9 Şubat 2024 Cuma

TÜRKLER SÖZ VERİR DE TUTMAZ (MI?)-Ayşe Hür


 TÜRKLER SÖZ VERİR DE TUTMAZ (MI?)

Başak Demirtaş, DEM Parti adına İstanbul Belediye Başkanlığı'na adaylığını açıkladığından beri, medyada DEM Parti ile AKP arasında bir pazarlık olduğu iddiası giderek daha çok dillendiriliyor. Ben bu tartışmaya girmeyeceğim sadece İttihatçıların (İTC) ve Kemalistlerin siyasi rakiplerine verdikleri ve tutmadıkları sözleri hatırlatmakla yetineceğim. Kanımca bu tarihçe, Türk milliyetçileri için olduğu kadar, rakip milliyetçiler (Osmanlı döneminde Arap, Rum ve Ermeni vb. milliyetçileri, günümüzde özellikle Kürt milliyetçileri) için de önemli dersler içeriyor.

1. ARAPLAR

Frenkler mi Osmanlılar mı?

Jön Türklerin 1890 tarihli Paris toplantısında Mizancı Murad, Arap katılımcılara bir Arap devleti kurma niyetlerinin olup olmadığını sorduğunda, Meclis-i Mebusan üyesi Beyrutlu Marunî Halil Ganem şöyle demişti: “Biz Araplar biliyoruz ki, eğer Frenkler ülkemize girerlerse, birkaç yıl içinde topraklarımız onların eline geçecektir ve ülkeyi diledikleri gibi yöneteceklerdir. Türklere gelince, onlar bizim dinimize inanırlar ve âdetlerimizi bilirler. Dört yüz yıllık yönetimleri boyunca bir santimetre mülkümüzü dahi almamışlardır. Arap aydınlarının ve ileri gelenlerinin ümmetlerinin Osmanlı çıkarları çerçevesinde yaşamasından başka bir isteği yoktur.”

Nitekim 1908’de Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edilmesinden sonraki ilk seçimlerde meclise giren 240 veya 288 mebusun 50 veya 67’si Arap’tı. Buna karşılık, Aralık 1908'de Paris'te kendilerine Suriye Merkez Komitesi adını veren grup tarafından yayınlanan beyannamedeki en aşırı talep olan Arap vilayetlerine bir çeşit özerk statü tanınması fikri İstanbul’da Meclis-i Mebusan’daki Arap mebuslar arasında infial yaratmıştı. Hatta deklarasyonu kaleme alan Raşid Mutran'ın ailesinden dahi bu girişimi lanetleyenler olmuştu.

Türk-Arap monarşisi

Abdülhamid’in 31 Mart Olayı bahane edilerek 1909’da tahttan indirilmesinden sonra iktidara yerleşmeye başlayan İttihat ve Terakkicilerin reformları yerleştirmek amacıyla merkezi otoriteyi güçlendirmek için attığı adımlar bu olumlu süreci tersine çevirdi. Özellikle İttihatçıların Suriye’deki idari makamlara kendi adamlarını yerleştirmeleri ve buradaki okullarda, mahkemelerde ve idari birimlerde Türkçe kullanımını mecburi hale getirmeleri muhalefetin ‘Arapçılık’ hareketi etrafında toplanmasına neden oldu. Ancak bu dönemde bile Araplar arasında Osmanlı Devleti’ne karşı takınılacak tutumda netlik yoktu.

Örneğin 1909 yılında Paris’te kurulan El Cemiyyeti’l-Arabiyyeti’l-fetat (Genç Arap Cemiyeti) Arapları hem Osmanlı’nın hem de yabancıların egemenliğinden kurtarmak gibi radikal bir hedefe sahipken, el-Kahtaniyye (Arapların ilk atası sayılan ‘Kahtan’ın oğulları’) adlı gizli örgüt, Osmanlı Devleti’ni Avusturya-Macaristan örneğindeki gibi ikili bir monarşi haline getirmeyi hedefliyordu.

İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ın Arap üyeleri ise Filistin'e Yahudi göçü gibi önemli bir konuda ya da Fırat üzerinde İngiliz Lynch şirketinin vapur işletmesi gibi ikincil konularda hala milliyetçilikten uzak bir tavır sergiliyorlardı. Ancak 1911 Trablusgarp ve 1912-1913 Balkan Savaşları (daha doğrusu hezimetleri) sonrasında Osmanlı İmparatorluğu, Araplar için güvenli bir şemsiye olma niteliğini yitirince Araplar kendilerine yeni bir yol çizmek zorunda kaldılar.

1913 Arap Kongresi

Osmanlıcı ancak adem-i merkeziyetçi (Prens Sabahattinci) Araplar bu amaçla 18-24 Haziran 1913’te Paris’te bir ‘Arap Kongresi’ topladılar. (Paris daha önce İttihatçılar ve Kürt milliyetçileri için olduğu gibi Arap milliyetçilerinin de ‘başkenti’ idi.) Kongreden bir hafta önce Gürcü kökenli, Bağdat doğumlu Sadrazam Mahmud Şevket Paşa şüpheli bir suikasta kurban gitmişti, dolayısıyla siyasi ortam gergindi. İTC ve farklı görüşlerdeki Arap gruplar uzun süre kongreyi engellemeye çalıştılar. İTC bunu başaramayınca cemiyetin umumi kâtibi Mithat Şükrü (Bleda) ile birkaç kişiden oluşan bir heyeti Paris’e gönderdi. Kongrenin Hıristiyan Araplardan oluşan delegeleri İTC’ye güvenilmeyeceğini söyleyerek görüşmelere katılmadılar. Uzun tartışmalardan sonra taraflar (İTC ve Müslüman Araplar) bir anlaşma sağladılar. Kongre Heyeti Başkanı sıfatıyla Abdülkerim el-Halil ile İTC adına Dâhiliye Nazırı Talat Bey tarafından imzalanan anlaşmanın önemli maddeleri arasında, Arap vilayetlerinde resmi işlemlerin Arapça yapılması, ilk ve ortaöğretimin Arapça yapılması, yüksek öğrenimin bölgedeki çoğunluğun dilinde yapılması, ortaöğretimde Türkçenin zorunlu ders olması, vali dışındaki tüm devlet görevlilerinin Arapça bilmesi, askerlerin memleketlerine yakın yerlerde askerlik yapması, vilayetlerde yerel meclislerin kararlarının geçerli olması, Osmanlı Devleti’nin her hükümetinde en az üç bakanlığın Araplara verilmesi, idari, adli ve ilmi sınıflarda Arap görevlilere yer verilmesi vardı.

Cemal Paşa’nın işleri

İttihatçıların Arapların tüm isteklerini kabul etmelerinin nedeni kısa sürede anlaşıldı. İttihatçılar Araplara verdikleri sözleri tutmayacaklardı. Nitekim Kongre Başkanı Abdülhamit Zöhravi, Ayan Meclisi üyeliğine atandığı halde antlaşmanın diğer koşulları uygulanmadı. Dahası önemli Arap liderlerinden Aziz Ali Mısri, İstanbul gizli polisi tarafından 9 Şubat 1914 günü Tokatlıyan Oteli’nde tutuklandı ve kısa bir yargılamadan sonra idama mahkûm edildi. Gerçi daha sonra İngilizlerin araya girmesiyle idam cezası affedildi ancak bu olay, Arap milliyetçilerinin gözünde İttihatçıların tüm itibarını kaybetmesine neden oldu. İttihatçılar bununla da kalmadılar, bölgeye Cemal Paşa’yı atadılar. Cemal Paşa’nın Suriye ve Lübnan’da izlediği gaddar politikalar Arap milliyetçiliğini ayrılıkçı çizgiye hızla taşıdı. Haziran 1916’da Mekke Şerifi Hüseyin’in kendi adına çıkardığı bir fetva ile başlayan sözde ‘Arap İsyanı’, Türk tarih yazımında “Arapların Türkleri arkadan hançerlemesi” olarak anılacaktı. Savaşın sonunda ortaya çıkan tablonun ne Arap milliyetçilerini ne de Türk milliyetçilerini memnun etmediğini herhalde belirtmeye gerek yok.

2. ERMENİLER

İttihatçı-Taşnak ittifakı ve hazin sonu

Aynı dönemde, benzer bir süreç Türk-Ermeni ilişkilerinde de yaşanmıştı. 27 Eylül 1907’de Jöntürk hareketinin Selanik ve Paris kolları Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında birleştiğinde hareketin önündeki en önemli sorun hareketi Anadolu’da yayacak bir teşkilata ve etkinliğe sahip olmamaktı. İşte bu eksiklik 27-29 Aralık 1907’de Paris’te yapılan kongrede Haçadur Malumyan (nam-ı diğer Agnuni), Prens Sabahaddin ve Ahmet Rıza’nın başkanlık yaptığı üç oturumda kurulan ittifakla doldurulmuştu.

23 Temmuz 1908’de II. Abdülhamit’in Meşrutiyet’i ikinci kez ilan etmesini sağladıktan sonra  Talat, Nazım ve Bahaddin Şakir daha önce alınmış kongre kararlarına bağlılıklarını teyid etmişler, sadece Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden vazgeçtiklerini söylemişlerdi.

Bu geri adıma ses çıkarmayan Taşnaksutyun’un İTC’ye ilettiği 3 Ağustos 1908 tarihli talepler listesinde Ermeni vilayetlerinde serbest dolaşıma izin verilmesi, 1895-1908 arasında Ermeniler aleyhine çıkarılan bütün kararnamelerin geri çekilmesi, Ermeni siyasi tutukluların salınması, sürgünlerin ve göçmenlerin evlerine dönmesine izin verilmesi vardı.

Bu tekliflerin hemen hepsi kabul edildi. 1908 Eylül’ünde Hamidiye Alayları‘nın dağıtılması kararı alındı, 1909 Kasımında Hamidiyeci Kör Hüseyin Paşa tutuklandı ve elinden alınan bütün toprakları yasal sahipleri olan Ermenilere iade edildi. Ortaya çıkan olumlu havada Balkanlar, Kafkasya ve ABD’de yaşayan 50 bin kadar Ermeni geri döndü. Hayvan sayısı ve rekolte arttı. Kısacası ülkede bir umut, bir mutluluk havası egemendi.

Çoğulcu meclis

30 yıl aradan sonra 17 Aralık 1908’de açılan Meclis-i Mebusan‘da 147 Türk, 60 Arap, 27 Arnavut, 26 Rum, 14 Ermeni, 10 Slav ve 4 Yahudi mebus yer aldı. Partilere göre dağılım ise 160 İttihatçı, 20-25 Ahrarcı, 4 Taşnak, 1 Hınçak, 2 Bulgar devrimci, 1 Bulgar Sosyal Demokrat ve 70 bağımsız şeklindeydi. Kısacası Osmanlı Devleti’nin çok kültürlü yapısını tam anlamıyla yansıtmasa da gayet çoğulcu bir meclis oluşmuştu. Ancak bu mutlu dönem çok uzun sürmedi. İstanbul’da yaşanan 31 Mart Olayı ve bununla eş zamanlı olarak Adana’da yaşanan (tarafların değişik adlandırmalarıyla) Adana İğtişaşı/Faciası/Katliamı sırasında 20 bin civarında Ermeni’nin öldürülmesinden sonra İttihatçı-Taşnak ittifakında ilk çatlak oluştu.

Trablusgarp hezimetinin gölgesinde, 29 Eylül -9 Ekim 1911 tarihlerinde Selanik’te toplanan İTC’nin IV. Kongresi’de ‘Türkçülük’ doktrinini kabul edildikten sonra adında ‘Türk’ terimi bulunan çeşitli cemiyetler kuruldu, Arap eyaletlerinde, Kırım, Kafkasya ve Orta Asya’da Türkçülük propagandasına hız verildi. Türk tarafı 1908 ruhuna bir kez daha ihanet ederken Hınçak Partisi, 1912 yılının başında kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası (HİF) ile; Taşnaksutyun ise İTC ile ittifaka devam ediyordu. İttihatçılar 1912 seçimlerinde, Taşnaksutyun’a 20 mebusluk vaad etmişlerdi ancak seçimi kazanacaklarını anlar anlamaz sözlerinden caydılar ve mebus sayısını dokuza düşürdüler. Üstelik de bunları kendileri tayin edeceklerdi. Halbuki daha önceden parlamentoda 14 Ermeni mebus vardı. Böylece İttihatçıların muhaliflere uyguladığı şiddet yüzünden tarihe Sopalı Seçimler olarak geçen 1912 seçimlerinden sonra İTC iktidara iyice yerleşirken, Ermeni milliyetçileri yeni düzende kendilerine yer olmadığını kavramaya başlamışlardı.

Son temaslar ve kopuş

Taraflar arasındaki son temaslar, 1878 Berlin Antlaşması’nın şartı olduğu halde tam 36 yıldır yapılmayan Ermeni Reformları konusunda oldu. İttihatçılar, Ermenilerden Batılı devletlerin bu konudaki müdahalelerine karşı çıkmalarını istiyorlardı. Taşnaklar ise Müslümanlarla tam hak eşitliği, Ermeni vilayetlerine daha önceden kararlaştırıldığı gibi Avrupalı görevlilerin atanması, bu vilayetlerdeki jandarma güçlerinin yüzde 50‘sinin Ermeni olması gibi taleplerinde direniyorlardı. Hınçaklar ve Patriklik ise bu pazarlıkları hoşnutsuzlukla izliyordu.

İttihatçılar 1914 seçimlerinde, yarısını kendileri seçmek koşuluyla Taşnaklara 16 Ermeni mebus sözü verdi. Ayrıca  bir Ermeni mebus Meclis-i Mebusan’ın başkan yardımcılığına getirilecekti. Tam işler yoluna girmiş görünüyordu ki, Birinci Dünya Savaşı patladı. İttihatçıların Almanya ile 2 Ağustos 1914’te gizli bir antlaşma imzaladığı günlerde Erzurum’da Taşnaksutyun’un VIII. Kongresi toplandı. İTC’yi temsilen Bahaeddin Şakir, Ömer Naci ve Hilmi Bey’den oluşan üç kişilik bir heyet Erzurum’a geldi. Heyet Ermenilerin Kafkaslarda Rusya’ya karşı bir ayaklanma çıkarmaları karşılığında Kafkasları paylaşmayı öneriyordu. Taşnaklar, hem uluslararası ortamı kendi lehlerine gördüklerinden, hem de geçmiş tecrübelerinden dolayı, İttihatçıların bu teklifine olumlu cevap vermediler. İttihatçıların intikamı acı oldu. 1915 yılının ilkbaharında başlayan ve 1917 yılının sonbaharında biten Ermeni Tehciri/Katliamı/Soykırımı sonucu ortaya çıkan tablo Türk milliyetçilerini memnun ettiyse (hatta hala memnun etmeye devam ediyorsa da) Ermeni halkının ödediği bedeli düşününce, Ermeni milliyetçilerinin mutlu olduğunu sanmıyorum.

3. KÜRTLER

Kemalistlerin Kürtleri kandırması

Abdülhamit’in Hamidiye Alayları, Aşiret Mektepleri, unvanlar vb. ile merkeze bağladığı Kürtler, Birinci Dünya Savaşı’nda Türkçü tasfiye politikaların hedefi olmadılar çünkü savaşta onlara ihtiyaç vardı. Kemalistler Milli Mücadele yıllarında Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurulmasından endişe eden Kürtleri çeşitli vaadlerle yedeklerine almayı başardılar. Ama bu vaatlerini hiç bir zaman yerine getirmediler. Daha önce defalarca yazdım ama onları okumayanlara satır başlarıyla hatırlatırsam, 23 Temmuz-7 Ağustos 1919’da toplanan Erzurum Kongresi’nin sonuç beyannamesinde ABD Başkanı W. Wilson’un ‘milletlerin kendi kaderini tayin hakkı’ prensibinin geçerliliği vurgulanarak, konunun toplanacak ‘milli meclis’te ele alınacağı vaat edilmiş, deyim yerindeyse Kürtlere ‘havuç’ uzatılmıştı. Ancak, 4-11 Eylül 1919 tarihlerinde toplanan Sivas Kongresi’nde Wilson’dan ve “kendi kaderini tayin hakkından” söz edilmemişti bile.

20-23 Ekim 1919 tarihlerinde İstanbul adına Bahriye Nazırı Salih Paşa ve padişahın başyaveri Naci (Eldeniz) Paşa ile Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına Mustafa Kemal, Rauf (Orbay) ve Bekir Sami (Kunduh) paşalar arasında Amasya’da imzalanan beş protokolden ikincisinde  “Kürtlerin oturduğu arazi” den, “Kürtlerin ırk hukuku”ndan  söz edildiği halde, 23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi’nde bu konular görüşülmedi bile. Kürtler de verilen sözlerin neden tutulmadığını sormadılar.

Anayasal kandırmaca

Ocak 1921’de kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na (günümüzdeki adıyla 1921 Anayasası) 23 maddesinden ‘İdare’ başlığı altında toplanan 12’si vilayet ve kazaların muhtariyetinin (bugünkü deyimle özerkliğinin) nasıl hayata geçirileceğine ayrılmıştı. Bu maddelerde etnik temele dayalı bir özerklikten söz edilmediği halde Kürt çevreleri epey umutlandı.

1921’de Koçgiri Ayaklanması yüzünden sıkıntılı anlar yaşayan Ankara, bölgeye gönderdiği Nasihat Heyeti sayesinde Dersimli liderlerin bir bölümünü TBMM’ye katılmaya ikna etmiş, hatta bu kişilerin oturumlara “Kürt milli giysileriyle katılmalarını” teşvik etmişti. Devletin teşvikiyle Kürt milli giysilerini sırtına çekenlerden Hasan Hayri Bey, devlete güvenmenin bedelini ağır ödeyecek, 1925’de “Kürtçülük yapmak” suçundan (suçlamalar arasında meclise Kürt giysileri ile gelmek de vardı) idam edilecekti.

El Cezire Komutanlığı’na talimat

“Kürtlere özerklik” konusunda TBMM zabıtlarına geçmiş tek belge, Büyük Millet Meclisi Heyeti’nin El Cezire (Irak) Cephesi Kumandanlığı’na 27 Haziran 1921 tarihinde yazdığı talimattır. Oldukça uzun bu talimatın Kürtlere özerklikle ilgili bölümlerinde “milletlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkı uyarınca” Kürdistan bölgesinde, doğrudan halkın oluşturacağı yerel yönetimlerin kurulması konusunda El Cezire Komutanlığı yetkili kılınıyordu.

El Cezire’nin idaresi hakkında üç maddeye de yer verilen talimatı Mustafa Kemal imzalamıştı. Gizli amaç bölgedeki huzursuzluğu fırsat bilen Fransız ve İngilizlerin Kürt meselesine müdahil olmasını engellemek için Kürtlere kademeli olarak özerklik tanınacağı izlenimini vermekti elbette, yoksa tutulacak bir söz yoktu ortada.   

TBMM’nin 10 Şubat 1922 tarihli oturumunda Kürtlere özerklik veren 18 maddelik bir kanun teklifi verildiğine dair İngiliz belgesini güvenilir bulmasam da, Mustafa Kemal’in 16/17 Ocak 1923 gecesi,  İzmit Kasrı’na davet ettiği dönemin ünlü gazetecilerine söylediği şu sözleri ciddiye almamak mümkün mü: “Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu [1921 Anayasası] gereğince zaten bir tür yerel özerklikle oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir.”

Elbette Kürtlere uzatılan bu havucun nedenini artık iyi biliyoruz: Lozan Barış Görüşmeleri’nde İngilizler Musul’un bir Arap şehri olduğunu ileri sürerek Irak manda yönetimine bağlanmasını; Türk tarafı ise Musul’un Kürt şehri olduğunu ve Türklerle Kürtlerin ‘etle tırnak gibi ayrılmaz’ unsurlar olduğunu söyleyerek Musul’un Türkiye’ye bağlanmasını istiyorlardı.

4 Kasım 1922 tarihinde TBMM’de Lozan Heyeti’nin yapacağı işlerin görüşülmesi sırasında Dersim Milletvekili Diyap Ağa söz almış ve şöyle demişti:

"Allah muinleri olsun. Hangisini münasip görmüş ise öyle eylesin. Hamdolsun gidenler dinini, diyanetini bilir adamlardır. Heyet içinde bulunanlar zannederim, kendi dinine, diyanetine hiyanet etmek istemez. (Alkışlar) Hepimiz biriz. Ne Türk, ne Kürtlük davası vardır. Hep biriz, kardeşiz. (Bravo sesleri, alkışlar) Bir kişinin beş on oğlu olur. Biri Hasan, biri Ahmed, biri Hüseyin, biri Mehmed isimli olabilir. Fakat hep bir insandırlar. Biz de öyleyiz. Yoksa ayrı, gayrimiz yoktur… "

Aynı oturumda söz alan Erzurum Milletvekili Süleyman Necati (Güneri) ise şöyle diyecekti:

"Bendenizi buraya gönderenlerin büyük bir kısmı da Kürt olduğundan burada o vatan kardeşlerimizin hissiyatına tercüman olmak üzere bu kelime ile düşmanlarımızın ifade etmek istediği maksadı dilimin döndüğü kadar arz edeceğim. (…) Kürtlerin tarihi daima Türklerle beraberdir. (“Şimdi de öyledir” sedaları) Vaziyet-i içtimaya gelince: Kürt heyet-i içtimaiyesi asırlardan beri İslamiyetten sonra gelen Türklerle o kadar karışmışlardır ki, bugün ikiye tefrik edilen millet yine yek vücuttur. Bugün öyle bir Türk yoktur ki, dayısı, damadı veyahut yeğeni Kürt olmasın. Ve öyle bir Kürt yoktur ki nun damadı, yeğeni veyahut dayısı Türk olmasın. Binaenaleyh benim annem Kürt… Beni annemden nasıl ayırırsınız? Ve anneannem nasıl olur da, Avrupalıların bir takım entrikaları ve icat ettikleri bir takım efsanelerin arkasından gider?…" 

Ama en etkili konuşmayı Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey yaptı:

"Avrupalılar diyorlar ki 'Türkiye’de yaşayan ekalliyetlerin en büyüğü, en kesretlisi Kürtlerdir.' Bendeniz Kürdoğlu Kürdüm. Binaenaleyh bir Kürt mebusu olmak sıfatıyla sizi temin ederim ki Kürtler hiçbir şey istemiyorlar. Yalnız büyük ağabeyleri olan Türklerin saadet ve selametlerini istiyorlar (alkışlar). Biz Kürtler vaktiyle Avrupa’nın Sevr paçavrası ile verdiği bütün hakları, hukukları ayaklarımız altında çiğnedik ve bütün manasiyle bize hak vermek isteyenlere iade ettik. Nasıl ki Elcezire Cephesi’nde çarpıştık (alkışlar), nasıl ki Türklerle beraber kanımızı döktük, onlardan ayrılmadık ve ayrılmak istemedik ve istemeyiz (alkışlar) binaenaleyh sözüme hitam verirken heyet-i murahhasanızdan rica ederim ki, ekalliyetler mevzubahs edildiği zaman Kürtlerin hiçbir mütalebesi (isteği) olmadığını ve Kürtlerin kanaatine tercüman olarak buradan söylediklerimi söylesin ve iddia etsin. Binaenaleyh tekrar rica ederim ki Suriye’de o mevhum Suriye’de terk ettiğimiz hudutları kurtarsınlar. Bu memleketin, bu vatanın eczası, en mühim parçası olan Kerkük’ü, Süleymaniye’yi, Musul’u unutmasınlar. ('Zaten orası bizimdir' sesleri)…

İşte bu duygularla hareket eden Kürt mebuslar Lozan'a gidip haklarını savunmayı elbette düşünmediler. Türkler de onları 36 kişilik heyete koydukları “danışman” Diyarbakır Milletvekili Zülfü (Tigrel) Bey'le temsil edildiklerine inandırdı. Halbuki Zülfü Bey TBMM’nin, Osmanlı Mebusan Meclisi’nden devraldığı İttihatçı mebuslardandı, Kürt asıllıydı ama Kürt toplumunu temsil eden biri değildi. Aksine Mustafa Kemal’in ve İsmet Bey'in en yakın adamıydı. Zaten görüşmeler sırasında da bir odada "hasta numarası" yapmıştı.

Sonuç ne oldu derseniz, Lozan Barış Antlaşması, Kürtlere 'Türklerle Kürtler etle tırnak gibidir' denilerek, gayrimüslimlere tanınan azınlık hakları bile tanınmadan imzalandı, Türk devleti Musul konusunda Kürtlere verdiği sözleri tutmadı, Musul’u dışarıda bırakan Lozan Barış Antlaşması Kürt milletvekillerinin itirazına rağmen 24 Ağustos 1923’te TBMM’de kabul edildi. 20 Nisan 1924 tarihinde kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda 1921 Anayasası’nın özerklikle ilgili maddeleri yer almadığı gibi, 88. maddesinde ‘Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak (kabul) olunur” denilerek Kürt kimliği inkar edildi.

Diyarbakır’da Türk-Kürt Kongresi

Ama hala "havuç" politikasına ihtiyaç olmalı ki İhsan Şerif Kaymaz’a göre, 1 Ağustos 1924 tarihinde Diyarbakır’da Türk-Kürt Kongresi adıyla gizli ve gayri resmi bir toplantı yapılmıştı. Toplantıya katılan Kürt delegelerinin talepleri arasında “1. Kürtlere sıkıntılarını hafifletecek miktarda borç verilmesi, 2. Genel af ilan edilmesi, 3. Kürdistan’dan beş yıl süreyle vergi ve asker alınmaması, 4. Şer’i mahkemelerin yeniden kurulması, 5. El konulan silahların geri verilmesi, 6. Türk tarafının uygun bulmadığı kişilerin Kürdistan’dan çıkarılması” konuları vardı. İngiliz belgelerine göre benzer bir toplantı 4 Kasım 1924'te Cizre'de de yapıldı. Karşılığında Kürtler Ankara’daki hükümete bağlı kalacaklar, Musul sorununda Türkiye’ye destek olacaklardı. Türk tarafı bu taleplere ilke olarak evet demekle birlikte bu toplantının somut bir meyvesi ortaya çıkmadı. ama ondan da bir sonuç çıkmadı. Çünkü Türk tarafı Kürt nüfusunun yoğun olduğu Musul'u dışarda bırakıp, içerde Türk ulus-devletinin kurulmasına ağırlık vermeye karar vermişti.

Bu kopuşun ilk kötü meyvesi, 13 Şubat 1925’te patlak veren Şeyh Said İsyanı olacak, bu isyanın arkası da gelecekti. 28/29 Haziran 1925 gecesi idam edilen Palulu Şeyh Said’in İstiklal Mahkemesi üyesi Ali Saip (Ursavaş’a) “Hani doğruyu söylersem beni kurtaracaktın?” demesi ya da devletin sözüne güvenerek teslim olan ancak 15 Kasım 1937’de altı arkadaşla Elazığ’da idam edilen  Dersim lideri Seyit Rıza’nın “Ben sizin hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu, ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun” sözleri devletimizin “sözünü tutmama” tarihçesinin küçük ama anlamlı anekdotlarıdır.

Sözün özü, İttihatçılar Arap ve Ermeni (bu yazıda değinmediğim Rum) milliyetçiliklerinin, en az Türk milliyetçiliğinin talepleri kadar meşru taleplerine kulaklarını tıkayarak, Osmanlı Devleti‘nin parçalanmasını hızlandırdılar. Ama daha kötüsü bizlere boğazına kadar kana batmış bir toplum bıraktılar.

İttihatçıların devamı olan Kemalistler, gayrimüslimlerin tasfiyesine devam ederken Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlere çeşitli sözler verdiler ama hiçbirini tutmadılar ve ülkeyi patlamaya hazır barut fıçısına çevirdiler.

Kemalist devlet geleneğine sadık kalan sağ muhafazakâr iktidarlar ülkeyi kana çeviren son sürecin mimarı oldular. Ama buna rağmen Türkler Kürtlere sözler vermeye ve bu sözleri tutmamaya devam ettiler. Kürtler de nedense bu sözlere inanmaya ve her seferinde şaşırmaya devam ettiler.

Son zamanlarda AKP (+MHP'nin) İttihatçı-Kemalist geleneğin en kötü yanlarını İslamcılıkla harman ettiği ve meşruiyetini bunlara dayandıran militarist-mafyatik çetenin iç ve dış düşman retoriğinden vazgeçmesinin varoluşsal çıkarlarıyla çeliştiği düşünülürse, "İslamcı Türklerin" Kürtlere vereceği sözü bu kez de tutması bana mantıklı görünmüyor. Ama insan denen varlık mucizelere inanma eğilimindedir. Demek ki hariçten ne desek boş. Bekleyip sonucu birlikte göreceğiz.

Özet Kaynakça: Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı İmparatorluğu’nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve (1908-1918), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998; Zekeriya Kurşun, Yol Ayrımında Türk Arap İlişkileri, İrfan Yayınevi; Ali Bilgenoğlu, Osmanlı Devletinde Arap Milliyetçi Cemiyetleri, YARMH Yayınları, 2007; Arsen Avagian; Arsen Avagyan ve Gaidz F. Minassian, Ermeniler ve İttihat ve Terakki, Aras Yayıncılık, 2005; İmparatorluğun Çöküş Dönemi'nde Osmanlı Ermenileri, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005; (Kürtler için) Ayşe Hür, Milli Mücadele'nin Öteki Tarihi ve Mustafa Kemal Atatürk Dönemi'nin Öteki Tarihi-I, II, III (Literatür Yayıncılık, 2018-2021)

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)