Öcalan, koşullar yeterince olgunlaşsın diye uzun süredir
bekletilen çağrısını nihayet yaptı. Kamuoyu ile paylaşılan çağrının başlığı,
bilindiği üzere; “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” idi. Ancak bu
başlığa rağmen çağrı, öncelikle konunun tüm muhataplarına yapılmış bir çağrı
değil.
Keza, Kürt tarafının onurunu incitmeyecek ve temel konularda ulusal
mağduriyetini giderecek adil bir barışın sağlanması çağrısı hiç değil. Çağrının
ikinci konusu olan “demokratik toplumun” oluşturulması çağrısı da değil. Çağrı,
devlet yetkililerinin her birinin ağzından düşürmediği o egemen zorbalığın
sesiyle: “Ya koşulsuz silah bırakırlar ya da silahlarıyla birlikte toprağa
gömülürler” tehditleri eşliğinde, tek taraflı olarak esasen PKK’ye yapılmış bir
çağrıdır.
Çağrının, peşrevsel ısınma turları
dışındaki bütün mahiyeti
Buna ilişkin olarak aynen şöyle diyor Öcalan: “Varlığı zorla
sona erdirilmemiş her çağdaş cemiyet ve partinin gönüllü olarak yapacağı gibi
devlet ve toplumla bütünleşme için kongrenizi toplayın ve karar alın; tüm
gruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmelidir.” (İlgili çağrı.)
Evet, çağrının bütün mahiyeti budur. O bir çuval dolusu onca tarihi ve felsefik
peşrev de bunu söyleyebilmek içindir.
Çalınan minareye kılıf biçmek
Tabii hiç kolay değil dört parçaya bölünmüş ezilen bağımlı
bir ulusun ulusal haklarını, hükümran pozisyonda bulunan egemen ulusun
egemenliğini perçinlemek amacıyla teoriyi yeniden kurmak. Hiç kolay değil,
bugün sahip olunan her şeyini sağlayan, yarım asra yaklaşan ve on binlerce cana
mal olan o mücadelenin, aslında tamamen Kürt-Türk ittifakını “parçalamayı
esas gaye edinmiş” (i.ç) emperyalistlerin kışkırtmasının sonucu olduğunu,
yani tamamen tarihi bir hata olduğunu ifade edebilmek için teoriye taklalar
attırmak. Ve tabii hiç kolay değil Kürtleri buna razı etmek için uygun “makul”
gerekçelendirmeler yapabilmek…
Takdir etmek gerekir ki “çalınan minareye kılıf
uydurma” işinde Öcalan hep en yetkinlerden ola gelmiştir. O, bu özelliğiyle,
elbette iyi bir burjuva siyasetçisi olabilir. Fakat iyi ve sağlam bir dava
insanı olmadığını da gerek uçakta sarf ettiği o utanç verici sözleri ve
duruşuyla, gerek mahkemedeki savunmasıyla ve gerekse kendi bu pespaye duruşunu
meşrulaştırmak için, düşman karşısında ölümüne dik duran nice devrimcinin
anısına saygı duyma gereği dahi göstermeden onların tutum ve yaklaşımlarını
“kaba direniş çizgisi” olarak küçümsemesiyle ve daha bir dizi tutum ve
yaklaşımıyla zaten ortaya koyuyor da.
Söylemek istediği tam olarak şudur:
Bunun yapılması halinde, Devletin elinden savaş enstrümanı
alınacak ve Türk Devleti, askeri anlamda karşısında savaşacak güç bulamayacağından;
doğallığıyla, savaş da sona erecek. Böylelikle de en kestirme ve en “yaratıcı”
yolla Kürt-Türk barışı sağlanacak ve bin yıllık kardeşlik hukuku egemen
kılınacak. Nitekim ilgili çağrıda bunun mantıksal arka planı da aynen şu
ifadelerle hazırlanıyor: “1000 yılı aşan tarihler boyunca Türkler ve
Kürtler, varlıklarını sürdürmek ve hegemonik güçlere karşı ayakta kalmak için
gönüllülük yönü ağır basan, hep bir ittifak içinde kalmayı zorunlu
görmüşlerdir.” (i.ç) “tarihsel ortak hafızamızın” da öğreticiliğiyle; “Kapitalist
modernitenin son 200 yılı, bu ittifakı parçalamayı esas gaye edinmiştir. (Bununla,
PKK tarihi ve öncülük ettiği “en uzun son isyan” dahil, ulusal hak istemli tüm
diğer isyan ve zulme karşı meşru direnişler ve keza sömürgeci, işgal ve ilhakçı
ve koyu asimilasyoncu tutumuyla Kürtleri isyana mecbur bırakan ve ardından da
bu isyanları bastırma adına “bin yıllık kardeşlerini” boğazlayan Türk
Devletinin kendisi de aslında hiçbir gerçekliği bulunmayan bu kurgusal
“tarihsel Kürt-Türk ittifakını” parçalamayı esas hedef alan “kapitalist
modernitenin” aleti ve piyonu olmuş olmuyor mu acaba? Bn.) (…) Günümüzde
çok kırılgan hâl alan tarihsel ilişkiyi, kardeşlik ruhu içinde (…) yeniden
düzenlemek esas görevdir.” (i.ç)
Yanıltma amaçlı kurgusal tarihi arka plan
Öcalan’ın bahsettiği bu “Kürt-Türk kardeşliğinin”, aslında
tarihsel hiçbir gerçekliği bulunmamaktadır. Keza “ortak tarihlerinin” hiçbir
kesitinde de asla eşit haklara sahip bir kardeşlik hukukuna sahip
olmamışlardır. Bilakis Türk tarafı hep egemen ve ayrıcalıklı olup, diğerini her
yönüyle ezip sömürmüş, katliamlardan geçirmiş ve dönem olmuş varlığını dahi
inkâr etmişken, tarihsel gerçeklik tamamen buyken; ezilen ve hak yoksunu
bırakılmış bir tarafın temsilcilerinden biri olarak Öcalan, acaba böylesi bir
ilişkiyi “yeniden düzenlemeyi” neden “ESAS GÖREVİ” edinir?
Şayet yaşanmakta olan sürecin olguları, tarihte birkaç kez
görüldüğü gibi, tarafları yeniden ittifak kurmaya mecbur bırakıyorsa; bunun
gereğince davranmak, elbette siyaseten yanlış olmaz. Gerekçeleri ortaya
konularak, aralarındaki savaşa bir mola verip, ortak dış düşman veya düşmanlara
karşı aynı safta buluşulabilir. Bu, son derece makul ve anlaşılır da olur. Ama
hem ortada böylesi bir ortak dış düşman gerçekliği yok halihazırda ve hem de
yukarıda ifade edildiği gibi böylesi bir kardeşlik ilişkisi yok.
Öcalan’ın boyun borcu mudur Türk Devleti’nin “ulvi
çıkarlarına” hizmet?
O halde Öcalan’ın derdi ne ve daha da önemlisi niye Türk
Devleti’nin hiç de aslı bulunmayan “ortak dış düşman” kurgusunda ve “Türkiye
Türkiye’den büyüktür” emperyal emellerinde rol talep ediyor? Neden onu bölgenin
lider ülkesi yapmayı kendisine bir “boyun borcu” yapıyor? Neden ulusunun
düşmanı olan Türk Devleti’nin düşmanlarını taktik olarak kendi “dostu” olarak
görüp, onlarla ittifak kurup, kendi ulusunun çıkarlarını öncelemiyor da
kendisine ulusal haklarını vereceği sözleşmesi de yapmayan Türk Devleti’nin
stratejik çıkarlarını ve “bekasını” önceliyor? Bütün bu sorular sorulmak ve
mantıklı makul yanıtları da alınmak zorundadır. Bu sorumluluk başta yurt sever
Kürtler olmak üzere tüm sol-sosyalist ve komünist kesimlerindir.
Öcalan hazretlerinin buyruklarını, tıpkı “dini bütün
müminlerin” “tanrı kelamını” sorgusuz sualsiz kabul edip, huşuyla hayata
geçirme gayreti, başlı başına sorgulanması gereken psikososyal bir garabet
halidir.
Devlet neden ısrarla “barış” ve Kürt-Türk ittifakı istiyor?
Devlet, sözüm ona bu barış ve ittifakı, T.C tarihi boyunca
“kapitalist modernitenin” oyununa gelmiş olmaktan ve Kürt-Türk ittifakının
bozulmasında birer maşa olarak kullanılıyor olmaktan ötürü özür dileyip,
Kürt-Türk ittifakını yeniden tesis etmek için istiyor değil. Uluslararası
sahada sıkışıp dara düştüğü yeni bir paylaşım savaşı tehdidi altında, dört
parçadaki Kürtleri kendi safına çekip, bölgesel denklemde konumunu güçlendirmek
maksadıyla, evet tamamen bu maksatla yeniden Kürt-Türk ittifakı kurmak istiyor.
Bu, hiçbir demagojik çarpıtma ve manevranın örtemeyeceği bir gerçekliktir.
Öcalan’ın etkin rol ve işlevi
İşte Öcalan, devletin tamamen bu maksatla kendisine
getirdiği bu tarz bir “barışmayı”, kendi örgütü ve yıllardır ulusal hakları
için bedeller ödeyen halkının kolektif iradesini de yok sayarak; Devlet adına
yetkili kılınan görevlilerle baş başa vererek, tipik bir otoriter şef keyfiyetciliği
ve darbeciliğiyle kabul etmiş görünüyor. Gerçi bunda şaşılacak bir yön de yok.
Çünkü Öcalan, aktüel emsal örnek olan Erdoğan’ın yetkileriyle kıyaslanmayacak
oranda çok daha katı merkeziyetçi bir yönetim tarzıyla hükmediyordu örgütüne.
O, kolektif merkezi önderliğin fonksiyonunu kendi şahsında tek başına
üstlenmenin ifadesi olan: “Önderlik” payesine sahip, her halde dünyada ki tek
örnektir de.
Tabii bu, aslında belki de başlı başına ele alınıp, bilimsel
olarak analiz edilmesi gereken bir aşka tez konusudur da. Ama yine de belki şu
yönüne vurgu yapılabilir: Genel olarak demokrasi bilinci geri arkaik ataerkil
toplumların ve özel olarak da yüz yıllardır baskı ve tahakküm altında tutulan
bir toplumun sosyal psikolojik gerçekliğiyle de alakalı bir durum olsa gerek.
Bu, normal bir barış çağrısı değil.
Bu çağrı, sunulduğunun aksine, öncelikle olağan-normal bir
“barış çağrısı” değil. Çünkü barış, savaşan, kavga eden veya çatışan tarafların
karşılıklı istemiyle savaşa veya çatışmaya son verme iradesini gerektirir.
Barışma isteği taraflara karşılıklı birtakım zorunlu yükümlükler getirir. Keza
bu türden ağır vakalarda, bu yükümlülüklere uyulmasını denetleyen “garantör
güçler” de devrede olur, vs.vs.
Bütün bunlar için taraflar öncelikle bir ateşkes iradesi
ortaya koyar. Ardından da savaşı barışa çevirebilmek için neden artık savaş
değil de barış istediklerini ortaya koyarlar. Bu zeminde yapılan tartışmalar
neticesinde bir sonuca varırlar. Barış iradesi oluşmuşsa; barış anlaşması
yazılır ve garantörler tanıklığında, karşılıklı olarak imza edilir ve kamuoyuna
deklere edilir.
Peki böyle bir süreç söz konusu oldu mu? Hayır, olmadı. Peki
o halde ne oldu? Daha önceleri şiddetle karşı çıkılan, “Devlet aklının”
temsilcileri ile Öcalan arasında kapalı kapılar ardında uzunca bir süreden
beridir kotarılan “yeni bir paradigma” olduğu savına, bugün artık karşı çıkan
kalmadı gibi.
Ve bugün artık çok daha açık bir şekilde görülüp
anlaşılmaktadır ki bu süreç ve bu “yeni paradigma” PKK kadro ve taraftarlarının
iddia ettiği gibi Öcalan’ın önderliğinde değil; bizzat ve doğrudan “devlet
aklının” önderliğinde başlatılmış ve de sürdürülmektedir. Öcalan ise, bizzat
kendi beyanıyla, devletin bu “yeni paradigmasına” ve dolayısıyla da “yeni
sürece” olumlu yönde katkı sunma ve sürecin başarısı için kendisine yüklenen
rolü layıkıyla yerine getirme konusunda devletle anlaşmış durumdadır. Çünkü
“devlet aklının” Öcalan’a götürdüğü “yeni paradigma” dedikleri şey esasında,
ana hatlarıyla, Öcalan’ın “Demokratik Cumhuriyetle Birlik Projesi” nde devlete
yaptığı teklif esas alınarak hazırlanmış bir projedir.
Öcalan’ın gönlünde 2. İdris-i Bitlisi olmak var galiba (*)
Öcalan’ın, Türk Devletinin stratejik çıkarlarını merkeze
alan “Misak-ı Millici Çözüm Projesine” ta Özal ile yapılan görüşmelerden beri,
fazlasıyla yatkın olduğu bir sır değil… Tutsak düştükten sonraki sürecinde ise
devlete hizmeti ve egemen ulusun egemenlik ayrıcalıkları lehine, ezilen bağımlı
ulus olarak Kürtlerin egemenlik haklarını inkâr etmeyi düşün dünyasının
merkezine koyduğu da gerek İmralı Savunmasında ve gerekse özel olarak “Demokratik
Cumhuriyet İle Birlik Projesi” adı verilen çalışmasıyla ispatlıdır. Nitekim
bunu, son çağrı metninde de işleyecek kadar, kendi yeni rotasının tayin edici
argümanı olarak görüyor. Sonradan kendisine empoze edilen bu inkâr esaslı
felsefik bakışını da hâkim ulus milliyetçiliğiyle fingirdeşen şu ibretlik
argümanlarıyla teorileştiriyor: “Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu
olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler,
tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.” (İlgili çağrı).
Öcalan ideolojik olarak artık çoktandır karşı cepheden ses
veriyor
Yerden göğe kadar haklı olarak sormak gerekmez mi? Peki
Öcalan yukarıya aktarılan bu durum saptamasını niye sadece ezilen-bağımlı veya
sömürge veya işgal ve ilhak edilmiş uluslar için söz konusu yapıyor? Oysa madem
bu argümanlar Kürt-Türk ittifakını yüzyılı aşkın bir süredir baltalayıp yıkmak
isteyen “kapitalist modernitenin” hileli argümanlarıdır; Türk-Kürt kardeşliğine
yeniden ihtiyaç duyarak ayağına gelen egemen ulus olarak Türklerin devlet
yetkilerine, niye bunlardan vaz geçerek eşit kardeşlik hukuku zemininde bu
kardeşliği yeniden kurmayı şart koşmuyor? Madem emperyalistlerin oyununu
bozmaktır Devlet- Öcalan ittifakının muradı ve büyük kutsal davası, o halde önce
buradan başlamaları gerekmez mi?
Ama uzunca bir süreden beridir Öcalan’ın derdinin bu
olmadığı ortada. Onun derdi, kendisine görev edindiği Kürtleri eşit kardeşler
statüsüne getirerek barış içinde bir arada yaşamanın formülünü bulmak değil.
Onun derdi ve misyonu, K. Kürdistan Kürtlerini “eşit anayasal vatandaşlık
statüsü” ve yerel yönetimler özerkliğiyle çerçevelenen ademi merkeziyetçi bir
“çözüm formülüyle”, diğer parçalardaki Kürtleri de mevcut konjonktürün de
elvereceği uygun bir formülle egemen ulusa entegre etmektir. Bunun bir
boyutunu, PKK’ye yaptığı çağrıda şu sözleriyle ifade ediyor da zaten: “(…)
devlet ve toplumla bütünleşme için kongrenizi toplayın ve karar alın (…)”
Öngörülen “Kürt-Türk ittifakı”, Türk Devleti’nin emperyal
hedeflerinin aracıdır
Gayet tabii ki Türk Devleti sadece bunun için “Kürt-Türk
İttifakının” peşinde değil. Tabii ki ihtiyacı duyulan “iç cephenin tahkimatı”
bağlamında da buna ihtiyacı var. Fakat bundan daha belirleyici olan ise;
Bölgesel denklemde kurucu rol üstlenmek ve olası “İsrail-Kürt ittifakının”
oluşmasının önünü almak için bu ittifaka ihtiyaçları var. Zaten “barışın” Kürt
Ulusal Hareketi bileşenleri açısından esas cezbedici “gizli” yanı da bu
boyutudur: Sahadaki güçler denklemi üzerinden güncellenecek yeni bir “entegrasyon”
formülüyle Güney ve Batı Kürdistan yakın bir gelecekte, Doğu Kürdistan ise
İran’dan kopuşuyla birlikte Türk Devletinin himayesine alınacak. Buna belki,
İsrail’in hamlelerine bağlı olarak, HTŞ ve bileşenlerinin denetimde kalacak
olan Sünni Arap kesimi de dahil edilebilir. Yani en azından kurgulanan
senaryonun bu olduğu, rahatlıkla öngörülebilir diyelim. Evdeki hesabın çarşıya
ne oranda uyup uymayacağı da elbette ki sahadaki gelişmeler tarafından
belirlenecek. Hani Öcalan diyordu ya: “Ya benim çözümüm ya da ABD’nin.” Tabii
bu, basit bir caka atmaktan ibaret olsa da ama mevcut güçler denkleminde
ABD’nin olurunu alamayan bir projenin, şayet diğer büyük emperyalist güçlerin
belli başlılarınca, örneğin ayrışma emareleri giderek belirginleşen İngiltere,
Fransa ve benzerlerinin açıktan desteğini almazsa, şansının olmayacağını
Öcalan-Türk Devleti ittifakı da gayet iyi biliyor olsa gerek.
Özetle, yani devletin ihtiyacını duyduğu bu tarz bir
“barış”, çok önceden Öcalan ile kotarılmış bile. Ekim ayından beri yapılan ise,
bir tiyatro senaryosu gereği, taraflar kendi rollerine uygun olarak mensubu
oldukları veya temsil ettikleri sosyal kesimlere bunu empoze ederek, kabul
ettirmeye ve onların rızasını oluşturmaya çalışmaktan ibarettir. Dolayısıyla da
ön görülen ve amaçlanan şeyin ana parametrelerinin isabetlice anlaşılabilmesi
için öncelikle bu belirleyici/kurucu “ayrıntının” görülmesi gerekiyor.
Muhatap Öcalan olunca, barış için karşılıklı ateşkes
ihtiyacı bile duyulmuyor.
Düşünsenize, “barışalım”, “kardeş olalım tekrardan”
söylemleriyle güya uygun atmosfer oluşturmaya çalışıyor görünüyorlar değil mi?
Ama bunun için son derece gerekli bir koşul olan, “karşılıklı ateşkes”
anlaşmasına dahi gidilmedi. Bilakis Devlet her fırsatta saldırmaya, yakıp
yıkmaya, bombalamaya, işgal, tutuklama ve demokratik sivil alanların irade
gaspına devam ediyor.
Türk Devleti’nin ve özellikle de yeniden başkan olma sevdası
peşinde olan Erdoğan’ın bir muradı da kamuoyunda, “teröristlerle pazarlık
yapıldı” algısının oluşmamasıdır. Devam ede gelen operasyonların bir boyutu da
budur zaten. İlginçtir, Öcalan da Devletin bu “hassasiyetini” titizlikle
gözetiyor. Galiba Kürtleri denize düşürüp yılana sarılmaya zorlama siyaseti,
kendisinin de işine geliyor. Çünkü böylelikle, düşülen o çıkmaz dehlizden
Öcalan’a sarılarak çıkma koşulları oluşturuyor devletin bu türden “orantısız”
saldırı salvoları.
Tabii Öcalan dengeyi sağlamak için, Kürt tarafına da:
“Devletle kotardığımız bu barışın bir koşulu olan kendinizi feshederek silahlı
mücadeleye son vermeniz, asla yenildiğiniz anlamına gelmeyecektir” anlamına
gelen şu sözleriyle hitap ediyor: “Varlığı zorla sona erdirilmemiş her
çağdaş cemiyet ve partinin gönüllü olarak yapacağı gibi (…) PKK kendini
feshetmelidir.”
Öcalan’ın “barışa” atfettiği, Kürtlerin tek taraflı olarak
savaştan çekilmesidir.
Peki Öcalan’ın malum çağrısında, barışın sağlanması için
devlete bir çağrı var mı? Hayır bu da yok! O halde yapılan ne? Yapılan tamamen
şu: Öcalan barışı, tek taraflı olarak Kürtlerin savaştan çekilme iradesi ortaya
koymasıyla sağlamak istiyor. Bunun gereğini de zaten PKK’ye yaptığı silahları
bırakın ve kendinizi feshedin çağrısıyla yerine getiriyor. Demek ki devletle
vardığı “barış anlaşmasının" koşulu bunu gerektiriyormuş, demek hiç de
yanlış olmayacaktır.
Öcalan’ın iki argümanı ve “Kürt sorunu”nuna biçtiği
yeni ‘forma’
Öcalan’ın PKK’yi ve sosyal tabanını savaştan tek taraflı
geri çekilmeye ikna edebilmek için baş vurduğu iki temel argümandan birincisi
şudur: Öcalan’a göre silahlı mücadele seçeneği; “Kürt realitesinin inkârı,
başta ifade olmak üzere özgürlükler konusunda yasaklardan kaynaklı oluşan
zemin” üzerinden kendisini var etmiştir. Ama bu, aslında hiç de haklı,
zorunlu bir seçenek değilken; sürecin ideolojik şekillenişinin sürüklediği kötü
bir maceraydı: “PKK; tarihin en yoğun şiddet yüzyılı olan 20. asrı, iki
dünya savaşı, reel-sosyalizm ve dünya genelinde yaşanan soğuk savaş ortamları
(…) doğmuştur” (i.ç) şeklinde ifade ettiği bu örtük özeleştiriyle, aslında
sadece “Kürt realitesinin inkârı” ve bir takım özgürlüklerin yasaklı olması
gerekçeleriyle böylesi kanlı bir isyan hareketi başlatmak, tarihsel bir
hataydı, demeye getiriyor ki İmralı sürecinden beridir sistematik olarak
savunduğu ve empoze etmeye çalıştığı da zaten tamamen budur.
“Kürt realitesinin inkârına” indirgediği “Kürt sorunu”,
haliyle; “1990’larda… ülkede kimlik inkârının çözülüşü, ifade özgürlüğünde
sağlanan gelişmeler” (i.ç) neticesinde de asgari çözümünü zaten bulmuş
oluyor (hatırlanacağı gibi başta Erdoğan olmak üzere, iktidar cenahının ortak
argümanı da böyledir). Dolayısıyla da artık bu gerekçelerle silahlı mücadele
yürütmenin haklı gerekçelerinin kalmadığının görülüp kabul edilmesini istiyor.
Keza aynı şekilde, bu mücadeleyi örgütleyip yürüten kurum olarak PKK’in de
artık geçerli ve işlevli bir enstrüman olma özelliğinin kalmadığının da görülüp
kabul edilmesini istiyor. Ve bu “olgulara dayalı bu son derece isabetli
bilimsel tespitlerin” güçlü ikna ediciliğiyle; gönül rahatlığıyla örgütüne yeni
bir rota veriyor: Mücadeleyi ileriye taşıma kabiliyetini yitirmiş ve esasen
kısır döngüde kendisini tekrar edecek bu örgüt ve mücadele tarzını terk ederek,
yeniden yapılanma ve dönüşüm ile mücadelenin önünü açmak esas olandır. (Aslında
bütün bunları devlete ve onun “ulvi” çıkarları ve “beka sorununa” angaje
olmadan yapsaydı; bu, sert bir şekilde eleştirilecek olsa da ama neticede
elbette son derece saygın bir duruş ve yönelim olarak karşılanırdı. Ama
maalesef ki böyle değil ve işin aslı çok farklı. Bundan ötürü de takınılacak
tavır, “normal” alttan alıcı bir eleştiri boyutuyla sınırlı
olamaz. Kesin-net tanımlamalarla, yapılmakta olanın tam olarak ne
olduğunun deşifre edilmesi ve kesinlikle desteklenmeyecek bir şey olduğunun
kamuoyuna deklere edilmesi şarttır.)
Öcalan’ın yeni gözdesi: “Demokratik uzlaşma temel yöntemdir”
Diğer bir temel argümanı ise her türlü hak arama
mücadelesinin yolunun artık; “Sistem arayışları ve gerçekleştirmeler için
demokrasi dışı yol yoktur. Olamaz. Demokratik uzlaşma temel yöntemdir.” (i.ç)
Bunun için de devletle el ele verip, büyük bir uzlaşı kültürü ile, “demokratik
toplum inşa etmeliyiz” diyor. Yani DEM Parti ve PKK cenahından yükselen
yorumlayışla bu, aslında hiç de legal ve demokratik hak ve özgürlüklerin
kullanılması zeminde, devrimci tarzda hak arama ve almakta sistemle dişe diş,
kıran kırana militan bir devrimci mücadelecilik değildir. Buyrulan ve çizilen
yeni rota, çok açık ve net ifadelerle tanımlanıyor: “Demokratik uzlaşma
temel yöntemdir”
Bu, Gandi’nin “sivil itaatsizlik” yöntemi de değildir
Çünkü Gandi’nin yöntemi, hakkını söke söke alma, ama bunu
kaba şiddete başvurmadan yapma prensibini esas alır. Yani aslında devrimci bir
militan direniş ve mücadelecilik esasına oturur. Dolayısıyla da
Öcalan’ın size çizdiği bu yeni rota konusunda da lütfen kendinizi ve de
kitleleri kandırmayın, bundan ivedilikle vazgeçin. Ne demiş ulu bir ata:
“Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir.” Siz de saftirik bu
kötü ve körlemesine bağlılık ve itaatle, cehennem yolunun “iyi niyet taşları”
olmayın.
“Demokratik Toplum Çağrısı”
Söz konusu çağrı başlığında her ne kadar da “Demokratik
Toplum Çağrısı” da yer alıyorsa da aslında somut olarak böyle bir çağrı
yapılmıyor. Yapılan şey; “Demokratik toplum ihtiyacı kaçınılmazdır” ve “Kimliklere
saygı, kendilerini özgürce ifade edip, demokratik anlamda örgütlenmeleri, her
kesimin kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmaları
ancak demokratik toplum ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür” şeklindeki
tanım ve soyutlamadan ibaret olup, esasen de “Devlet büyüklerine” yapılan
naçizane temenniler olarak kalıyor.
Kaldı ki böylesi İslami-faşist katı diktatörlük
koşullarında, “demokratik toplum inşası” ancak ki ya onları gerçekten de
temellerinden sarsacak güçlü iç veya dış direniş dinamikleri böylesi kısmi
tavizler vermeye zorlayabilir; ya da bu faşist diktatörlük alaşağı edilme
koşuluyla. Yani böylesi bir çağrı ancak ki bu iki halde ve bu sürecin asıl
dinamiklerine yapılması halinde anlamlı ve isabetli olabilir.
Ancak ne var ki Öcalan’ın burada da meşru muhatapları bu
toplumsal dinamikler değil; İslamcı-faşist iktidar ve onun başı Erdoğan oluyor.
İlginçtir (ama asla şaşırtıcı değil; çünkü dedik ya her şey bir kurguya uygun
olarak sahneleniyor) bu, hemen de karşılık buldu. Öcalan’ın çağrısının ertesi
günü Erdoğan, katıldığı bir toplantıda; savaşın ve “terörün” son bulmasıyla
birlikte demokratikleşme ve demokratik siyasetin yolunun açılacağının müjdesini
verdi. Keza daha düne kadar insanları ve partileri Öcalan ve PKK yandaşlığı
yapmakla itham edip soruşturma ve yargılama konusu yaptıran Bahçeli, bütün
bunları büyük bir pişkinlik ve iki yüzlülükle yok sayıp, Öcalan ve
Kandildekilere teşekkür mesajı yayınladı. AKP kadrolarından ve eski
başbakanlardan Binali Yıldırım da Anayasa’da yer alan etnik köken vurgusunun
değiştirilmesi ve ademi merkeziyetçiliğe geçilmesi için gereken düzenlemelerin
yapılmasının gerekliliğine dikkat çekti vs. vs.
Ama tecrübelerle sabittir, özellikle de dinci ve ırkçı
milliyetçi faşistlerin ayıya dayı deyişlerinin hüküm ve miadı, hep köprüyü
geçene kadar olmuştur. Erdoğan’ın bir istisna olmayacağı da zaten çeyrek
asırlık sosyal pratiğiyle sabit değil midir acaba?
Son söz yerine: Bu bir devlet projesidir. Halkın gardının
düşmesine izin vermemek için, eleştirel tavır almak, devrimci bir
sorumluluktur.
(*)https://osmanli.org.tr/idris-i-bitlisi-dogu-anadoludaki-gayretleri/