız büyük bir badire atlatmıştır. Ancak yoldaşlarının henüz bilgisi olmadığı Munzurlarda bir üslenme alanının çevresi de bombalanmıştır. Yoldaşlar bombalama seslerini almış olsa da, nerenin bombalandığını bilmemektedir. Şahverdi köylüleriyle yapılan toplantının konusu da Munzurlarda yaşanan bu bombardımandır. Daha sonra yapılan keşiflerde üslenme alanının çevresinin gelişi güzel bombalandığı, barınağın isabet etmediği de anlaşılmıştır. Bu barınakta bilindiği üzere Cemal ağanın oğlu “Zeki”de vardır.

 Cemal ağada oğlunun o barınakta olduğunu bilmektedir. Bombalanan yeri bildiği için yoldaşlara, barınağın bombalandığını anlatıyor. Bunun sorumlusu olarakta düşmana barınağın yerini köylülerin verdiğini iddia ediyor. Yani aynı köyde bulunan tüm köylüleri düşmanla işbirliği yapmakla suçluyor. Ancak böyle bir suçlamanın doğru olmadığı yapılan görüşmelerden netleştirilir. Bombalamalardan da anlaşılacağı üzere yer tam olarak hedef alınmamıştır. 

Ancak Cemal ağa ikna olmamıştır. Bu toplantıda da köylüler yoldaşlara, “siz buradayken bize böyle davranıyorsa, sizin yokluğunuzda neler yapar düşünün” diye uyarıda bulunur. Bu aktarım kitapta yoktur. Yaşanan gerçeklerden aktarıyoruz. Cemal ağa köyünde sözü geçen, kimi zaman köylülere haksız uygulamaları olan da biridir. Ancak M. Ali Eser ya bu durumdan haberdar değil, yada aktarmak işine gelmemiştir. Köylülerin uyarısı üzerine yoldaşlar, Cemal ağayı rencide etmeden uyarır. Köyden ayrıldıklarından sonra her hangi bir pratiğe girişmemesi istenir. Oğlu mücadele içinde olan birine “dilini keserim” gibi bir ifade kullanılabileceğini yazar nasıl umuyor. Burada anlatımları yazarın hayal ürünüdür.

 

(DEVAM EDECEK)

 

EDİTÖRÜN NOTU: Kısa bir not düşmek gerekirse;

 Eleştiri konusu olan yazar, yazının ilk bölümü paylaşıldıktan sonra, kendi notunu düşmüş. “Kitap 24 yıl önce yazılmış… basıldıktan altı yıl sonra ilgi göstererek yaptığınız kritiği sevinçle karşıladım…” demiş. Kitabın hangi tarihte çıktığını, basımının ne zaman yapıldığını iyi biliyoruz. Velhasıl kitap dolaşıma, okuyucuya ulaşmaya devam ediyor. Bu nedenledir ki, bizlerin kitaba karşı eleştirilerimiz 30 yıl sonrasına denk gelmiştir.

 

Bizler için şanlı tarihimiz ‘72 Nisan Güneşinin ilk doğduğu gün kadar güncel, sıcak ve yakıcıdır. 51 yıllık belleğimiz gün gibi taze vede bu şanlı tarihe karşı nerede ne söylenmişse yeri ve zamanı geldiğinde tek tek cevap verilecektir. Dünümüzü unutmadık, geleceğimizi kaybetmeyeceğiz. Yazar kitapta geçenlere dair eleştirimizin zamanını değil, eleştiri konusu olanı dikkatine almalıdır. Bizim için 51 yıllık tarihimiz anlık hafızamızdır.

BİR TÜKENİŞİN ADI: MEHMET ALİ ESER (3)

12 Eylül 2023_1993 OPK/GÖRSELLER

  Tarihi Çarpıtmakta Düşülen Hafiflik

Önceki sayfalarda değinmiştik, şimdi Pülümür barınağı sürecine biraz daha detaylı eğilelim. OPK’na gelmeden evvel, geride kalan kış sürecinde Dersim’de iki kışlık üslenme alanından birinin yeri tespit edilerek -Pülümür- karadan, diğeri -Munzurlar- gelişi güzel çevresi havadan bomlalarla operasyona uğrar. Bu nedenle her iki barınakta terk edilir. Pülümür barınağından yoldaşlar güvenli bir bölgeye çekilmek için uzun ve yorucu bir yürüyüşe çıkar.

 

Bu sırada gelişmeleri kısaca aktaralım. Pülümür barınağına yakın Poncilas köyünde düşman iki gün kalmış ve yoldaşlarımızın orada bulunduğuna emin olunca, hem karadan hem de havadan operasyon başlatılmıştır. Ancak düşman hareketliliğini yakından takip eden yoldaşlar, operasyon başlamadan son gece Yel Dağı istikametine doğru hareket ederek, düşman karşısında avantajlı, bölgenin yüksek noktalarını tutarlar. Yoldaşların yüksek noktalarda konumlanması neticesinde düşman helikopterleri bombalama ve indirme olanağı bulamaz.

 Böylece düşman sadece karadan yönelerek uzun namlulu silahlarla ve havanla operasyonu sürdürür. Bir gün süren çatışma sonrasında yoldaşlar kayıp vermeyerek, güvenli bir alana ulaşmak üzere uzun ve yorucu bir yola çıkar. 2 yoldaş daha yolculuğun başında ölümsüzleşirken, Doktor Hüseyin Yel Dağı aşılarak ulaşılan Birmanlar köyü sınırında ölümsüzleşir. Köye vardıktan sonrada durumları ağırlaşan 3 yoldaş daha ölümsüzleşir. Böylece 6 yoldaşımız ölümsüzleşmiştir.

 Köyde hayatını kaybeden yoldaşlarımız, tipi ve soğuğun etkisiyle zatürreden hayatını kaybetmiştir.  48 kişilik birliğin yarıya yakını yoldaşta donmalar neticesinde uzuvlarını kaybederek sakat kalır ve mücadeleden zorunlu olarak kopar. Aynı kış üslenmesi döneminde, Munzurlarda 15 kişilik barınağın çevresi havadan rastgele bombalanır. Bunun üzerine birlik üyeleri, bulundukları alana yakın Munzurlarda üslenen diğer yoldaşların bulunduğu barınağa doğru hareket eder. Bu yolculuk sonunda bir kadın yoldaş hariç hepsi diğer üslenme alanına ulaşır.

Üslenme alanına ulaşamayan kadın yoldaş, nedeni konusunda netlik olmamakla birlikte, intihar etmiştir. Ayakları bu yolculukta donma noktasına gelen yoldaşlara ilk müdahaleyi vardıkları barınakta yoldaşlar yaparlar ve sorun yaşamazlar. Bu barınakta sorumlu Nihat’tır. Ayrıca Özkan (Cafer Cangöz), Savaş (Cüneyt Kahraman), Cem (Ali Rıza Sabur) gibi yoldaşlarda bu barınaktadır.

 

Pülümür barınağının sorumlu kadrosu kitapta “Baki” ismiyle tanıtılan yoldaşken, Munzurlarda açığa çıkan barınağın sorumlu kadrosu Yılmaz (Yusuf Ayata) yoldaştır. Kitapta “Zeki” ismiyle tanıtılan kişi de bu barınakta olmasına rağmen esas sorumlu değildir. Ayrıca “Zeki” Askeri Komisyon (AK) sekreter yardımcısı olarak Birlik Komisyonu tarafından görevlendirilir. AK sekreteri İsmail Bulut’un Karadeniz’de ölümsüzleşmesi üzerine bu görev otomatik olarak “Zeki”ye devredilir. “Zeki”nin AK sekreterliğine rağmen sorumlu yoldaş barınakta Yılmaz yoldaştır.

 

Pülümür barınağındaki sorumlunun “Baki” olduğunu açıkladık, ancak bu durumu biraz daha açalım. Pülümür barınağı yerinin belirlenmesi ve hazırlanması aşamasında “Baki”nin hiçbir şekilde dahili bulunmuyor. Birlik Komisyonunun görevlendirmesi üzerine 1992 faaliyet dönemi için Amed Bölgesi örgütlenir. Bu birliğin komutanı “Baki”, yardımcı komutan ise Lenko yoldaştır. Amed Bölgesine hareket eden birlik üyeleri kış üslenmesini Mazgirt’te geçirir, birlik öncesi Konferans kanadında yer alan 7 kişilik birliğe ulaşır. Bu birliğin komutanı Volkan’dır. Bu birlikten Barbara, Doktor Hüseyin gibi yoldaşların bulunduğu 3-4 kişi Amed Birliğine dahil edilir. Geri kalan Mazgirt birliği Ovacık’a hareket eder. Amed Birliği de görev alanına hareket eder.

Bu birliğe yol boyu yardımcı olacak, geçiş hatlarını tarif edecek bir kişi Birlik Komisyonu tarafından görevlendirilmiştir. Konferans kökenli bu kişi belirlenen randevu yerine gelmemiştir. Buna rağmen Bingöl içlerine kadar gidebilir yoldaşlarımız. Ancak Amed’e gözü kapalı bir şekilde ilerleyerek birliğin tümden imha riskini göze almayan yoldaşlar, Dersim’e geri döner.

 Amed Birliğinin geri dönüşü kış hazırlıkları sürecidir. Yoldaşlara öncelikle Munzurlarda kışı geçirmeleri bilgisi gelse de, bu durum son anda değiştirilerek Pülümür Alt Bölge Komitesinin hazırladığı barınağa yöneltilirler. Bu barınakta birleşen iki komitede Bölge Komitesi düzeyinde sorumlu olan “Baki” otomatikman Pülümür barınağının da sorumluluğuna gelir. Yürütmenin diğer üyeleri Lenko ve barınağın hazırlığında görev alan Alt Bölge Komitesi sorumlu komutanı Ali Haydar ve Şerif yoldaştır.

 

Anlaşılacağı üzere “Baki” barınağa sonradan gelmiştir. Ancak bu durum yaşansa da Pülümür barınağının sonradan karşı karşıya kaldığı sorunlar tek bir kişiye yüklenemez. Barınağın hazırlığında bulunsun yada bulunmasın bu durum değişmez. Ayrıca yaşanan gelişmelerden aktardığımız üzere kaybın en aza indirilmesi için yoldaşlar ellerinden geleni yapmışlardır. Kolektif bir örgütten bahsediyoruz, karşı karşıya kalınan olaylar üzerinden olumlu ve olumsuz her tür pratik bütün göze alınarak değerlendirilir. Yazarın üstüne basa basa vurguladığı üzere “Baki” yada başka bir kişiyle sınırlı değerlendirme komünist parti anlayışı değildir.

 

Pülümür barınağının bulunduğu alan Dersim’in en yoğun kar yağışı alan bölgelerinden biridir. Kış şartlarında açığa çıkan barınakta 48 kişi bulunuyor. Pülümür barınağının açığa çıkması ve sonradan yaşanan gelişmeler hareketimizin ilk defa karşılaştığı bir olaydır. Böylesi bir tecrübesizlikle yoldaşlar, sağ selim güvenli bir alana ulaşmak için zorlu bir yola çıkar. Kışın ortasıdır, gerilla tecrübesi olmayanlar için ahkam kesmek, suçlamalar getirmek kolaydır.

Devrimci mücadeleye gönül vermiş hiç kimse kayıp yaşanmasını istemez. Yoldaşlarda bunun için canla başla birbirine tutunmuş, muazzam bir yoldaşlık örneği sergilemişken, kayıplar üzerinden tüm bir sürece gözleri kapatmak yapıcı değil, yıkıcıdır. Doğayla verilen mücadele ne o günle sınırlı kalmış, nede sona ermiştir. Partizan mücadelesi veren bir devrimci hareket, doğanın gazabı karşısında da bedel ödemiştir.

Bu durum karşılaşılacak olumsuzluklarla mücadele de asgari bilgiye sahip olunmasına rağmen gerçekleşmiştir. Savaşı savaşarak öğrenen bir hareketiz ve Uzun Yel Dağı Yürüyüşü de bunun bir parçasıdır. Düşman kurşunuyla yıldız düşmekte, doğanın zorluğu karşısında yıldız düşmekte önlenebilir olanakları içinde barındırmakla birlikte, savaşın içinde yaşanabilir gerçekliklerdir. Hiçbir kitapta bedel ödemeden mücadele kazanılır denilmez, yazmaz. Hedefe gidilen yolda, hesapta olmayan kayıp ve yenilgilerle karşılaşmak, öngörü sahibi devrimcilerin bilebileceği bir durumdur.

 

Ancak kayıpları gereğinden fazla büyütüp, geride kalanları yıpratma aracı olarak kullanmak gelişimi değil, yenilgiyi kalıcılaştırmaktır. M. Ali Eser bu yolu izliyor. Alınan kayıplardan tekrar yola çıkabilmenin gücünü elde ettiğimiz oranda mücadeleyi geliştirebiliriz.

 

Sadece kayıplarımızı öne alarak yapılan değerlendirme, Partizan birliğine bir bütün saldırıdır. Halbuki 48 kişilik bir Partizan gücünden bahsediyoruz. O halde ÇKP’nin Uzun Yürüyüşüyle verdiği kayıpları göz önüne alırsak, Mao Zedung’un bir daha asla sorumluluk almaması gerekirdi. Böyle olmadığı için deneyimler başarıya taşındı. Karşımıza çıkan engeller ve kayıplar gerilemek için değil, daha güçlü ilerlemek için deneyimlerimiz olduğunu M. Ali Eser anlamıyor.

Her türlü zorluğa rağmen, 48 kişilik gücün esası sağ selim süreci atlatmıştır. Ancak M. Ali Eser gibiler hata, yenilgi ve kayıplardan beslendikleri için Partizan savaşına yanancılaşmayı derinleştirerek yönünü düzen içine kırmıştır. Pülümür barınağı daha olumsuz sonuçlanabilirdi. O uzun ve yorucu yürüyüş göze alınamayarak barınak mevcudu tümden imha da olabilirdi. Ancak o zorlu şartları yaşamayanlar için edebiyat yapmak kolaydır. Pülümür barınağı sonrası yaşananlar üzerine belirteceklerimiz buraya kadar.

 

Daha evvel kitapta “Baki”ye yönelen aşağılayıcı hakaretlerinin fiziksel görünüm ve davranışları üzerinden gerçekleşenleri aktarmıştık. Yazar bu hakaretlerine Cemal ağanın ağzından devam eder; “yani aynen öküz gibi de olsa” (S. 90) “Baki zaten öküzün tekidir” demek geçmişti ama söz, gerilla komutanlarının hepsine değer diye, son anda cümleyi böyle tamamladı.” (S. 185) Aslında hakareti işaret ettiği kişilere yazar yöneltiyor.

 Özellikle DABK kökenli komutanlar yazarın gözünde “öküzden” farksızdır. Ne derece cümlesini yutmaya kalkarsa kalksın yazıya dökülmesi ile düşünce arasında fark vardır. Verilen emek, mücadele kararlılığı yazarın gözünde öküzlüktür! Devrimci mücadeleye saygısı olmayanın ne özgüveni nede kendisine saygısı olur. Yazar bunun tipik bir örneğini oluşturmaktadır. Kendi çapsızlığını hakaret ederek genişletmeye çalışıyor. Son süreçte karşı karşıya bulunduğu sağlık sorunlarının etkisiyle mi olacak, gitmeden ağzıma geleni söyleyeyim diyen bir M. Ali Eser ile karşı karşıyayız. Sağlığı bozulan kalbini daha fazla kirletmemesini tavsiye ediyoruz.

 

Yazarın buraya kadar “Baki”ye yönelen saldırılarının son ve vurucu ifadesini Kötü Hızır karakteri üzerinden yaparak, zıvanadan çıkar; “ama sen sen ol, kamil olmaya bak elleri öpülesi; Baki ölüme aç da, zalimin ona acıktığı gün gelmeyecek mi? Onun da mevtasının kalkacağı gün gelir elbet. O gün açılan yara da kapanır açıldığı yerden; dökülen kanda kesilir sızdığı arterden” (S.186) Yazar görüldüğü üzere vidayı, somunu bir bütün gevşetip atmıştır. İflah olmam dercesine ifade kullanmıştır. “Baki”nin ölümünü isteyecek kadar düşmanca dilini kuşanmıştır.

Bu istemini hayali bir karakter üzerinden vermekle kendisini işin içinden sıyıramaz. Kendi biyografisinin de bir dönemini işleyen yazar, yeni karakter ve olaylarla romanı kurgulamaktadır. Karakterlerin diyalokları kendi fikri dünyasıdır. Yazar romanlara kadar dökerek istediği “Baki”nin ölümü gerçekleşmemiştir. Bir devrimcinin ölümünü isteyecek kadar çaptan düşmüştür. Yoldaşımız yıllarca gerilla alanında verdiği mücadeleyi, zindanlarda direnerek sürdürüyor.

 

Yazarın “Baki” özelinde yaptığı son saldırı OPK sonrasına ilişkindir. “Baki” OPK sonrası Genel Komutanlık görevine getirilir. Bu durumu Atila şöyle değerlendirir; “daha üzerinden 5 ay geçmemiş iki ayrı gerilla barınağı bombalanmıştı. Bu bombardıman sonucu barınaklardaki birliğin yarısından fazlası savaş dışı kalmıştı. Bu birliğin komutanı da konferansta komutanlığa terfi ettirişmişti. Üstelik bu kişi Yel Dağından beri sıradan ve kaba tavırlarıyla kadro özellikleri göstermeyen en dikkat çekici kişilerden biriydi. İyi bir savaşçımıydı bunu da bilmiyordu.” (S.281) Aktardığımız bu pasajda ismini anmakta imtina ettiği kişi yazarın kan davalısı “Baki”dir. OPK sonrası oy birliği ile, dikkat edilsin “Baki” Genel Komutanlığa seçiliyor. Yazar iki ayrı barınak bombalanıyor diyor, ancak sanki diğer barınak sorumlusu da “Baki” gibi cümleyi kuruyor. Öznelcilik var. Ne kadar ciddiye aldığı açık.

Bu olayları konu edinmesinin tek nedeni de “Baki”ye saldırı aracı olarak kullanmaktır. Yazar “Baki”nin Genel Komutan olmasından rahatsızdır. Kitap boyunca kamp alanında olayın tanığı olan yoldaşlarda dahil olmak üzere hiç kimseyle sohbetini yapmadığı barınaklarda yaşanan olaylar, “Baki”nin atandığı görevde gündeme gelir. Yazarın samimi olmayan değerlendirmesi kindar, zehir kusan bir şekilde “Baki” üzerinden DABK’ ni hedef almaya devam ediyor. Düşürülen delegeliğinin izini kapatmaya çalışırken, devrimcileri yıpratmak istiyor.

 

Daha önce karşılaşmadığı, tanışma imkanı bulmadığı ve aynı alanda faaliyet yürütmediği birinin niteliklerini 1 ay gibi kısa bir zamanda, toplantılardan ibaret görüşmelerden değerlendiriyor. Bu değerlendirmelerini de zorlama bir şekilde olumsuzlukla ifade ediyor. Şu bilinmeli ki, yazar alanda bulunduğu süre zarfında hiç kimseyle gerçek anlamda siyasi tartışma ve sohbet gerçekleştirmeden tespitlerini yapıyor. Ayrıca yazarın meselelere bakışı da sorunludur.

Dört dörtlük kadro arayışı içerisindeki yazar, diyalektik gelişime aykırı duruyor. Kadroların niteliğini eleştirirken, olması gereken düzeyin zaman içinde gerçekleşebilmesini destekleme amaçlanır. Komiser Memo isimli romanda geçen karakterlerden komutan Rapo’yu örnek alalım. Siyasi seviyesi geri olan komutan Rapo, zaman içinde bu durumu aşar ve komiser Memo’nun intikamını da alır. “Hüsnü” ile yad ettiğiniz Kızıl Ordu kişiliğinden bir örnek. Yazar birilerini Kızıl Ordu kişiliğine ulaştırmadan önce kendisi bunun için ne kadar çabalıyor onu ele almalı. Yazar kendi niteliklerini geçmişe giderek anlatma kabiliyetini, olumsuzluk aradığı “Baki” ve Cem’de neden gerçekleştirmiyor.

 Yazar Genel Komutanlığa atanan “Baki”nin de geriye dönülüp bakıldığında ne kadar deneyimli olduğunu göremeyecek kadar gerçeklere kördür. Birilerini eleştirmeyi kendimizde hak görebilmek için, olması istenen noktaya ulaşmak için kendi çabamızı da samimi şekilde ele almalıyız. M. Ali Eser aldığı yaş itibariyle kendisini deneyimli bir devrimci olarak düşünebilir. Ancak yıllar devrimci niteliği geliştirdiği kadar onu söküp atabilir de . Yazara göre “Baki” 5-6 aylık Partizan olmalı. Başkada bu değerlendirmelerden farklı bir anlam çıkmıyor.

 

Yazarın barınak bombalama değerlendirmeleri için ortaya attığı bir iddia var. Konferans bu olayların tek tek değerlendirileceği bir organ değildir. Oldu olacak tüm çatışma, kayıp ve yenilgilerimizi buraya taşıyalım. Anlaşılan o ki yazara 1 aylık katiplik yeterli gelmemiş, 1 ay daha bu görevi yürütme arzusundadır. Şu bilinmeli ki, Yel Dağı süreci, öncesi ve sonrasıyla her çatışmada olduğu üzere değerlendirilmiştir. Bu değerlendirme kendisinin de OPK sonrası atandığı DBK inisiyatifinde gerçekleşmiş ve bunun sonucunda da bir değerlendirme açıklanmıştır.

 

Yazarım özelde DABK kökenli kadrolara saldırdığını, grupçuluk yaptığını ve kitabıyla da 30 yıl sonrasına taşıdığını belirtmiştik. Bu saldırılarını işbirlikçi-ajan nitelikleri daha sonraki yollarda da açığa çıkan Nihat üzerinden de yapmaktadır. DABK’ ni Nihat’tan ibaret, onunla özdeşleştiren bir tutuma yazar sahiptir. Ona göre Nihat DABK’dir. DABK’de Nihat’tır. Kitaptan aktaralım; “her şeyin hakimi benim pozundaki Nihat’ın tutumları gözünün önüne geldi” (S.194) “Nihat birleşen kanatların birinin, Zeki ise diğerinin askeri politik kurmayı olarak kabul edilen kadroydu” (S.210) “delegeler arasında ‘kel’ diye anılan kişi…’Nihat yoldaşa katılıyorum, tartışma yeterlidir’ demesi, zincirleme bir reaksiyon yarattı.

Ayrılık öncesi DABK grubundan gelen delegelerin tümü, kel delegenin bu katılıyorumuna peş peşe katılmaya başladı”(S.97) “Daha ilk günden net olarak hissettiği tek şey, Nihat’ın buranın otoritesi olduğuydu”(S.94) vs vs diye uzayan ifadelerle Nihat ve DABK eşleştirilmektedir. Nihat’ın öne çıkarılmasında 1996’da Kardelen Harekatının hedefi olan Karşı Devrimci Hücre’nin (KDH) başı olmasının etkisi vardır. Yazar bu nedenle Nihat özelinde yapmış olduğu yorumlarda, nesnel şartlardan hareket ederek değil de, KDH sonrası yapmış olduğumuz açıklamalara dayanarak bir Nihat profili ve hareketimizin içindeki rolünü kurgulamaktadır. Yazar, iddia ettiği üzere, dönemi olduğu gibi OPK sürecinde tanıdığı, gözlemlediği Nihat’ı değil de, sonradan yaptığımız açıklamalarımızla kurguluyor. Nihat’ın açığa çıkan karşı-devrimci niteliğine yaslanmanın rahatlığıyla, onun üzerinden hareketimize saldırıyor.

 

Muhasebe Belgemizde açıklandığı üzere Nihat’ın o dönem kadrolarımız üzerinde kurduğu bir etki söz konusudur. Ancak bu durumu tam bir biat olarak resmetmek doğru değildir. Nihat, kadroların bir kısmının ve savaşçıların alt edemediği nüve halindeki feodal, küçük burjuva yanlarını besleyerek etkisini güçlendirirken, bu duruma karşı toldaşların geliştirdiği karşı mücadele de görmezden gelinemez. Hareketimiz içinde yaşanan tartışmalarda MLM kanadının Nihat’a karşı muhalif duruşu görülür.

Bu muhalefet yetersizlikler taşıda da, onu hiç yokmuş gibi algılamak onun gerçek niteliğinin açığa çıkarılmasına giden süreci anlamamak anlamına gelir. Nihat OPK toplantısından 1 yıl önce gerçekleşen Birlik Komisyonu’nun atadığı Genel Komutan ve MK üyesidir. Nihat DABK kökenli olabilir, ancak OPK’na Birliğin Genel Komutanı ve MK üyesi olarak katılmaktadır. Bu durumu gözardı edemeyiz. DABK kökenli diğer delegelerin Nihat’ın aldığı tutumlarda ortaklaşmasında bu görevlendirmelerin de rolü dikkate alınmalıdır.

 

Değerlendirmelerimizi somut şartları göz önüne alarak anlamak gerekir. Anlamak o durumu kabul etmek değildir, eleştiri ve değerlendirmelerimizi anlaşılır gerçekleştirmek için gereklidir. Edindiği görevi nedeniyle, kimi yoldaşlar tarafından dikkate alınabileceği görmezden gelinemez. Ancak şöyle bir yansıtma da en hafif deyimle karalama olur; Nihat “tamam” yada “hayır” deyince DABK kökenli diğer delegeler de aynı şekilde uydu. Bu doğru değil, işin kolayına kaçmak olur. Nitekim Nihat’ın ve “Zeki” nin ayrı ayrı sunduğu Ordu Tüzükleri arasında yapılan oylamada “Zeki” nin sunduğu tüzük her iki tarafın desteğiyle kabul edilir.

 Yazarın burada Nihat’ın etkisinin neden olmadığı konusunda okura bir açıklama borcu vardır. Yazar, sanki tüzük oylamasında DABK kökenli delegeler hiç oy vermemişler gibi “Zeki” nin sunduğu tüzüğün sadece Konferans kökenli delegelerin oylarıyla kabul edildiği gibi bir anlam yaratıyor. Yine kendi delegeliğine itirazı da, sadece Nihat’ın karşı çıkışıyla açıklıyor. Halbuki DABK ve Konferans kökenli delegelerin çoğunluğunun onayıyla üzerinde fazla tartışılmadan delegelik düşürülüyor. “Baki”nin Genel Komutan belirlenmesinde Nihat’ın etkisini öne çıkaran yazar, bu niteliği taşıyabilecek kimlerin olduğunu da açıklaması beklenirdi. “Baki”nin Genel Komutanlığa atanması oy birliği ile gerçekleşmiştir.

 

OPK öncesi Konferans kökenli delegelerin içinde yer aldığı, Komünist Parti ilkeleriyle ilgisi olmayan ticaret işine dair OPK’da tartışma yaşanır. Birlik vesilesiyle DABK kökenli kadroların şans eseri öğrendiği bu konu, değindiği konulardan biridir. Maoist Parti bilindiği üzere ticaret işini mahkum eden bir karar almıştır. Kitapta ise bu konu başka şekilde DABK kökenli Cüneyt Kahraman (Savaş) yoldaşın ilkeli tutumunu gölgelemeyi hedefler. OPK’da ticaret işine ilişkin olarak alınan kararı yetersiz bulan iki delegeden biri Savaş yoldaştır.

Ancak nedense Konferans kökenli diğer delege de Savaş toldaşla aynı fikirde olmasına rağmen yazar böyle bir tutuma gerek duymaz. Savaş yoldaş ticaret işinin tüm partiye açılması yönünde bir tavır sergilerken, karar sadece OPK delegeleriyle sınırlı tutulmasını getirmiştir. Savaş yoldaşın ilkesel tutumunu küçümsemek, onun niteliğini örtbas etmek için yazar, Nihat’ın ağzından Savaş yoldaşa yönelik; “bra bra sen de çok ileri gittin ha dedi” dedi tepkiyle  ‘sen yakıştırmamakla’ övünürken bu kadar da ileri git demedin” diye gerçekle alakası olmayan bir ifade serpiştiren yazar, Savaş yoldaşın iradesini Nihat’ın tahakkümüne sokan, duruşunu gölgelemeyi amaçlayan saldırı da bulunur. Yazar yine dönem kadrolarımız üzerinde.

Nihat’ın bıraktığı etkiyi sahte bir diyalogla göstermeye çalışıyor. Zaman içinde Nihat’ın gerçek niteliğini açığa çıkaranlarda bu kadrolardır. Yazar bu duruma ne diyecek. Sanki körü körüne bir Nihat taraftarlığı varmış gibi yansıtıyor. Savaş yoldaş Nihat’ın karşı-devrimci niteliğini açığa çıkaran yoldaşlarımızın başında gelir. Bu durum, bir dönem Kaypakkaya yoldaşın, Kemalizmin ve onun sözde devrimci niteliğini gösterenlerin etkisinde olup, daha sonra onun gerçek niteliğini yani karşı-devrimci faşist özünü halk kitlelerine göstermesi ile benzerlikler taşır. Yazar anlaşılan değişim-dönüşüme inanmıyor. Neticede yazar, Nihat gibi bugün niteliği açık bir karşı-devrimci üzerinden, yaşamını mücadeleye adayan, ölümsüzleşen DABK kökenli yoldaşlarımızı ve bugünün devrimcilerini yıpratmayı kendine görev bilmiştir.

 

(DEVAM EDECEK)

https://www.devrimcidemokrasi3.org/bir-tukenisin-adi-mehmet-ali-eser-2/

https://www.devrimcidemokrasi3.org/bir-tukenisin-adi-mehmet-ali-eser-3/

https://www.devrimcidemokrasi3.org/bir-tukenisin-adi-mehmet-ali-eser-4/

BİR TÜKENİŞİN ADI: MEHMET ALİ ESER (4)

18 Eylül 2023

 

TKP (ML) TİKKO GERİLLALARI-1992/93

Bilgiçlikte Son Perde

 

Kitaba konu olan bazı meselelere ilişkin değerlendirmelerimizi yaparak sonuca bağlayacağız. Yazarın iddialarından biri de Yılmaz ve beraberinde olan yoldaşların, gerçekleşen birliği tesadüfen öğrendikleridir:

 

“Volkan, Lenko, Yılmaz ve birliğin siyasi komiseri bir köşeye çekildiler. Üçü Yılmaz’a birliğin yapılış sürecine ilişkin bildiklerini anlattılar.” (S.245)

 

İkisi de değil, üçü aktarıyor. Bu aktarım hayal ürünü, gerçekle ilgisi yoktur. Daha önce değinmiştik. Böylesi bir karşılaşma Yılmaz yoldaş dışında 1992 yazında Mazgirt’te gerçekleşiyor. Yılmaz yoldaşı Mazgirt barınağında gösteren yazar yanılıyor.

 

Bu karşılaşma gerçekte 1992 yaz faaliyetinde gerçekleşir ve Mazgirt Birliğinde Yılmaz yoktur. Yılmaz yoldaş Birlik Komisyonu tarafından o yaz Ovacık, Hozat civarında komutan olarak görevlendirilir. Yazarın aktardığı üzere Mazgirt’te ne kış üslenmesi ne de bahar faaliyetleri söz konusudur. Yılmaz birlik sürecini tesadüfen değil, bizzat içinde olarak bilmektedir. Ancak birliğe dair bilgisi olmayan yada son durum hakkında bilgisi olmayan Volkan yoldaştır. Mazgirt kış üslenme birliğinin komutanı da odur. Bu birlik 7-8 kişiden oluşmaktadır.

Bu birlik 1992-93 kışını Mazgirt’te geçirir. Baharın Amed Bölge Komitesi olarak örgütlenen “Baki” komutasında, komutan yardımcısının Lenko yoldaş olduğu birlik, daha önce kendilerine bilgisi verilen Mazgirt birliği ile görüşmek üzere bölgeye gider. Yazarın adını anmadığı “siyasi komiser” “Baki”dir. “Baki” birliğe dair son gelişmeleri Mazgirt birliğindeki yoldaşlara aktarır. Daha önce bahsettik bu birlikten 3-4 kişi Amed birliğine dahil edilir ve birbirlerinden ayrılırlar. Yazarın bir diğer yanlışı ise, “siyasi komiser” tanımlamasıdır.

Bu tanım OPK sonrası kabul edilir. Halbuki bu iki birliğin karşılaşması OPK öncesinde gerçekleşir. Birlik sorumlusu yoldaş bu dönemde komutan olarak hala tanımlanmaktadır. Amed birliğinin Mazgirt Veliyan’da düşmanla girdiği bir çatışma vardır. Başarılı geçen bu eylemi yazar nedense “Baki” ismiyle tanımladığı yoldaşımızın ismini anmadan aktarır. Halbuki sorumlu “Baki”dir. Olumsuz pratikleri ardı ardına “Baki”nin sırtına yükleyen yazar, bu çatışmadaki olumluluğu “Baki”nin adını anmadan aktarır.

 

M. Ali Eser’in romanda anlattığı, huyunu suyunu beğendiği, övgüye değer siyasi bir yetkinliği olduğunu iddia ettiği Emperyalist İsmail karakteri gerçekten var olan biridir. Ancak yapmış olduğu olumlu yorumları yazara bırakıyoruz. Birlik öncesi Konferans kanadı tarafında yer alan parti üyesi birisidir. Yazar Emperyalist İsmail’in yeni yoldaşlara eğitim verdiğini iddia ediyor.  Yazar kimseyle gerçekleştiremediği siyasi, askeri, örgütsel sohbetleri onunla yapabiliyor. Geçmişten tanışıklığın etkisi olsa gerek. Emperyalist İsmail ile  Atila arasında eğitim çalışmalarına dair geçtiği iddia edilen bir sohbet söz konusu; “[Atila sorar] “Derse, yani eğitim çalışmalarına komutanlar da giriyor mu? ‘İsmail’ onlar girmiyor’ demiş ve devamında nedenini Atila sorar, ancak yanıt tatmin edici değildir.

Ayrıca bir başka yerde Emperyalist İsmail şunu ifade ediyor; “burada öyle ahım şahım politik kişilik arama fazla yoldaş” ve devamında da Emperyalist İsmail’in yüz ifadelerinden, Atila kendisine uzun uzun anlamlı ödevler çıkarır; “burada oyun oynanıyor, sen anlar mısın bilmem mi? dedi. Kendini kandırma değiştiremezsin mi? dedi” (S.88-89) diye bir bölüm aktarılır. Yazar, bulunduğu alanda özelde DABK kökenli kadroları işaret ederek, genelde Partizanlarda olduğunu iddia ettiği siyasi seviyedeki geriliği, kendine has kibir ve küçümsemeyle ifade ediyor. Özellikle bahsedilen eğitim çalışması, mücadeleye yeni katılan Partizanların siyasi seviyelerini ilerletmek amacıyla gerçekleşir.

 Misal kitapta ismi belirtilen Alev, 1 yıllık bir partilidir. Bu çalışmalara kadro ve komutanların girmesi yada girmemesi gerektiği şeklinde kesin bir hüküm yoktur. Gerektiğinde katılım gerçekleştirirler. Belirttiğimiz aktarımdan hiç siyasi eğitime katılmadıkları anlamı çıkmaktadır. Buradaki eğitim çalışması nedense hareketli arazidedir. Ancak böyle bir olanak bildiğimiz kadarıyla hiçbir dönem sağlanamamıştır. En fazla yoldaşlar fırsat buldukları yerlerde yanlarında taşıdıkları bir kitabı okumayı başarmıştır. Genelde eğitim çalışması kışlık üslenme alanlarında verildiği için, birliğin tamamı bu faaliyete katılır. Hareketli arazide eğer üs alanı olarak belirlenmemişse orada eğitim çalışması imkanı olanaksızdır. Yeni katılan gerillaların siyasi veya askeri seviyesini ilerletmek için gerçekleşen çalışmalara, illa da komutan ve kadroların katılması diye bir zorunluluk söz konusu olamaz.

Yazarın burada işaret ettiği mesele, bir yanda eğitim çalışması sürerken, kadro ve komutanların boş boş oturduğunu okura göstermektedir. Böylesi bir durum, bulunduğun alana yabancılaşmadır. Bu pratiği de kadroların geri olan eğitim seviyelerine rağmen yaptığını yazar iddia ediyor. “Ahım şahım politik kişilik arama” bunun ifadesidir. Komutanların, kadroların ve savaşçıların tümünün katıldığı eğitim çalışmaları sürekli gerçekleşmiştir. Ancak bu çalışmalar kışlık üslenme alanında yapılır.

Güvenlik sorunu ancak bu şartlarda olanak taşır. Yazar güvenlik meselesini çok ciddiye almıyor ama askeri hatalarda tek tek bireyleri suçlamayı biliyor. Yazarın değerlendirmesini yaptığı somut durumda eğitim çalışması beklentisi içinde olması olanaksızdır. Gerilla savaşında bulunan ve politikayı silahıyla yapan kişi için, kışlık üslenme alanı dışında siyasi eğitim imkanı bulma olasılığı olmamıştır. Bu çalışmaların kış dönemi haricinde yapılabilmesi Üst Alanları yaratılmasına bağlıdır.

Ancak bu meselede yıllardır yaşanan kavrayışsızlık, planlama ve hedef olarak belirlenmeyi öteleyen yaklaşım bilinen bir olgudur. Asıl eleştiri eğitim çalışmasına katılıp katılmama olmamalıdır. Bu çalışmaların kışlık üslenme alanları dışında sağlanabileceği Gerilla Üs Alanlarının neden yaratıllamadığı eleştirisi olmalıdır.  Bunu başaramamak savaşı da zaman içinde geriletmiştir.

 

Yazar dört dörtlük gerilla, komutan, kadro aramaktan vazgeçmelidir. Bu diyalektik düşünceye aykırıdır. Dönemin koşullarında köylüleri temel güç olarak kabul eden bir hareketen bahsediyoruz. Okuma yazmayı bile Partizan mücadelesinde yada tutsaklık koşullarında öğrenen savaşçılarımız vardır. Gerilla alanında siyasi seviyeyi geliştirmek için yeterince çaba verilmiştir. Ancak silahı elinde olan bir savaşçı için doğallığında öncelik askeri kabiliyettir. Bulunduğun alanın ihtiyaçları da buna yöneltmiştir. Peki Atila bilinen bu duruma nasıl bir çözüm bulur?!

 

Yoldaşlarımızın siyasi seviyesini beğenmeyen Atila, Emperyalist İsmail’e dayandırarak kendisine kurtarıcı misyonu yüklüyor. “Kendini kandırma hiçbir şey değiştiremezsin mi” diyerek nasıl bir böbürlenme, ben merkezci, peygamber vari bir kibirle cümleler kurarak kendini işaret ediyor. Yazar madem bu kadar özgüvenli niteliklerini ifade ediyor da, neden aynı yerinde sayıyor. Yıllarca kadro vasıflarıyla mücadele içerisinde bulundunuz, apoletlerinize bu kadar güveniyordunuz da neden mücadeleyi geliştiremediniz.

Soruları yanlış soruyor ve yanıtı bireyselleştiyorsunuz. Yazara göre hatalar nasıl bireylere mahsussa, çözümde bireysel çıkışlarla yani yazar gibi peygamberlere bağlıdır. Bireylerin mücadelede etkisi vardır, ancak bu ne sürdürülebilir ne de esastır. Yazar devamlılık biçiyor ve bunu kitapta olduğu üzere kendisi üzerinden gerçekleştiriyor.

 

Yazarın savaşçı Alev’in de içinde olduğu nereye uzanacağını öngöremeyen bir değerlendirmesi vardır. Öncelikle Alev isimli Partizan, bireysel ve örgütsel sorumluluklarını açık bırakmak üzere, OPK’dan bir yıl sonra kendi isteğiyle mücadeleyi bırakır.

 

Gelelim aktaracağımız bölüme; “Arkasında yürüyen ilk kişinin Alev olduğunu görünce “iyi” dedi Atila. Kuşandığından insana partizan olarak doğmuş dedirten biriyle yakın yürümeyi kır tecrübesi olmayan kendisi için önemli bir avantaj olarak görüyordu” (S.133) “Kır tecrübesi olmayan” biri olarak yazardan bize şunu açıklamasını isteriz. Bulunduğu alanda, “insana gerilla olarak doğmuş” dedirtmeyenler kimlerdi? Sahi bu kadar özgüvenli, kesin yargılarda bulunmayı kendinizde nasıl hak görüyorsunuz? Bu nasıl bir kibir ve kendini beğenmişlik örneğidir.

 

Diğer bir konu ise OPK’nın yapıldığı yerin değişimi sırasında yaşandığı ileri sürülen olaydır. Gerillalar OPK’nın yapıldığı Dereşaran Vadisi’ne taşınırken, yürüyüş esnasında yaşandığı ileri sürülen Nihat’ın Bahar’a farklı zamanlarda şiddet uygulama pratiği olmuştur. Bunlardan biri de DABK ve Konferans kanatları arasında birlik gerçekleşmeden kısa bir zaman önce yaşanmış ve buna ilişkin Nihat’ın özeleştirisi olmuştur. Kimi zaman buna müdahale edilse de sessiz kalındığı, görmezden gelindiği de olmuş. Aktardığımız pratik, bilinen ilk şiddet örneğidir.

 Özeleştiri verilse de uygulanan yaptırım yetersiz kalmıştır. Bu şiddetin kadına uygulanıyor olması farklı bir değerlendirme ve yaptırım gerekçesi oluştururken, bu tarz şiddet pratiği erkeğin erkeğe uyguladığı şiddet olarakta karşımıza çıkmıştır. Yaptırım ne kadar yetersiz kalırsa bu olumsuz pratiğin farklı şekilde karşımıza çıkmasına neden olur.

 Nitekim 1. Kongre sonrasında dahi bu tür şiddet olayları yaşanmıştır. Erkeğin erkeğe yada kadın yoldaşlara fiziki ve sözlü şiddeti karşımıza tekrar tekrar çıkmıştır. Bu pratiklerin önemli bir kısmının sessiz kalınarak sineye çekilmiş, ancak günü gelmiş şiddete uğrayanlarda gerilemelerle birikim ortaya çıkmıştır. Gerçekleştiği anda yaptırımın yetersiz olduğu her olumsuz pratiğin tekrardan gerçekleşmesi yanında maruz kalanların gerilemesine de engel olunamaz. Sınıflı toplum yapısı içerisinde oluşumuz bu durumun temel besin kaynağıdır. Komünist partisi saflarında oluşumuz her şeyi geride bıraktığımız anlamı getirmiyor. İşte bu olumsuz pratikler üzerinden ve bilinen Nihat tarafından işlenen pratiklerden yazar, sadece kendisinin görebildiği kurgusal bir olay yaratmıştır.

 60’tan fazla birlik mevcudunun olduğu yürüyüşte yalnız yazarın bu pratiği görebilmesi ilginç tabi! Nihat’ın bu pratiği sergileme olasılığı mevcut, bunu tartışmaya açma niyetinde değiliz. Ancak olayı gördüğünü iddia eden yazarın, bu duruma yönelik hiçbir girişimde, müdahalede bulunmaması da ilginç. Nihat’ı ilk defa gören Atila, neden bu konuyu pek çok nitelikli kadronun bulunduğu alanda sıcağı sıcağına gündeme taşımamış.

Nihat’ın kurduğunu iddia ettiği otorite, nede çabuk M. Ali Eser’i içine aldı. Bu nasıl bir nitelikli kurtarıcı pratiğidir. Üstte aktardığımız bir pasajda “burada oyun oynanıyor” diyerek verilen mücadeleyi küçümseyen yazar, acaba kitabı üzerinden okurla oyun oynadığını gizleye bilir mi? Atila’nın her olumsuzlukta tek başına şahitliği tutmadığı gibi herhangi bir müdahalesinin de yapılmıyor olması, anlatımların samimiyetini sorgulatıyor.

 

Yine yürüyüş esnasında erimiş karlardan kaynaklı oluşan boşluğa düşen yoldaşın olayından, çok ciddi bir askeri zaafiyet çıkarmakta fazlasıyla abartılıdır. Yoldaşın sara hastası olduğu da bilinmezken, bu durumdan saldırı malzemesi çıkarmak yavan olmuştur. Elbette bu durum gözetilerek daha yakın şekilde yoldaşla yürünebilir, ancak daha fazlasını çıkarmak anlamsızdır. Nitekim kısa süre içinde yoldaş kayıp düştüğü yerden bulunup alınır.

 

Son olarak OPK sonrası Dersim Bölge Komitesi’ne atanan Atila’nın görev yerine ulaşmasına gelelim. Atila OPK sonrası kısa süreliğine şehire gittikten bir süre sonra görev yerine ulaşmak üzere Mazgirt’e doğru yola çıkar. Bu yolculukta Dersim’de kuryelerde ona yardımcı olur. Bu ulaşım esnasında İmam Boztaş yoldaşla da görüştüğünü iddia eder. Devletin, köyünde evinin önünde ailesinin şahitliğinde katlettiği İmam yoldaş, yıllarca hareketimizin gönüllü bir çalışanı olarak mücadeleye katkı sunmuştur. Bu nedenle de çeşitli dönemlerde tutsak düşmüştür.

Ancak yılmadan çalışmalara desteğini sürdürmüştür. Dersim’de ve hareketimiz içinde değer gören ve sevilen bir yoldaşımızdı. Yazar, İmam yoldaşın bu niteliklerini ve gördüğü saygıyı iyi bildiğini kitapta da aktarır. Bunu bilen yazar, İmam yoldaşın ağzından, kendisine yönettiği övücü sözlerle, kitabın yarısının ana fikrini verir.

 

Yazara ölümsüz yoldaşlarımızı kullanarak kendisini nitelikli göstermek yerine, durduğu yeri gözden geçirmesini öneririz. Kendisini pohpohlamaya ölümsüzlerimizi alet etmemelidir. Kitapta aktardığı üzere İmam yoldaş, Atila’nın Mazgirt’te çalışacak olmasına şu yorumu yapmış; “Buna en çok ben sevindim. Yıllardır buraya tecrübeli ve bölgeyi bilen biri gelmemişti. Kısa sürede buraları toplarız.” (S.366) Yazarda ilginç bir özgüven olduğuna şüphe yok.

Ancak yazıda kalmış ve pratiğe dökülemeyen bir özgüven. Tarihimizi ve ölümsüz yoldaşlarımızı alet ederek kendisini lider, üstün şahsiyet göstermeyi amaçlayan bir özgüven. Aktarılan ifadeler gerçekçi görünmüyor. Öyle bir durum ki yazar Kaypakkaya hareketinde Mazgirt’li yada o yöreyi bilen yoldaş hiç olmamış gibi özgüvenle kendisini göklere çıkarıyor. Bu kadarına da pes dedirtiyor. 1976’da çıktığını söylediği Mazgirt’e 1992’de faaliyet için dönen biri için fazlasıyla iddialı bilgiçlik gösterisi sergiliyor.

 

Öncelikle kitapta sadece isimleri belirtilen Özkan (Cafer Cangöz) ve “Baki” yoldaşlarımızın, yıllarca o bölgede açık ve gizli mücadele içinde olması bile yeterlidir. Bu yoldaşlarımız ve diğerleri bölge halkı üzerinde olumlu etki bırakmıştır. M. Ali Eser’in ulaşamayacağı değerlerlerdir bunlar. Yazdıklarını okuyanlar için yörede mutlak şaşkınlık uyandırmıştır.

Yoldaşlarımızı görmezden gelerek, verdikleri emeği hiç olmamış gibi aktarımlar da bulunmak, ödediğimiz bedeller karşısında tuzla buz olur. Yazar kendisiyle başlayan tarih yazmaktadır. Kendisini aklamak, paklamak, niteliklerini gereğinden fazla övmek için yazılan bu kitap gerçekler karşısında buharlaşıp uçacaktır. Kendisini aklamak ve pohpohlamak için kaleme alınan bu kitapta, ele aldığı dönemin gerçeklerini ifade edebilecek birileri olmayacağını düşünmüş olmalı. Aktardıklarımızdan da görüleceği üzere, M. Ali Eser ortaya çıkardığı her kitapta olduğu üzere, tarihimize saldırmaya devam etmiştir. Buna alet olanları da yine tarihimiz yargılayacaktır.

 

Kolektif hafızayı ve mücadeleyi, bireysel kaygılarına alet ederek onu zayıflatmaya hizmet eden pratik, bugün devrimci örgütlü mücadelemizin gerilemesinin bir yansımasıdır. Son yıllarda bu türden çıkışlar sıklıkla karşımıza çıkar. Hareketimizin yeterince mücadele edemediği yada kitlelerin bir kısmının kafasında oluşan sorulara, kendi yetersizliğinden dolayı veremediği tatmini, M. Ali Eser gibi son dönemde bireysel çıkışlar sergileyerek ortaya çıkanlar tarihimize, değerlerimize saldırı, yıpratma ve karalama amaçlı kullanmaktadır. Buna müdahale edilmediği takdirde tarihimiz, değerlerimiz birikerinin elinde oyuncak olmayı sürdürecektir. Buna müdahale örgütlü bilinci geliştirmekle mümkündür. Örgütsel düşünüş, hareket zayıflıyor ve zayıfladıkça da yıllar yılı kendini gizleyen pusudaki ben merkezci, kariyerist bireyler kendini açığa çıkarıyor. Bu kişiler örgütlü bilinçle eleştiriye tabi olmadıkça da asıl kimliklerini bir şekilde muhafaza etmeyi sürdürüyor. Çünkü kapitalizmin içine sıkışmış bireylerde, bireyci yaklaşımlar beslenir. Hele ki Avrupa’ya kapağı atmış mülteci oportünizmi ile iç içe bir yaşam sürdürüyorsa, kapitalizm esas avını yakalamak için onları beslemeye devam eder. Bu kişileri o toplumsal formasyon içinde ayırt etmek güçtür. Aynıların aynı yere toplanmasının en büyük güçlüğü de budur. Her zamankinden daha fazla bizi kuşatan bu yönelim, ancak ve ancak örgütlü, kolektif akıl ve mücadele geliştirilerek aşılır. Bunu başaracak kudrette Kaypakkayacı harekette mevcuttur.

 

Son bir sözümüz de yayın evine olacaktır. Devrimci mücadelede bedel ödemiş ve ödemekte olan kişilere, saldırıları görmezden gelmek bu kadar basit olmamalı. Buna yazar gibi, kendisini Kaypakkaya geleneği içinde ifade ettiğini belirten bir yayınevinin alet olması ise üzerinde durduğunu iddia ettiği tarihi tüketmektir. Bu duruma kim ne şekilde alet olursa olsun teşhir etmekten geri durmayacağız. Taki devrimci kimliğini tüketen bu peygamber vari şahsiyetlerle arasına kalın duvarlar örene kadar. Kitabın yazarı kadar basımını üslenen yayınevi Babek/Sancı ortaklığı da hakaret, saldırı, karalamalardan sorumludur.

 

Kaypakkayacı hareketin tarihini sahiplenmediniz, hiç olmazsa verilen mücadele ve ödenen bedellere saygınız olsun.

 

SON

 

Komintern’in Kemalizm tahlili ve Tarihsel TKP’nin hiçleşmesi

Komintern, Sovyet dış politikasının bir aygıtına dönüştükçe, Kemalizm tahlilleri yaparken Kemalizm’i olumlamayı neredeyse hiç terk etmedi. Kemalizm’i sert eleştirdiği dönemlerde dahi Komintern’in resmi görüşü, Kemalizm’i tekelci burjuvazinin, komprador-işbirlikçi burjuvazinin siyasal temsilcisi olarak tanımlamadı.

“Deney gösterdi ki, tüm ülkeler için uluslar arası bir merkez bulunmamalı. Bu Marx’ın zamanında, Lenin’in zamanında ve şimdi görüldü.”(1)

J. Stalin, Mayıs 1943.

Tarihsel TKP’nin bütün siyasetlerinin ve yönelimlerinin ardında Komintern’in resmi tezleri bulunmaktadır. Şunu açıklıkla söyleyebiliriz: Genel olarak Tarihsel TKP’nin siyasal yaklaşımlarında hiçbir özgünlük bulunmamaktadır. Tarihsel TKP’nin olumlu ve olumsuz bütün eylemlerinde Komintern’in resmi tezlerinin izi vardır.

 

Bu nedenle Komintern’in Kemalizm değerlendirmeleri Türkiye komünist hareketi açısından yaşamsal, hatta daha doğru bir ifadeyle ölümcül bir öneme sahiptir. On Beşlerin katlini başlangıç kabul edersek, Komintern’in Tarihsel TKP’yi değil de, her zaman için Kemalizm’le sürdürdüğü siyasal ilişkiyi esas aldığı görülecektir. Tabii, Komintern’in bu siyasal pratiği, Komintern yöneticileri tarafından, muhtelif dönemlerde ideolojik-teorik bir gerekçeyle izah edilmiştir. Hatta belli dönemlerde TKP, bizzat Komintern yöneticileri tarafından “Kemalizm kuyrukçusu” olarak itham edilmiş ama aynı dönemde Sovyetler Birliği ile Kemalistlerin ittifakı sürmeye devam etmiştir.

 

Önemli ve belirleyici olan siyasal pratiktir. Yoksa her eyleme teorik-ideolojik bir gerekçe bulunabilir. Biz Komintern’in Kemalizm’e yaklaşımını da bu esasa dayanarak değerlendireceğiz.

 

Bunun dışında, Komintern’in Kemalizm tahlili yalnızca tarihsel değil, güncel anlamda da önem taşımaktadır. Çünkü Komintern’in herhangi bir meseleye ilişkin tutumu, birçok güncel tartışmaya da, hâlâ tarihsel referans olma niteliği taşıyor. Milliyetler meselesinden, siyasal ittifaklar meselesine kadar; Tarihsel TKP’yi Kemalizm karşısında hiçleştiren geleneksel tutum, bugün de Türkiye komünist hareketi içinde, hiç de zayıf olmayan bir biçimde kendisine güncel temsilciler bulabiliyor.

 

Bu nedenlerden dolayı, yazı boyunca sürdüreceğimiz tartışma; hem Komintern’in Kemalizm saplantısının Türkiye komünistlerinin siyaseten hiçleşmesinde ana nedeni olduğu iddiasını temellendirmeyi hem de komünist hareketin geçmişten gelen Kemalizm saplantısına karşı güncel bir hesaplaşma çağrısı yapmayı hedeflemektedir.

 

***

 

Komünist Enternasyonal, III. Enternasyonal ya da Komintern; II. Enternasyonal önderlerinin birinci emperyalist savaşta, ulusal-emperyalist hükümetlerini desteklediklerinden ötürü ve Ekim Devrimi’nden sonra dünya devrimini sürdürmek için 2 Mart 1919’da, Moskova’da kuruldu.

 

Lenin 1916’da yayınlanan Emperyalizm eserinde proleter devrimin Avrupa dışına kaydığını saptadı. Çünkü emperyalistler sömürgelerden elde ettikleri kârlarla kendi işçilerinin bir kısmını ihya ettiler. Engels’in 1844’te tespit ettiği, işçi sınıfı içinde işçi aristokrasisinin gelişmesi olgusu, Avrupa işçisini muhafazakârlaştırdı ve devrimci iddiadan uzaklaştırdı. Lenin bu yeni durum eşliğinde, 1917 yılında, Nisan Tezleri’nde yeni bir enternasyonalin gerektiğine işaret etti. Yeni duruma uygun, Avrupa’nın çeperlerinden ve yarı-sömürgelerden yükselecek devrimci hareketi yönetecek bir dünya devrimci partisi gerekiyordu.

 

Aslında Komintern’in kuruluşu eli kulağında olarak görülen Avrupa Devrimi nedeniyle aceleye geldi. Beklenen dünya devriminin derhal örgütsel bir yapıya kavuşması gerekliydi.

 

Komintern’in kurucu temsilcilerinin çoğunluğu Sovyetler Birliği Komünist Partisi(SBKP) üyesiydi.(2) Bu durum Komintern lağvedilene kadar değişmedi. Komintern’de her dönem, Zinovyev’den Dimitrov’a uzanan bütün süreçlerde SBKP ağırlığını korudu.

 

1919’da dünya devrimi ne denli yakın gibi gözüküyorsa da, Komintern başlangıçta zayıf ve sınırlı bir örgüttü. Rusya dışında Avrupa’da hesaba katılacak tek komünist güç, Alman komünistlerinin gücüydü. Ancak Alman komünistler de henüz olgunlaşmamış buldukları bu kuruluşa karşı olduklarını ortaya koyuyorlardı.(3)

 

Bu sırada, başta Lenin olmak üzere, bütün Bolşevik önderler gözlerini Almanya’dan ya da Fransa’dan gelecek devrim haberine dikti.

 

Lenin 22 Kasım 1919’da Bolşevik Parti’nin merkez bülteninde şunları söyledi:

 

“Çok açık bir gerçek ki, kesin zafer ancak dünyanın tüm ileri ülkelerindeki proletarya tarafından kazanılabilir. Biz Ruslar, Fransız ya da Alman proletaryasının sağlamlaştıracağı bir işe başlıyoruz. Ama ezilen tüm sömürge uluslarının, hepsinin önünde de Doğu uluslarının emekçi halklarının yardımı olmaksızın zafer elde edemeyeceklerini de biliyoruz.”(4)

 

Aslında Lenin devrimci dinamiğin gelişmesine ilişkin öncelik sıralaması yapıyordu, dünya devrimci ilerleyişine bir denklem sunuyordu. Rusya’daki hareket devrimin yürütücüsüydü ama dünya devrimi Fransız ya da Alman proletaryasının başarısına bağlıydı. Doğu’nun komünistlerine verilen görevse yardımcılıktı. Lenin’in ortaya koyduğu devrimci denklemde, Doğu’daki komünistlerin rolü taliydi.

 

Maalesef bu rol, Doğu’nun komünistleri Komintern’in dışında devrimci bir yol açana kadar, 1949’da Çin Devrimi olana kadar değişmedi.

 

1919 yılının hemen başında Almanya’daki Spartakist Ayaklanması yenilgiye uğradı. İngiltere ve Fransa’daki Komünist Partiler parlamentarizm tartışması nedeniyle bölünme tehlikesi yaşadılar. Yine aynı yıl, Macaristan ve Bavyera Sovyetleri yıkıldı. İtalya’daki işçi hareketi ağır darbeler aldı.

 

Kızıl Ordu iç savaşı kazandı ama 1920 yazında Kızılordu’nun Varşova yönündeki ilerleyişi durduruldu.

 

Dünya devrimini sürdürecek olan asıl devrimci dinamiklerden üst üste yenilgi haberleri gelmesiyle birlikte Bolşevikler Avrupa Devrimi’nden umudu kesmeye başladılar.

 

Batı’dan kesilen umutlar Doğu’daki ulusal kurtuluş savaşlarını daha da önemli hale getirdi. Zinovyev 1 Eylül 1920’de Bakü’de toplanan Doğu Halkları Kurultay’ında, devrimin devamlılığı için Doğu halklarını Batılı emperyalistlere karşı kutsal savaşa çağırdı.(5)

 

Bu tarihselliğin ertesi, aynı zamanda Türkiye komünist hareketinin de doğum gününe denk geldi. Tarihsel TKP 10 Eylül 1920’de, yani Avrupa’daki komünist hareketin ağır yenilgiler yaşamasının ardından kuruldu ve Kemalistler karşı koyduğu için kuruluş kongresini Türkiye’de değil, Bakü’de toplayabildi.

 

Doğu Halkları Kurultayı’nın düzenlenmesi ve TKP gibi Doğulu komünist partilerin doğuşunun hızlanması Batı’daki beklenmedik yenilginin siyasal pratik sonucuydu. Bu nedenle Doğu Halkları Kurultayı’ndan aylar önce düzenlenen Komintern’in II. Kongresi tam da bu siyasal pratiğin değerlendirilmesi üzerinden biçimlendi.

 

II. Kongre Temmuz 1920’de yapıldı. Kongreye damgasını vuran Hint delege Roy’la Lenin’in arasında geçen “ulusal sorun ve sömürgeler sorunu” üzerine yapılan tartışmaydı. Lenin anti-emperyalist bir karakter taşıyorlarsa burjuvazinin önderliğinde bile olsalar ulusal kurtuluş hareketlerinin desteklenmesi gerektiğini savunuyordu. Roy ise anti-emperyalist savaşta milli burjuvaziye güven olmayacağını, gerçek anti-emperyalist savaşı yapacak olanın işçiler ve köylüler olduğunu söyleyerek Lenin’e karşı çıktı. Roy kongredeki egemen anlayışın aksine, Doğu’daki devrimlere komünistlerin önderlik edebileceğini savunuyordu.

 

Lenin Roy’un görüşlerini dikkate alarak; Doğu’da komünist hareketin bağımsızlığını koruması ve milli burjuvaziye şartlı destek gibi yaklaşımları da ekleyerek, tezlerinde bazı değişiklikler yaptı. Roy’un görüşleri kongrede tamamlayıcı tezler olarak kabul edildi.(6)

 

Ancak Komintern’in siyasal pratiği Roy’un savunduğu siyasal hattın bütünüyle önemsizleştiği bir biçimde gelişti. Komintern dünya devriminden uzaklaştıkça, Sovyetler Birliği’nin dış politika aracına dönüşüyordu. (7)

 

Lenin 14 Temmuz 1920’de şöyle diyecekti:

 

“Komünist Enternasyonal, sömürge ülkelerdeki ulusal burjuva-demokratik hareketleri bir koşulla desteklemelidir. O koşul şudur: bu ülkelerde komünistliği yalnızca sözde kalmayacak olan gelecekteki proleter partilerin öğeleri birlikte ortaya çıkarılacak ve kendi özel amaçlarını, yani kendi ulusları içindeki burjuva-demokratik hareketlerle savaşım amaçlarını anlayacak biçimde yetiştirilmiş olacaktır. Komünist Enternasyonal, sömürge ve geri ülkelerdeki burjuva demokrasisiyle geçici bir ittifaka girmeli, ancak onlarla kaynaşmamalı, henüz ilk adımlarını atıyor olsa bile proleter hareketin bağımsızlığını kesinlikle yeğ tutmalıdır.”(8)

 

Lenin bu haklı uyarıyı yaptıktan yaklaşık sekiz ay sonra Kemalist terör, 28 Ocak 1921’de, Tarihsel TKP lideri Mustafa Suphi ve yoldaşlarını katletti. Katliamdan sonra ne Komintern ne de Sovyetler Birliği Kemalistleri uyarmadı, herhangi bir kınama mesajı yayınlamadı. Aksine, mesele sümen altı edilerek Sovyetler Birliği ile Kemalist Türkiye arasındaki ilişkiler hiç sarsılmadan devam etti.

 

***

 

On Beşlerin katliamı Sovyetler Birliği ile Kemalizm arasında hiçleşen TKP için bir başlangıçtı. Komintern’in TKP’ye uygulanan Kemalist terör politikasına karşı sessiz kalma “politikası” sonraki on yıllarda da hiç değişmedi.

 

1923 Ekim’inde devrimci hareketin Almanya’daki yenilgisi, Komintern’in “sosyalist anavatanı” savunma düşüncesine daha güçlü bir zemin hazırlamıştı. Komintern artık dünya devriminin değil, Sovyet vatanını savunmanın, “tek ülkede sosyalizmi inşa etmenin” dış politika aracına dönüşmeye yüz tutmuştu. Komintern’in III. Kongresi’nde alınan Batı’da sosyal demokratları destekleme kararı da rafa kalktı. Hatta sonraki süreçte sosyal demokrasi “faşizmin kanadı” olarak ele alındı. Bu karar ileride tekrar değişecekti, sosyal demokrasi yeniden ittifaklar açısından ele alınacaktı. Sosyal demokratlarla ilgili siyaset değişikliği olsa da, ulusal kurtuluş savaşları siyasetinde hiçbir değişiklik olmadı. Komintern’in Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren “ulusal burjuvazileri destekleme” siyaseti değişmediği gibi daha da güçlendi.

 

Komintern açısından Türkiye, İran ve Afganistan’daki anti-emperyalist ulusal mücadeleler, emperyalist saldırganlığa karşı set görevi görüyordu.(9) Bu nedenle Komintern ve Sovyetler Birliği bu ülkelerde komünist mücadeleyi siyasal pratik açısından tali gördü.

 

Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye olan ilgisinin en önemli nedeni, Türkiye’nin emperyalist Fransa, İngiltere ve Yunanistan’a karşı verdiği mücadelenin Ankara’yı aynı düşmanla savaşan ve böylece aynı türden bir karşıtlığı paylaşan Sovyetler Birliği’nin doğal müttefiki hâline getirmesiydi.(10)

 

1918’den 1930’a kadar Sovyetler Birliği Dışişleri Halk Komiseri olan Çiçerin, İran ve Afganistan’ın yanı sıra Türkiye’nin de “Sovyet Rusya için Batılı devletlere karşı potansiyel bir savunma duvarı” olduğunu dile getirdi.(11)

 

Yine Sovyetler Birliği Merkez Yürütme Komitesi’ne bağlı faaliyet yürüten Şarkiyatçılar Derneği Türkologlarından olan Pavlovich de, Türkiye’nin Müslüman kitleler açısından önemine vurgu yapıyordu. Pavlovich’e göre, Müslüman dünyasında büyük saygınlığı olan Türkiye’nin devrimci-milliyetçi zaferi, sömürgeleştirilmiş bütün Müslüman ülkelerindeki(Cezayir, Fas,Tunus, Trablus, Mısır, Hindistan) kapitalist güçlerin egemenliğini temelden sarsacaktı.(12)

 

Komintern’in 1928 yılında düzenlenen VI. Kongresi’nde Türkiye ile ilgili bir tartışma yaşandı. Komintern yöneticisi Kuusinen Türkiye’yi en geri (feodalizm öncesi) ve devrim beklenmeyecek ülkeler kategorisinde değerlendirince, TKP temsilcisi Ali Cevdet buna karşı çıktı. Ali Cevdet Türkiye’de kapitalizmin hiç de küçümsenmeyecek bir yol aldığını temellendirmeye çalıştı.(13)

 

Tabi, Ali Cevdet’in savunması Komintern’in Kemalizm siyasetini değiştirmedi. Komintern’in resmi görüşüne göre Kemalizm milli burjuvazinin siyasal temsilcisiydi ve milli burjuvazi feodal sınıflara ve tekelci burjuvaziye karşı, devrimci bir sınıftı.

 

***

 

Kemalistlerin Sovyetler Birliği’nden uzaklaşıp bütünüyle yüzlerini Batılı emperyalistlere döndükleri dönemler de dahi, yani Komintern’in Kemalizm’e ağır eleştiriler yönelttiğinde de Kemalizm tekelci-komprador burjuvazinin temsilcisi olarak görülmedi.

 

Bu Komintern açısından Kemalizm’in hiçbir dönem asıl düşman olmadığı anlamına geliyordu. Hatta Komintern’in resmi tutumunu Türkiye’ye uyarlayan TKP önderliği, Kemalistleri değil de burjuva muhalefetini asıl düşman ilan etti.

 

Örneğin; TKP lideri Şefik Hüsnü 14 Eylül 1926’da kaleme aldığı bir makalede “Komünistlerin görevi, bütün güçleriyle burjuva muhalefetine karşı mücadele etmektir.” diye yazıyor.(14) Şefik Hüsnü aynı makalede Kemalizm’i halka terör uygulayan bir diktatörlük olarak tanımlarken, diğer yandan da Kemalizm’den yaptığı hatalardan dönmesini bekliyordu.

 

Şefik Hüsnü, bu makaleden önce, eylül ayı başında yazdığı makalede de, burjuva muhalefetini komprador-işbirlikçi burjuvazi olarak tanımlarken, Kemalistleri milli burjuvazi olarak görüyordu. Şefik Hüsnü’ye göre Terakkiperver Parti İngiliz emperyalizminin, İttihatçılar ise Alman emperyalizmin partisiydi.(15) Bu nedenle emperyalist burjuvazinin uşaklarına karşı milli/Anadolu burjuvazisini destekliyordu. İlginç olan ise Şefik Hüsnü aynı yazıda “Kemalistler bir gecede banker, sanayici ve büyük tüccar oldu.” da diyordu.(16)

 

Burada dikkat çekici olan şudur: Şefik Hüsnü’nün burjuva muhalefeti hedef alan ve onu komprador burjuvazinin siyasal temsilcisi olarak gören yaklaşımı özgün değildir. 1921’de Mihayl Pavloviç Komintern dergisinde Hürriyet ve İtilafçıları büyük burjuvazi olarak tanımlarken, Kemalistleri küçük ve orta ticaret burjuvazisinin temsilcisi olarak değerlendiriyordu.(17) Zaten sonrasında Stalin de, Kemalizm’i ulusal ticaret burjuvazisinin siyasal temsilcisi olarak tanımlayacaktı.

 

Ş. Hüsnü Kemalistlerin emperyalist burjuvaziyle uzlaştığını tespit ettiği(18), CHP’nin büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının partisi olduğunu ifade ettiği makalelerinde dahi, hâlâ Kemalistleri milli burjuvazi olarak görmekteydi. (19)

 

Şefik Hüsnü’nün yazıp söylediği her şey Komintern siyasetine uyumludur. Yeri gelmişken belirtmekte fayda var. Şefik Hüsnü Komintern’de uzun zaman yönetici olarak çalıştı. Bu nedenle TKP kimliğinden daha belirgin olan kimliği Komintern kimliğidir. Şefik Hüsnü’nün eylem ve söylemleri “Sovyetler Birliği’nin varlığının esas, TKP’nin devrim yapma iddiasını tali” olduğu resmi görüşünün sağlaması gibidir.

 

Çarpıcı olması açısından bir örnek daha verelim. Komintern’in ÇKP’yi hiçleştiren Guomindang siyaseti, Çan Kay Şek’in ÇKP’ye ağır darbeler indirmesiyle birlikte yerle bir oldu. Mayıs 1927’de Stalin, Moskova’daki Sun Yat-Sen Çin Emekçileri Komünist Üniversitesi’nin öğretim üyeleri ve öğrencileriyle bir araya geldi. Burada “Çin’de Kemalist Devrim mümkün müdür?” tartışması başladı. Stalin’in meşhur Kemalizm tanımı bu tartışmaya ilişkindir. Stalin’e göre; Kemalist Devrim, ulusal ticaret burjuvazisinin, yabancı emperyalistlere karşı mücadelesinde gerçekleşen, yukarıdan devrimdir, sonraki evresi, esas olarak köylülük ve işçi sınıfıyla toprak devriminin olanaklarını hedef almaktaydı. Stalin üç ay sonra Türkiye ile Çin’i kıyaslarken, Kemalist Devrim’in gelişim aşamasının sınırlarını belirledi:

 

“Türk Devrimi’nin(Kemalizm) karakteristik özelliği, ilk adımda, yani gelişiminin ilk aşaması olan burjuva kurtuluş hareketinin sınırlarına, gelişimin ikinci aşaması olan toprak devrimine geçmeyi bile denemeden, sıkışmış olmasıdır.”(20)

 

Stalin’in Çin’deki tartışmalar üzerine yaptığı Kemalizm tahlili sonrası, Şefik Hüsnü 23-26 Mayıs’taki Komintern yürütme komitesi VIII. genel toplantısında “Çin Meselesi” üzerine bir konuşma yaptı ve Çin’deki durum ile Türkiye’deki durumu kıyasladı.

 

Şefik Hüsnü konuşmasında Kemalistleri “milli burjuvazinin radikal sol kanadı” olarak tanımladı:

 

 “Türkiye’de devrimci köylü hareketinin ve halkın sevgisini kazanmış Komünist Partisinin tasfiyesi işi, milliyetçilerin sağ kanadı tarafından, tutucu burjuvazi tarafından değil, tersine milli burjuvazinin radikal sol kanadı tarafından yürütüldü.” (21)

 

Şefik Hüsnü’nün konuşması tamamen Stalin’in Kemalizm tezlerini haklı çıkarmaya yönelikti. Milli burjuvazinin sol kanadı belirlemesi de bununla ilgiliydi. Stalin öncesinde, Kemalist partiyi sol-Guomindang partisiyle karşılaştıranları ve bu vesileyle Türkiye ile Çin arasında paralellik kurmaya çalışanları, bu yanlış değerlendirmeden kaçınmaya çağırdı.(22)

 

Şefik Hüsnü Haziran 1927’de bu fikirlerini Komintern dergisinde yazılı olarak da ifade etti.

 

Görüldüğü üzere TKP lideri Şefik Hüsnü’nün Komintern’in resmi Kemalizm tezlerinin dışına çıkan bir tezi bulunmuyor.

 

***

 

Komintern, Sovyet dış politikasının bir aygıtına dönüştükçe, Kemalizm tahlilleri yaparken Kemalizm’i olumlamayı neredeyse hiç terk etmedi. Kemalizm’i sert eleştirdiği dönemlerde dahi Komintern’in resmi görüşü, Kemalizm’i tekelci burjuvazinin, komprador-işbirlikçi burjuvazinin siyasal temsilcisi olarak tanımlamadı.

 

Eleştiri dozajının arttığı, Komintern VI. Kongresi’nde “ulusal burjuvazi ulusal devrime ihanet etti”(23) saptamasının yapıldığı dönemlerde dahi Kemalizm’le bütün bağlar koparılmadı.

 

Örneğin; bu tespit yapıldıktan dört yıl sonra İsmet İnönü 1932 yılında, Sovyetler Birliği’nde, “ulusal ve devrimci Türkiye’nin temsilcisi” karşılandı.(24)

 

Komintern’in Sovyet dış politikasına göre değişkenlik gösteren ama hiçbir zaman Kemalizm’i açık düşman olarak görmeyen resmi yaklaşımı, TKP’yi; sürekli Kemalist teröre uğramasına rağmen, Sovyet dış politikasından dolayı Kemalistleri baş düşman ilan etmeyen bir çizgiye hapsetti.

 

Tarihsel TKP’nin Kemalizm belirlemeleri bu nedenle ciddiyetten uzaktır. Çünkü Sovyet dış politikasının Kemalizm’e yaklaşımı iniş çıkışlıdır. Bu dengesizlik yalnızca Şefik Hüsnü’nün yazı ve konuşmalarına değil, bütün TKP kadrolarında gözlemlenmektedir. TKP, Kemalizm karşısında, varlığını Sovyet dış politikasına feda etmiştir.

 

Biraz daha öncesine giderek bir örnek verelim. Sadrettin Celal’in Komintern’in IV. Kongresi’nde yaptığı konuşma ortaya koyduğumuz dengesizliğin kaynağı olması bakımından oldukça çarpıcıdır:

 

“TKP daha kurulduğu anda iki düşmanla karşı karşıyaydı: Emperyalizm ve milliyetçi burjuvazi. Parti, en büyük düşman olan emperyalizme karşı mücadelenin daha önemli olduğuna inandığından, hükümeti emperyalizme karşı mücadele ettiği sürece desteklemeye karar verdi.”(25)

 

Daha ilginç olanı, Sadrettin Celal aynı konuşmasında “Kemalistler Londra Konferansı’ndan beri devrimci değildir.” demiştir. Yine aynı konuşmada emperyalizme karşı mücadele için TKP’nin kendi hedefinden geçici olarak fedakarlık yaptığını da itiraf etmiştir. (26) Yani TKP yola çıktığı aşamadan itibaren çelişik bir siyasal dayanak üzerinden hareket ediyor.

 

Bu nedenle yukarıda Şefik Hüsnü’de de gördüğümüz çelişkiler silsilesi, Sadrettin Celal’de de görülüyor. Aslında bakılırsa TKP, Komintern politikalarını savunma konusunda oldukça tutarlıdır ama Komintern’in Kemalizm tahlilleri ve Kemalizm’e yaklaşımı dönemlere göre değiştiği için tutarsızlığın kaynağı Sovyet dış politikasına göre değişen Komintern tahlillerinin bizzat kendisidir.

 

Sadrettin Celal bu konuşmayı yaptıktan iki hafta sonra Komintern görevlisi tarafından kaleme alınan TKP raporu, “Türkiye’deki milli devrim bir olgu olarak karşımızda duruyor.” diye başlıyor. Halbuki, henüz iki hafta önce Kemalizm’in artık devrimci olmadığı saptanmıştı. (27)

 

***

 

Peki, Komintern’in TKP’ye yönelttiği haklı ve düzeltici hiç mi eleştiri ya da müdahale yok? Elbette var ancak bu haklı müdahalelerin sonu da tutarsızlığa çıkıyor.

 

Örneğin; Komintern yöneticisi Manuliski, 1924’te, Komintern kongresinde TKP’yi legal Marksizm’e kaymakla, yabancı sermayeye karşı milli sermayeyi desteklemekle eleştiriyor. (28)

 

Haklı ve yerinde bir eleştiri oluğunu görüyoruz. Aradan tam olarak bir yıl bile geçmeden bir başka Komintern yöneticisi S. Birike, 13 Mart 1925’te, Pravda’da kaleme aldığı makalede İsmet İnönü’nün işçi sınıfıyla ittifak yapacağı beklentisine giriyor. (29) Böylelikle Manuliski’nin haklı müdahalesi boşa düşmüş oluyor. Çünkü Brike’nin savunduğu çizgi, muhtelif dönemler yalpalamalar olsa da, esas olarak Komintern’in hiçbir dönem terk etmediği Kemalizm yaklaşımını temsil ediyor.

 

***

 

Bu yazının doğrudan konusu değil ama Komintern’in Kemalizm tahlillerinin siyasal pratik açısından en ağır sonucu milliyetler sorunu, özel olarak da Kürt sorununda karşımıza çıkıyor. Bu mesele ayrı bir tartışmayı ve yazıyı hak ettiği için şimdilik kısaca değineceğiz.

 

Şeyh Said isyanından Dersim katliamına kadar, bütün Kürt isyanlarında Komintern meseleye dolaysızca dahil olmuştur. Hatta TKP’ye direkt müdahale de etmiştir. Komintern 27 Nisan 1931 yılında, “Türk KP Elemanlarına Mektup” başlıklı bir müdahale mektubu yolluyor. Mektup, Kürt isyanının esas amacının Türkiye’yi Sovyet karşıtı bloğa itmek olduğu saptamasıyla başlıyor ve şu şekilde sürüyor:

 

“Kürtlerin isyanı, İngiliz ve Fransız emperyalistleri tarafından hazırlanmış ve örgütlenmiştir. Bu hareket aynı zamanda SSCB’ye karşı yönelmiştir, zira İngiliz emperyalizmi, bu isyan yardımıyla, SSCB sınırları yakınlarında karşı-devrimci bir çarpışma alanı yaratmaya çalışmıştır.” (30)

 

Görüldüğü gibi Komintern, TKP’ye ne yapması gerektiğini söyleyerek uyarmıştır. Bu yazılı uyarı Ağrı İsyanı’ndan sonra kaleme alınmıştır. TKP’nin de, en azından Kürt sorununun siyasal değerlendirilişi açısından, Komintern rotasından çıkma eğilimi gösterdiği isyan Ağrı İsyanı’dır. Yine bunun sebebi de Sovyetler Birliği ile Kemalistler arasındaki gerilimin artmasıyla ilgilidir. Bu zaman aralığı Kemalistlerin Batılı emperyalistlerin siyasal kulübü olan Milletler Cemiyeti’ne girmek üzere olduğu bir dönemdir.

 

Yaşanan kriz TKP’ye yansımaktadır. TKP bu dönem Sovyetler Birliği-Türkiye geriliminin sınırlarını aşmayacak şekilde, Kemalistlere yönelttiği eleştiri dozajını arttırmıştır. Bunun yanı sıra, TKP lideri Şefik Hüsnü; Komintern’in resmi çizgisinin genel hatlarını aşmadan, Kemalist diktatörlüğün uyguladığı teröre karşı Kürt ulusunun isyanını haklı bulmuştur.

 

TKP, Ağrı İsyanı’ndaki isyanındaki tutumuyla kıyasla Dersim Katliamı’nda çok geri, hatta sosyal-şovenist olarak tanımlanacak bir tutum almıştır. Bu siyasal tutum değişikliği de Sovyetler Birliği’nin dış politikasıyla uyumludur. Zaten Dersim Katliamı’ndan bir yıl önce, Komintern, TKP’nin “Kemalizm’e karşı sistemli olumsuz davranışlarını ve sekterliğini” gerekçe göstererek, TKP hakkında separat ya da desantralizasyon(merkezden ayrılma) kararı verdi ve TKP faaliyetlerini durdurdu.(31) Yükselen faşizme karşı halk cephesi siyasetine dönen Komintern, TKP’ye CHP ve Halkevleri içinde çalışmasını salık verdi. İşte Dersim Katliamı sonrası TKP tarafından yapılan açıklamanın gerici bir siyaseti temsil etmesinin “gizemi” de bu gelişmelerle ilişkilidir.

 

***

 

TKP’nin doğumundan separat kararına ve hatta sonrasına da; TKP’nin açıklamalarına, yazılarına ve söylemlerine damgasını vuran ana perspektif Komintern’in Kemalizm tahlilleridir, daha somut ifadeyle Sovyetler Birliği’nin dış politika ihtiyaçlarıdır.

 

TKP’nin; Bakü’de kurulduğu günden 1925 Akaretler Kongresi’ne, Akaretlerden 1951 tutuklamalarına kadar asıl görevi Sovyetler Birliği’ni savunmaktı. TKP varlığını Türkiye işçilerinin, yoksul köylülerinin ve ezilen milliyetlerinin kurtuluşuna değil, “sosyalist anavatanın” varlığına adadı. TKP’nin trajik serüveninin özeti budur.

 

***

 

Bugünden baktığımızda; Komintern’in değişken ve çarpık Kemalizm tahlillerinin ardından karşımıza dört önemli sonuç çıkıyor:

 

Birincisi; Komintern dünya devrimi partisi olma iddiasını yitirdiği anda Rus partisinin dış politika aracına dönüştü. Özellikle 1928’den sonra durum daha da kurumsallaştı. Yalnız TKP değil, Batı’da ve Doğu’da birçok komünist parti Sovyet dış politikasına göre hareket etme refleksiyle devrim iddiasını yitirdi ve siyaseten hiçleşti.

 

İkincisi; devrimci iddiası olan bir komünist partinin örgütsel olarak bağımsız olması gerekliliği ve yalnızca emekçi halka karşı sorumlu olması gerektiği hakikati demlenmiş ve sınanmış bir hakikattir.

 

Üçüncüsü; özellikle Mustafa Suphi’yi ayırıp, Şefik Hüsnü’yü hedef alan ve Şefik Hüsnü’yü hedef alırken de Komintern’i devre dışı bırakan her yaklaşım tahrifatçılıktır ve kurnazcadır. Şefik Hüsnü ya da TKP eleştirilecekse, ideolojik olarak mahkum edilecekse, öncelikle hesaplaşılması gereken Komintern’in tutarsız Kemalizm tezleridir.

 

Dördüncüsü; Şefik Hüsnü’nün ve Tarihsel TKP’nin en büyük ve tayin edici hatası Komintern’e olan koşulsuz sadakattir. Şefik Hüsnü’nün bütün geri tutumlarının ve TKP’nin hiçleşmesinin ardındaki hakikat bu sadakattir. Mao Zedong ve Ho Şi Minh gibi devrimci önderler Komintern’e sadakat göstermedikleri ve kendi ülkelerinin özgün koşullarına göre devrimci bir yol izledikleri için başarılı oldular. Şefik Hüsnü ve Tarihsel TKP’yi hakikatli bir şekilde eleştireceksek, öncelikle “Komintern’e neden isyan etmediler?” diye soracağız. Asıl sorulması gereken budur. Çünkü TKP Kemalist burjuvaziyle kavgayı esas alan bir parti inşa etmediyse, ezilen Kürt ulusunun değil de Kemalistlerin yanında saf tuttuysa bunun tek açıklaması Komintern’e olan koşulsuz sadakatidir.

 

Kaynakça

 

Günlük-2, Georgi Dimitrov, Ç: Rüstem Aziz, TÜSTAV Yayınları, sy. 288, 1. Baskı, 2004, İstanbul.

Komünist Enternasyonal(1919-1943), Serge Wolikow, Ç: Erden Akbulut, Yordam Kitap, sy.40, 1.Basım, 2016, İstanbul.

Age, sy.39.

Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, V.İ. Lenin,Ç: Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, sy.322, 2. Baskı, 1993, Ankara.

Şark Şurası ve Şark İli Mecmuası, Yavuz Aslan, TÜSTAV Yayınları, sy.34, 1. Baskı, 2020, İstanbul.

Türkiye Solunda Üç Tarz-ı Siyaset, Mustafa Şener, Yordam Kitap, sy. 41, 2. Basım, 2015, İstanbul.

Komünist Enternasyonal(1919-1943), Serge Wolikow, Ç: Erden Akbulut, Yordam Kitap, sy.34, 1.Basım, 2016, İstanbul

 Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, V.İ. Lenin,Ç: Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, sy.337, 2. Baskı, 1993, Ankara.

Age, sy. 356.

Komünizm Gözünden Kemalizm, Vahram Ter-Matevosyan, Ç: Gözde Yılmaz, İletişim Yayınları, sy.115, 1. Baskı, 2023, İstanbul.

Age, sy.116.

Age, sy.126.

Türkiye Komünist ve İşçi Hareketi, Ç: Fatma Bursalı, Aydınlık Yayınları, sy. 201, 1. Baskı, 1979, İstanbul.

Şefik Hüsnü-Komintern Organlarındaki Yazı ve Konuşmalar, Aydınlık Yayınları, sy. 67, 1. Baskı,  1977, İstanbul.

Age, sy. 58.

Age, sy. 54.

Türkiye Komünist ve İşçi Hareketi, Ç: Fatma Bursalı, Aydınlık Yayınları, sy. 41, 1. Baskı, 1979, İstanbul.

Şefik Hüsnü-Komintern Organlarındaki Yazı ve Konuşmalar, Aydınlık Yayınları, sy. 66, 1. Baskı,  1977, İstanbul.

Age, sy. 217.

Komünizm Gözünden Kemalizm, Vahram Ter-Matevosyan, Ç: Gözde Yılmaz, İletişim Yayınları, sy.135, 1. Baskı, 2023, İstanbul.

Şefik Hüsnü-Komintern Organlarındaki Yazı ve Konuşmalar, Aydınlık Yayınları, sy. 142, 1. Baskı,  1977, İstanbul.

 Komünizm Gözünden Kemalizm, Vahram Ter-Matevosyan, Ç: Gözde Yılmaz, İletişim Yayınları, sy.145, 1. Baskı, 2023, İstanbul.

Age, sy.153.

Age, sy.162.

Türkiye Komünist ve İşçi Hareketi, Ç: Fatma Bursalı, Aydınlık Yayınları, sy. 68, 1. Baskı, 1979, İstanbul.

Age, sy.76.

Age, sy.92.

Age, sy.119.

Komintern, TKP ve Kürt İsyanları; Erden Akbulut-Erol Ülker, Yordam Kitap, sy.129, 1. Basım, 2022, İstanbul.

Age, sy.198.

Cumhuriyetin İlk Yıllarında TKP ve Komintern İlişkileri, Bilal Şen, Küyerel Yayınları, sy.107, 1. Basım, 1998, İstanbul.

https://gazetepatika22.com/kominternin-kemalizm-tahlili-ve-tarihsel-tkpnin-hiclesmesi-148786.html

 

 

20 Ocak 2024 Cumartesi

U. Töre Sivrioğlu yazdı | Afganistan Tartışmaları Üzerine (M. Oruçoğluna Yanıt)

M. Oruçoğlu’nun Sovyetler Birliği’nin Afgan devrimcilere yardım göndermesi ve bu yardımın şeklini tartışmaya açması elbette meşru bir girişimdir. Ancak sosyalizm tarihinde Sovyetlerin çeşitli ülkelerin devrimcilerine yardım göndermesi kadar göndermemesine de itiraz edildiğini biliyoruz.

 https://gazetepatika22.com/u-tore-sivrioglu-yazdi-afganistan-tartismalari-uzerine-m-orucogluna-yanit-148675.html

12 Ocak 2024-GazetePatika

 

1980 öncesinde Afgan cihadının “anti-emperyalist” bir bağımsızlık savaşı olduğu iddiası çok sayıda sol grupça paylaşılan bir söylemdi. Bu yayınlar içinde Muzaffer Oruçoğlu tarafından Niğde hapishanesinde hazırlanan, o dönemde Partizan’ın özel sayısı olarak yayınlanan[1] ve şimdilerde farklı bir isimle yeniden basılan Rus Sosyal Emperyalistlerinin Afganistan’ı Sömürgeleştirmesi başlıklı metin üzerinde durmaya değerdir. Bu çalışmanın yeniden basımı sırasında yapılan tanıtımlarda kitabın çok titiz bir kaynak taraması sonucu yazdığına dair iddiaları birçok yerde tekrarlandı.

 İkinci baskının önsözünde M. Oruçoğlu kaynak tarama aşamasını şu şekilde aktarmaktaydı: “Sovyet işgali başlayınca, zerreciklerim harekete geçti, hemen araştırma çabaları içine girdim. Dergi, gazete, radyo, ansiklopedi, ne tür kaynak bulduysam, kim ne biliyorsa, not aldım. Sineğin kanadından yağ çıkarma işiydi.” [2]

 

Oruçoğlu’nun söz ettiği kaynaklara bakıldığında –ki hapishaneye girebilen yayınlar da düşünüldüğünde- bütünüyle Afgan cihadını destekleyen İslamcı dergilerden ve CIA ile ilişkili olan Amerikalı uzmanların çalışmalarıyla karşılaşıyoruz. Örneğin; Oruçoğlu’nun ‘Afganistan/İslam uzmanı etnolog’ olarak tanıttığı[3] Michael Barry aynı zamanda deneyimli ve birinci sınıf bir CIA ajanı ve anti-komünist teorisyenlerden biriydi.[4] M. Oruçoğlu’nun diğer kaynakları da Tercüman gazetesi ve Yankı dergisi gibi anti-komünist, İslamcı yayın organlarıydı. Karşı tarafın hatta bağımsız kaynakların ne dediği ise bu kitapta yer almamaktaydı. Bu belki yazarın 1979’da hapishane koşullarında ulaşabildiği kaynaklarla ilgili bir eksiklik sayılabilirdi. Ancak kitabın aynı şekilde 2021’de yeniden basılması ve 40 yıllık düşünce tutarlılığının bir abidesi gibi sunulması bu açıklamayı da geçersiz kılmaktadır.

 

Oruçoğlu’nun Afganistan kitabı bu ülkede 1978-91 arasında yaşananlar konusunda bütünüyle taraflı ve kimi zaman kullandığı kaynaklardan da dolayı İslami romantizmden de bütünüyle etkilenmiş bir metin. Örneğin Oruçoğlu Yankı ve Tercüman gibi yayınlardan yaptığı alıntılara dayanarak Afganistan Demokratik Halk Partisi (ADHP) militanları ve Rus danışmanların sadece ibadetlerini özgürce yerine getirmek istemekten başka bir isteği olmayan masum Müslümanlara eziyet etiklerini ileri sürmekte. Oruçoğlu’na göre o yıllarda Afganistan’da “Tanrısına hamdu senada bulunmak ve camileri yıktığı için Taraki’ye bela okumaktan başka hiçbir günahı olmayan masum imamlar cezaevlerine doldurulmakta, parmakların tespih çektiği, dudakların ilahiler okuduğu, kulakların vaaz dinlediği bir anda bir Rus’un pür silah camiye girmesi nedeniyle halkın ayaklanmaktan başka çaresi kalmamaktaydı.”[5]Afgan pilotları ibadet sırasında camileri napalmle bombalıyor, namaz kılmak yasaklanıyor, camileri yıktığı için hükümete beddua etmekten başka bir suçu olmayan yurtsever imamlar tutuklanıyor, ‘kafir Ruslar ve onların işbirlikçisi ruhunu şeytana satmış ADHP militanları camileri basıyor ve Allah’ın evine saygısızlık ediyorlar vb.[6]

 

Burada ilginç olan Oruçoğlu’nun İslami medyada ne yazdıysa şüphe ve eleştiri süzgecinden geçirmeden doğru kabul etmesiydi. Gerçek yaşamda ise ADHP liderleri camileri yakıyorlar propagandasını boşa çıkarabilmek için sınırlı bütçelerini yüzlerce camiyi restore etmek, yenilerini inşa etmek, din adamlarını maaşa bağlamak, hacca gidenlerin masraflarını karşılamak gibi kalemlere ayırmaktaydılar. Hatta onların bu dinsel seremonileri çeşitli Marksist çevrelerin ağır eleştirisine de sebep olmaktaydı. Terakki her konuşmasına Bismillah’la başlamakta, ADHP üyeleri toplu namazları kaçırmamaktaydılar. Buna rağmen daha iktidara gelmelerinden çok önce, ADHP militanları ve genel olarak tüm Afgan solu zaten Kuran yakmakla, dinsizlikle, münafıklıkla vb. suçlanıyorlardı. 

 

Afganistan mollalarının gözünde ‘din düşmanı’ olmanız için çok büyük bir çaba içine girmeniz de gerekmiyordu. Kız çocukların eğitimi için köylerde yapılan eğitim kampanyaları, 1920’lerde de olduğu gibi dini değerlere meydan okunması olarak yorumlanmıştı. Başlık parasının kaldırılması, çocuk evliliklerinin yasaklanması, hatta toprak reformu dahi özel mülkiyeti koruyan İslam hukukuna aykırı olduğu gerekçesiyle mollalarca dine saldırı olarak görülmekteydi. Mollalar için kadınların başı açık gezmesi, erkeklerin pantolon giymesi de din karşıtı isyandı. Afgan cihadı denilen olaylar dizini boyunca sokaklarda siyasetle hiçbir ilgisi olmayan çok sayıda genç kadın ve erkek batılı kıyafetler giydikleri için öldürüldüler. Herat ayaklanmasında sadece kravat taktığı için sokakta öldürülen erkekler oldu. Radyoda şarkı söyleyen kadın sanatçılar bıçaklandılar. Afgan milli hokey takımının tüm sporcuları ‘kafirlerin olimpiyatlarına’ katıldıkları gerekçesiyle mücahitlerce kurşuna dizildiler.  Tarihsel gerçekler hakarete uğramış masum dindarların çok ötesinde bir duruma işaret etmekteydi.

 

Öte yandan Oruçoğlu bunlardan söz etmiyordu ve biz sadece ibadeti engellenen masum Müslümanlar ile camileri yakan ADHP militanlarını okuyorduk. Bu iddiaların gerçek olup olmadığını yazar 2021’de de hiç sorgulama zahmetine girmemişti. Halbuki İslamcılar her Müslüman ülkede komünistlerin, solcuların Kuran yaktıklarını, cami bombaladıklarını tekrar edip durular. Demek ki M. Oruçoğlu 1970’lerdeki Türkiye’nin tarihini kaleme alacak olsa okuyucular “Maraş olaylarının komünistlerin camileri bombalamaları sonucu başladığını öğrenmiş” olacaklardı.

 

1980’de Oruçoğlu, Afgan cihadının en gerici ve emperyalizme en göbekten bağlı hareketi olan Hizb-i İslami’ye ve onun lideri Hikmetyar’ı övmekteydi (2021’de en azından bu yorumlar için bir özeleştiri gerekmez miydi?). 40 yıl önce Oruçoğlu, Hikmetyar liderliğindeki Hizb-İslami’nin “emperyalizmden bağımsız hareket edebildiğini, anti-komünist bir hareket olmadığını, Amerikan yardımı almadığını, silahlarını Ruslardan ganimet yoluyla temin ettiğini” ileri sürmekteydi.[7] Ya da bunları ileri, süren yayınları hiç sorgulamadan kaynak olarak kullanmaktaydı. Hâlbuki Hikmetyar, adını ilk kez Maocu öğrenci lideri Osman Landey öldürülmesi olayına karışarak duyurmuş çekirdekten yetişmiş anti-komünist bir militandı. Öğrenciyken işlediği bu cinayet sonucu Pakistan’a kaçmış ve orada yetiştirilmiş bir tür ‘Ogün Samast’tı. Yaşamı boyunca Maocu gruplarla çatışan ve 1986’da Afganistan’ın en önde gelen Maocu lideri Faiz Ahmed’i yoldaşlarıyla birlikte kurşuna dizdiren Hikmetyar’ın Türkiyeli Maocu bir yayın tarafından bu şekilde övülmesi herhalde Afganistan’la ilgili yazılıp çizilenler arasında en ilginç örneklerden biridir. Afganistan’da sayıları az da olsa mücadele etmekte olan Maocu gruplar bu yazılardan haberdar olsalar ne düşünürler acaba?

 

Diyelim ki yazar 1980’de bu durumu fark edemedi. Ancak kendisi de adını andığı Faiz Ahmed[8] ve yoldaşlarının Hikmetyar tarafından Pakistan’da katledilmesinden seneler sonra bu kitap yeniden yayınlanırken de bu konu hakkında bir özeleştiri yapılması gerekmez miydi? Bu kitapta halen Hizbi İslami anti-komünist değil[9] saptaması altına bir yanılgı açıklaması konulması yanlış mı olurdu? Gerçi yazar dün Hizb-i İslami’ye yaptığı övgünün benzerini bugün Taliban için tekrarladığından bu durum kendi içinde tutarsızlık yaratmış olurdu o da ayrı mesele.

 

Oruçoğlu, Hizb-i İslam’inin Amerikalılardan ve emperyalistlerden yardım almadığını silahlarını Sovyet-Afgan ordusundan ganimet yoluyla elde ettiğini ileri sürmekteydi. Gerçekte ise Hikmetyar grubu CIA’den en çok destek alan hareketti. Afgan cihadı sırasında silahların dağıtım üssü Peşaver’di ve burası Hizb-i İslami’nin en güçlü olduğu bölgeydi. Bu sebeple Amerika’nın sağladığı silahlar öncelikle bu gruba dağıtılmaktaydı ve bu durum diğer mücahit grupların şikâyetlerine neden oluyordu. 1990’ların ortasında Rus gazetecilere röportaj veren Cemiyet-i İslami liderlerinden Ahmed Şah Mesud, yardımların eşit dağıtılmadığını, kendilerine çok az yardım ulaştığını, 900 kadar stinger füzesinden kendilerine 8 tane ulaştığını belirtiyordu. [10] Mücahitlerin elindeki Sovyet silahlarının Mısır ve İsrail kanalı üzerinden CIA tarafından mücahitlere dağıtılma hikayesi Charlie Wilson’ın Savaşı gibi filmlere de konu olacaktı. Gerçi bu yardımlar o yıllarda da bilinmekteydi[11] ama bu gerçekler her nedense göz ardı edilmekteydi. Oruçoğlu kitabında, kitle desteği %5’i bile bulmadığı halde dış yardımların %90’ınını kendinde toplayan[12] Hikmetyar’ın Hizb-i İslamî’sini Afganistan halkının temsilcisi olarak göstermeye gayret etmekteydi. Aynı hatalı çıkarımı şimdi de Taliban için yapmaktadır o da başka bir konu…

 

Oruçoğlu: “Uzayan savaş, (Sovyetlerde) ekonomiyi sarstı, tarımı atıl hale getirdi, ihtiyaç maddelerini daralttı, bürokratlar ile teknotratlar arasındaki çelişkiyi kızıştırarak, sistemdeki çürümeyi derinleştirdi; Doğu Avrupa, Kafkas ve Orta Asya uluslarının bağımsızlık arzularını güçlendirdi ve giderek, Sovyetlerin çöküşü ve parçalanmasında rol oynayan temel etkenlerden biri haline geldi”[13]  demekte.

 

Anadolu Ajansı’ndan alınmış gibi[14] duran bu cümlelerin her birini düzeltmek yazının sınırlarını aşar. Yukarıdaki paragraf hiçbir bilimsel veriye dayanmayan sübjektif değerlendirmeler toplamıdır. Afgan savaşının Orta Asya’da ayrılıkçı eğilimleri tetiklediği bir Soğuk Savaş propagandasıydı. 1991’de Sovyetler Birliği’nin devam edip etmemesi üzerine halk referandumu yapıldığında da birliğin devamı yönündeki en kararlı oylar Orta Asya’dan çıkmıştı. [15] Savaşın uzamasının Sovyet ekonomisine zarar verdiği de gerçekçi bir iddia değildir. Afgan savaşına Sovyet savunma bütçesinin %2 si ayrılmıştı. Bu da bu savaşa, tüm Sovyet bütçesinden %0,5-%1 arası bir pay ayrıldığı anlamına gelmektedir. Diğer yandan Sovyetlerin Afgan savaşından zarar değil kâr elde ettiği, buradaki maddi kayıplarını Afganistan doğalgazını dünya piyasa fiyatlarının çok altında fiyatlara satın alarak örttüğü; hatta kâra geçtiği de iddia edilmiştir.[16] Nitekim M. Oruçoğlu da Sovyet sosyal emperyalizminin Afganistan’ın kaynaklarını acımasızca sömürdüğünü belirterek bu çelişkili yaklaşımı desteklemiş olmaktaydı. Yani yazar hem Afganistan’ın Sovyet sosyal emperyalizmi tarafından acımasızca sömürüldüğünü hem de Afgan savaşının Sovyetlere büyük zarar verdiğini aynı anda savunmaktaydı.

 

Sovyetlerde yaşanan bürokratikleşmenin, tarımsal verimsizliğin Afganistan’daki savaşla ne ilgisi olduğu konusunda da M. Oruçoğlu hiçbir açıklamada bulunmamaktaydı. Sovyetler Birliği, Afganistan’a müdahale etmeden önce de zaten tarım sektörü krize girmiş, kendi kendini besleyemeyen, Amerika’dan buğday ithal etmek zorunda kalan bir ülkeydi. O vakitler Sovyetlerin Afganistan’ı büyük iştah ve şevkle yutmaya çalıştığı propagandası hayli güçlüydü. Oysa, Afganistan meselesi ile ilgili açılan arşivler Sovyetler Birliği’nin bu ülkeye müdahale konusunda ne kadar isteksiz olduğunu açık biçimde göstermektedir. [17] Sovyetler Herat ayaklanması sırasında aileleriyle birlikte yüz kadar Sovyet vatandaşının öldürüldüğü provokasyon sonucunda bile Afganistan’a müdahale kararı alamamıştı. Müdahale kararı alındığında ise Genel Kurmay Başkanı olan Mareşal Nikolay Orgakov (1917-1994) bu kararı kızgınlık ve şaşkınlıkla karşılamış ve bu operasyona karşı olduğunu belirtmişti. Günümüzde Amerikalı uzmanlar Sovyetleri adeta kendilerinin başarılı operasyonları sonucunda Afganistan bataklığına çekmeyi başarmakla övünmektedirler.[18]

 

M. Oruçoğlu’nun Sovyetler Birliği’nin Afgan devrimcilere yardım göndermesi ve bu yardımın şeklini tartışmaya açması elbette meşru bir girişimdir. Ancak sosyalizm tarihinde Sovyetlerin çeşitli ülkelerin devrimcilerine yardım göndermesi kadar göndermemesine de itiraz edildiğini biliyoruz. Örneğin; Angola ve Afganistan meselesinde Sovyetler askeri yardım yaptıkları için, İspanya ve Yunanistan iç savaşlarında da yeterince yardım yapmadıkları için eleştirilmişlerdir. Nitekim Oruçoğlu, Lenin döneminde Afganistan’a yapılan askeri yardımları dostluk nişanesi olarak görürken; Kruşçev dönemindekileri sosyal emperyalist yayılımın araçları olarak kabul etmektedir.[19] Kanıt olarak da Kruşçev döneminde altı iki kez çizilmek üzere Afganistan’a “faizli kredi verildiğini” söylemekte[20]ve bu şekilde Afganistan’ın kapitalist sömürü altına alındığı kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Halbuki bu %2’lik göstermelik bir faizdi.

 

Yazar ayrıca Afganistan’da Sovyetlerin tüm projelerinde kendi mühendislerini teknisyenlerini kullandığını iddia etmekteydi.[21] Bu tamamıyla yanlış bir bilgidir. Afganistan’da yerel teknisyen ve mühendisler yetişmesi için Politeknik Üniversitesi’ni kuran Sovyetler Birliği’ydi (Körfez ülkeleri sadece İlahiyat Fakülteleri açılmasına destek olmuş Amerikalılar da etnoloji, filoloji bölümlerini desteklemişlerdi). Bu üniversiteden yetişen minerolog, jeolog ve mühendisler günümüzde bile bu ülkede bu alanda eğitim vermekteler. Sovyetler Birliği ayrıca 20.000 Afgan gencine Sovyetlerde teknik eğitim verdi ki mücahitler bu olayı çocuk kaçırma ve beyin yıkama faaliyetleri olarak görüyorlardı. Ancak mücahitler iktidara geldikten sonra ülkenin elektrik hatlarını, barajlarını ve inşaat sektörünü ayakta tutmak için Sovyetlerde eğitim alan bu sınıftan yararlanmak zorunda kaldılar. Sovyetlerin gizli niyetleri hakkında burada kehanetler sunacak değilim ancak Afganistan’da madencilik, jeoloji, arkeoloji, baraj inşaatları gibi alanlarda yerli mühendislerin çalışıyor oluşu nesnel bir gerçektir.

 

Öte yandan Afganistan üzerine yazdığı son yazı olan “İt Dalaşı”nda M. Oruçoğlu’nun dün olduğu gibi bugünde Afganistan tarihi ve kültürü hakkındaki yüzeysel bilgilerle keskin çıkarımlarda bulunduğunu ve okuyucuyu yanılttığını görmekteyiz. M. Oruçoğlu şunları söylemektedir: “(Taliban) siyaseti, temsil ettiği sınıfın gerçekliğinden, hâkim Afgan tarihinden, kültüründen ve yaşam tarzından kopuk değildir. Bu, bölgede yükselen ve emperyalistler tarafından da pompalanan siyasal İslam’ın etkisi ile şeriat olarak biçimlendi. Şeriat zaten orta çağ kalıntılarından henüz kurtulamamış bu ülkenin 1400 yıllık inancına özgü bir yönetim biçimiydi. Bu bakımdan ona pek yabancı da değildi.”[22]

 

Bu paragrafa da itiraz edebilirim. Afganistan tarihini hiçbir döneminde (Gazneliler, Selçuklular, Timuriler veya Babürler devrinde) şeriata dayalı katı bir İslami geleneğin hüküm sürdüğü bir ülke olmamıştı; tam aksine Afganistan’da şeriat veya şeriata dayalı kültürün egemenliği veya etkisi diye bir şey varsa bu ancak son iki asırda oluşmuş bir eğilimdir ve bu oluşumda Britanya’nın ve Afgan şeriatçılarına 60 yıldır milyarlarca dolarlık yardımlar yapan Körfez Arap krallıklarının, Pakistan rejiminin özel bir rolü vardır. Bu müdahalelerin olmadığı zamanlarda Afganistan “şeriatçı” bir ülke değildi; geleneksel aşiret kültürü ile tasavvuf kültürünün hâkim olduğu; modern yaşama da açık bir ülkeydi. 1960’ların Afganistan’ı, Suudi/Pakistan destekli Vahhabilerin sızmasından önce gençlerin Ahmad Zahir, Sarban ve Hangama gibi müzik ikonlarına hayranlık duydukları, hippielerin Katmandu’ya giderken hiçbir korku duymadan gezdikleri bir ülkeydi. Zaten Afganistan gibi büyük bir müzik kültürü olan, düğünlerinde günler boyunca kesintisiz müzik çalınıp dans edilen bir ülkenin kültürünü, müziği günah sayan, müzik aletlerini kıran Taliban’a uygun görmek büyük bir haksızlıktır.

 

Afganistan, klasik kültürü Taliban gibi bir hareketin pratiğiyle taban tabana zıttır. Farsçanın ilk kadın şairi Rabia-ı Belhi (10. Yüzyıl) ve Gülbeden (16. yüzyıl) gibi büyük kadın yazarların yetiştiği bir ülkenin kültürel mirasıyla, kadınların eğitim almalarına izin vermeyen Taliban’ı uzlaştırmamız zor. Taliban’ın yüzlerce türbeyi yok ettiğinde halk kültüründen büyük bir parça da koparmış oldu. Tıpkı bütün Orta çağlar boyunca korunan ve şairlerce güzellik simgesi olarak görülen Buddha heykellerinin (divan şiirindeki ‘put gibi güzel’ tanımı Buddha heykellerinin güzelliğinden kaynaklanmıştır) dinamitlenmesi sırasında halkın yaşadığı üzüntü de olduğu (ki Hazara halkı Buddha heykellerinin yıkıldığı günü ulusal matem günü olarak anmaktadır) gibi. Ya da Afganistan halkının binlerce yıldır kutladığı Nevruz Bayramının, Şiîlerin bin yılık Aşura törenlerinin Taliban tarafından yasaklanmasında yaşanan şaşkınlık da olduğu gibi.

 

Taliban’ın 1400 yıllık yerel kültürle uyumlu olduğunu iddia etmek “Herat Rönesansı” olarak bilinen akımın temsilcisi olan ressam Behzad’ın (15. yüzyıl) yetiştiği bir ülkede Taliban’ın resmi ve fotoğrafı yasaklamasının tuhaflığını reddetmek anlamına gelir. Tanınmış ve sevilen bir edebiyat ustası olarak M. Oruçoğlu’nun, Babür’ün, Ali Şir Nevai’nin ve Hüseyin Baykaraların şarap meclislerinden, sazlı sözlü eğlencelerinden haberdar olmadığını sanmıyorum. Oruçoğlu ayrıca Afganistan’ın bir zamanlar bütün güzel sanatların, şiirin, felsefenin en önemli merkezlerinden biri olduğunu, Taliban’ın hiç hoşlanmadığı Mevlâna Celaleddin Rumî’nin Afganistan’da doğduğunu biliyor olamaz. Afganistan tarihini şeriatla özdeşleştirmeden önce Ekber Şah devrinde (1556-1605) Afganistan’da kadınların da devlet memuru olarak çalışıp maaş alabildiklerini, küçük yaşta evliliğin yasaklandığını, isteyen Müslümanlara, tarihte ilk kez başka bir dine geçme hakkı tanındığını, yine İslam tarihinde ilk olarak köleliğin lafı-ı güzah olarak değil gerçekten yasaklandığını, meyhanelere vergilerini ödemek şartıyla serbestlik tanındığını hatırlamak gereklidir. Son dört yüzyıldır bu ülkedeki yüksek kültürün nasıl yok edildiğini, Britanya’nın bu amaçla nasıl uğraştığını bilmeden “Afganlar zaten 1400 yıldır böyleydiler demek” doğru bir analiz değildir.

 

M. Oruçoğlu bana göre oryantalist bir bakış açısıyla bağlamından koparılmış tarihsel örneklerle, mesela bundan 100 sene önce İtalyanlara karşı savaşmış Ömer Muhtar’dan veya 200 yıl önceki Şeyh Şamil isyanlarına gönderme yaparak Taliban’ı meşru ve haklı göstermeye çalışmaktadır. Bu hareketlerin dinsel niteliklerini hatırlatarak Taliban’ı meşrulaştırmak istemektedir. Yani doğuda zamanın donduğuna inanan oryantalist bir bakış açısını tekrar etmektedir. Bundan 400 sene önce Pir Sultan Abdal, İran Şahına olan övgüleriyle devrimci/isyancı bir tutum takınmış olabilir, aynı Pir Sultan 1970’lerde Şah’ı övseydi her halde devrimci bir tutum takınmış olmayacaktı. Kendi zamanlarında Kuzey Afrika’da Sünnisilikten, Sudan’da Mehdicilikten, Dağıstan’da Müridlikten veya kabile dayanışmasından başka bir ideolojik donanıma sahip olmayan hareketlerin otantik ve bağımsız yapılarıyla her türlü istihbarat örgütü ve sermaye grubu tarafından kontrol edilmeye alışmış günümüz dünyasındaki İslamcıların hibrit ideolojilerini, yaşam tarzlarını ve politik hedeflerini/ilişkilerini yan yana getirmek ne kadar doğrudur bilemiyorum. Ki aslında 19. yüzyıldaki bu türden dini hareketlerin hiçbiri de aslında sömürgecilikten bağımsız değillerdi.  Her biri ‘sömürgeciler arasındaki rekabetten yararlanırlardı’. Fransızlara isyan eden Britanya yardımı alırdı ya da tersi…

 

Oruçoğlu, Hizb-i İslam ve Taliban gibi örgütleri desteklemesini Lenin’in Emanullah Han’a destek vermesiyle meşrulaştırmaya çalışmıştı. Emanullah Han modernist bir hükümdardı ve bugünde Afganistan’da İslami hareketin herhalde en çok nefret ettiği figürlerden biridir. O nedenle Oruçoğlu’nun bu örneğinin tezini kanıtlamak için hedefini bulduğunu sanmıyorum.

 

Oruçoğlu’nun Hizb-İslam ve Taliban savunusunu temellendirirken baş vurduğu bir ilginç nokta da her türlü işgale karşı vatan savunusu olarak yorumladığı savaşlara verdiği destektir. Halbuki Marx’ın Osmanlıya karşı Yunan ve Sırp bağımsızlık savaşlarını desteklemediğini biliyoruz. Zira Sırp ve Yunan bağımsızlık savaşları o günlerin koşullarında Marx’ın en büyük gerici ideoloji olarak gördüğü Panslavistlerce organize edilmekteydi. Nitekim Oruçoğlu, ‘devrimci’ Napolyon orduları karşısında Kutuzov’a sahip çıkan bakış açısının[23] “Marksist” bir çözümleme olduğunu söyleyemeyiz. Marx yaşamı boyunca proleter devrimlerin ve gerçek ulusal kurtuluş hareketlerinin en büyük düşmanı olarak gördüğü Çarlık Rusya’yı gerileten her adımı desteklemişti. Bolşevikler de Çarlık Rusya’nın girdiği her savaşta yenilmesini arzu ederken benzer bir bakış açısına sahiptiler. Bolşevikleri Çarlık rejimi tarafından yönetilse de işçileri anavatanı savunmaya çağıran Menşeviklerden ayıran da buydu zaten. Bu sebeple M. Oruçoğlu’nun işgale karşı Kutuzov’u sahiplenmesi bu türden bir anavatancılık olarak görülebilir ve Aydınlık’ın bu yazıya genel olarak sahip çıkışı da[24] oldukça anlamlıdır. [25]

 

Napolyon ve I. Aleksander arasındaki savaş neticede emperyal paylaşım savaşıydı. Bu Marksistlerin bir taraf tutmasını gerektirecek bir çarpışma değildi. Öyle olsaydı 1. Dünya Savaşı’nda da Marksistler Almanya’nın saldırısı karşısında İtilaf devletlerinin yanında yer alırlardı. Hatta Bolşeviklerin de Alman saldırısı karşısında Çar’ın yanında yer almaları gerekirdi. Amerikan İç Savaşı’nda Konfederasyon desteklenirdi, Pasifik Savaşı’nda Amerika haklı ve desteklenen taraf olurdu vb. o halde ‘kim sınırı ilk kez geçip karşı tarafın ülkesine girerse o haksızdır’ gibi tuhaf bir mantık bulup huzura erebilirdik. Afganistan gibi zayıf bir ülkeyi Sovyetlere ve Amerika’ya karşı desteklemenin kendince bir mantığı olabilir. Ama Kutuzov Rusya’sını dahi haklı bulmak büyük güçler arasındaki mücadelede gereksiz bir tarafgirlik anlamına gelir. Ki aslında Devrimci Fransa’ya savaş ilan eden de Rusya’ydı. Napolyon’la savaşı başlatan Rus tarafıydı. Napolyon’unki aslında bir karşı saldırıydı. Bu durumda Oruçoğlu mantığına göre Kızıl Ordu, 1944’te artık Alman topraklarına girdiğinde haklı olanlar Berlin’i ve anavatanlarını savunan Nasyonal-Sosyalistler olurdu. Tarihte böylesi illiyetler kurulduğunda tuhaf sonuçlar karşımıza çıkabilir.

 

Çok çetrefilli bir konu olduğu için bu eleştiri yazısını bu konu başlıklarıyla sınırlı tutuyorum. Netice olarak Afganistan Sovyet İşgali adlı kitabın, çok farklı açılardan ‘güncellenmesi’ daha faydalı olurdu. Eldeki ikinci baskı bana göre birinci baskıdaki temel bazı soru işaretlerine cevap vermemektedir.

 

[1] Muzaffer Oruçoğlu,“Rus Sosyal Emperyalistlerin Afganistan’ı Sömürgeleştirmesi”, Partizan Sayı 11,1980.

 

[2] Muzaffer Oruçoğlu, Afganistan Sovyet İşgali, Sancı Yayınları, 2012, İstanbul, s.5. Oruçoğlu Rus Sosyal Emperyalistlerinin Afganistan’ı Sömürgeleştirmesi kitabını 51 yıl önce yazdığını söylüyor. Bu bir dizgi hatası olmalıdır. Doğrusu 41 yıl önce olacaktır.

 

[3] Oruçoğlu, age.s.21,53.

 

[4]M.Barry için bkz: https://www.buzzfeednews.com/article/aramroston/new-nsc-intel-chief-once-worked-on-a-cia-assassination; https://en.wikipedia.org/wiki/Michael_Barry_(U.S._official).

 

[5] Oruçoğlu, 2021 s.53-64.

 

[6] Oruçoğlu, 2021, s.53-64.

 

[7]Oruçoğlu,1980 s.87.

 

[8] Oruçoğlu 2021, s.68.

 

[9] Oruçoğlu 2021, s.65.

 

[10]ИнтервьюАхмадШахаМасудакорреспонденту «Совершенносекретно» М. Маркелову в 1997 году, https://www.youtube.com/watch?v=f44Hl4dJAIY&t=738s

 

[11] Oruçoğlu 2021, s.75.

 

[12] Raşid, a.g.e.126. Hikmetyar katıldığı son seçimde (2019) %1 oy almıştır.

 

[13]http://www.muzafferorucoglu.net/makale.asp?id=285

 

[14]https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/sovyetlerin-afganistan-hezimeti-ve-odenen-agir-bedel/1065078; https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/-afganistan-isgali-olumcul-hatanin-38-yil-donumu/1016149

 

[15]1991’deki referandumda halkın %77’si birliğin devamından yana oy kullanmıştı. Birlikten yana olan en düşük oy Ukrayna’da (%71) çıkmıştı. Rusya’da %73 oranında birlikten yana oy kullanılmıştı. Birlik yanlısı en yüksek oylar ise Orta Asya’dan gelmekteydi. Bu oran Özbekistan’da %94,Kırgızistan ve Kazakistan’da %95, Tacikistan’da %96, Türkmenistan’da ise %98’di.

 

[16] M. Siddieq Noorzoy“Soviet Economic Interest in Afghanistan” Problems of Communism May-June 1987 s.45-54.

 

[17] Sovyet Politbürosunda Afganistan meselesine karışma konusundaki isteksizlik ve Genelkurmay Başkanı Mareşal Nikolay Orgakov’un (1917-1994)  muhalefeti için bkz: A.A. Lyhakovski, Inside the Soviet Invansion of Afghanistan and the Seizure of Kabul, Cold War International History Project, Washington, 2007.

 

[18] Ayrıntılar için bkz: Bruce Riedell, Ne Kazandık? Amerika’nın Afganistan’daki Gizli Savaşı, Oxford University Press Oxford/New York  2011.

 

[19] Oruçoğlu, 2021, s.24-29.

 

[20] Oruçoğlu, 2021, s.27,31.

 

[21] Oruçoğlu, 2021, s.27,32.

 

[22]https://muzafferorucoglu.wordpress.com/2021/08/19/it-dalasi/

 

[23]http://muzafferorucoglu.org/articles-detail.php?lng=tr&cid=809

 

[24]https://aydinlik.com.tr/orucoglu-nun-taliban-analizi-abd-emperyalizmine-karsi-hakli-savas-yuruttuler-258075

 

[25]Bolşevikler Kutuzov gibi karakterlere II. Dünya Savaşında halkı işgale karşı morallendirmek için sahip çıktıkları doğru. Ancak bu sahiplenme, artık Çarlık Rusya’nın  varolmadığı, Kutuzovların da tarihsel  karakterlere dönüştüğü farklı bir zaman diliminde yaşanmaktaydı. Kutuzovlar iktidarken Bolşevikler asla onlara sahip çıkmamışlardı. Bu basite alınamayacak bir nüanstır.

 

Yazan / U. Töre Sivrioğlu

 

SENTEZ | Lenin’in Parti Anlayışı

"Partinin belirlediği ve aldığı kararlar öncü müfrezenin organlarında yer alan kadroları, parti üyeleri, parti militanları üzerinden mücadelede hayat hakkı bulur. Bir başka deyişle bu belirlenmiş teorinin, siyasetin örgüt üzerinden pratikte yerine getirilmesidir"

16 Ocak 2024

Uluslararası emperyalist sistemin girdiği girdap derinleşmiş, bunun sonucu halklara karşı yönelik saldırıları tırmanmış durumdadır. Baskı ve sömürü daha agresif bir hal almıştır. Buna karşın ezilen ve sömürülen halkların tepkileri de artmış, bu durum kimi zamanlarda parçalı ve kendiliğinden hareketlerin yükselişine yol açmıştır.

 

Yani işçi sınıfı ve tüm ezilen halkların mücadelesinin objektif koşulları daha olgunlaşmıştır. Bu ve daha fazla olguyu yan yana getirdiğimizde mevcut konjonktür -öznel gücü oluşturan- proletarya partisinin önderliğinde (tüm dünyada) mücadeleyi daha zorunlu kılmaktadır.

 

Parti inşasında Lenin ve ideolojik-politik-teorik mücadele

 

Ölümünün yüzüncü yılında andığımız Lenin ve yoldaşları, yaşadığı dönemde devrimi zorunlu gördü. Ancak devrimin proletarya partisinin önderliğiyle mümkün olacağını şart koştu. Çünkü ona göre proletaryanın öncü müfrezesi olan partiden yoksun bir şekilde devrimin gerçekleştirilmesi mümkün değildi. Bunun sonucu Rusya’da partinin inşasında ve devrime önderliğinde baş rolü oynamıştır. Devrime önderlik eden parti, -o zamanki adıyla RSDİP- Lenin’in önderliğinde ideolojik, politik, pratik ve de teorik yanlışlara karşı mücadele ederek gelişmiş ve giderek işçi sınıfı, köylülük ve diğer halk kesimleri içerisinde etkin olmuştur.

 

Lenin daha parti kurulmadan evvel ideolojik mücadelesini köylü devrimini savunan Narodniklere karşı verdi. Ve Narodnizme karşı ideolojik ve siyasi üstünlük sağladı. Ardından 1898 tarihinde 1. Kongre ile RSDİP (Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi) kuruldu. Ancak RSDİP 1. Kongre sonrası pratikte henüz devrime önderlik edecek vasıflara sahip değildi.

 

Partinin henüz programı, tüzüğü yoktu. Marksizm’in Narodizm üzerinde ideolojik zafer sağlaması ve işçi sınıfının -kendiliğinden de olsa- eylemlerinin giderek artması, özellikle gençlik içinde Marksizm’e sempatiyi artırmıştı. Ancak RSDİP ilk başlarda, Marksizm’e sağa-sola çeken çizgilerle hesaplaşmamış, yukarıdan aşağıya tutarlı örgütlenmeyi oluşturamamış, programdan ve tüzükten de yoksun olduğu için oynaması gereken önderlik görevini yerine getirememiştir. Dolayısıyla bu durum parti içinde ideolojik ve örgütsel birliğin oluşturulmasına ve kitlelere önderlik edilmesine engel teşkil ediyordu.

 

Bunun sonucu politik arenada anti-Marksist görüşler öne çıkmıştı. Legal “Marksist” eğilim, ekonomizm, trade-unionizm (salt-sendikacılık), reformizm gibi anti-Marksist akımların etkinliği vardı. Ve bu anti-Marksist hareketler işçi sınıfı, gençlik, köylülük gibi kitleler içine yayıldı. Ayrıca bu akımlar, RSDİP içine de yansımıştı. Partinin bazı organlarına, yerel parti örgütlerine, tabana kadar sirayet etmiş ve belli bir etkinlik oluşturmuşlardı. Bu hareketler partinin oluşturulmasını ve parti önderliğinde mücadeleyi gereksiz görüyorlardı. Sorunların “çözümünü” hakim sistem içinde mümkün olacağını savunuyorlardı.

 

Bu duruma karşı Lenin, başını ekonomistlerin çektiği bu reformist hareketlere karşı ideolojik ve politik mücadeleyi zorunlu görüyordu. Öncü partinin önderliğinde, öncü teorinin yol gösterdiği devrim perspektifiyle mücadeleyi, devrime önderlik edecek Marksist ideolojiyle donanmış ve örgütlenmiş bir parti olmadan devrimin mümkün olmadığını savunuyordu. Partinin öncü müfreze rolünü oynayabilmesi için kendi içine kadar sızan anti-Marksist akımlara karşı mücadele edilmesi ve parti içindeki etkinlikleri aşılmak zorundaydı.

 

Bunun üzerine Lenin başta hem ekonomizme karşı hem de parti önderliğini yadsıyan ve kendiliğinden işçi hareketini savunan trade-unionizm ve reformizme karşı ideolojik mücadele verdi. Bu akımlara karşı Marksizm’e tekabül eden teorik görüşlerini “Ne Yapmalı?” eserinde ortaya koydu. Böylece Marksizm’in önünü açarak gelişimini sağladı ve parti örgütlenmesinin temelini attı.

 

Daha sonra 1903’ün Temmuz ayında RSDİP’in 2. Parti Kongresi gerçekleştirildi. Kongre gündemi parti programı, tüzüğü ve sağlam parti oluşturulması üzerine idi. Parti programında Lenin’in getirdiği azami programı kapitalizmin yıkılması, sosyalizmin inşası ve proletarya diktatörlüğünün uygulanması konusu oluşturdu. Asgari programda ise ele alınan konu daha sosyalizmin inşasına geçmeden önce Çarlık rejiminin yıkılması, demokratik cumhuriyetin kurulması, işçilerin sekiz saatlik çalışması, kırda serfliğin kalıntılarının tümden tasfiye edilmesi, toprak ağalarının el koyduğu toprakların köylülere devredilmesi üzerine olmuştur. Lenin’in getirdiği bu konular üzerine en çok tartışılan mevzu, proletarya diktatörlüğü tezi olmuştur. Ancak bu gündem, Kongre çoğunluğu tarafından kabul edilmiştir. Böylece partinin azami-asgari resmi programı belirlenmiş oldu.

 

Kongrede esas tartışma parti tüzüğünde yer alan önemli gündem maddelerini oluşturan partinin niteliği, işlerliği, oynayacağı rol, partinin bileşimi, partiye üye olan kişinin taşıması gereken nitelik vb. konuları içeren formülasyonlar üzerine olmuştur.

 

Lenin Yyoldaşın formülasyonu, parti üyesi olacaklar için şu şartlara sahip olmalarını gerektiriyordu: Partiye üye olacak yoldaşların devrime önderlik edecek partinin programını kabul etmesi, partiyi maddi olarak desteklemesi, parti örgütlerinden birinde örgütlü olarak yer alması, parti faaliyetlerinde yer alması. Buna karşın Martov’un formülasyonu, parti üyeliği için parti programının kabul edilmesini ve maddi desteği kabul ederken; Parti örgütlerinden birinde örgütlü olarak yer almasını, örgütsel faaliyetlerde örgüt mensubu olarak pratikte yer almasını şart koşmuyordu.

 

Lenin partiyi, üye olacak parti üyelerinin parti disiplinini tanıyan ve parti faaliyetlerine katılan kişilerden oluşan örgütlü müfreze olarak görürken, Martov ise partiye üye olanların parti faaliyetlerine katılmalarını ve parti disiplinine uymalarını şart koşmuyordu.

 

 

 

Lenin’in tezini destekleyenlerin yanında, Martov’un tezini destekleyenler de vardı. Hararetli tartışmalar sonucunda Martov’a destek veren Bundcu ve ekonomist çizgide ısrar eden ekonomist delegeler, sınıf örgütlenmesini ve siyasi iktidar mücadelesini reddederek 2. Kongre’den ayrıldılar. Böylece hararetli tartışmalar sonucu tamamlanan 2. Kongre, Lenin yoldaşın ve onun tezlerini savunanların zaferiyle sonuçlandı. Bunun sonucu Lenin ve yoldaşlarına parti içinde çoğunluğu oluşturduklarından Bolşevik, azınlığı oluşturan Martov ve yandaşlarına da Menşevik denildi.

 

Böylece RSDİP 2. Kongresi ile -ileride SBKP adını alacak olan- parti tarihinde önemli bir adım atılmış oldu. Parti programa, tüzüğe ve parti işlerliğine sahip oldu. Ayrıca parti kongresi en üst organ olarak belirlendi. Kongrede alınan kararların, bir sonraki kongreye kadar partinin resmi ve bağlayıcı kararları olduğu kabul edildi. Bu işleyişe bağlı olarak birey partiye, azınlık çoğunluğa, alt kademeler üst kademelere, tüm parti Merkez Komitesine, o da parti kongresine tabi kılındı.

 

Lenin yoldaş 2. Kongre’de alınan kararları “Bir Adım İleri, İki Adım Geri” adlı çalışmasında kaleme dökmüş, Menşeviklerin görüşlerini mahkum etmiştir.

 

Lenin partiyi işçi sınıfının öncü müfrezesi olarak gördü. Ancak partinin öncü rolünü oynayabilmesi için devrimci teoriye, nesnel durumu tahlil eden ve yol gösteren siyasete, izlenecek devrim hattının belirlenmesine, partiye kumanda edecek doktrine ihtiyacı vardır. Ancak diyalektik materyalizmi özümsemiş, ideolojik olarak sağlam, siyasetle donanmış bir öncü müfreze işçi sınıfına ve emekçi halka öncü rolünü oynayabilir. Bu, kapitalizme ve burjuvaziye alternatif tek sınıf olan proletaryanın sınıf karakterini yansıtan teoridir.

 

Lenin yoldaş partiyi işçi sınıfının örgütlü müfrezesi olarak gördü. Sınıf mücadelesine ideolojik-politik hatta önderlik eden komünist partisi aynı zamanda örgütsel hatta da önderlik etmelidir. Belirlenmiş siyaset ve teori örgütlü müfreze ile pratiğe geçirilir.

 

Partinin belirlediği ve aldığı kararlar öncü müfrezenin organlarında yer alan kadroları, parti üyeleri, parti militanları üzerinden mücadelede hayat hakkı bulur. Bir başka deyişle bu belirlenmiş teorinin, siyasetin örgüt üzerinden pratikte yerine getirilmesidir. Parti tarafından teori ve pratikte önderlik ancak o zaman yerine getirilebilir. Lenin’in deyimiyle “öncü savaşçı rolünü ancak bir öncü-teorinin kılavuzluk ettiği bir partinin yerine getirebileceğine işaret etmek istiyoruz.” (Seçme Eserler, c. 2)

 

Lenin, partiyi sınıf örgütünün en yüksek biçimi olarak görmüştür. Parti hem siyasi, hem örgütsel, hem pratikte egemen sistemi bir bütün olarak hedef alan en ileri müfrezedir. Ama parti işçi sınıfının tek örgütü değildir. Parti dışında başka örgütsel yapılar da vardır. Parti dışında, bir ihtiyacın ürünü olarak oluşturulan sendikalar, kooperatifler, meslek örgütlenmeleri ve başka kitle örgütlenmeleri vardır.

 

Sınıf çelişkileri ve siyasi baskılar örgütlerin maddi koşullarıdır. Ve bu kitle örgütleri düzen sınırları içinde yer alan örgütlenmelerdir. Öncü müfreze olarak en ileri örgüt olan parti ile, bu kitle örgütlenmelerinin çoğu arasında örgütsel ve siyasi bağ yoktur. Bu kitle örgütleri, partiyle kitleler arasındaki volan kayışlarıdır. Bu örgütlenmeler içinde çalışma yapılmalı ve onlarla bağ kurulmalıdır. İşçi sınıfı ve diğer emekçi sınıflarla bu örgütler üzerinden bağ kurulmalıdır.

 

Parti ayrıca devrim sonrası proletarya diktatörlüğünün aracı rolü oynar. Bugüne kadar devrimin yapıldığı ülkelerde demokratik halk diktatörlüğü ve proletarya diktatörlüğü uygulanmıştır. Devrim öncesi, devrime önderlik eden proletaryanın öncü müfrezesi, yani parti, devrim sonrasında da varlığını devam ettirmiştir. Ancak buradan yola çıkarak proletarya diktatörlüğünü parti ile eş tutmak doğru değildir. Çünkü parti devrime önderlik ettiği gibi, devrim sonrası proletarya diktatörlüğünün yürütülmesinde araç rolü oynar. Diğer bir deyişle parti, proletarya diktatörlüğünün aracıdır.

 

Lenin oportünizme, revizyonizme ve tüm anti-Marksist akımlara tavır almıştır. Burjuvaziye karşı tutarlı ve kararlı mücadele yürüten Lenin, kendilerini “Marksizm”, “devrim”, “sol” vb. kisvelerle kamufle eden anti-Marksist yapılara ve görüşlere karşı da kararlı ve tutarlı ideolojik mücadele yürütmüştür. Yukarıda değindiğimiz 2. Kongre’de Menşeviklere karşı verdiği mücadeleyi, daha sonra ortaya çıkan yanlışlara karşı da yürüttü. RSDİP’in ilk dönemlerinde ekonomistlere, reformistlere, Menşeviklere karşı verdiği mücadele ile parti perspektifini geliştiren Lenin, daha sonra da ortaya çıkan oportünistlere, tasfiyecilere, hiziplere karşı da mücadeleyi devam ettirmiştir.

https://ozgurgelecek51.net/sentez-leninin-parti-anlayisi/

    

Bir Sol Liberal Aydının Ezilen Ulus Milliyetçiliği Eleştirisi

yusufkose@hotmail.com

Ulusal Sorun ve Oruçoğlu'nun Gerici Ulusalcılık Hayranlığı

 Oruçoğlu, devrimci saflara katılmasından bu yana MLM olamadı ve böyle bir derdi ve kaygısı da hiç olmadı. 

Kaypakkaya ile birlikte PDA'dan ayrıldığında da gönlü orada kaldı dense yeridir. Zaten bir çok konuşma ve anılarında, Kaypakkaya'nın „ısrarı“ sonucu ve onu „kıramayışı“ nedeniyle TKP-ML saflarında yer aldığını da belirtir, kendisi.

 Bunun konumuzla ilgisi, Marksizmi-Leninizmi içten benimsememiş, onu burjuvazinin dünya görüşüne karşı işçi sınıfının dünya görüşü olarak ele almamasıyla yakından ilgilidir. Bu nedenle, Oruçoğlu'nun bugünkü görüşleri, salt bugüne ait değil, PDA saflarından kalma düşünce yapısını, kendi içinde tutarlı ve de kararlı bir şekilde sürdürmeye devam etmektedir. Çelişki gibi gözüken şey, kendini, ideolojik içeriğine temelden karşı çıktığı saflarda göstermeye gayret ediyor olmasıdır. Bu, onun çelişkisi değil, onu böyle görmek ve de göstermek isteyenlerin ideolojik tutarsızlıklarıyla doğrudan ilgilidir.

 

 

Oruçoğlu'nda işçi sınıfına bakış açısı, reformist sol liberal ve sınıf uzlaşmacıdır. Ancak, sınıf uzlaşmacılığında, Oruçoğlu'nun terazisinin kefesinde proletaryanın sınıf çıkarları yer almaz, esas olarak gerici ulusal burjuvazinin çıkarları yer alır. Onun “haklı”, “haksız” kavramları içinde, sınıf bakış açısı ve devrimci sınıfın genel çıkarları, dünya sosyalist devrimin genel çıkarları yoktur.

 

 Böyle olunca da, onun “komünistliği”, ayakları yere basmayan, toplumsal sınıf çatışmalarından soyutlanmış bir küçük burjuva hayalci -bu, Avrupa'nın bazı şehirlerine serpiştirilmiş ve burjuvaziye hiç bir zarar vermeyen, tersine, burjuvazinin hoşgörüsünü kazanan- anarşist komünalciliği olarak kendini göstermektedir. Mülkiyete karşı gibi yapar, ama mülk sahibi, ya da bütün ülkenin mülküne el koymak amacıyla hareket eden ezilen ulus burjuvazisinin bu amaçlı mücadelesini, sınıfsız toplum mücadelesi veren sınıftan daha üstün tutuğu için, kutsar. Bu bağlamda da Oruçoğlu, proletaryanın devrimci istemlerine karşı, adeta, arkaik dönemlerin kararlı savunucusu durumuna düşmüştür.

 

 

Önce, Oruçoğlu'nun adı geçen makalesindeki bazı iddialarını alıp işçi sınıfının dünya görüşü olan MLM penceresinden değerlendirelim. Komünistler açısından orta bir yol yoktur. Orta gibi gözüken yollar da genelde burjuva sınıfı tarafına meyil eden düşünce ve buna bağlı olan tavırlardır. Bu nedenle ML nettir. Ve sorunlara tarihsel materyalizm ve diyalektik materyalizm temelinde yaklaşırlar.

 

 

Oruçoğlu şöyle diyor:

 

“Bizim desteğimizi tayin eden şey, harekete önderlik eden sınıfın niteliği değil, hareketin demokratik içeriği ve haklılığıdır. Bu önderlik, kendi direniş sahası içinde komünist partisinin örgütlenmesine müsaade etsin veya etmesin, emperyalizme darbe vursun veya vurmasın bu gerçek değişmez.”2

 

 

Oruçoğlu için, uluslararası proletaryanın büyük öğretmenleri olan Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao bir referans kaynağı olmadığından, onların düşünceleri ve onlardan aldığımız alıntılarla onun görüşlerini eleştirmek, onun kale alacağı düşünce sistematiği olmayacaktır. Buna rağmen, elbette onların düşünceleri ışığında soruna yaklaşacağız. Bizim referans kaynağımız, ne emperyalist burjuvazinin “yeşil kuşak projesi”yle besleyip büyüttüğü gerici, dinci, faşist örgütlerin ideolojik izleri olabilir ne de ezilen ulus burjuvazisinin burjuva ideolojisi olabilir.

https://yusuf-kose.blogspot.com/2024/01/bir-sol-liberal-aydnn-ezilen-ulus.html


 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)