TÜRKLER SÖZ VERİR DE TUTMAZ (MI?)
Başak Demirtaş, DEM Parti adına İstanbul Belediye
Başkanlığı'na adaylığını açıkladığından beri, medyada DEM Parti ile AKP
arasında bir pazarlık olduğu iddiası giderek daha çok dillendiriliyor. Ben bu
tartışmaya girmeyeceğim sadece İttihatçıların (İTC) ve Kemalistlerin siyasi
rakiplerine verdikleri ve tutmadıkları sözleri hatırlatmakla yetineceğim.
Kanımca bu tarihçe, Türk milliyetçileri için olduğu kadar, rakip milliyetçiler
(Osmanlı döneminde Arap, Rum ve Ermeni vb. milliyetçileri, günümüzde özellikle Kürt
milliyetçileri) için de önemli dersler içeriyor.
1. ARAPLAR
Frenkler mi Osmanlılar mı?
Jön Türklerin 1890 tarihli Paris toplantısında Mizancı
Murad, Arap katılımcılara bir Arap devleti kurma niyetlerinin olup olmadığını
sorduğunda, Meclis-i Mebusan üyesi Beyrutlu Marunî Halil Ganem şöyle demişti:
“Biz Araplar biliyoruz ki, eğer Frenkler ülkemize girerlerse, birkaç yıl içinde
topraklarımız onların eline geçecektir ve ülkeyi diledikleri gibi
yöneteceklerdir. Türklere gelince, onlar bizim dinimize inanırlar ve
âdetlerimizi bilirler. Dört yüz yıllık yönetimleri boyunca bir santimetre
mülkümüzü dahi almamışlardır. Arap aydınlarının ve ileri gelenlerinin
ümmetlerinin Osmanlı çıkarları çerçevesinde yaşamasından başka bir isteği
yoktur.”
Nitekim 1908’de Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edilmesinden
sonraki ilk seçimlerde meclise giren 240 veya 288 mebusun 50 veya 67’si
Arap’tı. Buna karşılık, Aralık 1908'de Paris'te kendilerine Suriye Merkez
Komitesi adını veren grup tarafından yayınlanan beyannamedeki en aşırı talep
olan Arap vilayetlerine bir çeşit özerk statü tanınması fikri İstanbul’da
Meclis-i Mebusan’daki Arap mebuslar arasında infial yaratmıştı. Hatta
deklarasyonu kaleme alan Raşid Mutran'ın ailesinden dahi bu girişimi
lanetleyenler olmuştu.
Türk-Arap monarşisi
Abdülhamid’in 31 Mart Olayı bahane edilerek 1909’da tahttan
indirilmesinden sonra iktidara yerleşmeye başlayan İttihat ve Terakkicilerin
reformları yerleştirmek amacıyla merkezi otoriteyi güçlendirmek için attığı
adımlar bu olumlu süreci tersine çevirdi. Özellikle İttihatçıların Suriye’deki
idari makamlara kendi adamlarını yerleştirmeleri ve buradaki okullarda,
mahkemelerde ve idari birimlerde Türkçe kullanımını mecburi hale getirmeleri
muhalefetin ‘Arapçılık’ hareketi etrafında toplanmasına neden oldu. Ancak bu
dönemde bile Araplar arasında Osmanlı Devleti’ne karşı takınılacak tutumda
netlik yoktu.
Örneğin 1909 yılında Paris’te kurulan El
Cemiyyeti’l-Arabiyyeti’l-fetat (Genç Arap Cemiyeti) Arapları hem Osmanlı’nın
hem de yabancıların egemenliğinden kurtarmak gibi radikal bir hedefe sahipken,
el-Kahtaniyye (Arapların ilk atası sayılan ‘Kahtan’ın oğulları’) adlı gizli
örgüt, Osmanlı Devleti’ni Avusturya-Macaristan örneğindeki gibi ikili bir
monarşi haline getirmeyi hedefliyordu.
İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ın Arap üyeleri ise
Filistin'e Yahudi göçü gibi önemli bir konuda ya da Fırat üzerinde İngiliz
Lynch şirketinin vapur işletmesi gibi ikincil konularda hala milliyetçilikten
uzak bir tavır sergiliyorlardı. Ancak 1911 Trablusgarp ve 1912-1913 Balkan
Savaşları (daha doğrusu hezimetleri) sonrasında Osmanlı İmparatorluğu, Araplar
için güvenli bir şemsiye olma niteliğini yitirince Araplar kendilerine yeni bir
yol çizmek zorunda kaldılar.
1913 Arap Kongresi
Osmanlıcı ancak adem-i merkeziyetçi (Prens Sabahattinci)
Araplar bu amaçla 18-24 Haziran 1913’te Paris’te bir ‘Arap Kongresi’
topladılar. (Paris daha önce İttihatçılar ve Kürt milliyetçileri için olduğu
gibi Arap milliyetçilerinin de ‘başkenti’ idi.) Kongreden bir hafta önce Gürcü
kökenli, Bağdat doğumlu Sadrazam Mahmud Şevket Paşa şüpheli bir suikasta kurban
gitmişti, dolayısıyla siyasi ortam gergindi. İTC ve farklı görüşlerdeki Arap
gruplar uzun süre kongreyi engellemeye çalıştılar. İTC bunu başaramayınca
cemiyetin umumi kâtibi Mithat Şükrü (Bleda) ile birkaç kişiden oluşan bir
heyeti Paris’e gönderdi. Kongrenin Hıristiyan Araplardan oluşan delegeleri
İTC’ye güvenilmeyeceğini söyleyerek görüşmelere katılmadılar. Uzun
tartışmalardan sonra taraflar (İTC ve Müslüman Araplar) bir anlaşma sağladılar.
Kongre Heyeti Başkanı sıfatıyla Abdülkerim el-Halil ile İTC adına Dâhiliye
Nazırı Talat Bey tarafından imzalanan anlaşmanın önemli maddeleri arasında,
Arap vilayetlerinde resmi işlemlerin Arapça yapılması, ilk ve ortaöğretimin
Arapça yapılması, yüksek öğrenimin bölgedeki çoğunluğun dilinde yapılması,
ortaöğretimde Türkçenin zorunlu ders olması, vali dışındaki tüm devlet
görevlilerinin Arapça bilmesi, askerlerin memleketlerine yakın yerlerde
askerlik yapması, vilayetlerde yerel meclislerin kararlarının geçerli olması,
Osmanlı Devleti’nin her hükümetinde en az üç bakanlığın Araplara verilmesi,
idari, adli ve ilmi sınıflarda Arap görevlilere yer verilmesi vardı.
Cemal Paşa’nın işleri
İttihatçıların Arapların tüm isteklerini kabul etmelerinin
nedeni kısa sürede anlaşıldı. İttihatçılar Araplara verdikleri sözleri
tutmayacaklardı. Nitekim Kongre Başkanı Abdülhamit Zöhravi, Ayan Meclisi
üyeliğine atandığı halde antlaşmanın diğer koşulları uygulanmadı. Dahası önemli
Arap liderlerinden Aziz Ali Mısri, İstanbul gizli polisi tarafından 9 Şubat
1914 günü Tokatlıyan Oteli’nde tutuklandı ve kısa bir yargılamadan sonra idama
mahkûm edildi. Gerçi daha sonra İngilizlerin araya girmesiyle idam cezası affedildi
ancak bu olay, Arap milliyetçilerinin gözünde İttihatçıların tüm itibarını
kaybetmesine neden oldu. İttihatçılar bununla da kalmadılar, bölgeye Cemal
Paşa’yı atadılar. Cemal Paşa’nın Suriye ve Lübnan’da izlediği gaddar
politikalar Arap milliyetçiliğini ayrılıkçı çizgiye hızla taşıdı. Haziran
1916’da Mekke Şerifi Hüseyin’in kendi adına çıkardığı bir fetva ile başlayan
sözde ‘Arap İsyanı’, Türk tarih yazımında “Arapların Türkleri arkadan
hançerlemesi” olarak anılacaktı. Savaşın sonunda ortaya çıkan tablonun ne Arap
milliyetçilerini ne de Türk milliyetçilerini memnun etmediğini herhalde
belirtmeye gerek yok.
2. ERMENİLER
İttihatçı-Taşnak ittifakı ve hazin sonu
Aynı dönemde, benzer bir süreç Türk-Ermeni ilişkilerinde de
yaşanmıştı. 27 Eylül 1907’de Jöntürk hareketinin Selanik ve Paris kolları
Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında birleştiğinde hareketin
önündeki en önemli sorun hareketi Anadolu’da yayacak bir teşkilata ve etkinliğe
sahip olmamaktı. İşte bu eksiklik 27-29 Aralık 1907’de Paris’te yapılan
kongrede Haçadur Malumyan (nam-ı diğer Agnuni), Prens Sabahaddin ve Ahmet
Rıza’nın başkanlık yaptığı üç oturumda kurulan ittifakla doldurulmuştu.
23 Temmuz 1908’de II. Abdülhamit’in Meşrutiyet’i ikinci kez
ilan etmesini sağladıktan sonra Talat,
Nazım ve Bahaddin Şakir daha önce alınmış kongre kararlarına bağlılıklarını
teyid etmişler, sadece Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden vazgeçtiklerini
söylemişlerdi.
Bu geri adıma ses çıkarmayan Taşnaksutyun’un İTC’ye ilettiği
3 Ağustos 1908 tarihli talepler listesinde Ermeni vilayetlerinde serbest
dolaşıma izin verilmesi, 1895-1908 arasında Ermeniler aleyhine çıkarılan bütün
kararnamelerin geri çekilmesi, Ermeni siyasi tutukluların salınması,
sürgünlerin ve göçmenlerin evlerine dönmesine izin verilmesi vardı.
Bu tekliflerin hemen hepsi kabul edildi. 1908 Eylül’ünde
Hamidiye Alayları‘nın dağıtılması kararı alındı, 1909 Kasımında Hamidiyeci Kör
Hüseyin Paşa tutuklandı ve elinden alınan bütün toprakları yasal sahipleri olan
Ermenilere iade edildi. Ortaya çıkan olumlu havada Balkanlar, Kafkasya ve
ABD’de yaşayan 50 bin kadar Ermeni geri döndü. Hayvan sayısı ve rekolte arttı.
Kısacası ülkede bir umut, bir mutluluk havası egemendi.
Çoğulcu meclis
30 yıl aradan sonra 17 Aralık 1908’de açılan Meclis-i
Mebusan‘da 147 Türk, 60 Arap, 27 Arnavut, 26 Rum, 14 Ermeni, 10 Slav ve 4
Yahudi mebus yer aldı. Partilere göre dağılım ise 160 İttihatçı, 20-25 Ahrarcı,
4 Taşnak, 1 Hınçak, 2 Bulgar devrimci, 1 Bulgar Sosyal Demokrat ve 70 bağımsız
şeklindeydi. Kısacası Osmanlı Devleti’nin çok kültürlü yapısını tam anlamıyla
yansıtmasa da gayet çoğulcu bir meclis oluşmuştu. Ancak bu mutlu dönem çok uzun
sürmedi. İstanbul’da yaşanan 31 Mart Olayı ve bununla eş zamanlı olarak
Adana’da yaşanan (tarafların değişik adlandırmalarıyla) Adana
İğtişaşı/Faciası/Katliamı sırasında 20 bin civarında Ermeni’nin öldürülmesinden
sonra İttihatçı-Taşnak ittifakında ilk çatlak oluştu.
Trablusgarp hezimetinin gölgesinde, 29 Eylül -9 Ekim 1911
tarihlerinde Selanik’te toplanan İTC’nin IV. Kongresi’de ‘Türkçülük’ doktrinini
kabul edildikten sonra adında ‘Türk’ terimi bulunan çeşitli cemiyetler kuruldu,
Arap eyaletlerinde, Kırım, Kafkasya ve Orta Asya’da Türkçülük propagandasına
hız verildi. Türk tarafı 1908 ruhuna bir kez daha ihanet ederken Hınçak
Partisi, 1912 yılının başında kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası (HİF) ile;
Taşnaksutyun ise İTC ile ittifaka devam ediyordu. İttihatçılar 1912 seçimlerinde,
Taşnaksutyun’a 20 mebusluk vaad etmişlerdi ancak seçimi kazanacaklarını anlar
anlamaz sözlerinden caydılar ve mebus sayısını dokuza düşürdüler. Üstelik de
bunları kendileri tayin edeceklerdi. Halbuki daha önceden parlamentoda 14
Ermeni mebus vardı. Böylece İttihatçıların muhaliflere uyguladığı şiddet
yüzünden tarihe Sopalı Seçimler olarak geçen 1912 seçimlerinden sonra İTC
iktidara iyice yerleşirken, Ermeni milliyetçileri yeni düzende kendilerine yer
olmadığını kavramaya başlamışlardı.
Son temaslar ve kopuş
Taraflar arasındaki son temaslar, 1878 Berlin Antlaşması’nın
şartı olduğu halde tam 36 yıldır yapılmayan Ermeni Reformları konusunda oldu.
İttihatçılar, Ermenilerden Batılı devletlerin bu konudaki müdahalelerine karşı
çıkmalarını istiyorlardı. Taşnaklar ise Müslümanlarla tam hak eşitliği, Ermeni
vilayetlerine daha önceden kararlaştırıldığı gibi Avrupalı görevlilerin
atanması, bu vilayetlerdeki jandarma güçlerinin yüzde 50‘sinin Ermeni olması
gibi taleplerinde direniyorlardı. Hınçaklar ve Patriklik ise bu pazarlıkları
hoşnutsuzlukla izliyordu.
İttihatçılar 1914 seçimlerinde, yarısını kendileri seçmek
koşuluyla Taşnaklara 16 Ermeni mebus sözü verdi. Ayrıca bir Ermeni mebus Meclis-i Mebusan’ın başkan
yardımcılığına getirilecekti. Tam işler yoluna girmiş görünüyordu ki, Birinci
Dünya Savaşı patladı. İttihatçıların Almanya ile 2 Ağustos 1914’te gizli bir
antlaşma imzaladığı günlerde Erzurum’da Taşnaksutyun’un VIII. Kongresi
toplandı. İTC’yi temsilen Bahaeddin Şakir, Ömer Naci ve Hilmi Bey’den oluşan üç
kişilik bir heyet Erzurum’a geldi. Heyet Ermenilerin Kafkaslarda Rusya’ya karşı
bir ayaklanma çıkarmaları karşılığında Kafkasları paylaşmayı öneriyordu.
Taşnaklar, hem uluslararası ortamı kendi lehlerine gördüklerinden, hem de
geçmiş tecrübelerinden dolayı, İttihatçıların bu teklifine olumlu cevap vermediler.
İttihatçıların intikamı acı oldu. 1915 yılının ilkbaharında başlayan ve 1917
yılının sonbaharında biten Ermeni Tehciri/Katliamı/Soykırımı sonucu ortaya
çıkan tablo Türk milliyetçilerini memnun ettiyse (hatta hala memnun etmeye
devam ediyorsa da) Ermeni halkının ödediği bedeli düşününce, Ermeni
milliyetçilerinin mutlu olduğunu sanmıyorum.
3. KÜRTLER
Kemalistlerin Kürtleri kandırması
Abdülhamit’in Hamidiye Alayları, Aşiret Mektepleri, unvanlar
vb. ile merkeze bağladığı Kürtler, Birinci Dünya Savaşı’nda Türkçü tasfiye
politikaların hedefi olmadılar çünkü savaşta onlara ihtiyaç vardı. Kemalistler
Milli Mücadele yıllarında Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurulmasından
endişe eden Kürtleri çeşitli vaadlerle yedeklerine almayı başardılar. Ama bu
vaatlerini hiç bir zaman yerine getirmediler. Daha önce defalarca yazdım ama
onları okumayanlara satır başlarıyla hatırlatırsam, 23 Temmuz-7 Ağustos 1919’da
toplanan Erzurum Kongresi’nin sonuç beyannamesinde ABD Başkanı W. Wilson’un
‘milletlerin kendi kaderini tayin hakkı’ prensibinin geçerliliği vurgulanarak,
konunun toplanacak ‘milli meclis’te ele alınacağı vaat edilmiş, deyim
yerindeyse Kürtlere ‘havuç’ uzatılmıştı. Ancak, 4-11 Eylül 1919 tarihlerinde
toplanan Sivas Kongresi’nde Wilson’dan ve “kendi kaderini tayin hakkından” söz
edilmemişti bile.
20-23 Ekim 1919 tarihlerinde İstanbul adına Bahriye Nazırı
Salih Paşa ve padişahın başyaveri Naci (Eldeniz) Paşa ile Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına Mustafa Kemal, Rauf (Orbay) ve Bekir Sami
(Kunduh) paşalar arasında Amasya’da imzalanan beş protokolden ikincisinde “Kürtlerin oturduğu arazi” den, “Kürtlerin
ırk hukuku”ndan söz edildiği halde, 23
Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi’nde bu konular görüşülmedi bile.
Kürtler de verilen sözlerin neden tutulmadığını sormadılar.
Anayasal kandırmaca
Ocak 1921’de kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na
(günümüzdeki adıyla 1921 Anayasası) 23 maddesinden ‘İdare’ başlığı altında
toplanan 12’si vilayet ve kazaların muhtariyetinin (bugünkü deyimle
özerkliğinin) nasıl hayata geçirileceğine ayrılmıştı. Bu maddelerde etnik
temele dayalı bir özerklikten söz edilmediği halde Kürt çevreleri epey
umutlandı.
1921’de Koçgiri Ayaklanması yüzünden sıkıntılı anlar yaşayan
Ankara, bölgeye gönderdiği Nasihat Heyeti sayesinde Dersimli liderlerin bir
bölümünü TBMM’ye katılmaya ikna etmiş, hatta bu kişilerin oturumlara “Kürt
milli giysileriyle katılmalarını” teşvik etmişti. Devletin teşvikiyle Kürt
milli giysilerini sırtına çekenlerden Hasan Hayri Bey, devlete güvenmenin
bedelini ağır ödeyecek, 1925’de “Kürtçülük yapmak” suçundan (suçlamalar
arasında meclise Kürt giysileri ile gelmek de vardı) idam edilecekti.
El Cezire Komutanlığı’na talimat
“Kürtlere özerklik” konusunda TBMM zabıtlarına geçmiş tek
belge, Büyük Millet Meclisi Heyeti’nin El Cezire (Irak) Cephesi Kumandanlığı’na
27 Haziran 1921 tarihinde yazdığı talimattır. Oldukça uzun bu talimatın
Kürtlere özerklikle ilgili bölümlerinde “milletlerin kendi kaderlerini tayin
etme hakkı uyarınca” Kürdistan bölgesinde, doğrudan halkın oluşturacağı yerel
yönetimlerin kurulması konusunda El Cezire Komutanlığı yetkili kılınıyordu.
El Cezire’nin idaresi hakkında üç maddeye de yer verilen
talimatı Mustafa Kemal imzalamıştı. Gizli amaç bölgedeki huzursuzluğu fırsat
bilen Fransız ve İngilizlerin Kürt meselesine müdahil olmasını engellemek için
Kürtlere kademeli olarak özerklik tanınacağı izlenimini vermekti elbette, yoksa
tutulacak bir söz yoktu ortada.
TBMM’nin 10 Şubat 1922 tarihli oturumunda Kürtlere özerklik
veren 18 maddelik bir kanun teklifi verildiğine dair İngiliz belgesini
güvenilir bulmasam da, Mustafa Kemal’in 16/17 Ocak 1923 gecesi, İzmit Kasrı’na davet ettiği dönemin ünlü
gazetecilerine söylediği şu sözleri ciddiye almamak mümkün mü: “Dolayısıyla
başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu [1921
Anayasası] gereğince zaten bir tür yerel özerklikle oluşacaktır. O halde hangi livanın
halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir.”
Elbette Kürtlere uzatılan bu havucun nedenini artık iyi
biliyoruz: Lozan Barış Görüşmeleri’nde İngilizler Musul’un bir Arap şehri
olduğunu ileri sürerek Irak manda yönetimine bağlanmasını; Türk tarafı ise
Musul’un Kürt şehri olduğunu ve Türklerle Kürtlerin ‘etle tırnak gibi ayrılmaz’
unsurlar olduğunu söyleyerek Musul’un Türkiye’ye bağlanmasını istiyorlardı.
4 Kasım 1922 tarihinde TBMM’de Lozan Heyeti’nin yapacağı
işlerin görüşülmesi sırasında Dersim Milletvekili Diyap Ağa söz almış ve şöyle
demişti:
"Allah muinleri olsun. Hangisini münasip görmüş ise
öyle eylesin. Hamdolsun gidenler dinini, diyanetini bilir adamlardır. Heyet
içinde bulunanlar zannederim, kendi dinine, diyanetine hiyanet etmek istemez.
(Alkışlar) Hepimiz biriz. Ne Türk, ne Kürtlük davası vardır. Hep biriz,
kardeşiz. (Bravo sesleri, alkışlar) Bir kişinin beş on oğlu olur. Biri Hasan,
biri Ahmed, biri Hüseyin, biri Mehmed isimli olabilir. Fakat hep bir
insandırlar. Biz de öyleyiz. Yoksa ayrı, gayrimiz yoktur… "
Aynı oturumda söz alan Erzurum Milletvekili Süleyman Necati
(Güneri) ise şöyle diyecekti:
"Bendenizi buraya gönderenlerin büyük bir kısmı da Kürt
olduğundan burada o vatan kardeşlerimizin hissiyatına tercüman olmak üzere bu
kelime ile düşmanlarımızın ifade etmek istediği maksadı dilimin döndüğü kadar
arz edeceğim. (…) Kürtlerin tarihi daima Türklerle beraberdir. (“Şimdi de
öyledir” sedaları) Vaziyet-i içtimaya gelince: Kürt heyet-i içtimaiyesi
asırlardan beri İslamiyetten sonra gelen Türklerle o kadar karışmışlardır ki,
bugün ikiye tefrik edilen millet yine yek vücuttur. Bugün öyle bir Türk yoktur
ki, dayısı, damadı veyahut yeğeni Kürt olmasın. Ve öyle bir Kürt yoktur ki nun
damadı, yeğeni veyahut dayısı Türk olmasın. Binaenaleyh benim annem Kürt… Beni
annemden nasıl ayırırsınız? Ve anneannem nasıl olur da, Avrupalıların bir takım
entrikaları ve icat ettikleri bir takım efsanelerin arkasından
gider?…"
Ama en etkili konuşmayı Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey
yaptı:
"Avrupalılar diyorlar ki 'Türkiye’de yaşayan
ekalliyetlerin en büyüğü, en kesretlisi Kürtlerdir.' Bendeniz Kürdoğlu Kürdüm.
Binaenaleyh bir Kürt mebusu olmak sıfatıyla sizi temin ederim ki Kürtler hiçbir
şey istemiyorlar. Yalnız büyük ağabeyleri olan Türklerin saadet ve
selametlerini istiyorlar (alkışlar). Biz Kürtler vaktiyle Avrupa’nın Sevr
paçavrası ile verdiği bütün hakları, hukukları ayaklarımız altında çiğnedik ve
bütün manasiyle bize hak vermek isteyenlere iade ettik. Nasıl ki Elcezire Cephesi’nde
çarpıştık (alkışlar), nasıl ki Türklerle beraber kanımızı döktük, onlardan
ayrılmadık ve ayrılmak istemedik ve istemeyiz (alkışlar) binaenaleyh sözüme
hitam verirken heyet-i murahhasanızdan rica ederim ki, ekalliyetler mevzubahs
edildiği zaman Kürtlerin hiçbir mütalebesi (isteği) olmadığını ve Kürtlerin
kanaatine tercüman olarak buradan söylediklerimi söylesin ve iddia etsin.
Binaenaleyh tekrar rica ederim ki Suriye’de o mevhum Suriye’de terk ettiğimiz
hudutları kurtarsınlar. Bu memleketin, bu vatanın eczası, en mühim parçası olan
Kerkük’ü, Süleymaniye’yi, Musul’u unutmasınlar. ('Zaten orası bizimdir'
sesleri)…
İşte bu duygularla hareket eden Kürt mebuslar Lozan'a gidip
haklarını savunmayı elbette düşünmediler. Türkler de onları 36 kişilik heyete
koydukları “danışman” Diyarbakır Milletvekili Zülfü (Tigrel) Bey'le temsil
edildiklerine inandırdı. Halbuki Zülfü Bey TBMM’nin, Osmanlı Mebusan
Meclisi’nden devraldığı İttihatçı mebuslardandı, Kürt asıllıydı ama Kürt
toplumunu temsil eden biri değildi. Aksine Mustafa Kemal’in ve İsmet Bey'in en
yakın adamıydı. Zaten görüşmeler sırasında da bir odada "hasta numarası"
yapmıştı.
Sonuç ne oldu derseniz, Lozan Barış Antlaşması, Kürtlere
'Türklerle Kürtler etle tırnak gibidir' denilerek, gayrimüslimlere tanınan
azınlık hakları bile tanınmadan imzalandı, Türk devleti Musul konusunda
Kürtlere verdiği sözleri tutmadı, Musul’u dışarıda bırakan Lozan Barış
Antlaşması Kürt milletvekillerinin itirazına rağmen 24 Ağustos 1923’te TBMM’de
kabul edildi. 20 Nisan 1924 tarihinde kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu’nda 1921 Anayasası’nın özerklikle ilgili maddeleri yer almadığı gibi,
88. maddesinde ‘Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık
itibariyle Türk ıtlak (kabul) olunur” denilerek Kürt kimliği inkar edildi.
Diyarbakır’da Türk-Kürt Kongresi
Ama hala "havuç" politikasına ihtiyaç olmalı ki
İhsan Şerif Kaymaz’a göre, 1 Ağustos 1924 tarihinde Diyarbakır’da Türk-Kürt
Kongresi adıyla gizli ve gayri resmi bir toplantı yapılmıştı. Toplantıya
katılan Kürt delegelerinin talepleri arasında “1. Kürtlere sıkıntılarını
hafifletecek miktarda borç verilmesi, 2. Genel af ilan edilmesi, 3.
Kürdistan’dan beş yıl süreyle vergi ve asker alınmaması, 4. Şer’i mahkemelerin
yeniden kurulması, 5. El konulan silahların geri verilmesi, 6. Türk tarafının
uygun bulmadığı kişilerin Kürdistan’dan çıkarılması” konuları vardı. İngiliz
belgelerine göre benzer bir toplantı 4 Kasım 1924'te Cizre'de de yapıldı.
Karşılığında Kürtler Ankara’daki hükümete bağlı kalacaklar, Musul sorununda
Türkiye’ye destek olacaklardı. Türk tarafı bu taleplere ilke olarak evet
demekle birlikte bu toplantının somut bir meyvesi ortaya çıkmadı. ama ondan da
bir sonuç çıkmadı. Çünkü Türk tarafı Kürt nüfusunun yoğun olduğu Musul'u
dışarda bırakıp, içerde Türk ulus-devletinin kurulmasına ağırlık vermeye karar
vermişti.
Bu kopuşun ilk kötü meyvesi, 13 Şubat 1925’te patlak veren
Şeyh Said İsyanı olacak, bu isyanın arkası da gelecekti. 28/29 Haziran 1925
gecesi idam edilen Palulu Şeyh Said’in İstiklal Mahkemesi üyesi Ali Saip
(Ursavaş’a) “Hani doğruyu söylersem beni kurtaracaktın?” demesi ya da devletin
sözüne güvenerek teslim olan ancak 15 Kasım 1937’de altı arkadaşla Elazığ’da
idam edilen Dersim lideri Seyit Rıza’nın
“Ben sizin hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu, ama ben de sizin
önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun” sözleri devletimizin “sözünü
tutmama” tarihçesinin küçük ama anlamlı anekdotlarıdır.
Sözün özü, İttihatçılar Arap ve Ermeni (bu yazıda
değinmediğim Rum) milliyetçiliklerinin, en az Türk milliyetçiliğinin talepleri
kadar meşru taleplerine kulaklarını tıkayarak, Osmanlı Devleti‘nin
parçalanmasını hızlandırdılar. Ama daha kötüsü bizlere boğazına kadar kana
batmış bir toplum bıraktılar.
İttihatçıların devamı olan Kemalistler, gayrimüslimlerin
tasfiyesine devam ederken Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlere çeşitli sözler
verdiler ama hiçbirini tutmadılar ve ülkeyi patlamaya hazır barut fıçısına
çevirdiler.
Kemalist devlet geleneğine sadık kalan sağ muhafazakâr
iktidarlar ülkeyi kana çeviren son sürecin mimarı oldular. Ama buna rağmen
Türkler Kürtlere sözler vermeye ve bu sözleri tutmamaya devam ettiler. Kürtler
de nedense bu sözlere inanmaya ve her seferinde şaşırmaya devam ettiler.
Son zamanlarda AKP (+MHP'nin) İttihatçı-Kemalist geleneğin
en kötü yanlarını İslamcılıkla harman ettiği ve meşruiyetini bunlara dayandıran
militarist-mafyatik çetenin iç ve dış düşman retoriğinden vazgeçmesinin
varoluşsal çıkarlarıyla çeliştiği düşünülürse, "İslamcı Türklerin"
Kürtlere vereceği sözü bu kez de tutması bana mantıklı görünmüyor. Ama insan
denen varlık mucizelere inanma eğilimindedir. Demek ki hariçten ne desek boş.
Bekleyip sonucu birlikte göreceğiz.
Özet Kaynakça: Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı
İmparatorluğu’nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve (1908-1918), Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, 1998; Zekeriya Kurşun, Yol Ayrımında Türk Arap
İlişkileri, İrfan Yayınevi; Ali Bilgenoğlu, Osmanlı Devletinde Arap Milliyetçi
Cemiyetleri, YARMH Yayınları, 2007; Arsen Avagian; Arsen Avagyan ve Gaidz F.
Minassian, Ermeniler ve İttihat ve Terakki, Aras Yayıncılık, 2005;
İmparatorluğun Çöküş Dönemi'nde Osmanlı Ermenileri, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, 2005; (Kürtler için) Ayşe Hür, Milli Mücadele'nin Öteki Tarihi ve
Mustafa Kemal Atatürk Dönemi'nin Öteki Tarihi-I, II, III (Literatür Yayıncılık,
2018-2021)