EDİTÖRÜN NOTU: Kısa bir not düşmek gerekirse;
Bizler için şanlı tarihimiz ‘72 Nisan Güneşinin ilk doğduğu gün kadar güncel, sıcak ve yakıcıdır. 51 yıllık belleğimiz gün gibi taze vede bu şanlı tarihe karşı nerede ne söylenmişse yeri ve zamanı geldiğinde tek tek cevap verilecektir. Dünümüzü unutmadık, geleceğimizi kaybetmeyeceğiz. Yazar kitapta geçenlere dair eleştirimizin zamanını değil, eleştiri konusu olanı dikkatine almalıdır. Bizim için 51 yıllık tarihimiz anlık hafızamızdır.
Kaypakkaya geleneğinin mücadelesini konu alan, onun tarihsel birikiminden edebi türde yapılan yapıtlar azımsanmayacak boyuttadır. Bu eserler anı, öykü, şiir ve son yıllarda da söyleşi röportaj biçimiyle okuyucusunun ilgisine sunulmuştur. Kaypakkaya hareketinin önemli bedeller pahasına edindiği geniş emekçi sınıf tabanı ve devrimci hareket içerisindeki haklı konumu itibariyle, bu eserler ilgi çekicidir.
Bu eserden de görüleceği gibi tarihimiz düz bir seyirde
ilerlememiştir. İnişler çıkışlar, yenilgi ve zaferlerle şekillenmiştir.
Karşımıza çıkan engelleri aşmada doğru veya yanlış pek çok pratik
sergilenmiştir. Bu durumun incelenip, doğru olana ulaşmada yardımcı olabilmesi
için en detaylı değerlendirme Muhasebe Belgemizle ortaya koyulmuştur.
Hatalarımızın yetmezliklerimizin, feodal ve küçük burjuva
geri yanlarımızın samimi bir şekilde eleştirel değerlendirilerek, kitlelerin
bilgisine sunulmasından çekinilmemiştir. Bununla da yetinilmemiş tarihimizin
kimi dönem ve olaylarını ele alan çeşitli türde yazınsal eserler teşvik
edilmiş, gerektiğinde materyal sunulmuş ve tanık anlatımlarıyla beslenmiştir.
Bu anlayış eser biçimi ne olursa olsun, tarihi değerlendirmelerden öğrenmenin
ne kadar değerli olduğunun yansımasıdır. Nitekim tarihiyle yüzleşemeyen, onu
bir bütün sahiplenmeyen geleceği de göremez.
Tarihimiz gizli kapaklı bilinmez değildir. Bazı olaylar
birkaç defa kitaplara konuda olmuştur. 90’lı yıllarda bundan payını fazlasıyla
almıştır. Bunda garipsediğimiz şikayet ettiğimiz bir durum bulunmuyor. Sonuçta
her yazar konumlandığı sınıfsal gerçekliği üzerinde ele almaktadır. Bu
çalışmalardan öğreniyor ve öğrenirken doğru ve yanlışı ayırt ediyoruz. Nasıl ki
tarihimizi konu edinme hakkı yazarda varsa, onun anladığı tarihin eleştiri
konusu yapma hakkı okuyucuda vardır. Bizde bu görevimizi M. Ali ESER’in Kırda
Ateş Politik II. İsimli kitabı özelinde gerçekleştireceğiz.
Öncelikle şunu belirtmekte fayda var; tarihimizden
kesitlerin ele alındığı pek çok eserde olduğu üzere, ele aldığımız kitabı
okunmaya değer kılan özellik tarihi ele alıyor olmasıdır. Yazarın şunu bilmesi
gerekir ki ortaya koyduğu eser edebi yeterliliğinden ötürü ilgi görmemektedir.
Bir çalışmaya roman diyerek, onun edebi bütünlüğü sağlanmıyor. Okuyucuyu
yazarında bildiğini düşündüğümüz üzere, kitaba yönelten tarihi kesittir.
M. Ali ESER’in otobiyografik niteliği de olan kitabının konu
edindiği dönem hareketimizin önemli süreçlerinden biridir. 1987 yılında
bölünerek DABK ve Konferans isimleriyle iki ayrı kanada ayrılan güçlerimizin, 5
yıl sonra 1992 de birlik kararı almasının peşine 1993’te gerçekleşen OPK
dönemini ele alıyor. Tek tek bireylerin samimi istemlerine rağmen, bu süreç
doğru değerlendirilmeyerek, birlik sürecinin ilkesiz zeminde ilerlemesi tekrar
parçalanarak sona erdirmiştir. Bu dönem Muhasebe Belgemiz başta gelmek üzere,
pek çok siyasi değerlendirmeye ve farklı edebi çalışmalara konu olmuş ve
olmaktadır.
Bunun olması da
doğaldır. Tarihimizin ele alınışı ne kadar doğalsa onun bireylerin o süreçte
içine düştükleri grupçu, ilkesiz tavırlarını aklamaya malzeme yapılması da
doğal değildir. Tarih bir bütündür. Bireylerin tek başına aldığı ve aldığını
iddia ettiği tavırlara sığdırılamaz. Tarihimizi, değerlerimizi arka fon olarak
kullanarak kendisini aklamaya, paklamaya ve pohpohlamaya yeni bir örnek olarak
M. Ali ESER yeni kitabıyla dahil olmuştur. Bunu da bedel ödemekten bir an dahi
tereddüt etmeyen yoldaşlarımızın üzerinde tepinerek gerçekleşmiştir. Konu
edinmemize de neden olmuştur. Yazarın bu saldırının bir hayli yoğun olması
neden olmuştur.
Devrimcilere Saldırının Dayanılmaz Hafifliği;
Giriş bölümünün ardından kitabın içeriğini inceleyebiliriz.
Kitap gerçekleşecek olan Olağanüstü Parti Konferansı’na (OPK) katılacak olan 2
kişinin konferans alanına yolculuğuyla başlıyor. Okuyunca anlaşılacak ki bu
kişilerden biri yazarın kendisi Atilla, diğeri de OPK bitiminde G. Sekreter
olan kişidir. Yolculuk süresince dikkat çekici biçimde gerçekleşen yazarın iç
konuşmaları gereğinden uzun ve karmaşık olabilir. Bu durum okuyucuyu kitaba
çekmesi ya da edebi kaygıdan ileri gelmiyor. Yazarın kendisini grupçuluk
anlayışından aklama amacından ileri geliyor.
Yazar, yani kitapta belirtilen ismiyle Atilla’nın delegelik biçimiyle başlayan grupçuluktan, kendini aklamak için olmayacak saflık ve madrabazlık sergilemektedir. İstemeye istemeye aldığını iddia ettiği delegenin OPK başlamadan düşürülmesini de nedense doğru olmadığının yönelik başvurmadık teori bırakmıyor. Hatta bu durumun değerlendirilmesinin birlik sürecini tıkayabileceği iddiasını dahi ileri sürebiliyor.
Bu kaygıyla da hareket eden konferans kökenli delegelerin
Atilla’nın haklı olmasına rağmen, tartışmayı uzatmayarak delegeliğinin
düşürülmesine onay verdiklerini iddia edebiliyor. Hâlbuki Atilla’nın delegelik
konusu fazla tartışılmadan, ezici bir çoğunluk tarafından doğru bulunmayarak
düşürülür.
Şunu belirtelim OPK’da 7 DABK kökenli ve 13 Konferans
kökenli delege bulunmaktadır. Alt konferanslarda belirlenen bu delegeler
çeşitli bölgeleri temsilen katılmaktadır. Atilla ise faaliyette bulunmadığı
Karadeniz Bölge Komitesi (KBK) adına delege olarak alana getirilmiştir. Çalışma
yapmadığı bir bölgeden delege olarak OPK’na dâhil edilmesine karşı çıkışların
haklılığı açıktır. Ancak yazar bu açıklığa rağmen, karşı çıkışlar karşısında
olmadık formüller ileri sürerek boşa düşürme gayretindedir. Bu formüllerin o
an’ın sıcaklığında değerlendirilmediği, konuşmadığı bir diğer hayali kurgudan
öte gerçektir. Ancak mesele en başından hatalıdır.
Almış olduğun oyu saymak yerine, olmaman gereken oylamayı neden belirtiyorsun? Sonuçta Atila faaliyet alanı olmayan bir bölgeden, hileyle ve grupçuluk anlayışıyla delege olduğu iddiasıyla OPK’na getirilmiştir. Bu durumda haklı çıkışların sonucunda ‘’delegelik’’ iptal edilmiştir. Bu iptalin nedenini DABK kökenli delegelerin grupçuluğunu ileri sürerek açıklamaya çalışan yazar, nedense yukarıda belirttiğimiz DABK ve Konferans kökenli birleşimden hiç bahsetmez.
Bu durumda gösterdiği üzere konferans kökenli delegelerin onayı
olmadan delegeliğinin düşmesi olanaksızdır. Grupçuluk mantığıyla elde ettiği
delegelik OPK başlamadan sona ermiştir. Yazarın bu noktaya gelinceye kadar
sergilediği tavır, kitapta kendisine yönelik ifade ettiği; “artık yere bırak bu
köylü saflığını taşımaktan yorulmadın mı bunca sene!” dedirtecek kadar
sahtedir.
Bu saflığının gerçek olmadığını kitap boyunca OPK’na delege
olarak katılan ve o alanda farklı görevleri nedeniyle bulunan DABK kökenli
delege ve savaşçılara hakaret, küçümseme vd. saldırısıyla açıktır. Bu
saldırılarının yanı sıra konferans kökenli delege ve savaşçıların DABK
kökenliler rekabetçi şekilde yansıtarak nitelikli gösterme çabası söz
konusudur. Yazar OPK öncesi konferansçı kanat içinde yeralışını, OPK
değerlendirmelerinde yaptığı grupçulukla sürdürmektedir. Kendisiyle birlikte
alana gelen ‘’Hüsnü’’ nün grupçuluğuna, istemeden dâhil olduğunu ispatlamak
için verdiği çaba, DABK kökenli yoldaşları küçümsemeye dönük ifadeleriyle açığa
çıkmaktadır.
Kitabın öne çıkan bir yanı DABK ve konferans kökenli kadrolar arasındaki siyasi, askeri, örgütsel nitelik farklılığını, bir tarafı üzerek bir tarafı göklere çıkararak gösterilir. Bu sorunlar özelindeki kavrayışsızlığın genel bir durum olmasına rağmen, DABK kökenli kadroları sadece hedefe oturtmaktadır. Bu durum bu günde 94 ayrılığına yaklaşımda görmekteyiz. Yazar niteliksiz göstermeye çalıştığı DABK kökenlilerde seçicidir.
Hâlbuki
düşmanlığı tek tek bireylerden yola çıkarak bütünedir. Bu seçiciliğin nedeni de
şuan içinde yer aldığı kolektifin, DABK çizgisinin devamcısı olduğu iddiasıdır.
İncelikli bir işçilikle DABK kökenli kadrolara nefretini kusar, bu amaçla Nihat
‘’Baki’’ ve Cem seçilmiştir. Nihat anlaşılır bir hedeftir. Karşı devrimci
Hücre’nin başı olduğu daha sonraki süreçte açığa çıkarılmış, tepki doğurmayacak
bir isimdir. Ancak kitapta ‘’Baki’’ ismiyle belirtilen yoldaşımızla, Cem yoldaş
neden seçilmiştir.
Roman da ‘’Baki’’ ismiyle tanınan kişi, yıllarca kırsal
alanda mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamak için emek vermiş, önemli görevler
üstlenmekten geri adım atmamıştır. Bu sürede düşmanla pek çok defa sıcak temas
kurmuş ve kararlığından geri adım atmamış yoldaşımızdır. Kırsaldan tedavi
amacıyla çıktığı yurt dışından geri dönüşünde sınırda düşmanın eline geçmiş ve
uzun yılları bulan tutsaklığa hapsedilmiştir. Bu sürede de kendisine verilen
görevleri ağır tecrit koşullarına rağmen sürdürmüştür. Devamında ‘’3. Oturum’’
marifetiyle gerçekleşen darbeden sonra, 2014 yılında yaşanan ayrılıkta
Kaypakkayacı hareket saflarında kalarak, yazarın içinde bulunduğu
darbeci-oportünist çizginin saldırılarının karşısında durarak mücadelesini
sürdürmektedir.
Cem yoldaşımız kitapta açık ismiyle de belirtildiği üzere A.
Rıza SABUR‘dur. Bilindiği üzere Cem yoldaş hazırlığı yapılan 2. Oturuma katılım
için Dersim bölgesine gelen yoldaşlarında içinde olduğu katliamda 16 yoldaşıyla
Mercanlarda ölümsüzleşmiştir. Kırsal mücadeleye katılımı öncesi ve sonrasıyla
ölümsüzleştiği tarihe kadar, kendisine verilen her görevi geri çevirmeden
üstlenen, bu doğrultuda alınmadık görev bırakmayarak, bunu son olarak
ölümsüzleşerek en üst düzeye taşıyan yoldaşımızdır. Bu durumun yanı sıra onun
mücadelesini sahiplenen ailesinin tavırlarından da bahsetmek gerekir. Bu
durumun neden hedef alındığı gösterir. ‘’3. Oturum’’ marifetiyle gerçekleşen
darbe karşısında, Cem yoldaşın mirasının taşıyıcılarından ailesi tavır
göstererek Kaypakkayacı çizgiden yana duruş sergiler. Bu durum karşısında
darbeci-oportünist çizgi sahiplerince aile hedef haline getirilerek yıpratılır.
Bu iki yoldaşımız üzerinden yakın zamana kadar uzandığımız
gelişmeler, yazarın içine yeni dahil olduğu kolektif tarafından DABK kökenli
yoldaşlarımıza saldırılarını görmezden gelme gerekçesidir. Böylece M. Ali
Eser’in yoldaşlarımıza saldırılarına sessiz kalınmakla yetinilmemiş, bu yapı
bünyesinde yer alan yayınevince de kitap basılmıştır. Böylece iki yoldaşımız
şahsında DABK’nin dönem kadroları saldırıya hedef olmuştur. Bu detayı da
belirttikten sonra devam edelim.
OPK Maoist parti tarihimizde çok önemli dönemeçtir. Ancak
sonradan yapılan bazı değerlendirmelerden de anlaşıldığı üzere yeterince
bilince çıkarılmamıştır. Bu değerlendirmelerin muhatapları daha çok dönem
koşullarını göz ardı eden, kişileri öne çıkaran ve grupçu bakış açısından
sıyrılamayan tarzda anlayış getirilmiştir. Bilinmelidir ki birlik süreci OPK
öncesi başlayan bir gelişmedir.
1987’de ayrılan iki kanat 91 yılını 92’ye bağlayan kışlık
üslenme sürecinde birlikte hareket etme kararı başlatarak birlik komisyonunun
kuruluşuna imza atılır. Bu doğrultuda merkezi kadrolardan tutalım faaliyet
alanlarının belirlenmesine kadar iki kanattan temsilciler atanarak, görevliler
tayin edilir. Birlik komisyonu ve merkezi yürütme DABK ve konferans kökenli
kadrolarca şekillenir. 92 faaliyet dönemi Birlik Komisyonu’nun belirlediği
görevlendirmeler çerçevesinde ilerlemiş ve 93 baharı için OPK görevi önlerine
konulmuştur. Yazar ve beraberindeki delegeleri alanda karşılayan ilk birliğin
sorumlusu Cem yoldaştır. Yazar bu karşılaşmada Cem yoldaşın yüz ifadelerinden
tutalım tavırlarına kadar pek çok olumsuz, karalayıcı tespitte bulunuyor.
Öncelikle 92 yılının kışlık üstlenmesinde yaşanan
gelişmelerden kısaca bahsedelim. Pülümür ve Munzurlar da bulunan iki üstlenme
yeri ve çevresi düşmanın saldırısına uğrar. Kitapta bu bilgiye sahip olsakta,
saldırı maksatlıdır. Bu gelişmelerden kaynaklı önemli kadro ve savaşçılarımız
yıldızlaşmış ya da sakatlanarak mücadeleden kopmak zorunda kalmıştır. Bu
kayıplardan kaynaklı alanda demoralizasyon ve tahribat söz konusu olsa da yazar
hiç dile getirmez. Sanki hiç böyle bir süreç yaşanmamış gibi alanda bulunan
yoldaşlar duygusuz birer kaya gibi resmedilir. Yazarın OPK nedeniyle bulunduğu
alanda, 3-4 ay önce yaşanan bu gelişmelerin sohbet konusu olmadığını görüyoruz.
Yazarın keyifle kendisini ayrıcalıklı bir yere koydurttuğu emperyalist İsmail
ve Alev ile sohbetlerinde, bu kayıplar ve kışın yaşanan süreç konu edilmez.
Eşyanın tabiatına aykırı bir durum.
Çok önemli kadrolar ya ölümsüzleşmiş ya da sakatlanarak mücadeleden kopmak zorunda kalmıştır. Ancak sohbet konusu değildir. Veyahut bu sohbetler gerçekleşmiş, kitabın amacı dışına değerlendirilerek konu edilmemiştir. Böylesi bir durumun şehirden kırsal alana gelenler tarafından sohbet konusu yapılmaması olanaksız. Taş olsa çatlar denecek süreç yaşanmıştır.
Yazar Cem’le ilk karşılaşmasından sayfalarca olumsuz
kötümser değerlendirmede bulunmak yerine, üstte belirttiğimiz gelişmeleri de
dikkate alarak anlayışlı, iyimser yorumlar yapmak yoldaşça olandır. Fakat yazar
merkezine kendisini koyduğu nesnellikten uzak bir değerlendirmede bulunuyor.
Dünya yansa umrunda olmayacak şekilde bakıyor. Ardına sıraladığı Cem’in
davranışlarına yönelik olumsuz tespitleri yerine, nedenine ilişkin baş başa
oturup sohbet etmeyip, otuz yıl sonrasına taşımak samimi değildir. Yazarın
kendisine zorlama bir şekilde hedef alarak seçtiği Cem yoldaş ise yanlış bir
tercihtir. Bulduğunu sandığı cevher suya
atıldığında eriyen cinstendir.
Yazarın kitaptan bir bölümde unutamadığını ifade ettiği Cem yoldaşın güler yüzü yıllar öncesinde kalmamış, onu tanıyan pek çok yoldaşının da hafızasındadır. Yoldaşlarına karşı samimi, fedakarca yaklaşan ve naif yüreği davranışlarıyla açığa çıkan yoldaşlarımıza saldırmayı yazar kendisine hak görebiliyor. Yoldaşımızı Suriye ve Rojava Kürt halkının katili Esad’a benzetebilecek kadar kendini kaybeden bilinç zehirlenmesi yazar yaşıyor. Yanlış anlamadığınız yazar; “bu fotoğraf karesi, yıllar önce gazetelerde görüldüğü, Hafız Esad’ın yana dönerken çekilmiş ünlü görüntüsü ile neredeyse aynıdır.
Zihinin nasıl olurda böyle bir oyun oynadığını anlamasa da, Cem’le göz göze
gelişi, canlanmış o resimle göz göze gelmiş hissi yaşattı. Tek farklılık Cem’in
yıllar öncesinden aklında kalan gülüşünün bozulmadan tekrar etmesiydi.” (S.78
diye aktararak ona göre oyun olan benzetme bize göre yıldızlara
saygısızlıktır.) Arap, Kürt vd. halkların katili Hafız Esat, ömrünü devrimci
mücadeleye adamış ve bu uğurda ölümsüzleşen yoldaşımıza benzetiliyor. Teşbih,
benzetme yönetimi roman ve öykü yazımında sıklıkla başvurulur. Yazar bu yöntemi
birbirine zıt karakter ve anlayıştır. İki kişiyi bir araya getirerek
kullanıyor. Bedel ödemekten bir an dahi geri adım atmayan ve bu uğurda
yıldızlaşan yoldaşımıza karşı hoyratça, kendini bilmez şekilde
kullanabilmiştir. Yazar benzetme yaptığı Esat’ın görüntüsüyle 30 yıl sonra bile
eşleştirebiliyor. İçindeki nefret ve düşmanlığın geldiği boyutun bir örneğini
M. Ali Eser sunuyor. Hayattayken bunu yapmaya cüret edemedim, ölümsüzleştikten
sonra yapayım dercesine saldırmıştır.
Yazarın saldırıları, hakaretleri sadece bununla da sınırlı
değildir. OPK süresince bulunduğu alanda, başına gelen en kötü anıların sebebi
olarak da sürekli biçimde ifadelerini bulacağız. Yazarın anlatımlarına bakınca
Cem bencil, halden anlamayan, suratsız, duygusuz, kindar vs. vs. diye uzayan
iyice iyiye dair hiçbir nitelik barındırmadan devrimci mücadeleye katılan
biridir. Yazar Cem’in durduğu yerin tersine aktarımlar yaparak okuyucuyu ona
karşı kinlenmeye teşvik ediyor. Yazar ne kadar karalamaya da çalışsa bizler
için Cem yoldaş, 1. Oturumun coşkusunu, halayın başında kendisinden geçercesine
kutlayan, yoldaş canlısı olarak kalacak. Yazarın Cem yoldaşa ifadelerine
geçelim.
‘’Cem onu (Atilla) tanımazdan geliyordu, karşılaşınca şu
anda ayaklarını donduran kar gibi soğuktu.” (s.51) Yazar bu cümleyi kurarken
bir an olsun, Yel Dağı yolculuklarını ayakları donarak atlatabilen
yoldaşlarımızı göz önüne alıyor muydu? Kustuğumuz nefretin boyutunu iyi anlamak
için hissedebilmek önemlidir. Karşımızdaki taş değil, eti ve kemiğiyle kendini
mücadeleye katandır.
Devam edelim; (Cem) “dinlenecek misiniz diye sormadan, su ve
yemek ihtiyacının olup olmadığını sormadan… ‘Hadi yürüyoruz’ demişti. (s.52)
“…eğer Cem bildiğim sesin sahibi ise niye bu kadar soğuk davranıyor? Sorusunun
cevabını bulmak stresi, midesine soğuk metalden bir kütle olarak asılıp
kalmıştı ve bu his Atilla’nın bütün tadını alıp götürdü sanki.” Bu ifadeler Cem
yoldaşla karşılaşmaları üzerine yapılan yorumlardır. Aktardığımız bölümlerden
anlaşılacağı üzere yazar da kötümser bir bakış hakimdir. İyi niyetli küçükte
olsa bir değerlendirmeye rastlanamaz.
İlk karşılaşmanın bu derece abartılı kötümser verilmesi,
sonraki yorumların da ne derece incitici olacağının habercisidir. Yazar su
ihtiyacını dile getirdi de, içemez misin denildi? Bu nasıl saldırı nesnesi
arayışıdır. Halk ordusu erlerinden bahsediyoruz, karşınızda faşist Türk ordusu
bulunmuyor. Munzurların Erzincan köylerine bakan, herhangi bir noktasından kamp
alanı arasındaki mesafe abartılacak uzaklıkta değildir. Yazar günlerce aç ve
susuz yürümüş esirler gibi, bu meseleyi saldırı meselesi haline getirmiştir.
Şunu da belirtmekte fayda var inandırıcılıktan yoksun. Kendisi de dahil 4
delege karşılanıyor. Ve biride bu durumu eleştirmez? Diğer delegelerden alana
ilk defa gelmeyenlerde var. Bu durumu ifade edebilirler.
Devam edelim; “Cem’in tavrı başka bir şey söylüyordu;
bambaşka bir şeydi. Birbirleriyle karşılaşmış iki hak yolcusunun karşılaşırken
ki nezaketinden, kültüründen daha geriydi” oldu olacak yazar düşman gibi
karşıladı diyebilirdi. Farklı bir anlam çıkmıyor. “Cem, yabancıydı ve
yabancıları alıp, ortaklaşa kurulacak divana oturmaları için karargahına
götürüyordu.’’ (s.53) Bu tekrar eden yoldaşlıktan, devrimci bakış açısından
uzak olumsuz bakış açısını kitap boyunca okurun kinlenmesi istenircesine
okuyoruz. Yazarın amacı bu olmalı, başka türlü bu ifadeler neden otuz yıl sonra
kitaba konu edilir.
‘’Cem’in bu tavrını gördükten sonra ağzını açacak en küçük
bir istek kalmamıştı” (s.131) 4-5 saat önce ilk temas ettiği Cem’in tavrı ve
söylem şaşkınlıktı” (s.82) Cem yoldaşa saldırıların yanına “Baki” ismiyle
belirtilen yoldaşımıza saldırılar eklenir; “Cem’in ve Baki’nin tavırlarından
beri, sorarken de birşeye cevap verirken de bir temkinlilik tavrına girdiğini
fark etti”. (s.131) Anlaşılan yazarın çocukluktan kalma psikolojik sorunu gün
yüzüne çıkıyor. Bilinç altına yerleşen çocukluktan kalma baskılama Cem ve
“Baki” tarafından, tetiklenerek yazarı içine kapatıyor. Bu paranoyakça düzeye
gelen yaklaşım gösteriyor ki “Baki” ve Cem yazarın üst beynine yerleşiyor ve
onu yönetiyor. Düşmanın karşısında işkencelerde onurlu direnişini yere göğe
sığdıramayan yazar, “Baki” ve Cem’in tavırları karşısında suspus olduğunu iddia
ediyor. Bu nasıl devrimci niteliktir ki yoldaşları karşısında sinik hale
kendini getiriyor.
“Duygusaldı, tepkiliydi. Ve Cem’le karşılaştıktan şimdiye
kadar ki bu iki gün boyunca gördükleri bir insanın on yılda gördüklerine eşit
şeyler olarak birikmişti sanki’’ yazar bir ayda ne yaşamış olabilir ki? Aslında
bir ayda değil iki kısa günde yaşamış. Acaba 1993’te zorlu kış şartlarında
yerleri açığa çıkan Pülümür barınağından güvenli bir alana zorlu ve uzun
yolculukla ulaşmaya çalışan 48 yoldaşımızdan biri miydi? Kardelen Hareketi
sürecinde, Maoist Parti’ye sızan ajanlar açığa çıkarılırken, yoldaşlar arasında
kendiliğinden gelişen güven erezyonunu tersine çevirmek için çabalayan
yoldaşlardan biri miydi? Bir Dersim Yetmez Hedef Bin Dersim olmalı! şiarını
rehber edinerek Karadeniz’e ilk defa ayak basarak bölgeyi tanımaya çalışan
birliğin üyesi midir? Hiçbiri tabi. Mücadele tarihimizi kendi romantizminin
malzemesi yapmaya çalışan, tükenmiş bir kişiliktir.
Yazar ardı ardına Cem yoldaşla ilgili iddialarda bulunuyor.
Ancak nedense karşılamaya gelen birliğin diğer üyelerinin adını bile anmıyor.
Hafızasında Cem’in yüz mimiklerini saklayabilen yazar, birliğin diğer
üyelerinin ismini vermekten neden çekiniyor? Doğru olmayan ifadelerinin açığa
çıkmasını engellemek istiyor. Abartarak verdiği iddialarını, iradi
mücadelelerle değiştirme olanağı söz konusuyken, otuz yıl önce yapmadığı
sohbeti bugün karalama malzemesi haline getirmiştir.
Çünkü sorun olarak gösterilenler, somut koşullara ait
olmayıp otuz yıl sonrasının saldırı malzemesidir. Cem yoldaşa ilişkin olarak
değineceğimiz son konu; bir ay yazarın kaldığı Dersim’de kamp alanından başka
bir yere çıkmayan askeri anlamda hiçbir tecrübe sahibi olmayan yazarın,
hüznünün OPK (G.S) ağzından Cem yoldaşın komutanlığının sorgulanmasıdır.
(Atilla) “Ulaş nitelikli bir yoldaş gerillanın sevgilisi gibi dedi. Evet öyle
diye onayladı Hüsnü.
‘Konferans sürecinden
beri gözlemledim; bana Sovyet romanlarından anlatılan kızıl ordu kişiliği
hatırlattı.’ Bir de Cem’e bak diyen Hüsnü’nün dudaklarında acıyla karışık bir
sırıtma oynaştı. ‘Yılların kadroları ama Ulaş’taki esnekliğin alçak
gönüllülüğünün zerresine sahip değiller’ diye (Hüsnü) ekledi” (s.327) Okuyucu
şu yanılgıya kapılmamalı “Hüsnü”nün ağzından bile bazı ifadeler verilse,
yazarın dimağının ürünüdür. “Zerresine sahip değiller” diye çoğul kullanılan
ifade dönemin DABK kökenli komutanlarıdır. Grupçuluğun açık ifadesidir. O
zerresine sahip olmayan dediklerinizin pek çoğu yıldızlaşmıştır.
Cem yoldaş paramparça
edilmiş geriye kalan bedeniyle ailesine ve yoldaşlarına emanet edilmiştir. Bu
mücadelenin sizin gevezeliklerinizle mi örüldüğünü sanıyorsunuz? Size kalsa
yazı yazarak devrimcilik yapılırdı. Kadro vasfına sahip olan iki yoldaş, hadi
varsayalım bu sohbet gerçekleşmiş; biri OPK sonrası Maoist partinin en üst
görevine atanıyor, diğeri 1 No’lu Askeri
Bölge Yürütmesi DBK’na atanıyor. 1 aylık gözlemleriyle yazar bizden yani
okurdan, Cem’i yaftalamamızı istiyor. Yazar genel bir sorun olarak karşımıza
çıkan meseleleri, tek tek kişilerle açıklama hastalığını burada da sergiliyor.
Biz dönem askeri kadrolarının yeterli beceriye sahip olduğunu iddia etmiyoruz.
Muhasebe Belgemizde de belirtildiği üzere geride kalan zaman
zarfında, hareketimizin en önemli zaafı Halk Savaşını kavrayış yetersizliğidir.
Yazar genel bir sorun olan bu duruma, grupçuluk mantığıyla Konferans
kökenlileri yeterli göstererek, karşı taraftan da tek tek bireylere yıkarak,
genel bir sorunu çözümsüzlüğe itiyor. Burada anlatmak istediğimiz ne Ulaş ne de
Cem yoldaşın askeri anlamda istenilen yeterlilikte olmadığıdır. Çünkü genel bir
yetersizlik söz konusudur. Birilerini ya da bir tarafı ezip diğerini ya da
diğerlerini yüceltecek bir durum söz konusu değildir.
Ayrıca yazar gerçekçi yorumdan da uzaktır. Cem yoldaşla 1
aydır bir arada ve askeri hiçbir pratiğe girilmiyor, ancak Ulaş kampın son
günlerine yetişiyor ve o kısacık gözlemle niteliklerini açığa çıkarıyor.
Öncelikle yazarın bakış açısıyla ortaklaşmadığımızı belirtelim. Komutanlık
niteliği askeri kabiliyetle sınırlı değildir. Ayrıca siyasi yeterliliğinde yanı
sıra ilerlemesi gerekir. Yazarda da olduğu üzere bu konumdaki yoldaşların
sadece askeri kabiliyeti dikkate alınmıştır. Bu da kavrayışsızlığı derinleştiren
bir unsur yaratmıştır. Ancak M. Ali ESER bunlara bakmaz.
Onun için önemli olan güler yüzlü karşılama, yoldaşça
kucaklaşma, su içmesine engel olmama vs. vs. yazar için devrimcileri karalamak
bu kadar basittir. Ancak bizim sahiplendiğimiz MLM anlayış ve değerlendirme
yöntemi bu değildir. İçinde nasıl bir zehirden irin birikmişse yazar kusuyor.
Askeri veya siyasi hiçbir değerlendirmede bulunmadan, Cem yoldaşın ve genelde
DABK kökenlilerin yetenekleri sorgulanıyor.
Elbette bu nitelik sorgulanabilir. Ancak doğru çerçevede
olmalıdır. Yerden yere vurduğu Cem kendisine verilen her görevi ikiletmeyen, en
zorlu süreçlerde en önde görev alabilen, kırsal mücadelenin yürütüldüğü Dersim,
Karadeniz ve Amed’ te görev alabilmiş sayılı yoldaşlardan biridir. Siz
kendinizi bu pratiğin karşısında düşmanca şekilde konumlandırıyorsunuz.
Geliştirici, dönüştürücü değil yıkıcısınız. Devrimci mücadeleyi kendinizi
pohpohlama, temizleme ve romantizm sahası mı sanıyorsunuz? Sizin gibiler Kaypakkaya
geleneğinin mirasını tüketmekten, ona zehir kusmaktan başka bir anlayışa hizmet
etmez. Grupçuluk zihniyeti içine sıkışmış M. Ali ESER, varlığını bedel ödemiş
devrimcilere saldırmakla sürdürüyor.
(DEVAM EDECEK)
BİR TÜKENİŞİN ADI: MEHMET ALİ ESER (2)
6 Eylül 2023
Devrimcilerin Ölümüne Susamış Düşkünlük
Cem yoldaşa ilişkin saldırıları ele aldıktan sonra, kitapta
“Baki” ismiyle tanıtılan yoldaşımızla alakalı aktarımlara değinelim.
Yoldaşımızın bilinen ismiyle değil, farklı bir isimle tanımlanmasını anlamakta
zorlandık. Nitekim farklı kitaplarda aynı olay anlatılmış ve bilinen ismiyle
tanımlanmıştır. Yani okuyucunun tanımadığı bir kişi değildir. İsim
değişikliğinin nedenini görebildik. Yazarın “Baki” ismi ile tanımladığı
yoldaşımız kitap boyunca en fazla saldırıya uğrayandır. Sahte bir isimle
karakter tanımlanınca, bu kişi hayaliymiş gibi düşünülerek, ağzına ne geliyorsa
sınırsızca kullanmıştır yazar.
Yoldaşımız 45 yıldır Kaypakkaya hareketinde mücadele
veriyor. Yazarın kitabında ölmesini dahi isteyecek kadar ileri gittiği
yoldaşımız, düşmanın tüm imha operasyonlarında, ki mi zaman yaralı olsa bile
çıkmayı başarmıştır. Yazar mermi sıkmadan komutanların olması gereken
niteliklerini düşünürken, yoldaşımız çatışmadan çatışmaya bu nitelikleri
öğrenmeye çabalıyordu. Bu mücadelesini 24 yıldır tutsak olduğu zindanda tecrit
ve tredmana karşı direnerek sürdürmektedir. Yazar kullandığı ifadelerde hiç
olmazsa bu durumu görerek saygı gösterebilseydi.
Öncelikle “Baki” ismini neden tercih ettiği üzerinde
duralım. Muhasebe Belgemizde belirtildiği üzere, I. Konferans süresinde ‘RS’
hizbi açığa çıkar. İki farklı ismin örgütlediği bu hizbin içindekilerden biri
Baki İşçi’dir. Bu kişi hareketimizde ‘savaş ağalığı’ çizgisinin bilinen ilk
ismidir. Yine yazarın kitabında Baki ismiyle tanımladığı yoldaşımız da “Savaş
ağası” zemininde oturmaktadır. Bu niteliklere uygun isimle yoldaşımızı
yaftalayarak, aklı sıra yazar, amaçladığı noktayı pekiştirme niyetindedir. Böylece
I. Konferans öngünlerinde ortaya çıkan savaş ağası Baki, 1993 OPK’nda farklı
bir bedenle karşımıza çıkarılmak istenir. Yazar kendi çapını açığa vururcasına,
yüz yüze yapamayacağı hakaretler ve suçlamalarla yoldaşımızı nitelemiştir.
Devrimci anlayışa sahip olmak zihniyetin dönüşümüdür. Bu
davranışta, ilişkilerde ve kullanılan dilde meydana gelmesi gerekli, temelden
bir dönüşümdür. Devrimci mücadeleden bir an dahi olsa geri durmayı
düşünmeyenlere hakaret etmek asla değildir. Var olduğunu düşündüğümüz hatalar
karşısında yapılması gereken, nesnel olanla yetinen eleştiri yürütmektir. Ancak
Cem yoldaşımızdan sonra bu defa “Baki” ismiyle tanımladığı yoldaşımıza da bunun
aksine yönelim gösterir.
O halde “Baki” ismiyle tanımladığı yoldaşımızla alakalı
bölümlere geçebiliriz; “sofranın çemberi tamamlanmışken… ‘haydi başlayın’ diyen
kişi ise kuru kaba gülüşüyle ikide bir sol göğsüne asılı duran telsizin
mandalıyla oynarken adeta ‘ben buranın hakimiyim ’ havasındaki kişi; Baki’ydi…”
İlk defa geldiği bir alanda, henüz tanıştığı yoldaşa hiç hoş
olmayan gözlemler. “Baki” o dönemin ve sonraki sürecin değerli ve tecrübeli
kadrolarından biridir. Önemli çatışmalar ve pusulamalar içinde yer almış ve
yönetmiştir. Savaşı savaşarak öğrenmenin somut örneği olmuştur. Yazarın dikkat
çektiği üzere “Baki” sürekli bir şekilde telsiz mandalıyla oynuyorsa hem bu
niteliklere aykırı hem de onlarca birliğe kumanda eder kurmaylığa erişmiştir.
Bu iki durumun da gerçekliği söz konusu değildir. 90’ların başı 2000’lere göre
telsiz önemli bir iletişim aracıdır. Ancak bu duruma rağmen kendisini yemekten
alıkoyacak sıklıkla telsiz kullanımı olanaksızdır. Sabit bir noktada ve önemli
bir toplantının yapıldığı alanda sürekli şekilde telsiz kullanımı mantıklı
gelmiyor. Bu alanda güvenliği takip edecek pek çok yoldaş var. Anlaşılan
gürültüsü ve gülüşünü beğenmediği “Baki” ye, yazar telsizi de fazla görmüş.
Daha ilk andan başlayarak yoldaşlarına karşı böyle aşağılayıcı düşünceler
besleyen birinin yoldaşlık ilişkileri sevgisiz ve geridir.
Devam edelim; “yakasına monteli telsizle arada bir muharebe
yapan Baki’nin konuşmaları, geldiğinden beri dikkatini çekiyordu; lakayt ve
alaycıydı karşı taraftakiyle. Atila, bu gözlemlerini sentezleyince ‘Karargah
komutanı Baki’ dedi içinden.(s.82)
Öncelikle yazarın “Baki’ye” yaklaşımı paranoyaklık boyutuna
ulaşmış görünüyor. Kitap boyunca göreceğiz ki kalabalık bir ortamda, başka
kimseyi böylesine adım adım takip etmemiştir. Yazar öznel düşüncelerini
okuyucunun sorgulamadan kabulleneceğini düşünüyor. Bu gözlemler kamp gününün
ilk gününe ait. Ciddi bir önyargı sıkıntısı var ve nasıl parçalanacağı
şüphelidir. Aslında görünen o ki yazar, süreci bugünden bakarak
değerlendiriyor. Bu nedenle haksız ve nesnellikten uzak yargılarda bulunuyor.
Dönemin ruhuna inemiyor, roman yazmak kolay değil. Amaç edebiyat olmadığı için
de yazar sübjektif değerlendirmelerle romanını boğuyor. Henüz sohbet bile
etmediği, yargılarını bile tahminlerle oluşturan yazar, bunları hoş olmayan
nitelemelerle besliyor. Kendisinde sık sık bahsettiği üzere yeni mücadeleye
katılan biride değil.
Yanlış düşündüğü meseleler üzerine yoldaşlarıyla sohbet
edilecekken, bunu yapmaya tenezzül bile etmemiştir. Çünkü hayali olaylar
yaratıyor. “Lakayt ve alaycı” deniliyor ama nasıl bir sohbette bunu yaşadığı
muammadır. Yazarın amacı çamur at izi kalsın olduğu için, buna gerek duymuyor.
Elbette bu özellikleri “Baki” taşıyabilir, ancak bu nu somut bir şekilde ortaya
koymak iddia sahibinin de sorumluluğudur. Yoksa tersinden bu ifadeleriniz,
yakıştırdığınız özellikler sizlere giydirilir.
Gelelim apoletlileri gelir gelmez tespit etmek talaşınıza.
Yazarın ilginç bir sentezleme anlayışı var. “Lakayt ve alaycı” o halde karargah
komutanı şu. “Karargah komutanı” arama yöntemi de vardığı sonucun hatalı
olacağını gösteriyor. Tahminlerle apoletlileri aramak yerine, merakınızı
giderebilmek için sorabilirdiniz. Hepsi yoldaşınız, neden ilk elden sorumlu
düzeyde yoldaşınızı arıyorsunuz. Kendinize “Hüsnü” de olduğu üzere ahbap olarak
onlarımı görüyorsunuz? Belirtelim “karargah komutanı” “Baki” değil. Yazar roman
boyunca böyle yansıtsa da “karargah komutanı” Nihat’tır.
30 yıl geride
kalmasına rağmen, geniş kitlelerin okuruna sunulan bir kitapta, bu bilgiyi
edinmeye bile gerek duymamışsa, kitaptaki bilgilerin gerçeklikle uyumu
sorgulanır. Daha önce bahsetmiştik, bir yıl önce oluşturulan Birlik Komisyonu
Nihat’ı Genel Komutan olarak belirlemiş, “Baki” ismiyle tanımlanan yoldaşımızı
da Genel Komutanlık altında örgütlenen Amed Bölge Komitesi komutanıdır. Bu
nitelikler OPK öncesi niteliklerdir. Ayrıca şu durumu da gözden kaçırmayalım bu
kişiler ve diğer yoldaşların almış olduğu görevler, DABK ve Konferans kanatları
temsilciliklerinden oluşan, Birlik MK’sı tarafından belirlenmiştir. Orada
bulunan kadrolar sadece şu tarafın ya da bu tarafın sorumlusu değildir.
Bir başka bölümden devam edelim; “Baki’nin yanında
oturuyordu. Telsiz konuşmaları şifresiz ve açıktı… Baki, telsizle konuşmasının
bir yerinde… gelirken Cemal ağaya da uğrayın, ona bırakılan bir roket atar ve
iki adet roket var; onları alıp getirin deyince. Atila adeta şok olmuştu…
kimseden ses çıkmayınca Atila…; yoldaş telsizlerin dinlendiğini bilmiyor
musunuz? Bu kadar açık konuşmak riskli değil mi? deyiverdi… Baki’den aldığı
cevap açık bir azar ve terslemeydi; ‘Ne bıra bıra, daha yeni geldin, dilin de
çok uzun senin ha!” Dikkat çeken, ilginç bir diyalog olduğu açıktır. Tarihimizi
konu alan ve dönemi de içine alan pek çok farklı eser yazılmıştır.
Ancak askeri anlamda
bu kadar ciddiyetsiz ve güvenliği görmezden gelen bir tutum anlatılmamıştır. En
azından biz karşılaşmadık. Bırakalım “Baki” ismiyle tanınan yoldaşımızı,
herhangi bir yoldaşımızın böyle güvenlik kaygısı taşımayan pratiğini ne gördük
ne de okuduk. Ha kaza döneme tanıklık eden yoldaşlar da “Baki”ye atfedilen bu
pratiği okuduklarında şaşıracaktır. Yazar “Baki”yi her yönüyle olumsuz bir
kişilik olarak okura gösteriyor. Şaşırıyoruz, kesintisiz 12 yıl kırsal alanda
bulunan birinin, bu kadar olumsuzluk içinde olup da son ana kadar sorumluluk
düzeyinde bulunmasına. Yazar bu durumu neye göre açıklıyor. Sıradan bir
savaşçının bile yapamayacağı pratiği, tedbirsizliği “karargah komutanı Baki”
nin yaptığına inanmamız isteniyor.
Oldu olacak tüm teçhizatlarmızı düşmana teslim edelim.
“Karargah komutanı” bunu yapabiliyorsa, yeni katılan birinin neleri
yapabileceğini düşünmek bile istemiyoruz. Bu anlatımdan çıkan iki yönlü göz
göre göre gerçekleşen güvenlik zafiyeti bulunuyor. İsmi açık şekilde belirtilen
ve hayatta olmayan Cemal Ağa o dönem risk altına sokulmuştur. Cemal Ağanın iki
oğlunun telsiz görüşmeleri sırasında
-OPK delegeleri olmaları nedeniyle- kamp alanında olması gerekiyor.
Onlardan biri yazarın askeri anlamda öve öve bitiremediği “Zeki” dir. 2 oğlu
mücadele içinde olan ya da sıradan bir köylü böyle açık şekilde düşmana yem
edebilir mi? Anlaşılan bu kurguya inanmamız isteniyor. Diğer bir risk altında
olanlar da roketleri almak üzere görevlendirilen yoldaşlardır. Bu arada o dönem
bölge de bulunan birliğin sorumluluğunu Lenko yapmaktadır.
O halde “Baki” telsiz görüşmesini Lenko yoldaşla
yapmaktadır. Açık bir şekilde alan belirtilerek yapılan bir konuşma iddia
ediliyor. Bu iki yoldaşın böylesi bir görüşme yapacağını yazar bize
inandıramaz. Ha keza yazar kitabında Lenko yoldaşı da överken buna inanmamız
isteniyor. Düşmanın bu görüşmeden yola çıkarak durumu lehine çevireceğini bu
yoldaşlar tahmin etmiyor mu? O dönemim komutanlığı bunu dikkate almayacak kadar
ciddiyetsiz mi? Yazar, sıradan bir savaşçının dikkat edeceği bir meselede
üzerinden bilgiçlik göstererek, özelde DABK kökenli genelde ise tüm bir kırsal
gücü hedefe koyduğu görülüyor.
Elbette köylülerden
belirtilen konuda yardım istenir. Tartışılan bu değil. Ancak böylesi bir
tedbirsizlikten sonra köylülerden gönüllü olarak yardım istenebilir mi? Yazar
ne yazdığının, ucunun nereye uzanacağının farkında değil. 4 ay önce kışlık
üstlenme alanlarında yaşananlara rağmen, böylesi bir tedbirsizlik yaşanabilir
mi? Düşman operasyonlarının en yoğun olduğu süreçtir. Atila’nın bildiğini
partizan nasıl bilmiyor? İnandırıcılıktan uzaktır. Bununla da sınırlı değil.
Atila iddia edildiği üzere “Baki” den yoldaşlık kültürüyle ilişkili olmayan bir
tarz da yanıt alıyor.
Öyle ki OPK için alanda bulunan delege vd. savaşçıların
bulunduğu kalabalık bir ortamda verilen yanıt, sadece Atila’yı şok ediyor ve
diğerleri normal karşılıyor. O dönem en nitelikli kadrolarının bulunduğu bir
ortamda dikkat çekmiyor. Dar bir alanda ve açık yapılan bir konuşma nasıl
dikkat çekmez. Atila’nın duyduğunu bir kişiden fazlası duyması gerekir. Yazarın
ifade ettiğine göre “Baki”, ilk defa karşılaştığı ve sohbet dahi henüz
yapmadığı yoldaşına “dilin çok uzun” diyor.
Sıradan bir toplantı arifesinde değiller. Birlik OPK’sı
yapılıyor. Böylesi bir ortamda delegelerden biri diğerine yakışıksız şekilde
yanıt veriyor. Bu belirttiğimiz nesnel durum göz önüne alınınca yazar
inandırıcılıktan uzaktır. Yöresel bir üslupla da inandırıcılık katılmaya
çalışılsa da, bu lümpen dil gerçeği ifade etmiyor. Yazar görünen o ki Muhasebe
Belgemizde eleştirisi yapılan, kısmi boyuttaki yoldaşlık ilişkilerinde yaşanan
lümpen, geri yoldaşlık ilişkilerine tavır açıklamalarına dayanarak “Baki” üzerinden
bir kurgu yapıyor. İnandırıcı olmaktan uzak bu kurgunun yaratılmasına neden
olan lümpen dilin sahipleri farklı kişilerdir. Yazar yanlış kişiye yönelmiştir.
Bu bilinen pratiklere dayanarak inandırıcı olabileceğini düşünen yazar, sonuca
gelerek yargılıyor; “bu azarlayıcı dile, bu kibre, bu egemen, tepeden inmeci
tavra hazır olacak bir ortamdan gelmiyordu.” Gelmiyordu da neden bu tarzı
eleştiri konusu yapmamış. Alanda kendisinin de övdüğü pek çok nitelikli kadro
bulunurken, neden gündeme getirmiyor.
Ayrıca bu tavırlarla karşılaşmadığını iddia ettiği alandan
yalnız o gelmiyordu ya, herhalde bu durumda hiç olmazsa o yoldaşlar Atila’yı
haklı bulabilirdi. Yazar öyle bir ortam yaratıyor ki güvensiz, yoldaşlık
ilişkilerinin olmadığı, bilgisiz ve cahil bir toplulukla karşılaşıyoruz. Bu
türden davranışlar yazarın ifadesiyle; “devrimciliğin dışında her şeye benzeyen
susturucu, içine kapatıcı bir tarzdı” (s.82). Bu tarza sessiz kalmanın da
yazarı farklı bir yere koymadığı bilinmelidir. 30 yıl sonra iddia ettiği “dilin
çok uzun” lafına inanmamızı bekliyorsa, önce kendisinin tavırsızlığını
açıklasın.
Yazar. 92 birliğine ilişkin ya da farklı konular üzerine
daha sonradan yapılan olumsuz değerlendirmelere dayanarak, kurgusal olaylar
yaratarak inandırıcı olacağını düşünüyor. Ancak sorunları kişilerle açıklayıp,
çözümü onları hedefe koyarak ve bunu da DABK kökenli kadrolara yapmak, Muhasebe
Belgelerimizle çelişir. Muhasebe Belgesi kişilerin hatalarını öne çıkaran bir
anlayışla değil, kolektif; bir bütünü ele alan bir anlayışa sahiptir.
Çözüm bu şekilde sağlanacaktır. Kişilerle ve gruplarla
sınırlayan anlayış, çözümsüz, yıpratıcı geriletici bir tarzdır. Kolektif
bilincin gerilediği durumda tek yanlı, öznel tavırlar ortaya çıkar. M. Ali
Eser’in hatalarının kaynağı da bireysel, bencil bakış açısının hakim olmasıdır.
Kendi başına tarihi yeniden yazarken içinde bulunduğu kolektif yapıya
yaslanmaktadır.
Devam edelim; “Karargaha gelen yoktu örneğin. Birbirleriyle
sohbet edenlerin de birbirlerini dinlemedikleri, anlaşılması zor bir görüntü
değildi. Baki bilindik lakayt, üstenci ve kaba tavırlarıyla telsiz
görüşmelerine devam ediyordu.” (S.83) Nasıl bir yoğunluktur ki telsiz
görüşmeleri sürdürülüyor. Yazar, düşman hareketliliği dinlemek için takip
edilen telsiz görüşmeleriyle, yoldaşların birbirleriyle gerçekleşen telsiz
görüşmelerini iç içe veriyor olması gerekiyor. Yazarın anlattığı gibi bir
yoğunluğun yaşanması olanaksızdır.
Ayrıca yazar, anlaşılan kimseyle de sohbet etmiyor. Herşeyi
bırakmış çevresinde olup biteni takip ediyor. Ona göre bulunduğu alanda hiçbir
şey yok. Orada kendisi de dahil samimiyetsiz bir toplam var. Aslında yazar ne
dediğini bilmeyen, ben merkezci bir anlayışa sahiptir. “Gülen yoktu örneğin”
deniyor. Ancak ilerdeki sayfalarda neşeyle anlattığı Alev’le yaptığı sohbetleri
de kendinden kaynaklı bir durum olarak gösteriyor olmalı. Nasıl bir “karargah”
beklentisi vardı da gelen olmayışı üzdü. Bu durumun inandırıcılığı zayıfta
olsa, kışlık üstlenme alanlarında yaşanan kayıpların yaratacağı moral düşüklüğü
de gözönüne alınmalı. Ancak yazar buna vurgu yapmıyor. Onun niyeti insana
yabancılaşmadan doğan ilişkilere vurgu yapmak. Böylece yoldaşlarımızı ruhsuz,
insani duygulardan uzak göstererek saldırıyor.
Yazar dönüp dolaşıp yine “Baki”ye geliyor. Nedenini
derinlerde aramaya gerek yok. İçinde bulunduğu Konferans çizgisindeki
yoldaşlarını övücü sözlerin dışında ifade kullanmayan yazar, saldırılarını
“Baki” ve Cem üzerinden DABK çizgisine yapıyor. Yazarın “Baki” üzerinden
saldırılarına devam edelim; “Baki her gün birçok kez telsiz muharebeleri
yapıyordu hala. Bu muharebelerden birinde ‘bra bra daha bitirmediniz mi?, sizin
iş yapmanız da TC askerlerinin iş yapmasına benzemeye başladı; kırk kişi bir
yumurtayı taşıyamıyorsunuz ha! dedikten sonra yaptığı espirinin kıymetli
olduğunu düşünmüş olacak ki, at kişnemesine benzer bir edayla gülmüştü” (S.
123)
Nasıl bir benzetme “at kişnemesi”, bu kadar çok mu “Baki”den
nefret ediyorsunuz? Tam bir düşmanlaştırma söz konusudur. Telsizden böyle uzun
uzun görüşmeler gerçekleştirmek, bulundukları alan için hiç normal değil.
Yazarın teksiz görüşmelerine ve “Baki”ye takıntısı da, malum “Baki”ye
yakıştıramadığı komutanlık, onun bilgi yetersizliğini göstermeye yönelik
iddialarıyla perçinlenmek isteniyor. Birkaç gerillanın katıldığı bir sohbet
kurgulayan yazar, sohbetin konusu olarak hem ekonomi-politik hem de askeri meselelerle
ilgilenen komutan olur mu? olarak belirlenmiştir. Tartışma konuları şaşırtıcı,
yazarın tuhaf bir tartışma konusu fantezisi var.
Ancak “Baki”ye saldırmasının hafifliği yine karşımızdadır.
Yazarın aktardığına göre, “Baki” bilgisizliğiyle sohbete düstursuz girer;
“Emperyalist İsmail’e kalsa Lenin’de gerilladır” dedi.” (S. 128) “Baki” bu
cümleyi Mao’nun hem ekonomi hem de askeri sorunlarla ilgilenen askeri komutan
olduğunu iddia edenlere karşı olduğunu vurgulamak için ifade eder. Maoist savaş
örgütünde komutanlık yapan birine yapılan bu yakıştırma fazlasıyla ileridir.
Doğrudur dönem itibariyle Maoizm kavrayışı düzeyi her iki taraf içinde geçerli
olmak üzere yetersizdi. Bir tarafın diğerine göre bir adım önde olması
yeterlilik değildir. Ancak yazarın burada yaptığı açık bir iftiradır.
Mao’nun hem ekonomi
hem de askeri katkılarını, çözümlemelerini bilmeyecek bir komutanın Maoist bir
savaş örgütünde olabildiğini yazar iddia ediyor. Kendisi de bu iftiralarına
inanıyor mu? Bu sadece kişiye değil, onu bu düzeye taşıyan kolektif bilince de,
son olarak Birlik Komisyonu’na da saldırıdır. Yazarın özelde DABK genelde de
tüm kırsal gücün siyasi düzeyini geri gösterme amacı bulunuyor. Mükemmeliyetçi
bakış açısıyla yaklaşarak, eleştirilerimizde haklılık payı aramıyoruz. Yazar bu
bölümde ve farklı yerlerde şehirden gelen kendisi gibi “nitelikli” kadrolarla
“bilgisiz savaş ağalarının” egemen olduğu DABK kökenlileri karşı karşıya
getiriyor. Bunu gerçeklerden kopuk yapıyor.
Romanda yazar bu defa “Baki”ye yönelen saldırılarını,
köylülerin sohbetlerinin normal bir konusu gibi verme amacı var. “Baki” bu defa
köylülerin ağzından hedeftedir. Bu köylülerden biri Cemal Ağa’dır. Daha önce
Cemal ağadan kısa da olsa bahsetmiştik. İki oğlu mücadele içinde olan Şahverdi
köyünde yaşayan bir köylüdür. Cemal ağayı ele alırken iki oğlunun niyeliği
dışında değerlendirmek gerekir. Bir diğer köylü karakter Kötü Hızır ismiyle
tanımlanır. Şimdi Kötü Hızır ve Cemal ağa üzerinden gerçekleşen saldırılara
bakalım.
Mehmet Ali Eser’in Cemal ağa ve Kötü Hızır arasında sunduğu
sohbetin konusu ve amacı, Pülümür barınağında yaşanan kayıplar ve sorumluluğun
tek başına sorumlu “Baki”ye yüklenmesidir.
Pülümür barınağının açığa çıkmasından, yaşanan kayıplara
kadar yürütmenin elbette bir sorumluluğu vardır. Ancak yazarın yaptığı gibi tek
tek bireylere saldırı ve yıpratma amacı taşıyan değerlendirmelerle ders
çıkarılamaz. Sorumluluk bir anlamda tekrar edilmemesini sağlayan ödevi ifade
eder. M. Ali Eser bu sürece Cemal ağa karakteriyle değinirken, ipin ucunu
fazlasıyla kaçırır. Kötü Hızır ve Cemal ağanın Pülümür barınağı üzerine kitapta
geçen sohbete bakalım.
Daha önce Atila’nın ağzından duyulan “Baki”ye saldırılar
Köyü Hızır’la devam eder. “Beni elçi olarak tayin eden komutanın adı Baki’ydi
elleri öpülesi, sadece kendi dili var zanneden karşısındakinin edeceği sözü hiç
merak etmeyen, köşeli şapkalı sert bir adama benziyordu.” (S.183) Yazar Kötü
Hızır’ı Cemal ağaya kurye olarak “Baki”nin gönderdiğini iddia ediyor. “Baki”
nasıl bir komutan ki kendisinden hiç hazzetmeyen, dedikoduyla karalayan birini
kurye olarak kullanıyor. Halbuki o süreçte yoldaşlar köye kurye vasıtası
olmadan rahatça uğramaktadır. Kötü Hızır’a ulaşanlar, Şahverdi’deki Cemal ağaya
da ulaşır. Ancak mesele “Baki”ye saldırı olduğu için, yazarın hayali bir
karakterle dimağını ortaya çıkarmaya ihtiyacı vardır.
Yazarın sıklıkla başvurduğu “Zeki” ve “Baki” arasındaki sözde rekabeti, “Zeki”nin Cemal ağanın oğlu olması nedeniyle tekrar tekrar yinelendiğini görüyoruz. “Zeko’nun komutan olduğu birlikte savaşçı düşse düşse ya kurşunla yada bombayla düşer toprağa icabında, Baki ne anlar zatürreden, donmuş el ayak görmediğinden O sıcak göbeğini okşayıp yayılan yayılan gülmesini bilir ha!” (S. 183) Aktardığımız bu cümlenin Cemal ağanın gerçekte kullandığı yanılgısına düşülmemelidir. Biz Cemal ağayı değil, onu kendisine aracı yapan yazarı eleştirilerimizin karşısına alıyoruz. Yaşadığımız kayıplar çok önemlidir. Bunu görmezden gelemeyiz. Ancak bu yaşananları tek kişinin yetenekleri ve yetmezlikleri ile açıklamak doğru değildir.
Bunu yapanlar acıdan
beslenenlerdir. Gerilla gücünün ilk defa karşı karşıya kaldığı bir gelişme söz
konusudur. Yol üzerinde kaybedilenler ve varılan yerde kaybedilen yoldaşlarla
ve mücadeleden kopmak zorunda kalan gazilerimizle buz gibi bir cehennem
yaşanmıştır. Beklenmedik böylesi bir olayda yoldaşların çabalarını görmeden
olumsuzlukları ve yetersizlikleri köşe taşı yapmak yolumuzu açmaz. Yazar Yel
Dağı’nda yaşananları ve daha önce aktardığımız kimi durumlardan yola çıkarak
“Baki”nin edindiği konumu haketmediği fikrinin altını aymazca doldurma çabasındadır.
Ona göre “Baki”den daha iyileri varken, onun komutan yada genel komutan olması
hatalıdır.
Bunu Cemal ağaya da söyletir; “bir komutan savaşçısını
bilgisizlikle kaybetmişse, orada onun komutanlığı biter…Zatürreden savaşçısını
kayıp veren bir komutan olsa olsa Dersim köylüsüne kulak asmayan, onları bir
gün olsun dinlememiş akılsız bir komutandır ha dedi.” (S.185) Yazarın Cemal
ağanın ağzından verdiği bu sözler daha önceki saldırılarının devamıdır. İkinci
ve üçüncü ağızlardan dinlediği Cemal ağa hakkındaki bilgisi de hayallerden öte
olmasına rağmen bu cümleleri yakıştırabiliyor.
Yazara göre Pülümür barınağının açığa çıkmasından sonra
yaşanılanlardan dolayı “Baki” dahil o süreci yaşayan tüm komutanlar görevden
alınmalıydı. “Askeri kurmay” tek yanlı ele alışıyla sorunu kökten çözdüğünü
düşünüyor. Bu kişi OPK sonrası DBK’nde görevlendirilir. Bu görevde beri dönüp
dolaşıp aynı noktadan saldırılarını sürdürüyor. Cemal ağa; “komutan Baki’nin
iki gerillayı zatürreden kurban etmesine hiddetlendi” (S. 185) “Parti
savaşçılarını komutana verirken, onları zatürreden öldürsün diye vermez” (S. 186)
Yazar bununla da yetinmez, hayal ürünü anlatımlara başvurur; “Baki köylü
konuştuğu zaman dilini keserim derken elindeki silaha güvenerek bunu
söylüyordu”. (S. 186) Kurulan Halk Mahkemesinde köylünün fikrinin alınmadığı
iddiasında bulunur. Oldu olacak Halk Savaşı köylüye karşı veriliyor denilsin.
Yazar düşmanın anti-propaganda tarzına alet oluyor. “Baki”nin sorumluluğunda,
köylülerin katılımıyla Şahverdi’de bir toplantı yapıldığı doğrudur.
Bu toplantı Yel Dağını aşarak önce Birmanlara daha sonra
Şahverdi’ye geçen “Baki” komutasındaki birlik tarafından yapılır. Yoldaşlarımız
büyük bir badire atlatmıştır. Ancak yoldaşlarının henüz bilgisi olmadığı
Munzurlarda bir üslenme alanının çevresi de bombalanmıştır. Yoldaşlar bombalama
seslerini almış olsa da, nerenin bombalandığını bilmemektedir. Şahverdi
köylüleriyle yapılan toplantının konusu da Munzurlarda yaşanan bu
bombardımandır. Daha sonra yapılan keşiflerde üslenme alanının çevresinin
gelişi güzel bombalandığı, barınağın isabet etmediği de anlaşılmıştır. Bu
barınakta bilindiği üzere Cemal ağanın oğlu “Zeki”de vardır.
Cemal ağada oğlunun o barınakta olduğunu bilmektedir. Bombalanan yeri bildiği için yoldaşlara, barınağın bombalandığını anlatıyor. Bunun sorumlusu olarakta düşmana barınağın yerini köylülerin verdiğini iddia ediyor. Yani aynı köyde bulunan tüm köylüleri düşmanla işbirliği yapmakla suçluyor. Ancak böyle bir suçlamanın doğru olmadığı yapılan görüşmelerden netleştirilir. Bombalamalardan da anlaşılacağı üzere yer tam olarak hedef alınmamıştır.
Ancak Cemal ağa ikna olmamıştır. Bu toplantıda
da köylüler yoldaşlara, “siz buradayken bize böyle davranıyorsa, sizin
yokluğunuzda neler yapar düşünün” diye uyarıda bulunur. Bu aktarım kitapta
yoktur. Yaşanan gerçeklerden aktarıyoruz. Cemal ağa köyünde sözü geçen, kimi
zaman köylülere haksız uygulamaları olan da biridir. Ancak M. Ali Eser ya bu
durumdan haberdar değil, yada aktarmak işine gelmemiştir. Köylülerin uyarısı
üzerine yoldaşlar, Cemal ağayı rencide etmeden uyarır. Köyden ayrıldıklarından
sonra her hangi bir pratiğe girişmemesi istenir. Oğlu mücadele içinde olan birine
“dilini keserim” gibi bir ifade kullanılabileceğini yazar nasıl umuyor. Burada
anlatımları yazarın hayal ürünüdür.
(DEVAM EDECEK)
EDİTÖRÜN NOTU: Kısa bir not düşmek gerekirse;
Bizler için şanlı tarihimiz ‘72 Nisan Güneşinin ilk doğduğu
gün kadar güncel, sıcak ve yakıcıdır. 51 yıllık belleğimiz gün gibi taze vede
bu şanlı tarihe karşı nerede ne söylenmişse yeri ve zamanı geldiğinde tek tek
cevap verilecektir. Dünümüzü unutmadık, geleceğimizi kaybetmeyeceğiz. Yazar
kitapta geçenlere dair eleştirimizin zamanını değil, eleştiri konusu olanı
dikkatine almalıdır. Bizim için 51 yıllık tarihimiz anlık hafızamızdır.
BİR TÜKENİŞİN ADI: MEHMET ALİ ESER (3)
12 Eylül 2023_1993 OPK/GÖRSELLER
Tarihi Çarpıtmakta
Düşülen Hafiflik
Önceki sayfalarda değinmiştik, şimdi Pülümür barınağı
sürecine biraz daha detaylı eğilelim. OPK’na gelmeden evvel, geride kalan kış
sürecinde Dersim’de iki kışlık üslenme alanından birinin yeri tespit edilerek
-Pülümür- karadan, diğeri -Munzurlar- gelişi güzel çevresi havadan bomlalarla
operasyona uğrar. Bu nedenle her iki barınakta terk edilir. Pülümür
barınağından yoldaşlar güvenli bir bölgeye çekilmek için uzun ve yorucu bir
yürüyüşe çıkar.
Bu sırada gelişmeleri kısaca aktaralım. Pülümür barınağına
yakın Poncilas köyünde düşman iki gün kalmış ve yoldaşlarımızın orada
bulunduğuna emin olunca, hem karadan hem de havadan operasyon başlatılmıştır.
Ancak düşman hareketliliğini yakından takip eden yoldaşlar, operasyon
başlamadan son gece Yel Dağı istikametine doğru hareket ederek, düşman
karşısında avantajlı, bölgenin yüksek noktalarını tutarlar. Yoldaşların yüksek
noktalarda konumlanması neticesinde düşman helikopterleri bombalama ve indirme
olanağı bulamaz.
Böylece düşman sadece
karadan yönelerek uzun namlulu silahlarla ve havanla operasyonu sürdürür. Bir
gün süren çatışma sonrasında yoldaşlar kayıp vermeyerek, güvenli bir alana
ulaşmak üzere uzun ve yorucu bir yola çıkar. 2 yoldaş daha yolculuğun başında
ölümsüzleşirken, Doktor Hüseyin Yel Dağı aşılarak ulaşılan Birmanlar köyü
sınırında ölümsüzleşir. Köye vardıktan sonrada durumları ağırlaşan 3 yoldaş
daha ölümsüzleşir. Böylece 6 yoldaşımız ölümsüzleşmiştir.
Köyde hayatını
kaybeden yoldaşlarımız, tipi ve soğuğun etkisiyle zatürreden hayatını
kaybetmiştir. 48 kişilik birliğin yarıya
yakını yoldaşta donmalar neticesinde uzuvlarını kaybederek sakat kalır ve
mücadeleden zorunlu olarak kopar. Aynı kış üslenmesi döneminde, Munzurlarda 15
kişilik barınağın çevresi havadan rastgele bombalanır. Bunun üzerine birlik
üyeleri, bulundukları alana yakın Munzurlarda üslenen diğer yoldaşların bulunduğu
barınağa doğru hareket eder. Bu yolculuk sonunda bir kadın yoldaş hariç hepsi
diğer üslenme alanına ulaşır.
Üslenme alanına ulaşamayan kadın yoldaş, nedeni konusunda
netlik olmamakla birlikte, intihar etmiştir. Ayakları bu yolculukta donma
noktasına gelen yoldaşlara ilk müdahaleyi vardıkları barınakta yoldaşlar
yaparlar ve sorun yaşamazlar. Bu barınakta sorumlu Nihat’tır. Ayrıca Özkan
(Cafer Cangöz), Savaş (Cüneyt Kahraman), Cem (Ali Rıza Sabur) gibi yoldaşlarda
bu barınaktadır.
Pülümür barınağının sorumlu kadrosu kitapta “Baki” ismiyle
tanıtılan yoldaşken, Munzurlarda açığa çıkan barınağın sorumlu kadrosu Yılmaz
(Yusuf Ayata) yoldaştır. Kitapta “Zeki” ismiyle tanıtılan kişi de bu barınakta
olmasına rağmen esas sorumlu değildir. Ayrıca “Zeki” Askeri Komisyon (AK)
sekreter yardımcısı olarak Birlik Komisyonu tarafından görevlendirilir. AK
sekreteri İsmail Bulut’un Karadeniz’de ölümsüzleşmesi üzerine bu görev otomatik
olarak “Zeki”ye devredilir. “Zeki”nin AK sekreterliğine rağmen sorumlu yoldaş
barınakta Yılmaz yoldaştır.
Pülümür barınağındaki sorumlunun “Baki” olduğunu açıkladık,
ancak bu durumu biraz daha açalım. Pülümür barınağı yerinin belirlenmesi ve
hazırlanması aşamasında “Baki”nin hiçbir şekilde dahili bulunmuyor. Birlik
Komisyonunun görevlendirmesi üzerine 1992 faaliyet dönemi için Amed Bölgesi
örgütlenir. Bu birliğin komutanı “Baki”, yardımcı komutan ise Lenko yoldaştır.
Amed Bölgesine hareket eden birlik üyeleri kış üslenmesini Mazgirt’te geçirir,
birlik öncesi Konferans kanadında yer alan 7 kişilik birliğe ulaşır. Bu
birliğin komutanı Volkan’dır. Bu birlikten Barbara, Doktor Hüseyin gibi
yoldaşların bulunduğu 3-4 kişi Amed Birliğine dahil edilir. Geri kalan Mazgirt
birliği Ovacık’a hareket eder. Amed Birliği de görev alanına hareket eder.
Bu birliğe yol boyu yardımcı olacak, geçiş hatlarını tarif
edecek bir kişi Birlik Komisyonu tarafından görevlendirilmiştir. Konferans
kökenli bu kişi belirlenen randevu yerine gelmemiştir. Buna rağmen Bingöl
içlerine kadar gidebilir yoldaşlarımız. Ancak Amed’e gözü kapalı bir şekilde
ilerleyerek birliğin tümden imha riskini göze almayan yoldaşlar, Dersim’e geri
döner.
Amed Birliğinin geri
dönüşü kış hazırlıkları sürecidir. Yoldaşlara öncelikle Munzurlarda kışı
geçirmeleri bilgisi gelse de, bu durum son anda değiştirilerek Pülümür Alt
Bölge Komitesinin hazırladığı barınağa yöneltilirler. Bu barınakta birleşen iki
komitede Bölge Komitesi düzeyinde sorumlu olan “Baki” otomatikman Pülümür
barınağının da sorumluluğuna gelir. Yürütmenin diğer üyeleri Lenko ve barınağın
hazırlığında görev alan Alt Bölge Komitesi sorumlu komutanı Ali Haydar ve Şerif
yoldaştır.
Anlaşılacağı üzere “Baki” barınağa sonradan gelmiştir. Ancak
bu durum yaşansa da Pülümür barınağının sonradan karşı karşıya kaldığı sorunlar
tek bir kişiye yüklenemez. Barınağın hazırlığında bulunsun yada bulunmasın bu
durum değişmez. Ayrıca yaşanan gelişmelerden aktardığımız üzere kaybın en aza
indirilmesi için yoldaşlar ellerinden geleni yapmışlardır. Kolektif bir
örgütten bahsediyoruz, karşı karşıya kalınan olaylar üzerinden olumlu ve
olumsuz her tür pratik bütün göze alınarak değerlendirilir. Yazarın üstüne basa
basa vurguladığı üzere “Baki” yada başka bir kişiyle sınırlı değerlendirme
komünist parti anlayışı değildir.
Pülümür barınağının bulunduğu alan Dersim’in en yoğun kar
yağışı alan bölgelerinden biridir. Kış şartlarında açığa çıkan barınakta 48
kişi bulunuyor. Pülümür barınağının açığa çıkması ve sonradan yaşanan
gelişmeler hareketimizin ilk defa karşılaştığı bir olaydır. Böylesi bir
tecrübesizlikle yoldaşlar, sağ selim güvenli bir alana ulaşmak için zorlu bir
yola çıkar. Kışın ortasıdır, gerilla tecrübesi olmayanlar için ahkam kesmek,
suçlamalar getirmek kolaydır.
Devrimci mücadeleye gönül vermiş hiç kimse kayıp yaşanmasını
istemez. Yoldaşlarda bunun için canla başla birbirine tutunmuş, muazzam bir
yoldaşlık örneği sergilemişken, kayıplar üzerinden tüm bir sürece gözleri
kapatmak yapıcı değil, yıkıcıdır. Doğayla verilen mücadele ne o günle sınırlı
kalmış, nede sona ermiştir. Partizan mücadelesi veren bir devrimci hareket,
doğanın gazabı karşısında da bedel ödemiştir.
Bu durum karşılaşılacak olumsuzluklarla mücadele de asgari
bilgiye sahip olunmasına rağmen gerçekleşmiştir. Savaşı savaşarak öğrenen bir
hareketiz ve Uzun Yel Dağı Yürüyüşü de bunun bir parçasıdır. Düşman kurşunuyla
yıldız düşmekte, doğanın zorluğu karşısında yıldız düşmekte önlenebilir
olanakları içinde barındırmakla birlikte, savaşın içinde yaşanabilir
gerçekliklerdir. Hiçbir kitapta bedel ödemeden mücadele kazanılır denilmez,
yazmaz. Hedefe gidilen yolda, hesapta olmayan kayıp ve yenilgilerle karşılaşmak,
öngörü sahibi devrimcilerin bilebileceği bir durumdur.
Ancak kayıpları gereğinden fazla büyütüp, geride kalanları
yıpratma aracı olarak kullanmak gelişimi değil, yenilgiyi kalıcılaştırmaktır.
M. Ali Eser bu yolu izliyor. Alınan kayıplardan tekrar yola çıkabilmenin gücünü
elde ettiğimiz oranda mücadeleyi geliştirebiliriz.
Sadece kayıplarımızı öne alarak yapılan değerlendirme,
Partizan birliğine bir bütün saldırıdır. Halbuki 48 kişilik bir Partizan
gücünden bahsediyoruz. O halde ÇKP’nin Uzun Yürüyüşüyle verdiği kayıpları göz
önüne alırsak, Mao Zedung’un bir daha asla sorumluluk almaması gerekirdi. Böyle
olmadığı için deneyimler başarıya taşındı. Karşımıza çıkan engeller ve kayıplar
gerilemek için değil, daha güçlü ilerlemek için deneyimlerimiz olduğunu M. Ali
Eser anlamıyor.
Her türlü zorluğa rağmen, 48 kişilik gücün esası sağ selim
süreci atlatmıştır. Ancak M. Ali Eser gibiler hata, yenilgi ve kayıplardan
beslendikleri için Partizan savaşına yanancılaşmayı derinleştirerek yönünü
düzen içine kırmıştır. Pülümür barınağı daha olumsuz sonuçlanabilirdi. O uzun
ve yorucu yürüyüş göze alınamayarak barınak mevcudu tümden imha da olabilirdi.
Ancak o zorlu şartları yaşamayanlar için edebiyat yapmak kolaydır. Pülümür
barınağı sonrası yaşananlar üzerine belirteceklerimiz buraya kadar.
Daha evvel kitapta “Baki”ye yönelen aşağılayıcı
hakaretlerinin fiziksel görünüm ve davranışları üzerinden gerçekleşenleri
aktarmıştık. Yazar bu hakaretlerine Cemal ağanın ağzından devam eder; “yani
aynen öküz gibi de olsa” (S. 90) “Baki zaten öküzün tekidir” demek geçmişti ama
söz, gerilla komutanlarının hepsine değer diye, son anda cümleyi böyle
tamamladı.” (S. 185) Aslında hakareti işaret ettiği kişilere yazar yöneltiyor.
Özellikle DABK
kökenli komutanlar yazarın gözünde “öküzden” farksızdır. Ne derece cümlesini
yutmaya kalkarsa kalksın yazıya dökülmesi ile düşünce arasında fark vardır.
Verilen emek, mücadele kararlılığı yazarın gözünde öküzlüktür! Devrimci
mücadeleye saygısı olmayanın ne özgüveni nede kendisine saygısı olur. Yazar
bunun tipik bir örneğini oluşturmaktadır. Kendi çapsızlığını hakaret ederek
genişletmeye çalışıyor. Son süreçte karşı karşıya bulunduğu sağlık sorunlarının
etkisiyle mi olacak, gitmeden ağzıma geleni söyleyeyim diyen bir M. Ali Eser
ile karşı karşıyayız. Sağlığı bozulan kalbini daha fazla kirletmemesini tavsiye
ediyoruz.
Yazarın buraya kadar “Baki”ye yönelen saldırılarının son ve
vurucu ifadesini Kötü Hızır karakteri üzerinden yaparak, zıvanadan çıkar; “ama
sen sen ol, kamil olmaya bak elleri öpülesi; Baki ölüme aç da, zalimin ona
acıktığı gün gelmeyecek mi? Onun da mevtasının kalkacağı gün gelir elbet. O gün
açılan yara da kapanır açıldığı yerden; dökülen kanda kesilir sızdığı arterden”
(S.186) Yazar görüldüğü üzere vidayı, somunu bir bütün gevşetip atmıştır. İflah
olmam dercesine ifade kullanmıştır. “Baki”nin ölümünü isteyecek kadar düşmanca
dilini kuşanmıştır.
Bu istemini hayali bir karakter üzerinden vermekle kendisini
işin içinden sıyıramaz. Kendi biyografisinin de bir dönemini işleyen yazar,
yeni karakter ve olaylarla romanı kurgulamaktadır. Karakterlerin diyalokları
kendi fikri dünyasıdır. Yazar romanlara kadar dökerek istediği “Baki”nin ölümü
gerçekleşmemiştir. Bir devrimcinin ölümünü isteyecek kadar çaptan düşmüştür.
Yoldaşımız yıllarca gerilla alanında verdiği mücadeleyi, zindanlarda direnerek
sürdürüyor.
Yazarın “Baki” özelinde yaptığı son saldırı OPK sonrasına
ilişkindir. “Baki” OPK sonrası Genel Komutanlık görevine getirilir. Bu durumu
Atila şöyle değerlendirir; “daha üzerinden 5 ay geçmemiş iki ayrı gerilla
barınağı bombalanmıştı. Bu bombardıman sonucu barınaklardaki birliğin
yarısından fazlası savaş dışı kalmıştı. Bu birliğin komutanı da konferansta
komutanlığa terfi ettirişmişti. Üstelik bu kişi Yel Dağından beri sıradan ve
kaba tavırlarıyla kadro özellikleri göstermeyen en dikkat çekici kişilerden biriydi.
İyi bir savaşçımıydı bunu da bilmiyordu.” (S.281) Aktardığımız bu pasajda
ismini anmakta imtina ettiği kişi yazarın kan davalısı “Baki”dir. OPK sonrası
oy birliği ile, dikkat edilsin “Baki” Genel Komutanlığa seçiliyor. Yazar iki
ayrı barınak bombalanıyor diyor, ancak sanki diğer barınak sorumlusu da “Baki”
gibi cümleyi kuruyor. Öznelcilik var. Ne kadar ciddiye aldığı açık.
Bu olayları konu edinmesinin tek nedeni de “Baki”ye saldırı
aracı olarak kullanmaktır. Yazar “Baki”nin Genel Komutan olmasından
rahatsızdır. Kitap boyunca kamp alanında olayın tanığı olan yoldaşlarda dahil
olmak üzere hiç kimseyle sohbetini yapmadığı barınaklarda yaşanan olaylar,
“Baki”nin atandığı görevde gündeme gelir. Yazarın samimi olmayan
değerlendirmesi kindar, zehir kusan bir şekilde “Baki” üzerinden DABK’ ni hedef
almaya devam ediyor. Düşürülen delegeliğinin izini kapatmaya çalışırken,
devrimcileri yıpratmak istiyor.
Daha önce karşılaşmadığı, tanışma imkanı bulmadığı ve aynı
alanda faaliyet yürütmediği birinin niteliklerini 1 ay gibi kısa bir zamanda,
toplantılardan ibaret görüşmelerden değerlendiriyor. Bu değerlendirmelerini de
zorlama bir şekilde olumsuzlukla ifade ediyor. Şu bilinmeli ki, yazar alanda
bulunduğu süre zarfında hiç kimseyle gerçek anlamda siyasi tartışma ve sohbet
gerçekleştirmeden tespitlerini yapıyor. Ayrıca yazarın meselelere bakışı da
sorunludur.
Dört dörtlük kadro arayışı içerisindeki yazar, diyalektik
gelişime aykırı duruyor. Kadroların niteliğini eleştirirken, olması gereken
düzeyin zaman içinde gerçekleşebilmesini destekleme amaçlanır. Komiser Memo
isimli romanda geçen karakterlerden komutan Rapo’yu örnek alalım. Siyasi
seviyesi geri olan komutan Rapo, zaman içinde bu durumu aşar ve komiser
Memo’nun intikamını da alır. “Hüsnü” ile yad ettiğiniz Kızıl Ordu kişiliğinden
bir örnek. Yazar birilerini Kızıl Ordu kişiliğine ulaştırmadan önce kendisi bunun
için ne kadar çabalıyor onu ele almalı. Yazar kendi niteliklerini geçmişe
giderek anlatma kabiliyetini, olumsuzluk aradığı “Baki” ve Cem’de neden
gerçekleştirmiyor.
Yazar Genel
Komutanlığa atanan “Baki”nin de geriye dönülüp bakıldığında ne kadar deneyimli
olduğunu göremeyecek kadar gerçeklere kördür. Birilerini eleştirmeyi kendimizde
hak görebilmek için, olması istenen noktaya ulaşmak için kendi çabamızı da
samimi şekilde ele almalıyız. M. Ali Eser aldığı yaş itibariyle kendisini
deneyimli bir devrimci olarak düşünebilir. Ancak yıllar devrimci niteliği
geliştirdiği kadar onu söküp atabilir de . Yazara göre “Baki” 5-6 aylık Partizan
olmalı. Başkada bu değerlendirmelerden farklı bir anlam çıkmıyor.
Yazarın barınak bombalama değerlendirmeleri için ortaya
attığı bir iddia var. Konferans bu olayların tek tek değerlendirileceği bir
organ değildir. Oldu olacak tüm çatışma, kayıp ve yenilgilerimizi buraya
taşıyalım. Anlaşılan o ki yazara 1 aylık katiplik yeterli gelmemiş, 1 ay daha
bu görevi yürütme arzusundadır. Şu bilinmeli ki, Yel Dağı süreci, öncesi ve
sonrasıyla her çatışmada olduğu üzere değerlendirilmiştir. Bu değerlendirme
kendisinin de OPK sonrası atandığı DBK inisiyatifinde gerçekleşmiş ve bunun sonucunda
da bir değerlendirme açıklanmıştır.
Yazarım özelde DABK kökenli kadrolara saldırdığını,
grupçuluk yaptığını ve kitabıyla da 30 yıl sonrasına taşıdığını belirtmiştik.
Bu saldırılarını işbirlikçi-ajan nitelikleri daha sonraki yollarda da açığa
çıkan Nihat üzerinden de yapmaktadır. DABK’ ni Nihat’tan ibaret, onunla
özdeşleştiren bir tutuma yazar sahiptir. Ona göre Nihat DABK’dir. DABK’de
Nihat’tır. Kitaptan aktaralım; “her şeyin hakimi benim pozundaki Nihat’ın
tutumları gözünün önüne geldi” (S.194) “Nihat birleşen kanatların birinin, Zeki
ise diğerinin askeri politik kurmayı olarak kabul edilen kadroydu” (S.210)
“delegeler arasında ‘kel’ diye anılan kişi…’Nihat yoldaşa katılıyorum, tartışma
yeterlidir’ demesi, zincirleme bir reaksiyon yarattı.
Ayrılık öncesi DABK grubundan gelen delegelerin tümü, kel
delegenin bu katılıyorumuna peş peşe katılmaya başladı”(S.97) “Daha ilk günden
net olarak hissettiği tek şey, Nihat’ın buranın otoritesi olduğuydu”(S.94) vs
vs diye uzayan ifadelerle Nihat ve DABK eşleştirilmektedir. Nihat’ın öne
çıkarılmasında 1996’da Kardelen Harekatının hedefi olan Karşı Devrimci
Hücre’nin (KDH) başı olmasının etkisi vardır. Yazar bu nedenle Nihat özelinde
yapmış olduğu yorumlarda, nesnel şartlardan hareket ederek değil de, KDH sonrası
yapmış olduğumuz açıklamalara dayanarak bir Nihat profili ve hareketimizin
içindeki rolünü kurgulamaktadır. Yazar, iddia ettiği üzere, dönemi olduğu gibi
OPK sürecinde tanıdığı, gözlemlediği Nihat’ı değil de, sonradan yaptığımız
açıklamalarımızla kurguluyor. Nihat’ın açığa çıkan karşı-devrimci niteliğine
yaslanmanın rahatlığıyla, onun üzerinden hareketimize saldırıyor.
Muhasebe Belgemizde açıklandığı üzere Nihat’ın o dönem
kadrolarımız üzerinde kurduğu bir etki söz konusudur. Ancak bu durumu tam bir
biat olarak resmetmek doğru değildir. Nihat, kadroların bir kısmının ve
savaşçıların alt edemediği nüve halindeki feodal, küçük burjuva yanlarını
besleyerek etkisini güçlendirirken, bu duruma karşı toldaşların geliştirdiği
karşı mücadele de görmezden gelinemez. Hareketimiz içinde yaşanan tartışmalarda
MLM kanadının Nihat’a karşı muhalif duruşu görülür.
Bu muhalefet yetersizlikler taşıda da, onu hiç yokmuş gibi
algılamak onun gerçek niteliğinin açığa çıkarılmasına giden süreci anlamamak
anlamına gelir. Nihat OPK toplantısından 1 yıl önce gerçekleşen Birlik
Komisyonu’nun atadığı Genel Komutan ve MK üyesidir. Nihat DABK kökenli
olabilir, ancak OPK’na Birliğin Genel Komutanı ve MK üyesi olarak
katılmaktadır. Bu durumu gözardı edemeyiz. DABK kökenli diğer delegelerin
Nihat’ın aldığı tutumlarda ortaklaşmasında bu görevlendirmelerin de rolü
dikkate alınmalıdır.
Değerlendirmelerimizi somut şartları göz önüne alarak
anlamak gerekir. Anlamak o durumu kabul etmek değildir, eleştiri ve
değerlendirmelerimizi anlaşılır gerçekleştirmek için gereklidir. Edindiği
görevi nedeniyle, kimi yoldaşlar tarafından dikkate alınabileceği görmezden
gelinemez. Ancak şöyle bir yansıtma da en hafif deyimle karalama olur; Nihat
“tamam” yada “hayır” deyince DABK kökenli diğer delegeler de aynı şekilde uydu.
Bu doğru değil, işin kolayına kaçmak olur. Nitekim Nihat’ın ve “Zeki” nin ayrı ayrı
sunduğu Ordu Tüzükleri arasında yapılan oylamada “Zeki” nin sunduğu tüzük her
iki tarafın desteğiyle kabul edilir.
Yazarın burada
Nihat’ın etkisinin neden olmadığı konusunda okura bir açıklama borcu vardır.
Yazar, sanki tüzük oylamasında DABK kökenli delegeler hiç oy vermemişler gibi
“Zeki” nin sunduğu tüzüğün sadece Konferans kökenli delegelerin oylarıyla kabul
edildiği gibi bir anlam yaratıyor. Yine kendi delegeliğine itirazı da, sadece
Nihat’ın karşı çıkışıyla açıklıyor. Halbuki DABK ve Konferans kökenli
delegelerin çoğunluğunun onayıyla üzerinde fazla tartışılmadan delegelik
düşürülüyor. “Baki”nin Genel Komutan belirlenmesinde Nihat’ın etkisini öne
çıkaran yazar, bu niteliği taşıyabilecek kimlerin olduğunu da açıklaması
beklenirdi. “Baki”nin Genel Komutanlığa atanması oy birliği ile
gerçekleşmiştir.
OPK öncesi Konferans kökenli delegelerin içinde yer aldığı,
Komünist Parti ilkeleriyle ilgisi olmayan ticaret işine dair OPK’da tartışma
yaşanır. Birlik vesilesiyle DABK kökenli kadroların şans eseri öğrendiği bu
konu, değindiği konulardan biridir. Maoist Parti bilindiği üzere ticaret işini
mahkum eden bir karar almıştır. Kitapta ise bu konu başka şekilde DABK kökenli
Cüneyt Kahraman (Savaş) yoldaşın ilkeli tutumunu gölgelemeyi hedefler. OPK’da
ticaret işine ilişkin olarak alınan kararı yetersiz bulan iki delegeden biri
Savaş yoldaştır.
Ancak nedense Konferans kökenli diğer delege de Savaş
toldaşla aynı fikirde olmasına rağmen yazar böyle bir tutuma gerek duymaz.
Savaş yoldaş ticaret işinin tüm partiye açılması yönünde bir tavır sergilerken,
karar sadece OPK delegeleriyle sınırlı tutulmasını getirmiştir. Savaş yoldaşın
ilkesel tutumunu küçümsemek, onun niteliğini örtbas etmek için yazar, Nihat’ın
ağzından Savaş yoldaşa yönelik; “bra bra sen de çok ileri gittin ha dedi” dedi
tepkiyle ‘sen yakıştırmamakla’ övünürken
bu kadar da ileri git demedin” diye gerçekle alakası olmayan bir ifade
serpiştiren yazar, Savaş yoldaşın iradesini Nihat’ın tahakkümüne sokan,
duruşunu gölgelemeyi amaçlayan saldırı da bulunur. Yazar yine dönem
kadrolarımız üzerinde.
Nihat’ın bıraktığı etkiyi sahte bir diyalogla göstermeye
çalışıyor. Zaman içinde Nihat’ın gerçek niteliğini açığa çıkaranlarda bu
kadrolardır. Yazar bu duruma ne diyecek. Sanki körü körüne bir Nihat
taraftarlığı varmış gibi yansıtıyor. Savaş yoldaş Nihat’ın karşı-devrimci
niteliğini açığa çıkaran yoldaşlarımızın başında gelir. Bu durum, bir dönem
Kaypakkaya yoldaşın, Kemalizmin ve onun sözde devrimci niteliğini gösterenlerin
etkisinde olup, daha sonra onun gerçek niteliğini yani karşı-devrimci faşist özünü
halk kitlelerine göstermesi ile benzerlikler taşır. Yazar anlaşılan
değişim-dönüşüme inanmıyor. Neticede yazar, Nihat gibi bugün niteliği açık bir
karşı-devrimci üzerinden, yaşamını mücadeleye adayan, ölümsüzleşen DABK kökenli
yoldaşlarımızı ve bugünün devrimcilerini yıpratmayı kendine görev bilmiştir.
(DEVAM EDECEK)
https://www.devrimcidemokrasi3.org/bir-tukenisin-adi-mehmet-ali-eser-2/
https://www.devrimcidemokrasi3.org/bir-tukenisin-adi-mehmet-ali-eser-3/
https://www.devrimcidemokrasi3.org/bir-tukenisin-adi-mehmet-ali-eser-4/
BİR TÜKENİŞİN ADI: MEHMET ALİ ESER (4)
18 Eylül 2023
TKP (ML) TİKKO GERİLLALARI-1992/93
Bilgiçlikte Son Perde
Kitaba konu olan bazı meselelere ilişkin
değerlendirmelerimizi yaparak sonuca bağlayacağız. Yazarın iddialarından biri
de Yılmaz ve beraberinde olan yoldaşların, gerçekleşen birliği tesadüfen
öğrendikleridir:
“Volkan, Lenko, Yılmaz ve birliğin siyasi komiseri bir
köşeye çekildiler. Üçü Yılmaz’a birliğin yapılış sürecine ilişkin bildiklerini
anlattılar.” (S.245)
İkisi de değil, üçü aktarıyor. Bu aktarım hayal ürünü,
gerçekle ilgisi yoktur. Daha önce değinmiştik. Böylesi bir karşılaşma Yılmaz
yoldaş dışında 1992 yazında Mazgirt’te gerçekleşiyor. Yılmaz yoldaşı Mazgirt
barınağında gösteren yazar yanılıyor.
Bu karşılaşma gerçekte 1992 yaz faaliyetinde gerçekleşir ve Mazgirt Birliğinde Yılmaz yoktur. Yılmaz yoldaş Birlik Komisyonu tarafından o yaz Ovacık, Hozat civarında komutan olarak görevlendirilir. Yazarın aktardığı üzere Mazgirt’te ne kış üslenmesi ne de bahar faaliyetleri söz konusudur. Yılmaz birlik sürecini tesadüfen değil, bizzat içinde olarak bilmektedir. Ancak birliğe dair bilgisi olmayan yada son durum hakkında bilgisi olmayan Volkan yoldaştır. Mazgirt kış üslenme birliğinin komutanı da odur. Bu birlik 7-8 kişiden oluşmaktadır.
Bu birlik 1992-93 kışını Mazgirt’te geçirir. Baharın Amed
Bölge Komitesi olarak örgütlenen “Baki” komutasında, komutan yardımcısının
Lenko yoldaş olduğu birlik, daha önce kendilerine bilgisi verilen Mazgirt
birliği ile görüşmek üzere bölgeye gider. Yazarın adını anmadığı “siyasi
komiser” “Baki”dir. “Baki” birliğe dair son gelişmeleri Mazgirt birliğindeki
yoldaşlara aktarır. Daha önce bahsettik bu birlikten 3-4 kişi Amed birliğine
dahil edilir ve birbirlerinden ayrılırlar. Yazarın bir diğer yanlışı ise,
“siyasi komiser” tanımlamasıdır.
Bu tanım OPK sonrası kabul edilir. Halbuki bu iki birliğin
karşılaşması OPK öncesinde gerçekleşir. Birlik sorumlusu yoldaş bu dönemde
komutan olarak hala tanımlanmaktadır. Amed birliğinin Mazgirt Veliyan’da
düşmanla girdiği bir çatışma vardır. Başarılı geçen bu eylemi yazar nedense
“Baki” ismiyle tanımladığı yoldaşımızın ismini anmadan aktarır. Halbuki sorumlu
“Baki”dir. Olumsuz pratikleri ardı ardına “Baki”nin sırtına yükleyen yazar, bu
çatışmadaki olumluluğu “Baki”nin adını anmadan aktarır.
M. Ali Eser’in romanda anlattığı, huyunu suyunu beğendiği,
övgüye değer siyasi bir yetkinliği olduğunu iddia ettiği Emperyalist İsmail
karakteri gerçekten var olan biridir. Ancak yapmış olduğu olumlu yorumları
yazara bırakıyoruz. Birlik öncesi Konferans kanadı tarafında yer alan parti
üyesi birisidir. Yazar Emperyalist İsmail’in yeni yoldaşlara eğitim verdiğini
iddia ediyor. Yazar kimseyle
gerçekleştiremediği siyasi, askeri, örgütsel sohbetleri onunla yapabiliyor. Geçmişten
tanışıklığın etkisi olsa gerek. Emperyalist İsmail ile Atila arasında eğitim çalışmalarına dair
geçtiği iddia edilen bir sohbet söz konusu; “[Atila sorar] “Derse, yani eğitim
çalışmalarına komutanlar da giriyor mu? ‘İsmail’ onlar girmiyor’ demiş ve
devamında nedenini Atila sorar, ancak yanıt tatmin edici değildir.
Ayrıca bir başka yerde Emperyalist İsmail şunu ifade ediyor;
“burada öyle ahım şahım politik kişilik arama fazla yoldaş” ve devamında da
Emperyalist İsmail’in yüz ifadelerinden, Atila kendisine uzun uzun anlamlı
ödevler çıkarır; “burada oyun oynanıyor, sen anlar mısın bilmem mi? dedi.
Kendini kandırma değiştiremezsin mi? dedi” (S.88-89) diye bir bölüm aktarılır.
Yazar, bulunduğu alanda özelde DABK kökenli kadroları işaret ederek, genelde
Partizanlarda olduğunu iddia ettiği siyasi seviyedeki geriliği, kendine has
kibir ve küçümsemeyle ifade ediyor. Özellikle bahsedilen eğitim çalışması,
mücadeleye yeni katılan Partizanların siyasi seviyelerini ilerletmek amacıyla
gerçekleşir.
Misal kitapta ismi
belirtilen Alev, 1 yıllık bir partilidir. Bu çalışmalara kadro ve komutanların
girmesi yada girmemesi gerektiği şeklinde kesin bir hüküm yoktur. Gerektiğinde
katılım gerçekleştirirler. Belirttiğimiz aktarımdan hiç siyasi eğitime
katılmadıkları anlamı çıkmaktadır. Buradaki eğitim çalışması nedense hareketli
arazidedir. Ancak böyle bir olanak bildiğimiz kadarıyla hiçbir dönem
sağlanamamıştır. En fazla yoldaşlar fırsat buldukları yerlerde yanlarında
taşıdıkları bir kitabı okumayı başarmıştır. Genelde eğitim çalışması kışlık
üslenme alanlarında verildiği için, birliğin tamamı bu faaliyete katılır.
Hareketli arazide eğer üs alanı olarak belirlenmemişse orada eğitim çalışması
imkanı olanaksızdır. Yeni katılan gerillaların siyasi veya askeri seviyesini
ilerletmek için gerçekleşen çalışmalara, illa da komutan ve kadroların
katılması diye bir zorunluluk söz konusu olamaz.
Yazarın burada işaret ettiği mesele, bir yanda eğitim
çalışması sürerken, kadro ve komutanların boş boş oturduğunu okura
göstermektedir. Böylesi bir durum, bulunduğun alana yabancılaşmadır. Bu pratiği
de kadroların geri olan eğitim seviyelerine rağmen yaptığını yazar iddia
ediyor. “Ahım şahım politik kişilik arama” bunun ifadesidir. Komutanların,
kadroların ve savaşçıların tümünün katıldığı eğitim çalışmaları sürekli
gerçekleşmiştir. Ancak bu çalışmalar kışlık üslenme alanında yapılır.
Güvenlik sorunu ancak bu şartlarda olanak taşır. Yazar
güvenlik meselesini çok ciddiye almıyor ama askeri hatalarda tek tek bireyleri
suçlamayı biliyor. Yazarın değerlendirmesini yaptığı somut durumda eğitim
çalışması beklentisi içinde olması olanaksızdır. Gerilla savaşında bulunan ve
politikayı silahıyla yapan kişi için, kışlık üslenme alanı dışında siyasi
eğitim imkanı bulma olasılığı olmamıştır. Bu çalışmaların kış dönemi haricinde
yapılabilmesi Üst Alanları yaratılmasına bağlıdır.
Ancak bu meselede yıllardır yaşanan kavrayışsızlık, planlama
ve hedef olarak belirlenmeyi öteleyen yaklaşım bilinen bir olgudur. Asıl
eleştiri eğitim çalışmasına katılıp katılmama olmamalıdır. Bu çalışmaların
kışlık üslenme alanları dışında sağlanabileceği Gerilla Üs Alanlarının neden
yaratıllamadığı eleştirisi olmalıdır.
Bunu başaramamak savaşı da zaman içinde geriletmiştir.
Yazar dört dörtlük gerilla, komutan, kadro aramaktan
vazgeçmelidir. Bu diyalektik düşünceye aykırıdır. Dönemin koşullarında
köylüleri temel güç olarak kabul eden bir hareketen bahsediyoruz. Okuma yazmayı
bile Partizan mücadelesinde yada tutsaklık koşullarında öğrenen savaşçılarımız
vardır. Gerilla alanında siyasi seviyeyi geliştirmek için yeterince çaba
verilmiştir. Ancak silahı elinde olan bir savaşçı için doğallığında öncelik
askeri kabiliyettir. Bulunduğun alanın ihtiyaçları da buna yöneltmiştir. Peki
Atila bilinen bu duruma nasıl bir çözüm bulur?!
Yoldaşlarımızın siyasi seviyesini beğenmeyen Atila,
Emperyalist İsmail’e dayandırarak kendisine kurtarıcı misyonu yüklüyor.
“Kendini kandırma hiçbir şey değiştiremezsin mi” diyerek nasıl bir böbürlenme,
ben merkezci, peygamber vari bir kibirle cümleler kurarak kendini işaret
ediyor. Yazar madem bu kadar özgüvenli niteliklerini ifade ediyor da, neden
aynı yerinde sayıyor. Yıllarca kadro vasıflarıyla mücadele içerisinde
bulundunuz, apoletlerinize bu kadar güveniyordunuz da neden mücadeleyi
geliştiremediniz.
Soruları yanlış soruyor ve yanıtı bireyselleştiyorsunuz.
Yazara göre hatalar nasıl bireylere mahsussa, çözümde bireysel çıkışlarla yani
yazar gibi peygamberlere bağlıdır. Bireylerin mücadelede etkisi vardır, ancak
bu ne sürdürülebilir ne de esastır. Yazar devamlılık biçiyor ve bunu kitapta
olduğu üzere kendisi üzerinden gerçekleştiriyor.
Yazarın savaşçı Alev’in de içinde olduğu nereye uzanacağını
öngöremeyen bir değerlendirmesi vardır. Öncelikle Alev isimli Partizan,
bireysel ve örgütsel sorumluluklarını açık bırakmak üzere, OPK’dan bir yıl
sonra kendi isteğiyle mücadeleyi bırakır.
Gelelim aktaracağımız bölüme; “Arkasında yürüyen ilk kişinin
Alev olduğunu görünce “iyi” dedi Atila. Kuşandığından insana partizan olarak
doğmuş dedirten biriyle yakın yürümeyi kır tecrübesi olmayan kendisi için
önemli bir avantaj olarak görüyordu” (S.133) “Kır tecrübesi olmayan” biri
olarak yazardan bize şunu açıklamasını isteriz. Bulunduğu alanda, “insana
gerilla olarak doğmuş” dedirtmeyenler kimlerdi? Sahi bu kadar özgüvenli, kesin
yargılarda bulunmayı kendinizde nasıl hak görüyorsunuz? Bu nasıl bir kibir ve
kendini beğenmişlik örneğidir.
Diğer bir konu ise OPK’nın yapıldığı yerin değişimi
sırasında yaşandığı ileri sürülen olaydır. Gerillalar OPK’nın yapıldığı
Dereşaran Vadisi’ne taşınırken, yürüyüş esnasında yaşandığı ileri sürülen
Nihat’ın Bahar’a farklı zamanlarda şiddet uygulama pratiği olmuştur. Bunlardan
biri de DABK ve Konferans kanatları arasında birlik gerçekleşmeden kısa bir
zaman önce yaşanmış ve buna ilişkin Nihat’ın özeleştirisi olmuştur. Kimi zaman
buna müdahale edilse de sessiz kalındığı, görmezden gelindiği de olmuş. Aktardığımız
pratik, bilinen ilk şiddet örneğidir.
Özeleştiri verilse de
uygulanan yaptırım yetersiz kalmıştır. Bu şiddetin kadına uygulanıyor olması
farklı bir değerlendirme ve yaptırım gerekçesi oluştururken, bu tarz şiddet
pratiği erkeğin erkeğe uyguladığı şiddet olarakta karşımıza çıkmıştır. Yaptırım
ne kadar yetersiz kalırsa bu olumsuz pratiğin farklı şekilde karşımıza
çıkmasına neden olur.
Nitekim 1. Kongre
sonrasında dahi bu tür şiddet olayları yaşanmıştır. Erkeğin erkeğe yada kadın
yoldaşlara fiziki ve sözlü şiddeti karşımıza tekrar tekrar çıkmıştır. Bu
pratiklerin önemli bir kısmının sessiz kalınarak sineye çekilmiş, ancak günü
gelmiş şiddete uğrayanlarda gerilemelerle birikim ortaya çıkmıştır.
Gerçekleştiği anda yaptırımın yetersiz olduğu her olumsuz pratiğin tekrardan
gerçekleşmesi yanında maruz kalanların gerilemesine de engel olunamaz. Sınıflı
toplum yapısı içerisinde oluşumuz bu durumun temel besin kaynağıdır. Komünist
partisi saflarında oluşumuz her şeyi geride bıraktığımız anlamı getirmiyor.
İşte bu olumsuz pratikler üzerinden ve bilinen Nihat tarafından işlenen
pratiklerden yazar, sadece kendisinin görebildiği kurgusal bir olay yaratmıştır.
60’tan fazla birlik
mevcudunun olduğu yürüyüşte yalnız yazarın bu pratiği görebilmesi ilginç tabi!
Nihat’ın bu pratiği sergileme olasılığı mevcut, bunu tartışmaya açma niyetinde
değiliz. Ancak olayı gördüğünü iddia eden yazarın, bu duruma yönelik hiçbir
girişimde, müdahalede bulunmaması da ilginç. Nihat’ı ilk defa gören Atila,
neden bu konuyu pek çok nitelikli kadronun bulunduğu alanda sıcağı sıcağına
gündeme taşımamış.
Nihat’ın kurduğunu iddia ettiği otorite, nede çabuk M. Ali
Eser’i içine aldı. Bu nasıl bir nitelikli kurtarıcı pratiğidir. Üstte
aktardığımız bir pasajda “burada oyun oynanıyor” diyerek verilen mücadeleyi
küçümseyen yazar, acaba kitabı üzerinden okurla oyun oynadığını gizleye bilir
mi? Atila’nın her olumsuzlukta tek başına şahitliği tutmadığı gibi herhangi bir
müdahalesinin de yapılmıyor olması, anlatımların samimiyetini sorgulatıyor.
Yine yürüyüş esnasında erimiş karlardan kaynaklı oluşan
boşluğa düşen yoldaşın olayından, çok ciddi bir askeri zaafiyet çıkarmakta
fazlasıyla abartılıdır. Yoldaşın sara hastası olduğu da bilinmezken, bu
durumdan saldırı malzemesi çıkarmak yavan olmuştur. Elbette bu durum
gözetilerek daha yakın şekilde yoldaşla yürünebilir, ancak daha fazlasını
çıkarmak anlamsızdır. Nitekim kısa süre içinde yoldaş kayıp düştüğü yerden
bulunup alınır.
Son olarak OPK sonrası Dersim Bölge Komitesi’ne atanan
Atila’nın görev yerine ulaşmasına gelelim. Atila OPK sonrası kısa süreliğine
şehire gittikten bir süre sonra görev yerine ulaşmak üzere Mazgirt’e doğru yola
çıkar. Bu yolculukta Dersim’de kuryelerde ona yardımcı olur. Bu ulaşım
esnasında İmam Boztaş yoldaşla da görüştüğünü iddia eder. Devletin, köyünde
evinin önünde ailesinin şahitliğinde katlettiği İmam yoldaş, yıllarca
hareketimizin gönüllü bir çalışanı olarak mücadeleye katkı sunmuştur. Bu nedenle
de çeşitli dönemlerde tutsak düşmüştür.
Ancak yılmadan çalışmalara desteğini sürdürmüştür. Dersim’de
ve hareketimiz içinde değer gören ve sevilen bir yoldaşımızdı. Yazar, İmam
yoldaşın bu niteliklerini ve gördüğü saygıyı iyi bildiğini kitapta da aktarır.
Bunu bilen yazar, İmam yoldaşın ağzından, kendisine yönettiği övücü sözlerle,
kitabın yarısının ana fikrini verir.
Yazara ölümsüz yoldaşlarımızı kullanarak kendisini nitelikli
göstermek yerine, durduğu yeri gözden geçirmesini öneririz. Kendisini
pohpohlamaya ölümsüzlerimizi alet etmemelidir. Kitapta aktardığı üzere İmam
yoldaş, Atila’nın Mazgirt’te çalışacak olmasına şu yorumu yapmış; “Buna en çok
ben sevindim. Yıllardır buraya tecrübeli ve bölgeyi bilen biri gelmemişti. Kısa
sürede buraları toplarız.” (S.366) Yazarda ilginç bir özgüven olduğuna şüphe
yok.
Ancak yazıda kalmış ve pratiğe dökülemeyen bir özgüven.
Tarihimizi ve ölümsüz yoldaşlarımızı alet ederek kendisini lider, üstün
şahsiyet göstermeyi amaçlayan bir özgüven. Aktarılan ifadeler gerçekçi
görünmüyor. Öyle bir durum ki yazar Kaypakkaya hareketinde Mazgirt’li yada o
yöreyi bilen yoldaş hiç olmamış gibi özgüvenle kendisini göklere çıkarıyor. Bu
kadarına da pes dedirtiyor. 1976’da çıktığını söylediği Mazgirt’e 1992’de
faaliyet için dönen biri için fazlasıyla iddialı bilgiçlik gösterisi sergiliyor.
Öncelikle kitapta sadece isimleri belirtilen Özkan (Cafer
Cangöz) ve “Baki” yoldaşlarımızın, yıllarca o bölgede açık ve gizli mücadele
içinde olması bile yeterlidir. Bu yoldaşlarımız ve diğerleri bölge halkı
üzerinde olumlu etki bırakmıştır. M. Ali Eser’in ulaşamayacağı değerlerlerdir
bunlar. Yazdıklarını okuyanlar için yörede mutlak şaşkınlık uyandırmıştır.
Yoldaşlarımızı görmezden gelerek, verdikleri emeği hiç
olmamış gibi aktarımlar da bulunmak, ödediğimiz bedeller karşısında tuzla buz
olur. Yazar kendisiyle başlayan tarih yazmaktadır. Kendisini aklamak, paklamak,
niteliklerini gereğinden fazla övmek için yazılan bu kitap gerçekler karşısında
buharlaşıp uçacaktır. Kendisini aklamak ve pohpohlamak için kaleme alınan bu
kitapta, ele aldığı dönemin gerçeklerini ifade edebilecek birileri olmayacağını
düşünmüş olmalı. Aktardıklarımızdan da görüleceği üzere, M. Ali Eser ortaya
çıkardığı her kitapta olduğu üzere, tarihimize saldırmaya devam etmiştir. Buna
alet olanları da yine tarihimiz yargılayacaktır.
Kolektif hafızayı ve mücadeleyi, bireysel kaygılarına alet
ederek onu zayıflatmaya hizmet eden pratik, bugün devrimci örgütlü
mücadelemizin gerilemesinin bir yansımasıdır. Son yıllarda bu türden çıkışlar
sıklıkla karşımıza çıkar. Hareketimizin yeterince mücadele edemediği yada
kitlelerin bir kısmının kafasında oluşan sorulara, kendi yetersizliğinden
dolayı veremediği tatmini, M. Ali Eser gibi son dönemde bireysel çıkışlar
sergileyerek ortaya çıkanlar tarihimize, değerlerimize saldırı, yıpratma ve
karalama amaçlı kullanmaktadır. Buna müdahale edilmediği takdirde tarihimiz,
değerlerimiz birikerinin elinde oyuncak olmayı sürdürecektir. Buna müdahale
örgütlü bilinci geliştirmekle mümkündür. Örgütsel düşünüş, hareket zayıflıyor
ve zayıfladıkça da yıllar yılı kendini gizleyen pusudaki ben merkezci,
kariyerist bireyler kendini açığa çıkarıyor. Bu kişiler örgütlü bilinçle
eleştiriye tabi olmadıkça da asıl kimliklerini bir şekilde muhafaza etmeyi
sürdürüyor. Çünkü kapitalizmin içine sıkışmış bireylerde, bireyci yaklaşımlar
beslenir. Hele ki Avrupa’ya kapağı atmış mülteci oportünizmi ile iç içe bir
yaşam sürdürüyorsa, kapitalizm esas avını yakalamak için onları beslemeye devam
eder. Bu kişileri o toplumsal formasyon içinde ayırt etmek güçtür. Aynıların
aynı yere toplanmasının en büyük güçlüğü de budur. Her zamankinden daha fazla
bizi kuşatan bu yönelim, ancak ve ancak örgütlü, kolektif akıl ve mücadele
geliştirilerek aşılır. Bunu başaracak kudrette Kaypakkayacı harekette
mevcuttur.
Son bir sözümüz de yayın evine olacaktır. Devrimci
mücadelede bedel ödemiş ve ödemekte olan kişilere, saldırıları görmezden gelmek
bu kadar basit olmamalı. Buna yazar gibi, kendisini Kaypakkaya geleneği içinde
ifade ettiğini belirten bir yayınevinin alet olması ise üzerinde durduğunu
iddia ettiği tarihi tüketmektir. Bu duruma kim ne şekilde alet olursa olsun
teşhir etmekten geri durmayacağız. Taki devrimci kimliğini tüketen bu peygamber
vari şahsiyetlerle arasına kalın duvarlar örene kadar. Kitabın yazarı kadar
basımını üslenen yayınevi Babek/Sancı ortaklığı da hakaret, saldırı,
karalamalardan sorumludur.
Kaypakkayacı hareketin tarihini sahiplenmediniz, hiç olmazsa
verilen mücadele ve ödenen bedellere saygınız olsun.
SON