14 Şubat 2024 Çarşamba

Küçük Burjuva İdeolojisinin Anatomisi- 5


 Küçük burjuva düşünüş tarzının ortaya çıkarmış olduğu örgüt biçimi Gorki’nin dediği gibi; önceden kurulu olan bir saatin çarklarına benzer. Peki bu önceden kurulu gibi olan makine serbest kaldığı anda öncelikle neler üretmektedir?

Hiç kuşkusuz yer kürenin her köşesinde en başta şeflik sistemi ürettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Şeflik kültürü, liderde somutlaşan irade ve hiyerarşik yapılanmada aşağıya doğru geldikçe sönükleşen bir siyaset anlayışı küçük burjuva örgütlerin formasyonel bir özeti gibidir.

 Gerçekte kapitalist sistemle uzlaşmaz bir sınıf çelişkisi içerisinde olan anlayışlar, bireyleri önceleyen düşünce ve davranışları dışlarlar. Ama küçük burjuvazinin egemenlik kurduğu devrimci örgütlerde her şey doğasından saptırılarak bireyselleştirilir. Kahramanlık, kötülük, başarı ve yenilginin birey suretinden göründüğü politik bir dünyada her şey gerçek hedefinden sapmakta ve karmaşık bir hale gelmektedir.

 

Böyle bir dünyada fikirler bir sınıfın temel eğilimi olarak algılanmak yerine kişisel olgular olarak değerlendirilirler. Farklı fikirlere karşı ideolojik mücadele yöntemiyle demokratik yollardan savaşmak yerine kişileri hedefleyen siyaset dışı yöntemleri devreye koymak küçük burjuva devrimciliğinin tipik gericiliklerinden birisidir.

Proletaryanın devlet, siyaset ve dolayısıyla demokrasi anlayışı ile küçük burjuvazinin bu konulardaki anlayışı aynı şeyler değildirler. Bu durum siyaset biliminde proletarya diktatörlüğü ile küçük burjuva diktatörlüğü arasındaki temel ayrıma tekabül etmektedir.

Proletarya demokrasisi; emperyalizm, büyük burjuvazi ve eğer varsa büyük toprak aristokrasi artıkları üzerinde bir ilerici diktatörlük biçimidir. Ama küçük burjuvazinin devlet ve demokrasi siyaseti halk katmanlarının bir kesimi üzerinde gerici bir diktatörlük biçimine doğru evrilebilir. Bu durum onun sınıfsal doğası gereği böyle olmaktadır.

 

Öncüleri sınıf bilinçli proleter unsurlardan teşekkül olmuş politik hareketlerde iki çizgi mücadelesi bilimsel gelişmenin motoru olarak algılanmaktadır. Ama bu durum küçük burjuva örgütsel öbekler açısından bir tehlike belirtisi olarak görülebilir.

Çünkü küçük burjuvazinin devletin, örgütün, hiyerarşinin ve siyasetin kendiliğinden sönümlendiği komünizmin ileri evreleriyle henüz bir ideolojik ve gönül bağı oluşmamıştır.

Çünkü küçük burjuva sınıfı için böyle bir şeyin toptan olabilmesi için proletarya önderliğindeki sosyalist ekonomi politiğin toplumsal alt yapıyı tamamen dönüştürüp diğer sınıflar gibi küçük burjuvazinin varlığına ve dolayısıyla en son olarak kendi varlığına son vermiş olması gerek.

Bu durum, her türlü burjuva ideolojisine karşı mücadelenin, eski tipteki burjuva ekonomi politiğin maddi varlığının ortadan kalktığı toplumsal ortama kadar en uzun erimli bir süreç olacağına dair bir işarettir. Ayrıyeten küçük burjuva örgütsel dünyanın biyo kimyası bilgi yerine sihirler, düşler, geçmişin anlatımları ve mitlerden oluşmaktadır.

Bu büyülü dünyada ortaya çıkan bir proleter ocak aydınlatıcısının şeytan olarak algılanma ihtimali çok yüksektir. Aynı zamanda sekterizm ile liberalizm arasında çalkantılı bir siyasal yaşamı vardır. Bu nedenle böyle tutarsız bir sınıfın tarihe ilişkin muhasebelerine de fazla güvenmemek gerekir.

 Çünkü bireysel iktidarı üreten devrimci örgütlerin tarih anlayışlarına küçük burjuvazi hükmetmektedir.

 

Mesela tarihte başarısız olan ilk sosyalizm denemesinden küçük burjuva devrimciliğinin çıkardığı ders proletarya diktatörlüğü modelinin toptan reddi olmaktadır. Günümüzde bizimde içinde olduğumuz demokratik siyasette çoğulculuğun kutsanması ideolojik manada birazda bu sınıfsal özelliklerden ileri gelmektedir. Böylece sosyalizm deneyimlerinde yaşanan başarısızlık burjuva çoğulculuk bulamacıyla giderilmek istenir.

Bu türden küçük burjuva siyaset tarzının gündeminde; tek ülkede sosyalizm, merkezi ekonomik üretimin yeniden yapılandırılmasının önündeki sorunlar ve sosyalizmde sınıflar çatışması adeta yok gibidir. Zaten bu kategoriler bir siyasal bulamaç hali ile yürütülebilecek konular değildir.

 Örneğin merkezi bir ekonomik kalkınma planı üzerindeki sınıf egemenliği aynı zamanda o merkezi üretim modelinin politiğini bizlere vermektedir. Yani güçlenmekte olan ya da sönmeye yüz tutmuş bir ekonomi politiğin sınıf niteliğini belirleyen şey belli bir sınıfın egemenliğine karşılık gelen iktidar ve devlet biçimidir. Bu anlamda küçük burjuva devrimcileri proletaryanın egemenlik biçimine karşılık gelen bir devlet istemediklerini ilan etmesi anlaşılırdır.

 Günümüzde küçük burjuva sol zihniyetin herkesin ve her şeyin bir aradalılığı gibi bir burjuva etiğine bu kadar düşkün olmalarının altında bu türden sınıfsal sebepler yatmaktadır. Proletarya ile burjuvazi arasındaki bütün belirlenimci sınıfsal ayrılıkların görünmez olduğu ve adeta herkesin kaşık salladığı “Halil İbrahim Sofrası” modeli siyaset anlayışının kabul gördüğü bir örgütsel ortamda Gorki’nin belirttiği küçük burjuvazinin iki yüzlü hümanizm anlayışı her tarafı kaplayacaktır.

Bu politik hoşgörü sofrası denilen şey kurt ile kuzunun ortaklaştığı ya da daha açık bir ifadeyle kuzuların davet edildiği bir kurtlar sofrasıdır aslında. Farklı görüşlere hoşgörü ve birlikte yaşama gibi burjuva etiğe dayalı toplumsal modellerin bir tarihi olmadığı gibi, bir geleceği de yoktur.

Proletarya iktidarının ortaya çıkmasına, sürdürülmesine ve oradan kendisiyle birlikte bütün sınıfların sönümlendirilmesine hizmet etmeyen demokratik mücadele siyasetinin sosyalist demokrasi mücadelesinin bir parçası olmadığını söylemeye gerek yoktur herhâlde?

 

Örgütsel ve toplumsal ilişkilerimizi düzenleyen demokratik merkeziyetçi anlayış ile burjuva etik anlayışından beslenen hoşgörü siyaseti birbirine yamanamayacağına göre, son yıllarda saflarımızı da etki altına alan hoşgörülü politik toplum kurgusunun tasfiyeciliğin yeni bir biçimi olduğunu rahatlıkla belirtebiliriz.

Bir şeyin her şeye dönüşmesi bizim siyaset bilimimiz açısından bir zenginlik olarak kabul edilemez.

Evet içinde olduğumuz zaman post modern yapısal dönüşüm anlamında bir şeyin her şeye dönüştüğü bir zamandır ama bu diyalektik ve tarihsel materyalizm açısından aynı zamanda her şeyin hiçbir şey olmadığı anlamına da gelmektedir.

Eski yüzyıldaki toplum bilimcileri toplumsal alanda tıpkı doğa bilimlerinde olduğu gibi bir laboratuvar oluşturmanın imkansızlıklarından bahsediyorlardı. Ancak şimdi, toplumsal alanda küçük burjuva öbeklerden kurulu bir toplumsal laboratuvar ortamı yaratmak olanaklı hale gelmiştir.

 

Son dönemlerde toplumsal hoşgörü siyasetine tamamen angaje olmuş olan bazı küçük burjuva simalar, bilimsel sosyalizme dair yeni bir önermenin toplumsal yaşamın içerisinde sınanmasına bile tahammül gösterememektedirler. Her türlü burjuva siyaset kültürüne ve saçma ideolojik eğilimlerine hoşgörü gösteren saflardaki küçük burjuva eğilimlerin bilimsel sosyalizm yapıtlarına karşı tutumu, yel kovanı tersine doğru dönen şaşkın bir saati andırmaktadır.

Halbuki sosyalizmin inşasına dair her yeni öneri gerektiğinde sınanmaya değer haliyle bir başka önermeden daha değersiz değildir. Devrimci saflarda yeni bir örgütsel önermenin bir başka insana yanlış gelmesinin hukuksal anlamda bir karşılığı yoktur. Sosyalist ve komünist örgütsel hukuk niteliği itibarıyla, düşünceyi sınırlayan değil bilakis güvence altına alan bir mekanizmadır.

 Sosyalizmin sorunları bir büyüyle çözümlenemeyeceğine göre farklı tezlere karşı tasfiyecilik ipine sarılmak bazı küçük burjuva eğilimler için devrim ve sosyalizmin bir amaç olmadığına dair iyi bir kanıt oluşturmaktadır…

Devam edecek.

                  Not:Küçük Burjuva İdeolojisinin Anatomisi- 1-2-3-4 aşağıdaki linktedir.

https://www.yüzçiçekaçsın.de/2024/01/kucuk-burjuva-ideolojisinin-anatomisi-1.html



 

SMF’ye Dönük Eleştiri Salvolarına Yanıtlar- 1-2


 İster eleştirip beğenmeyelim, isterse daha ağır suçlamalarla yaftalayalım ama son tahlilde açık gerçek şu ki, SMF mevcut siyasi süreçte ciddi ve etkili siyasetler yürüten bir güç-aktör olarak öne çıkmakta, gösterdiği gelişim dinamiğiyle göze batıp dikkatleri üzerine çekmektedir.

İşin özü de tarihi de felsefesi de şudur: “Meyve tutan ağaç taşlanır!”

Doğa-insan ilişkisinden çıkarılmış bu gözlem, insanın insanla ilişkisinde de kendine özgü bir tezahürü oluyor. Bu iki durum arasında kesinlikle bir bağ vardır. Toplumsal bir tabakayı gözlemlemekle toplumdaki siyasi sınıf güçlerini gözlemlemek, birbiriyle çakışan yanların olduğunu gösterir.

Meyve ağacını taşlayan köylüyle, siyasi hareketi eleştiren başka bir siyasi hareket de aynı noktada duruyor. İkisinin ortak noktası ‘‘meyve” yemektir! Ama köylü bağdaki elmadan yararlanırken, devrimci hareket daha çok bağcıyı dövmeye çalışıyor. Ve sanırız ikisi arasındaki fark da budur…

 

Örgütsel-siyasi bakımdan güç olan, gelişme dinamiği göstererek siyasi arenada alternatif olmaya aday olan hareketler hem dikkate alınmakta ve hem de olur-olmaz eleştirilere tabi tutulmakta, hatta tahrifatlar pahasına saldırı diyebileceğimiz ağır eleştiri yönelimlerine maruz bırakılmaktadırlar. Bunun nedeni ise, açık ki bu hareketlerin politik mücadele aktörü olarak göze batan bir dinamizm göstermesi, siyasi mücadelenin başat gücü ve alternatifi olarak öne çıkmalarıdır.

Yani, verdiği meyveyle öne çıkmalarını, aynı iddiayı taşıyan hareketlerin hazmetmemesi, kendi önlerinde veya gelişmelerinin önünde engel görmeleridir ki, bu tamamen sakat bir anlayıştır. Zira, bir devrimci harekete engel olan, yine bir diğer devrimci hareket değil, bilakis gerici sınıf hareketleri ve iktidarlarıdır.

 Gerçek mesele burjuvaziyle proletarya arasında olup iki sınıf sorunudur. Taş atılacaksa burjuvaziye, siyasi partilerine ve iktidarına atılmalıdır. Kazanım böyle elde edilir.  Kitlelerin kazanılması ve örgütsel gücün büyütülmesi burjuvaziyle mücadele içinde olur; muhtelif devrimci örgüt ve tabanından kapılacak birkaç devrimciyle değil…

 

İster eleştirip beğenmeyelim, isterse daha ağır suçlamalarla yaftalayalım ama son tahlilde açık gerçek şu ki, SMF mevcut siyasi süreçte ciddi ve etkili siyasetler yürüten bir güç-aktör olarak öne çıkmakta, gösterdiği gelişim dinamiğiyle göze batıp dikkatleri üzerine çekmektedir.

Aynanın ikinci yüzünde görülen nedir?

 Devrimci hareket yelpazesinin önemli bir kısmında, kimi doğru kimi yanlış ama esası hazımsızlığa dayanan haksız ve yoğun eleştirilerle, SMF’nin hedef tahtasına koyulup ağır eleştiri furyasına tabi tutulması izlenmektedir. SMF’yi eleştirmek adeta bir moda haline gelmiştir. Suçlayıcı, damgalayıcı, yaftalayıcı temelsiz eleştiri salvoları kesilmeden ardı ardına gündeme gelmektedir. Kısmi olarak eleştiriyi gerektiren bazı eksikliklerden, yetersizliklerden vb. bahsetmek mümkün ve bu zeminde ideolojik mücadele açısından ağır da olsa yapıcı olarak yürütülen eleştiriler olağandır.

Fakat, eleştirilerin esasının siyasi çekememezlikten kaynaklanan mesnetsiz ve mantık zorlayıcılığına yaslanan muhtevada oldukları söylenebilir. Misal; M. Güneş’in eleştirileri, Alınteri’nin eleştirileri, Yeni Demokrasi’nin kimi anlayış eleştirileri ve farklı biçimlerde aynı hedefe yönelen daha birçok eleştiri, bu eleştiri tarzıyla örtüşenlerdir. Gazete manşetlerine taşınan saldırı biçimleri de işin cabası…

 

Bütün bunların sebebi bilinmez bir giz değildir elbet. ‘‘Ben, önce ben” biçimindeki “ben-merkezci” küçük-burjuva anlayış, bundan türeyen ideolojik-politik bencillik, kendi dışındaki demokratik-devrimci hareketin gelişmesine duyulan anlamsız tahammülsüzlük ve gelişen devrimci gücü kendi gelişiminin önünde engel görme aymazlığı bu saldırı salvoları ve mesnetsiz yaftalamaların esas nedenidir.

SMF’nin hata ve eksikliklerine dönük yapıcı ve samimi eleştiri nispeten azdır ve bunu tenzih ederiz. Ne yazık ki, SMF’nin gelişmesi belli bir kesimde rahatsız edici ve hatta korkutan bir durum olarak telakki edilmektedir. SMF’ye ait her adım, her siyaset, her pratik ve her başarı illa da eleştiri konusu yapılıp kulp takılmaya çalışılmaktadır. “Neden bunu yapmadı, onu niye öyle yapmadı, neden öyle açıkladı, neden açıklama yapmadı” vb. şeklinde, SMF’nin her adımı olur-olmaz tartışma konusu olmakta, yapılmaktadır…

 

Bütün bunların olumlu değerlendirilebilecek bir yanı var ki, o da, SMF’den bir beklentinin büyük olduğu gerçeğidir; öyle ki, “SMF neden devrimci süreci geliştirmiyor” noktasına vardırılabilecek her şey SMF’ye yüklenerek onu eleştirmenin vesilesi yapılıyor. Kısacası, SMF politik-demokratik hareket içinde meyve veren bir ağaç misali ilgili-ilgisiz en geniş kesimin taşlamalarına muhatap olmaktadır. Dememiz o ki, “meyve veren ağaç taşlanır” amma, taslayanların ekseriyetinin “meyve vermeyen ağaç” cinsinden olmaları da tesadüf değildir.

 

Muhtemelen, bu kısa yorumu, gerçek eleştirilere yanıt verme temelinde başka yazılarla genişletip bölümler halinde yürütmek gerekecektir…

Devam edecek…

 

SMF’ye Dönük Eleştiri Salvolarına Yanıtlar- 2

Demokratik normlara bağlı sağlanacak ilkeli ittifak esasımızdır. Bu zeminde ilgili her ittifak gücüyle ittifak yapmaktan sakınmayız. Demokratik normları yok sayan bir ittifak ise bizleri kapsayamaz.

 

İttifak Politikası, Doğal Biçimlenişi, Somut Sorunları ve Eleştiriler…

 

SMF’nin ittifak politikasını şu veya bu gerekçelerle, şu veya bu noktalarıyla eleştiren geniş bir külliyatın olduğunun farkındayız. Eğitici ve yapıcı eleştiriler kadar bakış açısı itibarıyla hatalı eleştirilerde mevcut.

Ama daha başından şunu söyleyelim:

SMF’nin dört başı mamur bir ittifak süreci ve pratiği işlettiğini söylemek abartılı olacağı gibi, stratejik açıdan ittifak politikamızın doğruluğundan bir kuşku duymuyoruz. Bu durum, ittifakın somut biçimlerinde kimi özgünlerde bazı zayıflıklar içermesi de mümkündür.

Bu da farklı ideolojik-politik perspektifler barındıran ittifak sürecinin griftliği, ittifak bileşenleri yelpazesinin çok sesliliği ve çok renkliliğinden ileri gelmektedir ki, bu da anlaşılır bir durumdur. Mevcut bileşenler kapsamı dikkate alındığında ittifak sürecinin zorlu bir ilişki süreci/biçimi olarak biçimleneceği kendiliğinden anlaşılmaktadır. Bu “Büyük kaos” içinde muntazam bir ilişkinin veya noksansız bir ittifak sürecinin geliştirilmesi oldukça zordur, zorluklarla doludur.

 

SMF’nin ittifak politikası en genel çerçevede, anti-emperyalist, anti-kapitalist, anti-faşist karaktere sahip, bütün ulus ve azınlıklardan, inanç, cins ve kimliklerden, ilerici, demokrat, devrimci sınıf ve halk güçlerini kapsar. İktidar ve muhalefet pozisyonları fark etmeksizin bütün komprador tekelci sınıf klikleri ve büyük sermaye sınıfından egemen burjuvazi ve bunların siyasi temsilcileri başta olmak üzere, siyasi olarak karşı-devrimci nitelikte olan gerici sınıf ve türevi hareketler dışında kalan, dolayısıyla halk sınıf katmanları içinde yer alıp siyasi bakımdan karşı-devrimci nitelik taşımayan farklı güç ve kesimler ittifak bileşenleri durumundadır.

 Reformist, revizyonist, anarşist, ekonomist-sendikalist ideolojik akım ve hareketler, bu ideolojik niteliklerine karşın politik bakımdan sınıf hareketinin parçası olmaları nedeni ile ittifak bileşenleri içinde yer alırlar. Milli burjuvazinin sol kanadıyla ittifak, ilişki ve cephe kurmayı benimseyen komünist hareketin, ideolojik bakımdan MLM karşıtı-düşmanı olan ve aynı zamanda sınıf hareketi cephesinde yer alan bu ideolojik akımlarla ittifak yapması bir çelişki değildir.

Genel ittifak politikasının bu zeminde savunulması, her somut ittifakın doğru ve isabetli olacağı anlamına gelmeyeceği gibi aynı ideolojik düşmanlarla ittifak yapması da mutlak değildir. Dolayısıyla her ittifak somut olarak ele alınır, somutta doğru ya da yanlış değerlendirilir.

 

SMF’nin bu genel ittifak politikası aynı zamanda şu nüansı da barındırır; demokratik-devrimci ittifakın öncelikli güçleri kimlerdir? Hangi güçler ittifak öncelikleridir? SMF’nin buna verdiği yanıt; komünist, sosyalist, devrimci güçler ittifaktaki öncelikli güçlerdir.

 Sınıf güçleri öncelikli ittifak zemini ve hedefini teşekkül ederler. Devamla, ezilen ulus, azınlık, inanç, kültür ve kimliklerden güçler ittifak yelpazesine yerleşirler. Reel politikte, ulusal hareket bu ittifakta ön sıralara çıkar, alacağı pozisyon ve izleyeceği siyasete bağlı olarak öne çıkabilir.

SMF, bütün bu güçlere açık ittifak çağrısı yapar. İttifakın gerçekleşmesi için çaba sarf eder ve hatta ödünler verir. Bazı koşullarda bu ittifak her zaman istenilen mahiyet ve çerçevede gerçekleyebilir. Bunun nedeni ittifak bileşenlerinin farklı ideolojik-politik perspektiflere sahip olmasından gelir. SMF bu gerçekliğin bilincinde olarak genel ittifak politikasını ete kemiğe büründürür. Çağrısına olumlu yanıt veren ittifak bileşenleriyle bu ittifakı örgütleyip gerçekleştirmeyi görev edinir. Çağrısına olumsuz yanıt veren güçleri ikna etme çabasına girer. Ancak çoğu zaman öncelikli ittifak güçleri arasında yer verdiği bazıları ile ittifak gerçekleştiremeyebiliriz de.

 

Bu reel durum, fiilen, SMF’ye yürütülen eleştirilerin bir bölümünü boşa çıkarır. Yani, ‘‘Neden X partisi ile ittifak yaptınız?” veya “Neden Y güçleriyle ile ittifak yapmadınız?” sorusu veya eleştirisi otomatik olarak boşa düşer. Ve bu tamamen öncelikli ittifak güçlerinin tavrı nedeniyle boşa düşer, SMF’nin tavrı ve tercihi ile değil hatta irade ve çabasına rağmen bu öncelikli güçlerle ittifak gerçekleşmez-gerçekleşmemektedir.

 Şayet Y partisi veya güçleri SMF’nin ittifak çağrısına olumlu yanıt vermiyor ise bunun sorumluluğu SMF’ye yüklenemez!

 

Daha somut olarak ise ittifak dışında kalan güçler esasta sınırlı ve az sayıdadır. Devrimci hareket yelpazesini oluşturan nicel-nitel çoğunluk esasta gerçekleşen veya yürütülen süreç bakımından ittifak içinde bulunmaktadır. Dışarda kalan az sayıdaki hareket ise ittifak politikasındaki katı ilkecilik tavrı nedeniyle dışarda kalma gibi hatalı bir tutum izlemektedir; yani, bizzat onların ittifak anlayışındaki hatalardan kaynaklı olarak ittifak dışında kalmaktadır. O halde bunun da sorumluluğu, ‘‘Neden SMF, Y güçleriyle ittifak kurmuyor” eleştirisiyle SMF’ye yüklenemez.

 

Öte taraftan SMF’ye dönük; “SMF‘nin ittifak politikası şu güçleri yadsıyan içeriğiyle yanlıştır” mealinde yürütülen ve bunu da “ulusal hareketlerin desteklenmemesi” iddiasına bağlayan eleştiri de son derece haksız ve sübjektiftir. Zira, SMF’nin ittifak politikası bağlamında açıkladığı ittifak bileşenleri yelpazesi son derece esnek ve geniştir.

 Bunun daha da esnetilip genişletilmesini savunmak ise fiilen büyük burjuva sınıf güçleri ve karşı-devrimci nitelik barındıran siyasi hareketler ile ittifak yapmasını savunmak anlamına gelir ki, SMF bunu benimsemez. SMF’nin açıkladığı ittifak güçleri yelpazesi hangi ilerici, demokratik, devrimci ve sosyalist sınıf ve halk güçlerini, dolayısıyla hangi ittifak bileşenlerini yadsımaktadır?

 Açık ki, SMF mümkün ve doğru olan en geniş ittifak bileşenleri politikasına sahiptir. Ulusal hareketlere karşı destekleme-desteklememe tavrı noktasındaki yaklaşım ise tamamen yanlış-alakasızdır. SMF, ulusal hareketlerin desteklenip desteklenmemesini, bu hareketleri tarihsellikleri içinde ele alarak somutta biçimlendirmektedir. İdeolojik-siyasi plan ve sistematikten tamamen yoksun olup, salt ulusal baskılara karşı bir refleks olarak patlak veren tepki isyanları ile bugün ideolojik-siyasal formatıyla bilinçli bir politika-palan olarak biçimlenen hareketleri bir ve aynı tutmamaktadır.

Eski veya bahsi geçen Dersim, Şeyh Sait gibi isyanlar tamamen bir baskıya karşı tepki olarak gelişip ideolojik-siyasi zeminde cılız olan ulusal hareketler iken, bugünün hareketleri daha bilinçli ve siyasal içeriği ve niteliği güçlü olan hareketlerdir. Bunlar arasında tarihselliğe bağlı olarak kesinlikle nitelik farkı vardır. Ve aldıkları siyasi pozisyon ve içeriğe bağlı olarak her iki dönemin ulusal isyan-hareketleri ayrı olarak değerlendirilir.

Çünkü ayrı siyasi niteliktedirler.

 Bunlar örneğin HÜDA-PAR, ulusal talepler dillendiren dinci bir harekettir, bunları “milli” harekettir diye destekleyebilir miyiz? Kısacası bunların siyasi niteliği, bilinç ve ideolojik sınıf karakteri vb. bunlar arasında ayrım yapmanın gerekçesidir. Ve SMF’ye ulusal hareketler karşısındaki tavrının değişmesi biçiminde bir tavır atfederek, ittifaklarını buna bağlamak isabetli değil, doğru da değildir…

 

Bu eleştirinin bir diğer parçası veya devamı ise adeta eleştirinin kendisini yadsıması zemininde cereyan etmektedir ki, eleştirinin bu bölümünde yukarıdakinin tam tersine ittifak, siyasi iktidar perspektifi temelinde salt sınıf güçlerine indirgenerek daraltılmaktadır.

 Adeta X partisi veya güçleriyle yapılan ittifakın boşa kürek çeken ve en önemlisi de sınıf bakış açısından uzaklaşan bir ittifak yaklaşımı olduğu ifade edilmektedir. Mevcut ittifak politikasının taktik unsuru öne çıkarıp esas aldığı, devrimin ihtiyaçlarına uygun bir ittifak siyasetinin izlenmediği söylenerek eleştiri yürütülmektedir. Yani, bir taraftan en esnek ve en geniş ittifak politikası savunulmakta ama diğer taraftan ittifakın X partisi-güçleriyle yapılmasının temel bir zaaf olduğu söylenmektedir.

 

İttifak politikamızda şu sorunu tespit etmek isabetle yerinde olur. Geniş içeriği ve öncelikleriyle hedeflediğimiz ittifak süreci ve pratiğinin gerçekleşememesi, yani bizlere rağmen veya anlayış ve niyetten bağımsız da olsa, son tahlilde esas aldığımız biçimde bir ittifakın gerçekleşmemesi, objektif olarak bir sorun ya da eksiklik olarak telakki edilebilir.

‘‘Bu geniş demokratik ittifakı niye başaramadınız?”

 tarzında yürütülecek eleştiriye verilecek yanıtımız olsa da, salt sonuç açısından bakıldığında bir haklılık taşır; bu hakkı teslim ederiz. Lakin, ittifakın bir çoklu bileşenler platformu veya eylemi olduğu dikkate alındığında, tek taraflı irade ve doğrularla başarıya ulaşmanın mümkün olmayacağı da açıktır. SMF olarak, mevcut ittifakta ciddi çaba ve katkılarımızın olduğu da inkâr edilemez. Ancak bu ittifakın ve daha idealinin gerçekleştirilmesinin de fevkalade zor olduğu unutulmamalıdır.

 Özellikle örgütsel güçler ve siyasi mücadele dinamiği açısından bir dizi sorun ve zayıflığın yaşandığı şartlarda en idealini beklemek haksızlık olmasa bile, gerçeğin ilerisinde biçimlenen sübjektif bir beklentidir. Burada, ‘‘Güçlü bir komünist partisinin olmaması‘‘ değerlendirmesinin, ancak örgütsel-siyasi güç bakımdan zayıflığı zemininde doğru olabileceğini ekleyelim.

Özetle, genel koşul ve olanaklar ittifakın gerçekleştirilmesinde bu kadarını mümkün kılmıştır. Daha iyisini yapmak her zaman mümkündür ama bu şartlara bağlıdır. Gerçekten kopuk beklentiler tüm iyi niyetine rağmen sol-sübjektiftir. SMF, gerçek durum ve şartlar bazında eleştirilirse objektif, gerçekçi ve hakkaniyetli yaklaşımla eleştirilmiş olur. SMF, bütün sorun, çelişki, koşul ve aleyhteki zemin ve dinamiğe karşın başarılı bir siyaset ve efor ortaya koymuştur. Bunu teslim etmeyen hiçbir eleştiri objektif ve gerçekçi değildir.

 

Tayin edici olan, SMF’nin en geniş örgütlülüğü ve tabanında sağlanacak sıkı birliktir!

 

SMF, mevcut sonuçlar itibarı ile yürüttüğü ve gerçekleştirdiği ittifakı veya ittifak sürecini önemli başarılarına rağmen istediği oranda başardığı veya istediği sonuçlara ulaştırdığı ya da planladığı sonuçları elde ettiği iddiasında değildir. Bu, karmaşık bileşenli ittifak realitesinin ödün ve esneklikler pahasına gerçekleştirilebilir olmasının tabii neticesidir.

Dolayısıyla, ittifak sürecini her yönüyle sindirmiş değil bilakis olabilirlikler çerçevesinde yaklaşarak, mümkün olanın en iyisini yapma çabasını sergileyerek mevcut durumu-sonucu kabul etmiştir. Ki, henüz tüm sonuçlar ortaya çıkmış ve her şey bitmiş değildir. Tartışmalar, görüşmeler ve arayışlar sürmektedir. Demokratik bir ittifak sürecinde mümkün olan en ileri zemini yakalama çabası bakidir, buna dönük kararlı irade mevcuttur.

 

Nasıl ki, çağrımıza olumlu yaklaşım göstermeyen öncelikli ittifak bileşenlerimizle ittifak yapamadık, öyle de demokratik ittifak anlayışını çiğneyen güçlerle ittifakımızın ayrışması da mümkündür. İttifakta, ben-merkezci, egemenci, dayatmacı ve tek taraflı ittifak anlayışıyla hareket eden hiçbir yaklaşımı kabul edemeyiz, etmemiz düşünülemez. Komünistler, gerektiğinde tek başına ve bağımsız iradesiyle hareket etme kararlılığına sahiptir.

Demokratik normlara bağlı sağlanacak ilkeli ittifak esasımızdır. Bu zeminde ilgili her ittifak gücüyle ittifak yapmaktan sakınmayız. Demokratik normları yok sayan bir ittifak ise bizleri kapsayamaz. Oyalama ve ters köşe yapma taktikleriyle emir-vaki edilmeye müsamaha gösterilemez. Demokratik ve devrimci güçlerle ittifakı burjuva pazarlıklara veya burjuva partilerle pazarlıklara feda eden anlayışlar tutarlı ve güvenilir bir ittifak tavrı olarak değerlendirilemez. Bizlerin ittifakını eleştirenlerin CHP ile ittifak ve anlaşmalar peşinden koşması ise ayrı bir değerlendirme konusudur. Burjuvaziyle hiçbir ittifak ilişkisi biçimi kabul edilemez.

 

Tayin edici olan, SMF’nin en geniş örgütlülüğü ve tabanında sağlanacak sıkı birliktir. Yoldaş güçler ile birliktir! Eylem anıdır, kararsız olma, en kötü karar kararsızlıktan iyidir. İttifak ve eylemin diyalektiğini; birliğini gerçekleştirmek eylem ve ittifak birliğinin temelidir. Ancak eylemi baltalayan eleştiriye girmemek, yıkıcı eleştiriye izin vermemek de en az bunun kadar önemlidir. Eleştiride doğru zaman, doğru dil ve doğru karşılık önemlidir. SMF’nin birlik ve ittifaklarda önemsediği temel kriterler bunlardır.

 

Birleşerek kazanma siyasetini gütmek, ilkelerden ödün vermeden taktik zeminlerdeki olası tüm esnekliklerden yararlanmak, birleşmemenin mümkün olmadığı hiçbir güçle birleşmeyi zorlamamak, çoğunluğun her zaman haklı ve doğru olmadığını, azınlığın da haklı olabilirliğini kabul ederek azınlıkta kalmaktan korkmayan ilke ve inançla birlikteliğe cesaret etmek. İşte bunlar nihai kazanımın asgari ölçüleridir. SMF, bu ölçülere hayat vermekten imtina etmeyecektir.

 

Devam edecek…

https://gazetepatika22.com/smfye-donuk-elestiri-salvolarina-yanitlar-1-149631.html

https://gazetepatika22.com/smfye-donuk-elestiri-salvolarina-yanitlar-2-149772.html


13 Şubat 2024 Salı

YEREL SEÇİM | Düzen Partilerine Oy Yok, Aktif Tavır

31 Mart 2024 tarihinde yapılacak yerel seçimlere fazla zaman kalmadı. İllerin belediye başkanları, belediye meclis üyeleri ve muhtarların seçileceği bu yerel seçimler geçen seçimlere kıyasla kitleler nezdinde fazla ilgi çekmiyor.

 

Tüm propagandalara rağmen halk geçmişe kıyasla daha aktif bir seçim atmosferine sokulabilmiş değil.

 

İktidardaki egemen sınıfların hem yönetimdeki hem muhalefetteki partilerine karşı, kitlelerin ilgilerinde ve güvenlerinde hissedilir düzeyde azalma var. Daha bir yıl önce yapılan seçimlerdeki şaibeler, entrikalar, gizli protokoller ve seçim sonrasında devam eden sistemin katmerli sorunları, emekçi halkın ruh halinde güvensizlik ve parlamentoya-seçimlere inançsızlığı artırmış durumda.

 

Geçmişte yapılan seçimlerin, bu sefer bu denli çaptan düşmesi ve emekçi yığınların sorunlarına alternatif olmaması gerçekliği, önümüzdeki yerel seçimler arifesinde ezilen ve sömürülen yığınların bilinçaltlarında böyle bir ruh hali oluşturmuştur.

 

Nitekim içinde bulunduğumuz dönem işçilerin, küçük üreticilerin, köylülerin, memurların, emeklilerin ekonomik ve sosyal durumları, 2023’te yapılan genel seçimlerden ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra daha kötüleşmiş durumdadır. Bunun sonucu Türkiye halkı hissedilir boyutlarda daha yoksullaştı.

 

Emekçilerin maaşları rakam olarak “artırıldı”, gerçekte ise alım gücü düşürüldü. Çünkü enflasyon devamlı düşük gösterildi. Gerçek enflasyon hep saklı tutuldu, hep gizlendi. Ücretler de düşük gösterilen sanal ve uydurma enflasyon rakamlarına göre belirlendi.

 

Bunun sonucu ücretler hızla artan gerçek enflasyonun gerisinde kaldı. Böylece ücretlerin ve maaşların alım gücü hızla düştü.

 

Bu da işçilerin ve tüm emekçi kesimlerin ihtiyaçlarından her geçen gün menedilmesini beraberinde getirdi. Devletin resmi Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2023’ün enflasyonunu yüzde 64 olarak açıkladı. Buna karşın Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG) ise yıllık enflasyonu yüzde 127 olarak açıklamıştır. Ücretler resmi kurum TÜİK’in gerçeği yansıtmayan rakamlarının bile altında belirlenmiş, bu da sömürüyü ve yoksulluğu iyice artırmıştır.

 

Yoksulluğun bu denli artması sonucu akşamları alışveriş yapanların ve sokaklardan yiyecek toplayanların sayısı her geçen gün artmıştır. Geçmişte daha istisna olan bu görüntüler ülkenin pazarlarına, sokaklarına iyice yayılmıştır. Kısacası ülkemiz halkı ekonomik ve sosyal alanda böylesi fasit bir daire içine sürüklenmiştir.

 

Bunun sonucu sayıları hızla artan yoksul ve emekçi kesimlerle, bir avuç zenginin arasındaki makas günümüzde hayli açılmış durumdadır. Bu durum, rakamları iktidar lehine revize etmekte sınır tanımayan TÜİK dahi büyüyen bu uçurumu rakamlarına yansıttı.

 

TÜİK’in 29 Ocak 2024’te açıkladığı 2023 yılı gelir dağılımı istatistiklerine göre en yüksek gelir grubunun (nüfusun yüzde 20’si) toplam gelirden aldığı pay yüzde 49.8; en düşük gelire sahip yüzde 20’nin aldığı pay ise yüzde 5.9 oldu.

 

Artan sömürü ve keskinleşen sınıf çelişkileriyle beraber, faşizmin çok yönlü baskı ve şiddeti de acımasız boyutlara tırmandı.

 

Artan siyasi baskı ve saldırılar üzerinden halk ve muhalif kesimler üzerinde kaos ve korku atmosferi yaratılmak istenmektedir. Eğer bir ülkede baskı ve saldırılar giderek tırmandırılıyorsa, toplum korku ve tehdit altına alınıyorsa bu durum, o ülkenin egemen sınıfları ve devlet aygıtının, ezilen ve sömürülenlerin mevcut ve olası tepkilerini ve eyleme dönüştürmelerini önceden bastırmak, sindirmek ve engellemek içindir.

 

Tabii ki bu baskı ve şiddetin hedefleri arasında Kürtler, Aleviler, emekçi kadınlar da vardır. Hakim İslam dini ve şeriat-hilafet kılıcı Alevilerin üzerinde tehdit unsuru olarak sallandırılmakta, erkek egemen sistemin tüm argüman ve uygulamaları bizzat devlet eliyle uygulanarak kadın ve LGBTİ+lara hayat dar edilmeye çalışılmaktadır. AKP-MHP iktidarı ve ordu-polis-yargı gibi devlet organları Kürtlere, mücadelelerine ve örgütlenmelerine saldırmak için de herhangi bir “sebep” yaratmaya dahi gerek duymamaktadır.

 

Çünkü iktidara boyun eğmeyen varlıkları dahi iktidarları için bir tehdit olarak görülmektedir. Elbette bu mücadelenin bir parçası olan HEP’ten DEM Parti’ye kadar tüm siyasi partiler de en rahat ulaşılabilir hedef olarak iktidarın kara listesinde yer aldı/alıyor.

 

Kapatılan her partinin yerine kurulan partiler devamlı baskıya maruz kaldılar, parti yöneticileri, milletvekilleri ve yığınlarca parti taraftarları tutuklanarak hapishanelere kondular. Nitekim böyle sarmal bir hal alan bu baskılar sonucu en son oluşturulan DEM Partisidir.

 

Türkiye yukarıda kısaca değinmeye çalıştığımız koşullarda yerel seçimlere gidecektir. 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak seçim sonucunda belediye başkanları, büyükşehir belediye başkanları, belediye meclisi üyeleri, il genel meclisi üyeleri, muhtarlar ve ihtiyar heyetleri belirlenecektir.

 

Seçim arifesinde Türkiye’nin içinde bulunduğu jeopolitik dönem ve mevcut konjonktür yukarıda kısaca vurguladığımız gibi sorunların, çelişkilerin, baskının, zulmün, en üst düzeye vardığı döneme tekabül etmektedir. Öyle ki çığırından çıkan mevcut yönetim son dönemlerde din ve şeriatla tehdit kulvarını ve saldırı furyasını daha da artırmış durumdadır.

 

Nitekim açıktan bu doğrultuda propaganda yapan AKP gerici tarikat ve cemaatler üzerinden de örgütlenmektedir. Amaç ülkeyi seçime korku ve kaos atmosferiyle sokmak ve oluşan hengâmede “galip” çıkmaktır.

 

“Muhalif” düzen partilerinin rolü de kitleleri türlü vaatlerle kendi manyetik alanlarında ve düzen sınırları içinde tutmaktır. Kısacası düzen partileri her seçimde yaptıkları iş bölümünü ve oynadıkları rolleri bu yerel seçimlerde de oynayacaklardır.

 

Bundan dolayı AKP ve MHP partileriyle beraber, CHP, İYİ Parti, YRP ve diğer düzen partilerine karşı da tavır alınmalıdır. Oy verilmemelidir. Bunlar kitleler içinde teşhir edilmeli ve mahkûm edilmelidir.

 

Mafya ile iç içe geçen, kayyum ve rant düzenini hakim kılan bu düzen partilerine karşı aktif mücadele edilmelidir. Bu tavır Türkiye’nin en eski partisi Kemalist CHP ile diğer düzen partilerine karşı da alınmalıdır. Kısacası tüm düzen partileriyle, haklı ve meşru zeminde duran muhalif güçler arasında kalın çizgi çizilmelidir.

 

Bu yerel seçimlerde düzen partilerine karşı tavır almak salt oy vermekle sınırlı değildir.

 

Mevcut sistemi, mevcut devletin yaptığı baskı sömürü ve zulmü teşhir ederek, gerçek kurtuluşun bu gerici düzene karşı demokratik halk iktidarıyla mümkün olacağı propagandası yapılmalıdır. Seçimler bu propagandalarla kitlelerle bağ kurmanın aracı olarak kullanılmalıdır.

 

Ancak seçimlerde bu devrim propagandasına bağlı olarak yerel seçimlerde kazanılabilecek yerlerde belediye başkanlığı ve alt yerel organların içinde yer almak da hedeflenmelidir. Türkiye Kürdistanı’nda geçen seçimlerde kazanan belediye başkanlarının tutuklanarak yerlerine atanan kayyumların yerine, bu seçimlerde tekrar Kürt halkının ulusal iradesiyle kazanacak yeni belediye başkanlarına emanet edilecektir. Türkiye Kürdistanı’nda öne çıkacak sorun elbette ki Kürt ulusal sorunu olacaktır.

 

Devletin Kürt ulusuna yaptığı ulusal baskı ve seçilen belediye başkanlarının yerine atanan kayyumlara karşı mücadele esasta DEM Parti üzerinden yapılacaktır. Ancak bu mücadele ile diğer devrimci ve demokratik güçlerin de yer aldığı birleşik mücadelenin geliştirilmesi hedeflenecektir. Bu mücadele ülkenin tüm alanlarında sömürüye ve faşizme karşı yürütülecektir.

https://ozgurgelecek51.net/yerel-secim-duzen-partilerine-oy-yok-aktif-tavir/

 

 

11 Şubat 2024 Pazar

C F R : ( Dış İlişkler Konseyi ) Türk Bilderbergleri

At gözlüğü ile bakma;
Kendi gözlerinle okumaya çalış
📖 Tarih 20 Ekim 1999

Yer Koç Müzesi Restoranı.
Belki de bir daha hiç yaşamayacağı önemde, tarihi bir toplantıya ev sahipliği yapmaktadır...
Toplantının davetlileri "Dünyanın En Seçkin" kişilerinden oluşmaktadır ve bu "seçilmiş" davetli grubunun başını çeken:
David Rockefeller


20-24 Ekim 1999 tarihleri arasında Türkiye'yi ziyaret programlarına alan David Rockefeler başkanlığındaki bu "Dünyanın En Seçkin Kişilerinden" oluşan ekip 21 kişidir ve:
CFR'nin "Boğanın Gözü"

olarak da anılmakta olan "iç yönetim halkasını" oluşturan isimlerdir.
Tabii ki böylesi muhteşem bir davetli grubu Türkiye'ye tatile gelmemiştir. Türkiye'ye gelişlerinin "özel" bir sebebi vardır.
Ve o sebebi gecede sahneye çıkarak kısa bir konuşma yapan David Rockefeller açıklayacaktır.
Rockefeller, davetliler huzurunda Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Rahmi Koç'un CFR'nin DIŞ İLİŞKİLER ULUSLARARASI GRUP" üyeliğine kabul edildiğini açıklayarak, Koç'a bir de madalya verecektir.
Rahmi Koç çok uzun yıllardır üyesi olduğu CFR içerisinde artık:
"EN ÜST DÜZEYDE" YÖNETİCİ pozisyonundadır.
1994 sonrası TESEV'i George SOROS'a kurdurtan KÜRESEL MERKEZ AKIL güç odağını bölmekte,KOÇ'a daha geniş bir yetki tanımaktadır.
1999'da bu görevi alması ile birlikte CFR'nin Türkiye'deki tek ve yetkili temsilcisi Rahmi Koç olmuştur. Ve işte o zaman SOROS eli ile kurulan TESEV ile birlikte görev yapan KOÇ'a "TEK YETKİLİSİN" mesajı verildi.
Artık kararlar tek bir kişi tarafından verilecekti:
Rahmi Koç...
Bu zaten Rahmi Koç'un uzun zamandır düşünüp, tasarladığı ve olmasını istediği şeydi.
İşte tam da bu aşamadan sonra
kamuoyunda hemen hemen hiç ortaya çıkmadan, medyatiklikten bilinçli olarak uzak tutulan bir "yapılanma" için düğmeye basıldı.
CFR'nin Dünya'nın önemli ülkelerinde çeşitli "ayakları" vardı... Bu "ayaklar" "Yerel Konseyler" olarak faaliyet yürütmekteydiler:
Almanya'da SWP, Arjantin'de i CARI, Brezilya'da FGV, Fransa'da IFRI, G. Kore'de EAI, Hindistan'da ORF, S.Arabistan'da GRC, Rusya'da ise INSOR.
Bu "Yerel Konseyler" bir araya gelerek
"Council of Councils" yani: "KONSEYLERİN KONSEYİ"
En tepede ise Council on Foreign Relations yani "CFR" bulunuyordu.
İşte Türkiye'de düğmesine basılan
"YEREL KONSEY" kurma çalışmaları kısa sürede meyvesini verecek ve 40 kişiden oluşan "özel ve seçkin" bir grup RAHMİ KOÇ başkanlığında Global İlişkiler Forumu (GİF) temellerini atacaklardı.
Yapılanma 11 Mayıs 2009'da tüzel kişilik statüsü kazandı ve "Dernek" adını aldı.
Ancak "Dernek" İSMİNİ HİÇ KULLANMADI.
Misyonunu "Üyelerini ve tüm ilgili bireyleri, uluslararası ve global ilişkilere dayalı konuları sorgulayıp, tartışabilecekleri bir platformda buluşturmak" olarak tanımlayan GİF'in etkisi çok daha geniş ve stratejik alanlara uzanacaktı.
Ve Global İlişkiler Forumu'nun "Kurucu Üyeleri" ve hali hazırdaki yönetimi ve "Üye" olan bazı çarpıcı isimler:
Vural AKIŞIK:

Türk Amerikan İş Konseyi Yönetim Kurulu Başkanı TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Üyesi
TESEV Yönetim Kurulu Üyesi
Doğan Holding Yönetim Kurulu Üyesi
Aslı Başgöz:
Türk Milli Eğitim Sisteminin
ABD eline bırakıldığı Fulbright Komisyonu'nun üyesi.
Hanzade Doğan Boyner:
Avrupa Dış İlişkiler Konseyi (ECFR) üyesi, aynı zamanda Brooking Enstitüsü Mütevelli Heyeti Üyesi... Bu Enstitü bir think-thank kuruluşu, 60 milyon dolar bütçesi ile çok etkin. En çarpıcı özellikleri Suriye'de savaş yokken ortaya attıkları "Suriye'de İç Savaş" başlıklı
savaş senaryoları ile Türkiye savaşları konulu çalışmaları.
Nuri Çolakoğlu:
Türkiye'de "KANAL KURAN ADAM"
OLARAK ünlenen ve en sttratejik dönemlerde CNN TÜRK'ün başına getirilen bu isim aynı zamanda 78 numaralı TESEV Kurucu Mütevelli Heyet üyesi aynı zamanda Bilderberg üyesi (Belçika-Brüksel'deki 2000 yılı Bilderberg Toplantısı)
OsmanTurgay Durak:
Koç Holding Otomotiv Grubu Başkanı
Feyyaz Berker:
46 numaralı TESEV kurucu mütevelli heyet üyesi, TEKFEN HOLDİNG'in sahibi.
Ve ilginç, pek çoğunuzun tahmin edemeyeceği bir isim:
Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı: Yılmaz Büyükerşen
Hikmet Çetin:
BİLDERBERG üyesi (1995-Zürih-BİLDERBERG TOPLANTISI)
İlter Türkmen:
BİLDERBERG üyesi (1983-Chateu Montebello-BİLDERBERG toplantısı)
Bülent Eczacıbaşı:
95 numaralı TESEV Kurucu Mütevelli Heyet Üyesi
Hayati Kamhi:
Kamhi Ailesi'ni temsilen kurucu...
Aynı ailden Jak Kamhi 163, Cefi Josef Kamhi 162 numaralı TESEV üyesi... Ayrıca Jak Kamhi Global İlişkiler Forumunun Feyyaz Berker ile birlikte 2 "Onursal" üyesinden biri.
Altan Öymen ve Tarhan Erdem:
Neden bu 2 ismi bir arada yazdık? Zira 1999'da CHP baraj altı kaldığında
Baykal'ın istifası sonrasında Altan Öymen CHP'ye Genel Başkan olurken Tarhan Erdem'i de Genel Sekreter yapmıştı. Aynı Öymen'in Global İlişkiler Forumu'nun bir başka kurucusu Nuri Çolakoğlu'nun yıllarca Genel Müdürlüğünü yaptığı CNN TURK'te program yapmasını ve kısa süre önce bir başka "küreselci" Karayalçın ile Muharrem İnce'yi markaja alarak "Genel Başkan olma İstanbul B.B Başkanlığını verelim" pazarlığını hatırlayınız.. (E) Orgeneral.
Edip Başer:
NATO Napoli Güney Avrupa
Müttefik Kuvvetler Komutanlığı
eski İstihbarat Daire Başkanı (Napoli Güney Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanlığı GLADİO'nun Belçika Mons ile 2 ana karargahından biridir) NATO G.Doğu Avrupa Kara Kuvvetleri Komutanı ayrıca ABD ile K.Irak için oluşturulan özel koordinasyon ekibinde Türk tarafının koordinatörü.
Fatih Birol:
Uluslararası Enerji Ajansı IEA'nı o dönem baş ekonomisti, bugün ise aynı kurumun İCRA DİREKTÖRÜDÜR.
Metin Fadıllıoğlu:
Adeta Türk eğlence sektörünün
"tek eli" konumundadır... Şu an sektörden çekilmiş gözükse de ondan habersiz "kuş uçmaz, uçamaz"... Kendisi TESEV'in 127 numaralı kurucu üyesidir.
Ünar KIRDAR:
Kendisi çok deneyimli ve önemli görevlerde bulunmuş bir büyükelçidir. Ancak en önemli özelliği GEZİ PARKI'nı yapan LÜTFİ KIRDAR'ın oğlu oluşudur. GEZİ PARKI esnasında KOÇ'un tavrını hatırlayınız lütfen.
Muhsin Mengütürk:
1997-2000 yılları arası SPK BAŞKANI.
Rıza TÜRMEN:
AİHM bünyesindeki tek Türk yargıç. Bunlar "Kurucu Üyeler"...
Bazı öne çıkan üyeler:
TESEV Yönetim Kurulu Üyesi ve KONDA Araştırma Genel Müdürü Bekir Ağırdır. ALARKO HOLDİNG Yönetim Kurulu Üyesi:
Leyla Alaton, Eski Milli Güvenlik Kurulu Sekreteri Mehmet Yiğit Alpogan,
Demokrat Türkiye Partisi eski Genel Başkanı Mehmet Ali Bayar ve kardeşi Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar, Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanlarından Emin Murat Bilgel BİLDERBERG üyesi Tayyibe Gülek Domaç ve eski Deniz Kuvvetleri Komutanlarından Salim Dervişoğlu ön plana çıkan "üyeler"
Murat Ülker, Ali Ülker
Eski Dışişleri Bakanlarından:
Yaşar Yakış
Durmuş Yılmaz:
Exeter mezunu eski Merkez Bankası Başkanı.
İyi Parti'nin kurucu üyelerinden.
Elif Bilgi Zaparolli:
Kendisi Meryll Linch Yatırım Bankası A.Ş Yönetim Kurulu Başkanı olur. Hani yıllarca ekonomimizi yöneten, şimdi de güya kabineye alınmayıp "gölge isim" olarak ekonomide( eski) dümenin başındaki:
Mehmet Şimşek'in geldiği Meryll Linch...
Global İlişkiler Forumu'nun "KURUMSAL ÜYELERİ" :
Burada üye olarak kişileri değil şirketleri görüyoruz ama özellikle dikkatimizi çeken üye olarak alınan şirketler finans,iletişim ve sigorta sektörlerinden Citibank (ki bu banka 2001 krizini tetikleyen CIA bağlantılı bir bankadır),
Anadolu Sigorta, Borusan, Denizbank,
ING, İş Bankası, İş Yatırım, Türkiye Sınai Kalkınma Bankası, Anadolu Sigorta,Generali Sigorta, İngiliz Vodafone, Alman Siemens,
Deloitte, Oracl...
Toplum olarak okumayı sevmeyen bir toplumuz biz üzerimize düşeni yapalım siz yine de okumayın.
Sizler milli görünenleri biraz araştırsanız altından kimler çıkacak ama facebook ta candy cras oynamak varken Twiter'da magazinel haberleri takip etmek varken yada Instagram'da fotoları beğenmek varken sizin yerine birileri araştırır ve siz onların algısına
YA DEVLET BAŞA
YA KUZGUN LEŞE
ÖNEMLİ NOT:
ÖNCE ÖN YARGINDAN KURTUL, SONRA:
BAKIŞ AÇINI DEĞİŞTİR
OKUMANIN GÜCÜ
Kaynak:
Haber Alternatif
Araştırmacı Yazar
Celal Eren Çelik

 

10 Şubat 2024 Cumartesi

Uçurum Çiçeği_Tutsak devrimci şairimiz Fırat Karakoç


 Uçurum Çiçeği

Tutsak devrimci şairimiz Fırat Karakoç 1994 Dersim-Hozat doğumludur. Karakoç; Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya'nın katili Fehmi Altınbilek'e suikast düzenleyen ekipte yer almak iddiasıyla ömür boyu hapis + 16 yıl ceza aldı. Bu cezanın ona elde yeterli delil olmadan verildiğini belirtmek isterim.
Fırat'ın şiirlerinde;mücadele azmi,aşk,devrimci romantizm,yaşama sevinci,özgürlüğe özlem ve umut var. Bence yaşına göre oldukça dolu bir genç. Eser Kierkegaard'ın bir sözüyle başlıyor.
Kanımca sadece devrimciler değil halkımız da kavgada ödenen bedellerin ağırlığını unutmuşa benziyor. Zindanlardaki canlara mektup yazan, mahkemelerine giden, ailelerinin halini hatırını soran insan sayısı olduķça az.
Düşüncelerinden vazgeçirme ya da ömür çürütme merkezlerine dönüştürülen cezaevlerindeki direniş yöntemlerinden biri de sanat eseri üretmektir.Bu anlamlı çabaya omuz vermek gerekir. Eser yakında Fırat Yayınevinden çıkacak. Okuyalım, okutalım.

9 Şubat 2024 Cuma

TÜRKLER SÖZ VERİR DE TUTMAZ (MI?)-Ayşe Hür


 TÜRKLER SÖZ VERİR DE TUTMAZ (MI?)

Başak Demirtaş, DEM Parti adına İstanbul Belediye Başkanlığı'na adaylığını açıkladığından beri, medyada DEM Parti ile AKP arasında bir pazarlık olduğu iddiası giderek daha çok dillendiriliyor. Ben bu tartışmaya girmeyeceğim sadece İttihatçıların (İTC) ve Kemalistlerin siyasi rakiplerine verdikleri ve tutmadıkları sözleri hatırlatmakla yetineceğim. Kanımca bu tarihçe, Türk milliyetçileri için olduğu kadar, rakip milliyetçiler (Osmanlı döneminde Arap, Rum ve Ermeni vb. milliyetçileri, günümüzde özellikle Kürt milliyetçileri) için de önemli dersler içeriyor.

1. ARAPLAR

Frenkler mi Osmanlılar mı?

Jön Türklerin 1890 tarihli Paris toplantısında Mizancı Murad, Arap katılımcılara bir Arap devleti kurma niyetlerinin olup olmadığını sorduğunda, Meclis-i Mebusan üyesi Beyrutlu Marunî Halil Ganem şöyle demişti: “Biz Araplar biliyoruz ki, eğer Frenkler ülkemize girerlerse, birkaç yıl içinde topraklarımız onların eline geçecektir ve ülkeyi diledikleri gibi yöneteceklerdir. Türklere gelince, onlar bizim dinimize inanırlar ve âdetlerimizi bilirler. Dört yüz yıllık yönetimleri boyunca bir santimetre mülkümüzü dahi almamışlardır. Arap aydınlarının ve ileri gelenlerinin ümmetlerinin Osmanlı çıkarları çerçevesinde yaşamasından başka bir isteği yoktur.”

Nitekim 1908’de Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edilmesinden sonraki ilk seçimlerde meclise giren 240 veya 288 mebusun 50 veya 67’si Arap’tı. Buna karşılık, Aralık 1908'de Paris'te kendilerine Suriye Merkez Komitesi adını veren grup tarafından yayınlanan beyannamedeki en aşırı talep olan Arap vilayetlerine bir çeşit özerk statü tanınması fikri İstanbul’da Meclis-i Mebusan’daki Arap mebuslar arasında infial yaratmıştı. Hatta deklarasyonu kaleme alan Raşid Mutran'ın ailesinden dahi bu girişimi lanetleyenler olmuştu.

Türk-Arap monarşisi

Abdülhamid’in 31 Mart Olayı bahane edilerek 1909’da tahttan indirilmesinden sonra iktidara yerleşmeye başlayan İttihat ve Terakkicilerin reformları yerleştirmek amacıyla merkezi otoriteyi güçlendirmek için attığı adımlar bu olumlu süreci tersine çevirdi. Özellikle İttihatçıların Suriye’deki idari makamlara kendi adamlarını yerleştirmeleri ve buradaki okullarda, mahkemelerde ve idari birimlerde Türkçe kullanımını mecburi hale getirmeleri muhalefetin ‘Arapçılık’ hareketi etrafında toplanmasına neden oldu. Ancak bu dönemde bile Araplar arasında Osmanlı Devleti’ne karşı takınılacak tutumda netlik yoktu.

Örneğin 1909 yılında Paris’te kurulan El Cemiyyeti’l-Arabiyyeti’l-fetat (Genç Arap Cemiyeti) Arapları hem Osmanlı’nın hem de yabancıların egemenliğinden kurtarmak gibi radikal bir hedefe sahipken, el-Kahtaniyye (Arapların ilk atası sayılan ‘Kahtan’ın oğulları’) adlı gizli örgüt, Osmanlı Devleti’ni Avusturya-Macaristan örneğindeki gibi ikili bir monarşi haline getirmeyi hedefliyordu.

İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ın Arap üyeleri ise Filistin'e Yahudi göçü gibi önemli bir konuda ya da Fırat üzerinde İngiliz Lynch şirketinin vapur işletmesi gibi ikincil konularda hala milliyetçilikten uzak bir tavır sergiliyorlardı. Ancak 1911 Trablusgarp ve 1912-1913 Balkan Savaşları (daha doğrusu hezimetleri) sonrasında Osmanlı İmparatorluğu, Araplar için güvenli bir şemsiye olma niteliğini yitirince Araplar kendilerine yeni bir yol çizmek zorunda kaldılar.

1913 Arap Kongresi

Osmanlıcı ancak adem-i merkeziyetçi (Prens Sabahattinci) Araplar bu amaçla 18-24 Haziran 1913’te Paris’te bir ‘Arap Kongresi’ topladılar. (Paris daha önce İttihatçılar ve Kürt milliyetçileri için olduğu gibi Arap milliyetçilerinin de ‘başkenti’ idi.) Kongreden bir hafta önce Gürcü kökenli, Bağdat doğumlu Sadrazam Mahmud Şevket Paşa şüpheli bir suikasta kurban gitmişti, dolayısıyla siyasi ortam gergindi. İTC ve farklı görüşlerdeki Arap gruplar uzun süre kongreyi engellemeye çalıştılar. İTC bunu başaramayınca cemiyetin umumi kâtibi Mithat Şükrü (Bleda) ile birkaç kişiden oluşan bir heyeti Paris’e gönderdi. Kongrenin Hıristiyan Araplardan oluşan delegeleri İTC’ye güvenilmeyeceğini söyleyerek görüşmelere katılmadılar. Uzun tartışmalardan sonra taraflar (İTC ve Müslüman Araplar) bir anlaşma sağladılar. Kongre Heyeti Başkanı sıfatıyla Abdülkerim el-Halil ile İTC adına Dâhiliye Nazırı Talat Bey tarafından imzalanan anlaşmanın önemli maddeleri arasında, Arap vilayetlerinde resmi işlemlerin Arapça yapılması, ilk ve ortaöğretimin Arapça yapılması, yüksek öğrenimin bölgedeki çoğunluğun dilinde yapılması, ortaöğretimde Türkçenin zorunlu ders olması, vali dışındaki tüm devlet görevlilerinin Arapça bilmesi, askerlerin memleketlerine yakın yerlerde askerlik yapması, vilayetlerde yerel meclislerin kararlarının geçerli olması, Osmanlı Devleti’nin her hükümetinde en az üç bakanlığın Araplara verilmesi, idari, adli ve ilmi sınıflarda Arap görevlilere yer verilmesi vardı.

Cemal Paşa’nın işleri

İttihatçıların Arapların tüm isteklerini kabul etmelerinin nedeni kısa sürede anlaşıldı. İttihatçılar Araplara verdikleri sözleri tutmayacaklardı. Nitekim Kongre Başkanı Abdülhamit Zöhravi, Ayan Meclisi üyeliğine atandığı halde antlaşmanın diğer koşulları uygulanmadı. Dahası önemli Arap liderlerinden Aziz Ali Mısri, İstanbul gizli polisi tarafından 9 Şubat 1914 günü Tokatlıyan Oteli’nde tutuklandı ve kısa bir yargılamadan sonra idama mahkûm edildi. Gerçi daha sonra İngilizlerin araya girmesiyle idam cezası affedildi ancak bu olay, Arap milliyetçilerinin gözünde İttihatçıların tüm itibarını kaybetmesine neden oldu. İttihatçılar bununla da kalmadılar, bölgeye Cemal Paşa’yı atadılar. Cemal Paşa’nın Suriye ve Lübnan’da izlediği gaddar politikalar Arap milliyetçiliğini ayrılıkçı çizgiye hızla taşıdı. Haziran 1916’da Mekke Şerifi Hüseyin’in kendi adına çıkardığı bir fetva ile başlayan sözde ‘Arap İsyanı’, Türk tarih yazımında “Arapların Türkleri arkadan hançerlemesi” olarak anılacaktı. Savaşın sonunda ortaya çıkan tablonun ne Arap milliyetçilerini ne de Türk milliyetçilerini memnun etmediğini herhalde belirtmeye gerek yok.

2. ERMENİLER

İttihatçı-Taşnak ittifakı ve hazin sonu

Aynı dönemde, benzer bir süreç Türk-Ermeni ilişkilerinde de yaşanmıştı. 27 Eylül 1907’de Jöntürk hareketinin Selanik ve Paris kolları Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında birleştiğinde hareketin önündeki en önemli sorun hareketi Anadolu’da yayacak bir teşkilata ve etkinliğe sahip olmamaktı. İşte bu eksiklik 27-29 Aralık 1907’de Paris’te yapılan kongrede Haçadur Malumyan (nam-ı diğer Agnuni), Prens Sabahaddin ve Ahmet Rıza’nın başkanlık yaptığı üç oturumda kurulan ittifakla doldurulmuştu.

23 Temmuz 1908’de II. Abdülhamit’in Meşrutiyet’i ikinci kez ilan etmesini sağladıktan sonra  Talat, Nazım ve Bahaddin Şakir daha önce alınmış kongre kararlarına bağlılıklarını teyid etmişler, sadece Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden vazgeçtiklerini söylemişlerdi.

Bu geri adıma ses çıkarmayan Taşnaksutyun’un İTC’ye ilettiği 3 Ağustos 1908 tarihli talepler listesinde Ermeni vilayetlerinde serbest dolaşıma izin verilmesi, 1895-1908 arasında Ermeniler aleyhine çıkarılan bütün kararnamelerin geri çekilmesi, Ermeni siyasi tutukluların salınması, sürgünlerin ve göçmenlerin evlerine dönmesine izin verilmesi vardı.

Bu tekliflerin hemen hepsi kabul edildi. 1908 Eylül’ünde Hamidiye Alayları‘nın dağıtılması kararı alındı, 1909 Kasımında Hamidiyeci Kör Hüseyin Paşa tutuklandı ve elinden alınan bütün toprakları yasal sahipleri olan Ermenilere iade edildi. Ortaya çıkan olumlu havada Balkanlar, Kafkasya ve ABD’de yaşayan 50 bin kadar Ermeni geri döndü. Hayvan sayısı ve rekolte arttı. Kısacası ülkede bir umut, bir mutluluk havası egemendi.

Çoğulcu meclis

30 yıl aradan sonra 17 Aralık 1908’de açılan Meclis-i Mebusan‘da 147 Türk, 60 Arap, 27 Arnavut, 26 Rum, 14 Ermeni, 10 Slav ve 4 Yahudi mebus yer aldı. Partilere göre dağılım ise 160 İttihatçı, 20-25 Ahrarcı, 4 Taşnak, 1 Hınçak, 2 Bulgar devrimci, 1 Bulgar Sosyal Demokrat ve 70 bağımsız şeklindeydi. Kısacası Osmanlı Devleti’nin çok kültürlü yapısını tam anlamıyla yansıtmasa da gayet çoğulcu bir meclis oluşmuştu. Ancak bu mutlu dönem çok uzun sürmedi. İstanbul’da yaşanan 31 Mart Olayı ve bununla eş zamanlı olarak Adana’da yaşanan (tarafların değişik adlandırmalarıyla) Adana İğtişaşı/Faciası/Katliamı sırasında 20 bin civarında Ermeni’nin öldürülmesinden sonra İttihatçı-Taşnak ittifakında ilk çatlak oluştu.

Trablusgarp hezimetinin gölgesinde, 29 Eylül -9 Ekim 1911 tarihlerinde Selanik’te toplanan İTC’nin IV. Kongresi’de ‘Türkçülük’ doktrinini kabul edildikten sonra adında ‘Türk’ terimi bulunan çeşitli cemiyetler kuruldu, Arap eyaletlerinde, Kırım, Kafkasya ve Orta Asya’da Türkçülük propagandasına hız verildi. Türk tarafı 1908 ruhuna bir kez daha ihanet ederken Hınçak Partisi, 1912 yılının başında kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası (HİF) ile; Taşnaksutyun ise İTC ile ittifaka devam ediyordu. İttihatçılar 1912 seçimlerinde, Taşnaksutyun’a 20 mebusluk vaad etmişlerdi ancak seçimi kazanacaklarını anlar anlamaz sözlerinden caydılar ve mebus sayısını dokuza düşürdüler. Üstelik de bunları kendileri tayin edeceklerdi. Halbuki daha önceden parlamentoda 14 Ermeni mebus vardı. Böylece İttihatçıların muhaliflere uyguladığı şiddet yüzünden tarihe Sopalı Seçimler olarak geçen 1912 seçimlerinden sonra İTC iktidara iyice yerleşirken, Ermeni milliyetçileri yeni düzende kendilerine yer olmadığını kavramaya başlamışlardı.

Son temaslar ve kopuş

Taraflar arasındaki son temaslar, 1878 Berlin Antlaşması’nın şartı olduğu halde tam 36 yıldır yapılmayan Ermeni Reformları konusunda oldu. İttihatçılar, Ermenilerden Batılı devletlerin bu konudaki müdahalelerine karşı çıkmalarını istiyorlardı. Taşnaklar ise Müslümanlarla tam hak eşitliği, Ermeni vilayetlerine daha önceden kararlaştırıldığı gibi Avrupalı görevlilerin atanması, bu vilayetlerdeki jandarma güçlerinin yüzde 50‘sinin Ermeni olması gibi taleplerinde direniyorlardı. Hınçaklar ve Patriklik ise bu pazarlıkları hoşnutsuzlukla izliyordu.

İttihatçılar 1914 seçimlerinde, yarısını kendileri seçmek koşuluyla Taşnaklara 16 Ermeni mebus sözü verdi. Ayrıca  bir Ermeni mebus Meclis-i Mebusan’ın başkan yardımcılığına getirilecekti. Tam işler yoluna girmiş görünüyordu ki, Birinci Dünya Savaşı patladı. İttihatçıların Almanya ile 2 Ağustos 1914’te gizli bir antlaşma imzaladığı günlerde Erzurum’da Taşnaksutyun’un VIII. Kongresi toplandı. İTC’yi temsilen Bahaeddin Şakir, Ömer Naci ve Hilmi Bey’den oluşan üç kişilik bir heyet Erzurum’a geldi. Heyet Ermenilerin Kafkaslarda Rusya’ya karşı bir ayaklanma çıkarmaları karşılığında Kafkasları paylaşmayı öneriyordu. Taşnaklar, hem uluslararası ortamı kendi lehlerine gördüklerinden, hem de geçmiş tecrübelerinden dolayı, İttihatçıların bu teklifine olumlu cevap vermediler. İttihatçıların intikamı acı oldu. 1915 yılının ilkbaharında başlayan ve 1917 yılının sonbaharında biten Ermeni Tehciri/Katliamı/Soykırımı sonucu ortaya çıkan tablo Türk milliyetçilerini memnun ettiyse (hatta hala memnun etmeye devam ediyorsa da) Ermeni halkının ödediği bedeli düşününce, Ermeni milliyetçilerinin mutlu olduğunu sanmıyorum.

3. KÜRTLER

Kemalistlerin Kürtleri kandırması

Abdülhamit’in Hamidiye Alayları, Aşiret Mektepleri, unvanlar vb. ile merkeze bağladığı Kürtler, Birinci Dünya Savaşı’nda Türkçü tasfiye politikaların hedefi olmadılar çünkü savaşta onlara ihtiyaç vardı. Kemalistler Milli Mücadele yıllarında Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurulmasından endişe eden Kürtleri çeşitli vaadlerle yedeklerine almayı başardılar. Ama bu vaatlerini hiç bir zaman yerine getirmediler. Daha önce defalarca yazdım ama onları okumayanlara satır başlarıyla hatırlatırsam, 23 Temmuz-7 Ağustos 1919’da toplanan Erzurum Kongresi’nin sonuç beyannamesinde ABD Başkanı W. Wilson’un ‘milletlerin kendi kaderini tayin hakkı’ prensibinin geçerliliği vurgulanarak, konunun toplanacak ‘milli meclis’te ele alınacağı vaat edilmiş, deyim yerindeyse Kürtlere ‘havuç’ uzatılmıştı. Ancak, 4-11 Eylül 1919 tarihlerinde toplanan Sivas Kongresi’nde Wilson’dan ve “kendi kaderini tayin hakkından” söz edilmemişti bile.

20-23 Ekim 1919 tarihlerinde İstanbul adına Bahriye Nazırı Salih Paşa ve padişahın başyaveri Naci (Eldeniz) Paşa ile Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına Mustafa Kemal, Rauf (Orbay) ve Bekir Sami (Kunduh) paşalar arasında Amasya’da imzalanan beş protokolden ikincisinde  “Kürtlerin oturduğu arazi” den, “Kürtlerin ırk hukuku”ndan  söz edildiği halde, 23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi’nde bu konular görüşülmedi bile. Kürtler de verilen sözlerin neden tutulmadığını sormadılar.

Anayasal kandırmaca

Ocak 1921’de kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na (günümüzdeki adıyla 1921 Anayasası) 23 maddesinden ‘İdare’ başlığı altında toplanan 12’si vilayet ve kazaların muhtariyetinin (bugünkü deyimle özerkliğinin) nasıl hayata geçirileceğine ayrılmıştı. Bu maddelerde etnik temele dayalı bir özerklikten söz edilmediği halde Kürt çevreleri epey umutlandı.

1921’de Koçgiri Ayaklanması yüzünden sıkıntılı anlar yaşayan Ankara, bölgeye gönderdiği Nasihat Heyeti sayesinde Dersimli liderlerin bir bölümünü TBMM’ye katılmaya ikna etmiş, hatta bu kişilerin oturumlara “Kürt milli giysileriyle katılmalarını” teşvik etmişti. Devletin teşvikiyle Kürt milli giysilerini sırtına çekenlerden Hasan Hayri Bey, devlete güvenmenin bedelini ağır ödeyecek, 1925’de “Kürtçülük yapmak” suçundan (suçlamalar arasında meclise Kürt giysileri ile gelmek de vardı) idam edilecekti.

El Cezire Komutanlığı’na talimat

“Kürtlere özerklik” konusunda TBMM zabıtlarına geçmiş tek belge, Büyük Millet Meclisi Heyeti’nin El Cezire (Irak) Cephesi Kumandanlığı’na 27 Haziran 1921 tarihinde yazdığı talimattır. Oldukça uzun bu talimatın Kürtlere özerklikle ilgili bölümlerinde “milletlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkı uyarınca” Kürdistan bölgesinde, doğrudan halkın oluşturacağı yerel yönetimlerin kurulması konusunda El Cezire Komutanlığı yetkili kılınıyordu.

El Cezire’nin idaresi hakkında üç maddeye de yer verilen talimatı Mustafa Kemal imzalamıştı. Gizli amaç bölgedeki huzursuzluğu fırsat bilen Fransız ve İngilizlerin Kürt meselesine müdahil olmasını engellemek için Kürtlere kademeli olarak özerklik tanınacağı izlenimini vermekti elbette, yoksa tutulacak bir söz yoktu ortada.   

TBMM’nin 10 Şubat 1922 tarihli oturumunda Kürtlere özerklik veren 18 maddelik bir kanun teklifi verildiğine dair İngiliz belgesini güvenilir bulmasam da, Mustafa Kemal’in 16/17 Ocak 1923 gecesi,  İzmit Kasrı’na davet ettiği dönemin ünlü gazetecilerine söylediği şu sözleri ciddiye almamak mümkün mü: “Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu [1921 Anayasası] gereğince zaten bir tür yerel özerklikle oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir.”

Elbette Kürtlere uzatılan bu havucun nedenini artık iyi biliyoruz: Lozan Barış Görüşmeleri’nde İngilizler Musul’un bir Arap şehri olduğunu ileri sürerek Irak manda yönetimine bağlanmasını; Türk tarafı ise Musul’un Kürt şehri olduğunu ve Türklerle Kürtlerin ‘etle tırnak gibi ayrılmaz’ unsurlar olduğunu söyleyerek Musul’un Türkiye’ye bağlanmasını istiyorlardı.

4 Kasım 1922 tarihinde TBMM’de Lozan Heyeti’nin yapacağı işlerin görüşülmesi sırasında Dersim Milletvekili Diyap Ağa söz almış ve şöyle demişti:

"Allah muinleri olsun. Hangisini münasip görmüş ise öyle eylesin. Hamdolsun gidenler dinini, diyanetini bilir adamlardır. Heyet içinde bulunanlar zannederim, kendi dinine, diyanetine hiyanet etmek istemez. (Alkışlar) Hepimiz biriz. Ne Türk, ne Kürtlük davası vardır. Hep biriz, kardeşiz. (Bravo sesleri, alkışlar) Bir kişinin beş on oğlu olur. Biri Hasan, biri Ahmed, biri Hüseyin, biri Mehmed isimli olabilir. Fakat hep bir insandırlar. Biz de öyleyiz. Yoksa ayrı, gayrimiz yoktur… "

Aynı oturumda söz alan Erzurum Milletvekili Süleyman Necati (Güneri) ise şöyle diyecekti:

"Bendenizi buraya gönderenlerin büyük bir kısmı da Kürt olduğundan burada o vatan kardeşlerimizin hissiyatına tercüman olmak üzere bu kelime ile düşmanlarımızın ifade etmek istediği maksadı dilimin döndüğü kadar arz edeceğim. (…) Kürtlerin tarihi daima Türklerle beraberdir. (“Şimdi de öyledir” sedaları) Vaziyet-i içtimaya gelince: Kürt heyet-i içtimaiyesi asırlardan beri İslamiyetten sonra gelen Türklerle o kadar karışmışlardır ki, bugün ikiye tefrik edilen millet yine yek vücuttur. Bugün öyle bir Türk yoktur ki, dayısı, damadı veyahut yeğeni Kürt olmasın. Ve öyle bir Kürt yoktur ki nun damadı, yeğeni veyahut dayısı Türk olmasın. Binaenaleyh benim annem Kürt… Beni annemden nasıl ayırırsınız? Ve anneannem nasıl olur da, Avrupalıların bir takım entrikaları ve icat ettikleri bir takım efsanelerin arkasından gider?…" 

Ama en etkili konuşmayı Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey yaptı:

"Avrupalılar diyorlar ki 'Türkiye’de yaşayan ekalliyetlerin en büyüğü, en kesretlisi Kürtlerdir.' Bendeniz Kürdoğlu Kürdüm. Binaenaleyh bir Kürt mebusu olmak sıfatıyla sizi temin ederim ki Kürtler hiçbir şey istemiyorlar. Yalnız büyük ağabeyleri olan Türklerin saadet ve selametlerini istiyorlar (alkışlar). Biz Kürtler vaktiyle Avrupa’nın Sevr paçavrası ile verdiği bütün hakları, hukukları ayaklarımız altında çiğnedik ve bütün manasiyle bize hak vermek isteyenlere iade ettik. Nasıl ki Elcezire Cephesi’nde çarpıştık (alkışlar), nasıl ki Türklerle beraber kanımızı döktük, onlardan ayrılmadık ve ayrılmak istemedik ve istemeyiz (alkışlar) binaenaleyh sözüme hitam verirken heyet-i murahhasanızdan rica ederim ki, ekalliyetler mevzubahs edildiği zaman Kürtlerin hiçbir mütalebesi (isteği) olmadığını ve Kürtlerin kanaatine tercüman olarak buradan söylediklerimi söylesin ve iddia etsin. Binaenaleyh tekrar rica ederim ki Suriye’de o mevhum Suriye’de terk ettiğimiz hudutları kurtarsınlar. Bu memleketin, bu vatanın eczası, en mühim parçası olan Kerkük’ü, Süleymaniye’yi, Musul’u unutmasınlar. ('Zaten orası bizimdir' sesleri)…

İşte bu duygularla hareket eden Kürt mebuslar Lozan'a gidip haklarını savunmayı elbette düşünmediler. Türkler de onları 36 kişilik heyete koydukları “danışman” Diyarbakır Milletvekili Zülfü (Tigrel) Bey'le temsil edildiklerine inandırdı. Halbuki Zülfü Bey TBMM’nin, Osmanlı Mebusan Meclisi’nden devraldığı İttihatçı mebuslardandı, Kürt asıllıydı ama Kürt toplumunu temsil eden biri değildi. Aksine Mustafa Kemal’in ve İsmet Bey'in en yakın adamıydı. Zaten görüşmeler sırasında da bir odada "hasta numarası" yapmıştı.

Sonuç ne oldu derseniz, Lozan Barış Antlaşması, Kürtlere 'Türklerle Kürtler etle tırnak gibidir' denilerek, gayrimüslimlere tanınan azınlık hakları bile tanınmadan imzalandı, Türk devleti Musul konusunda Kürtlere verdiği sözleri tutmadı, Musul’u dışarıda bırakan Lozan Barış Antlaşması Kürt milletvekillerinin itirazına rağmen 24 Ağustos 1923’te TBMM’de kabul edildi. 20 Nisan 1924 tarihinde kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda 1921 Anayasası’nın özerklikle ilgili maddeleri yer almadığı gibi, 88. maddesinde ‘Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak (kabul) olunur” denilerek Kürt kimliği inkar edildi.

Diyarbakır’da Türk-Kürt Kongresi

Ama hala "havuç" politikasına ihtiyaç olmalı ki İhsan Şerif Kaymaz’a göre, 1 Ağustos 1924 tarihinde Diyarbakır’da Türk-Kürt Kongresi adıyla gizli ve gayri resmi bir toplantı yapılmıştı. Toplantıya katılan Kürt delegelerinin talepleri arasında “1. Kürtlere sıkıntılarını hafifletecek miktarda borç verilmesi, 2. Genel af ilan edilmesi, 3. Kürdistan’dan beş yıl süreyle vergi ve asker alınmaması, 4. Şer’i mahkemelerin yeniden kurulması, 5. El konulan silahların geri verilmesi, 6. Türk tarafının uygun bulmadığı kişilerin Kürdistan’dan çıkarılması” konuları vardı. İngiliz belgelerine göre benzer bir toplantı 4 Kasım 1924'te Cizre'de de yapıldı. Karşılığında Kürtler Ankara’daki hükümete bağlı kalacaklar, Musul sorununda Türkiye’ye destek olacaklardı. Türk tarafı bu taleplere ilke olarak evet demekle birlikte bu toplantının somut bir meyvesi ortaya çıkmadı. ama ondan da bir sonuç çıkmadı. Çünkü Türk tarafı Kürt nüfusunun yoğun olduğu Musul'u dışarda bırakıp, içerde Türk ulus-devletinin kurulmasına ağırlık vermeye karar vermişti.

Bu kopuşun ilk kötü meyvesi, 13 Şubat 1925’te patlak veren Şeyh Said İsyanı olacak, bu isyanın arkası da gelecekti. 28/29 Haziran 1925 gecesi idam edilen Palulu Şeyh Said’in İstiklal Mahkemesi üyesi Ali Saip (Ursavaş’a) “Hani doğruyu söylersem beni kurtaracaktın?” demesi ya da devletin sözüne güvenerek teslim olan ancak 15 Kasım 1937’de altı arkadaşla Elazığ’da idam edilen  Dersim lideri Seyit Rıza’nın “Ben sizin hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu, ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun” sözleri devletimizin “sözünü tutmama” tarihçesinin küçük ama anlamlı anekdotlarıdır.

Sözün özü, İttihatçılar Arap ve Ermeni (bu yazıda değinmediğim Rum) milliyetçiliklerinin, en az Türk milliyetçiliğinin talepleri kadar meşru taleplerine kulaklarını tıkayarak, Osmanlı Devleti‘nin parçalanmasını hızlandırdılar. Ama daha kötüsü bizlere boğazına kadar kana batmış bir toplum bıraktılar.

İttihatçıların devamı olan Kemalistler, gayrimüslimlerin tasfiyesine devam ederken Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlere çeşitli sözler verdiler ama hiçbirini tutmadılar ve ülkeyi patlamaya hazır barut fıçısına çevirdiler.

Kemalist devlet geleneğine sadık kalan sağ muhafazakâr iktidarlar ülkeyi kana çeviren son sürecin mimarı oldular. Ama buna rağmen Türkler Kürtlere sözler vermeye ve bu sözleri tutmamaya devam ettiler. Kürtler de nedense bu sözlere inanmaya ve her seferinde şaşırmaya devam ettiler.

Son zamanlarda AKP (+MHP'nin) İttihatçı-Kemalist geleneğin en kötü yanlarını İslamcılıkla harman ettiği ve meşruiyetini bunlara dayandıran militarist-mafyatik çetenin iç ve dış düşman retoriğinden vazgeçmesinin varoluşsal çıkarlarıyla çeliştiği düşünülürse, "İslamcı Türklerin" Kürtlere vereceği sözü bu kez de tutması bana mantıklı görünmüyor. Ama insan denen varlık mucizelere inanma eğilimindedir. Demek ki hariçten ne desek boş. Bekleyip sonucu birlikte göreceğiz.

Özet Kaynakça: Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı İmparatorluğu’nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve (1908-1918), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998; Zekeriya Kurşun, Yol Ayrımında Türk Arap İlişkileri, İrfan Yayınevi; Ali Bilgenoğlu, Osmanlı Devletinde Arap Milliyetçi Cemiyetleri, YARMH Yayınları, 2007; Arsen Avagian; Arsen Avagyan ve Gaidz F. Minassian, Ermeniler ve İttihat ve Terakki, Aras Yayıncılık, 2005; İmparatorluğun Çöküş Dönemi'nde Osmanlı Ermenileri, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005; (Kürtler için) Ayşe Hür, Milli Mücadele'nin Öteki Tarihi ve Mustafa Kemal Atatürk Dönemi'nin Öteki Tarihi-I, II, III (Literatür Yayıncılık, 2018-2021)

” Sonuçları ve Dersleriyle İhanete Uğrayan Devrim ve Rosa Luxemburg”


Kitaba ilişkin Ferhat Ali tarafından yazılan önsözde şu bilgilere yer veriliyor:

“Kuşkusuz ki, bu çalışma 1918-1923 yıllarını kapsayan beş yıllık dönemde, Marx ve Engels döneminden başlayarak 20. yüz yılın ilk çeyreğinin sonuna dek olan süreçte yoğunlaşarak ‘ihanete uğrayan devrim’e genişçe bir pencere açmayı amaçlıyor.

 Bu çalışmanın amacı; Almanya devriminin odak noktasını oluşturduğu Avrupa’daki devrimlerin ve devrim girişimi deneylerin geride bıraktığı sonuçları, aradan geçen yüz yılı aşkın bir zaman aralığının kazandırdığı değerlendirme rahatlığıyla ‘tarihin terazisinde’ tartmaktır.”


 
” Sonuçları ve Dersleriyle İhanete Uğrayan Devrim ve Rosa Luxemburg” başlıklı eser, bir yandan 1918-1923 yılları arasındaki süreçte Almanya’nın merkezinde olduğu Avrupa’daki devrim deneyimlerinden çıkartılması gereken derslere yoğunlaşırken, diğer yandan, o sürecin en önemli figürlerinden biri olan Rosa Luxemburg’un çatışma noktaları üzerine eğiliyor.

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)