5 Mart 2025 Çarşamba

Öcalan’ın son çağrısı üzerine kısa bir değerlendirme_Halil Gündoğan_5.03.2025

Öcalan, koşullar yeterince olgunlaşsın diye uzun süredir bekletilen çağrısını nihayet yaptı. Kamuoyu ile paylaşılan çağrının başlığı, bilindiği üzere; “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” idi. Ancak bu başlığa rağmen çağrı, öncelikle konunun tüm muhataplarına yapılmış bir çağrı değil. 

Keza, Kürt tarafının onurunu incitmeyecek ve temel konularda ulusal mağduriyetini giderecek adil bir barışın sağlanması çağrısı hiç değil. Çağrının ikinci konusu olan “demokratik toplumun” oluşturulması çağrısı da değil. Çağrı, devlet yetkililerinin her birinin ağzından düşürmediği o egemen zorbalığın sesiyle: “Ya koşulsuz silah bırakırlar ya da silahlarıyla birlikte toprağa gömülürler” tehditleri eşliğinde, tek taraflı olarak esasen PKK’ye yapılmış bir çağrıdır.

 Çağrının, peşrevsel ısınma turları dışındaki bütün mahiyeti

Buna ilişkin olarak aynen şöyle diyor Öcalan: “Varlığı zorla sona erdirilmemiş her çağdaş cemiyet ve partinin gönüllü olarak yapacağı gibi devlet ve toplumla bütünleşme için kongrenizi toplayın ve karar alın; tüm gruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmelidir.” (İlgili çağrı.) Evet, çağrının bütün mahiyeti budur. O bir çuval dolusu onca tarihi ve felsefik peşrev de bunu söyleyebilmek içindir.

 Çalınan minareye kılıf biçmek

Tabii hiç kolay değil dört parçaya bölünmüş ezilen bağımlı bir ulusun ulusal haklarını, hükümran pozisyonda bulunan egemen ulusun egemenliğini perçinlemek amacıyla teoriyi yeniden kurmak. Hiç kolay değil, bugün sahip olunan her şeyini sağlayan, yarım asra yaklaşan ve on binlerce cana mal olan o mücadelenin, aslında tamamen Kürt-Türk ittifakını “parçalamayı esas gaye edinmiş” (i.ç) emperyalistlerin kışkırtmasının sonucu olduğunu, yani tamamen tarihi bir hata olduğunu ifade edebilmek için teoriye taklalar attırmak. Ve tabii hiç kolay değil Kürtleri buna razı etmek için uygun “makul” gerekçelendirmeler yapabilmek… 

Takdir etmek gerekir ki “çalınan minareye kılıf uydurma” işinde Öcalan hep en yetkinlerden ola gelmiştir. O, bu özelliğiyle, elbette iyi bir burjuva siyasetçisi olabilir. Fakat iyi ve sağlam bir dava insanı olmadığını da gerek uçakta sarf ettiği o utanç verici sözleri ve duruşuyla, gerek mahkemedeki savunmasıyla ve gerekse kendi bu pespaye duruşunu meşrulaştırmak için, düşman karşısında ölümüne dik duran nice devrimcinin anısına saygı duyma gereği dahi göstermeden onların tutum ve yaklaşımlarını “kaba direniş çizgisi” olarak küçümsemesiyle ve daha bir dizi tutum ve yaklaşımıyla zaten ortaya koyuyor da.

 Söylemek istediği tam olarak şudur:

Bunun yapılması halinde, Devletin elinden savaş enstrümanı alınacak ve Türk Devleti, askeri anlamda karşısında savaşacak güç bulamayacağından; doğallığıyla, savaş da sona erecek. Böylelikle de en kestirme ve en “yaratıcı” yolla Kürt-Türk barışı sağlanacak ve bin yıllık kardeşlik hukuku egemen kılınacak. Nitekim ilgili çağrıda bunun mantıksal arka planı da aynen şu ifadelerle hazırlanıyor: “1000 yılı aşan tarihler boyunca Türkler ve Kürtler, varlıklarını sürdürmek ve hegemonik güçlere karşı ayakta kalmak için gönüllülük yönü ağır basan, hep bir ittifak içinde kalmayı zorunlu görmüşlerdir.” (i.ç) “tarihsel ortak hafızamızın” da öğreticiliğiyle; “Kapitalist modernitenin son 200 yılı, bu ittifakı parçalamayı esas gaye edinmiştir. (Bununla, PKK tarihi ve öncülük ettiği “en uzun son isyan” dahil, ulusal hak istemli tüm diğer isyan ve zulme karşı meşru direnişler ve keza sömürgeci, işgal ve ilhakçı ve koyu asimilasyoncu tutumuyla Kürtleri isyana mecbur bırakan ve ardından da bu isyanları bastırma adına “bin yıllık kardeşlerini” boğazlayan Türk Devletinin kendisi de aslında hiçbir gerçekliği bulunmayan bu kurgusal “tarihsel Kürt-Türk ittifakını” parçalamayı esas hedef alan “kapitalist modernitenin” aleti ve piyonu olmuş olmuyor mu acaba? Bn.) (…) Günümüzde çok kırılgan hâl alan tarihsel ilişkiyi, kardeşlik ruhu içinde (…) yeniden düzenlemek esas görevdir.” (i.ç)

 

Yanıltma amaçlı kurgusal tarihi arka plan

Öcalan’ın bahsettiği bu “Kürt-Türk kardeşliğinin”, aslında tarihsel hiçbir gerçekliği bulunmamaktadır. Keza “ortak tarihlerinin” hiçbir kesitinde de asla eşit haklara sahip bir kardeşlik hukukuna sahip olmamışlardır. Bilakis Türk tarafı hep egemen ve ayrıcalıklı olup, diğerini her yönüyle ezip sömürmüş, katliamlardan geçirmiş ve dönem olmuş varlığını dahi inkâr etmişken, tarihsel gerçeklik tamamen buyken; ezilen ve hak yoksunu bırakılmış bir tarafın temsilcilerinden biri olarak Öcalan, acaba böylesi bir ilişkiyi “yeniden düzenlemeyi” neden “ESAS GÖREVİ” edinir?

 

Şayet yaşanmakta olan sürecin olguları, tarihte birkaç kez görüldüğü gibi, tarafları yeniden ittifak kurmaya mecbur bırakıyorsa; bunun gereğince davranmak, elbette siyaseten yanlış olmaz. Gerekçeleri ortaya konularak, aralarındaki savaşa bir mola verip, ortak dış düşman veya düşmanlara karşı aynı safta buluşulabilir. Bu, son derece makul ve anlaşılır da olur. Ama hem ortada böylesi bir ortak dış düşman gerçekliği yok halihazırda ve hem de yukarıda ifade edildiği gibi böylesi bir kardeşlik ilişkisi yok.

 

Öcalan’ın boyun borcu mudur Türk Devleti’nin “ulvi çıkarlarına” hizmet?

O halde Öcalan’ın derdi ne ve daha da önemlisi niye Türk Devleti’nin hiç de aslı bulunmayan “ortak dış düşman” kurgusunda ve “Türkiye Türkiye’den büyüktür” emperyal emellerinde rol talep ediyor? Neden onu bölgenin lider ülkesi yapmayı kendisine bir “boyun borcu” yapıyor? Neden ulusunun düşmanı olan Türk Devleti’nin düşmanlarını taktik olarak kendi “dostu” olarak görüp, onlarla ittifak kurup, kendi ulusunun çıkarlarını öncelemiyor da kendisine ulusal haklarını vereceği sözleşmesi de yapmayan Türk Devleti’nin stratejik çıkarlarını ve “bekasını” önceliyor? Bütün bu sorular sorulmak ve mantıklı makul yanıtları da alınmak zorundadır. Bu sorumluluk başta yurt sever Kürtler olmak üzere tüm sol-sosyalist ve komünist kesimlerindir.

Öcalan hazretlerinin buyruklarını, tıpkı “dini bütün müminlerin” “tanrı kelamını” sorgusuz sualsiz kabul edip, huşuyla hayata geçirme gayreti, başlı başına sorgulanması gereken psikososyal bir garabet halidir.

 

Devlet neden ısrarla “barış” ve Kürt-Türk ittifakı istiyor?

Devlet, sözüm ona bu barış ve ittifakı, T.C tarihi boyunca “kapitalist modernitenin” oyununa gelmiş olmaktan ve Kürt-Türk ittifakının bozulmasında birer maşa olarak kullanılıyor olmaktan ötürü özür dileyip, Kürt-Türk ittifakını yeniden tesis etmek için istiyor değil. Uluslararası sahada sıkışıp dara düştüğü yeni bir paylaşım savaşı tehdidi altında, dört parçadaki Kürtleri kendi safına çekip, bölgesel denklemde konumunu güçlendirmek maksadıyla, evet tamamen bu maksatla yeniden Kürt-Türk ittifakı kurmak istiyor. Bu, hiçbir demagojik çarpıtma ve manevranın örtemeyeceği bir gerçekliktir.

 

Öcalan’ın etkin rol ve işlevi

İşte Öcalan, devletin tamamen bu maksatla kendisine getirdiği bu tarz bir “barışmayı”, kendi örgütü ve yıllardır ulusal hakları için bedeller ödeyen halkının kolektif iradesini de yok sayarak; Devlet adına yetkili kılınan görevlilerle baş başa vererek, tipik bir otoriter şef keyfiyetciliği ve darbeciliğiyle kabul etmiş görünüyor. Gerçi bunda şaşılacak bir yön de yok. Çünkü Öcalan, aktüel emsal örnek olan Erdoğan’ın yetkileriyle kıyaslanmayacak oranda çok daha katı merkeziyetçi bir yönetim tarzıyla hükmediyordu örgütüne. O, kolektif merkezi önderliğin fonksiyonunu kendi şahsında tek başına üstlenmenin ifadesi olan: “Önderlik” payesine sahip, her halde dünyada ki tek örnektir de.

 

Tabii bu, aslında belki de başlı başına ele alınıp, bilimsel olarak analiz edilmesi gereken bir aşka tez konusudur da. Ama yine de belki şu yönüne vurgu yapılabilir: Genel olarak demokrasi bilinci geri arkaik ataerkil toplumların ve özel olarak da yüz yıllardır baskı ve tahakküm altında tutulan bir toplumun sosyal psikolojik gerçekliğiyle de alakalı bir durum olsa gerek.

 

Bu, normal bir barış çağrısı değil.

Bu çağrı, sunulduğunun aksine, öncelikle olağan-normal bir “barış çağrısı” değil. Çünkü barış, savaşan, kavga eden veya çatışan tarafların karşılıklı istemiyle savaşa veya çatışmaya son verme iradesini gerektirir. Barışma isteği taraflara karşılıklı birtakım zorunlu yükümlükler getirir. Keza bu türden ağır vakalarda, bu yükümlülüklere uyulmasını denetleyen “garantör güçler” de devrede olur, vs.vs.

 

Bütün bunlar için taraflar öncelikle bir ateşkes iradesi ortaya koyar. Ardından da savaşı barışa çevirebilmek için neden artık savaş değil de barış istediklerini ortaya koyarlar. Bu zeminde yapılan tartışmalar neticesinde bir sonuca varırlar. Barış iradesi oluşmuşsa; barış anlaşması yazılır ve garantörler tanıklığında, karşılıklı olarak imza edilir ve kamuoyuna deklere edilir.

Peki böyle bir süreç söz konusu oldu mu? Hayır, olmadı. Peki o halde ne oldu? Daha önceleri şiddetle karşı çıkılan, “Devlet aklının” temsilcileri ile Öcalan arasında kapalı kapılar ardında uzunca bir süreden beridir kotarılan “yeni bir paradigma” olduğu savına, bugün artık karşı çıkan kalmadı gibi.

 

Ve bugün artık çok daha açık bir şekilde görülüp anlaşılmaktadır ki bu süreç ve bu “yeni paradigma” PKK kadro ve taraftarlarının iddia ettiği gibi Öcalan’ın önderliğinde değil; bizzat ve doğrudan “devlet aklının” önderliğinde başlatılmış ve de sürdürülmektedir. Öcalan ise, bizzat kendi beyanıyla, devletin bu “yeni paradigmasına” ve dolayısıyla da “yeni sürece” olumlu yönde katkı sunma ve sürecin başarısı için kendisine yüklenen rolü layıkıyla yerine getirme konusunda devletle anlaşmış durumdadır. Çünkü “devlet aklının” Öcalan’a götürdüğü “yeni paradigma” dedikleri şey esasında, ana hatlarıyla, Öcalan’ın “Demokratik Cumhuriyetle Birlik Projesi” nde devlete yaptığı teklif esas alınarak hazırlanmış bir projedir.

  

Öcalan’ın gönlünde 2. İdris-i Bitlisi olmak var galiba (*)

Öcalan’ın, Türk Devletinin stratejik çıkarlarını merkeze alan “Misak-ı Millici Çözüm Projesine” ta Özal ile yapılan görüşmelerden beri, fazlasıyla yatkın olduğu bir sır değil… Tutsak düştükten sonraki sürecinde ise devlete hizmeti ve egemen ulusun egemenlik ayrıcalıkları lehine, ezilen bağımlı ulus olarak Kürtlerin egemenlik haklarını inkâr etmeyi düşün dünyasının merkezine koyduğu da gerek İmralı Savunmasında ve gerekse özel olarak “Demokratik Cumhuriyet İle Birlik Projesi” adı verilen çalışmasıyla ispatlıdır. Nitekim bunu, son çağrı metninde de işleyecek kadar, kendi yeni rotasının tayin edici argümanı olarak görüyor. Sonradan kendisine empoze edilen bu inkâr esaslı felsefik bakışını da hâkim ulus milliyetçiliğiyle fingirdeşen şu ibretlik argümanlarıyla teorileştiriyor: “Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.” (İlgili çağrı).

 

Öcalan ideolojik olarak artık çoktandır karşı cepheden ses veriyor

Yerden göğe kadar haklı olarak sormak gerekmez mi? Peki Öcalan yukarıya aktarılan bu durum saptamasını niye sadece ezilen-bağımlı veya sömürge veya işgal ve ilhak edilmiş uluslar için söz konusu yapıyor? Oysa madem bu argümanlar Kürt-Türk ittifakını yüzyılı aşkın bir süredir baltalayıp yıkmak isteyen “kapitalist modernitenin” hileli argümanlarıdır; Türk-Kürt kardeşliğine yeniden ihtiyaç duyarak ayağına gelen egemen ulus olarak Türklerin devlet yetkilerine, niye bunlardan vaz geçerek eşit kardeşlik hukuku zemininde bu kardeşliği yeniden kurmayı şart koşmuyor? Madem emperyalistlerin oyununu bozmaktır Devlet- Öcalan ittifakının muradı ve büyük kutsal davası, o halde önce buradan başlamaları gerekmez mi?

Ama uzunca bir süreden beridir Öcalan’ın derdinin bu olmadığı ortada. Onun derdi, kendisine görev edindiği Kürtleri eşit kardeşler statüsüne getirerek barış içinde bir arada yaşamanın formülünü bulmak değil. Onun derdi ve misyonu, K. Kürdistan Kürtlerini “eşit anayasal vatandaşlık statüsü” ve yerel yönetimler özerkliğiyle çerçevelenen ademi merkeziyetçi bir “çözüm formülüyle”, diğer parçalardaki Kürtleri de mevcut konjonktürün de elvereceği uygun bir formülle egemen ulusa entegre etmektir. Bunun bir boyutunu, PKK’ye yaptığı çağrıda şu sözleriyle ifade ediyor da zaten: “(…) devlet ve toplumla bütünleşme için kongrenizi toplayın ve karar alın (…)”

 

Öngörülen “Kürt-Türk ittifakı”, Türk Devleti’nin emperyal hedeflerinin aracıdır

Gayet tabii ki Türk Devleti sadece bunun için “Kürt-Türk İttifakının” peşinde değil. Tabii ki ihtiyacı duyulan “iç cephenin tahkimatı” bağlamında da buna ihtiyacı var. Fakat bundan daha belirleyici olan ise; Bölgesel denklemde kurucu rol üstlenmek ve olası “İsrail-Kürt ittifakının” oluşmasının önünü almak için bu ittifaka ihtiyaçları var. Zaten “barışın” Kürt Ulusal Hareketi bileşenleri açısından esas cezbedici “gizli” yanı da bu boyutudur: Sahadaki güçler denklemi üzerinden güncellenecek yeni bir “entegrasyon” formülüyle Güney ve Batı Kürdistan yakın bir gelecekte, Doğu Kürdistan ise İran’dan kopuşuyla birlikte Türk Devletinin himayesine alınacak. Buna belki, İsrail’in hamlelerine bağlı olarak, HTŞ ve bileşenlerinin denetimde kalacak olan Sünni Arap kesimi de dahil edilebilir. Yani en azından kurgulanan senaryonun bu olduğu, rahatlıkla öngörülebilir diyelim. Evdeki hesabın çarşıya ne oranda uyup uymayacağı da elbette ki sahadaki gelişmeler tarafından belirlenecek. Hani Öcalan diyordu ya: “Ya benim çözümüm ya da ABD’nin.” Tabii bu, basit bir caka atmaktan ibaret olsa da ama mevcut güçler denkleminde ABD’nin olurunu alamayan bir projenin, şayet diğer büyük emperyalist güçlerin belli başlılarınca, örneğin ayrışma emareleri giderek belirginleşen İngiltere, Fransa ve benzerlerinin açıktan desteğini almazsa, şansının olmayacağını Öcalan-Türk Devleti ittifakı da gayet iyi biliyor olsa gerek.

   

Özetle, yani devletin ihtiyacını duyduğu bu tarz bir “barış”, çok önceden Öcalan ile kotarılmış bile. Ekim ayından beri yapılan ise, bir tiyatro senaryosu gereği, taraflar kendi rollerine uygun olarak mensubu oldukları veya temsil ettikleri sosyal kesimlere bunu empoze ederek, kabul ettirmeye ve onların rızasını oluşturmaya çalışmaktan ibarettir. Dolayısıyla da ön görülen ve amaçlanan şeyin ana parametrelerinin isabetlice anlaşılabilmesi için öncelikle bu belirleyici/kurucu “ayrıntının” görülmesi gerekiyor.

 

Muhatap Öcalan olunca, barış için karşılıklı ateşkes ihtiyacı bile duyulmuyor.

Düşünsenize, “barışalım”, “kardeş olalım tekrardan” söylemleriyle güya uygun atmosfer oluşturmaya çalışıyor görünüyorlar değil mi? Ama bunun için son derece gerekli bir koşul olan, “karşılıklı ateşkes” anlaşmasına dahi gidilmedi. Bilakis Devlet her fırsatta saldırmaya, yakıp yıkmaya, bombalamaya, işgal, tutuklama ve demokratik sivil alanların irade gaspına devam ediyor.

 

Türk Devleti’nin ve özellikle de yeniden başkan olma sevdası peşinde olan Erdoğan’ın bir muradı da kamuoyunda, “teröristlerle pazarlık yapıldı” algısının oluşmamasıdır. Devam ede gelen operasyonların bir boyutu da budur zaten. İlginçtir, Öcalan da Devletin bu “hassasiyetini” titizlikle gözetiyor. Galiba Kürtleri denize düşürüp yılana sarılmaya zorlama siyaseti, kendisinin de işine geliyor. Çünkü böylelikle, düşülen o çıkmaz dehlizden Öcalan’a sarılarak çıkma koşulları oluşturuyor devletin bu türden “orantısız” saldırı salvoları.

  

Tabii Öcalan dengeyi sağlamak için, Kürt tarafına da: “Devletle kotardığımız bu barışın bir koşulu olan kendinizi feshederek silahlı mücadeleye son vermeniz, asla yenildiğiniz anlamına gelmeyecektir” anlamına gelen şu sözleriyle hitap ediyor: “Varlığı zorla sona erdirilmemiş her çağdaş cemiyet ve partinin gönüllü olarak yapacağı gibi (…) PKK kendini feshetmelidir.”

Öcalan’ın “barışa” atfettiği, Kürtlerin tek taraflı olarak savaştan çekilmesidir.

 

Peki Öcalan’ın malum çağrısında, barışın sağlanması için devlete bir çağrı var mı? Hayır bu da yok! O halde yapılan ne? Yapılan tamamen şu: Öcalan barışı, tek taraflı olarak Kürtlerin savaştan çekilme iradesi ortaya koymasıyla sağlamak istiyor. Bunun gereğini de zaten PKK’ye yaptığı silahları bırakın ve kendinizi feshedin çağrısıyla yerine getiriyor. Demek ki devletle vardığı “barış anlaşmasının" koşulu bunu gerektiriyormuş, demek hiç de yanlış olmayacaktır.

 

Öcalan’ın iki argümanı ve “Kürt sorunu”nuna biçtiği yeni ‘forma’

Öcalan’ın PKK’yi ve sosyal tabanını savaştan tek taraflı geri çekilmeye ikna edebilmek için baş vurduğu iki temel argümandan birincisi şudur: Öcalan’a göre silahlı mücadele seçeneği; “Kürt realitesinin inkârı, başta ifade olmak üzere özgürlükler konusunda yasaklardan kaynaklı oluşan zemin” üzerinden kendisini var etmiştir. Ama bu, aslında hiç de haklı, zorunlu bir seçenek değilken; sürecin ideolojik şekillenişinin sürüklediği kötü bir maceraydı: “PKK; tarihin en yoğun şiddet yüzyılı olan 20. asrı, iki dünya savaşı, reel-sosyalizm ve dünya genelinde yaşanan soğuk savaş ortamları (…) doğmuştur” (i.ç) şeklinde ifade ettiği bu örtük özeleştiriyle, aslında sadece “Kürt realitesinin inkârı” ve bir takım özgürlüklerin yasaklı olması gerekçeleriyle böylesi kanlı bir isyan hareketi başlatmak, tarihsel bir hataydı, demeye getiriyor ki İmralı sürecinden beridir sistematik olarak savunduğu ve empoze etmeye çalıştığı da zaten tamamen budur.

 

“Kürt realitesinin inkârına” indirgediği “Kürt sorunu”, haliyle; “1990’larda… ülkede kimlik inkârının çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler” (i.ç) neticesinde de asgari çözümünü zaten bulmuş oluyor (hatırlanacağı gibi başta Erdoğan olmak üzere, iktidar cenahının ortak argümanı da böyledir). Dolayısıyla da artık bu gerekçelerle silahlı mücadele yürütmenin haklı gerekçelerinin kalmadığının görülüp kabul edilmesini istiyor. Keza aynı şekilde, bu mücadeleyi örgütleyip yürüten kurum olarak PKK’in de artık geçerli ve işlevli bir enstrüman olma özelliğinin kalmadığının da görülüp kabul edilmesini istiyor. Ve bu “olgulara dayalı bu son derece isabetli bilimsel tespitlerin” güçlü ikna ediciliğiyle; gönül rahatlığıyla örgütüne yeni bir rota veriyor: Mücadeleyi ileriye taşıma kabiliyetini yitirmiş ve esasen kısır döngüde kendisini tekrar edecek bu örgüt ve mücadele tarzını terk ederek, yeniden yapılanma ve dönüşüm ile mücadelenin önünü açmak esas olandır. (Aslında bütün bunları devlete ve onun “ulvi” çıkarları ve “beka sorununa” angaje olmadan yapsaydı; bu, sert bir şekilde eleştirilecek olsa da ama neticede elbette son derece saygın bir duruş ve yönelim olarak karşılanırdı. Ama maalesef ki böyle değil ve işin aslı çok farklı. Bundan ötürü de takınılacak tavır, “normal” alttan alıcı bir eleştiri boyutuyla sınırlı olamaz.  Kesin-net tanımlamalarla, yapılmakta olanın tam olarak ne olduğunun deşifre edilmesi ve kesinlikle desteklenmeyecek bir şey olduğunun kamuoyuna deklere edilmesi şarttır.)

 

Öcalan’ın yeni gözdesi: “Demokratik uzlaşma temel yöntemdir”

Diğer bir temel argümanı ise her türlü hak arama mücadelesinin yolunun artık; “Sistem arayışları ve gerçekleştirmeler için demokrasi dışı yol yoktur. Olamaz. Demokratik uzlaşma temel yöntemdir.” (i.ç) Bunun için de devletle el ele verip, büyük bir uzlaşı kültürü ile, “demokratik toplum inşa etmeliyiz” diyor. Yani DEM Parti ve PKK cenahından yükselen yorumlayışla bu, aslında hiç de legal ve demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılması zeminde, devrimci tarzda hak arama ve almakta sistemle dişe diş, kıran kırana militan bir devrimci mücadelecilik değildir. Buyrulan ve çizilen yeni rota, çok açık ve net ifadelerle tanımlanıyor: “Demokratik uzlaşma temel yöntemdir”

 

Bu, Gandi’nin “sivil itaatsizlik” yöntemi de değildir

Çünkü Gandi’nin yöntemi, hakkını söke söke alma, ama bunu kaba şiddete başvurmadan yapma prensibini esas alır. Yani aslında devrimci bir militan direniş ve mücadelecilik esasına oturur.  Dolayısıyla da Öcalan’ın size çizdiği bu yeni rota konusunda da lütfen kendinizi ve de kitleleri kandırmayın, bundan ivedilikle vazgeçin. Ne demiş ulu bir ata: “Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir.” Siz de saftirik bu kötü ve körlemesine bağlılık ve itaatle, cehennem yolunun “iyi niyet taşları” olmayın.

 

“Demokratik Toplum Çağrısı”

Söz konusu çağrı başlığında her ne kadar da “Demokratik Toplum Çağrısı” da yer alıyorsa da aslında somut olarak böyle bir çağrı yapılmıyor. Yapılan şey; “Demokratik toplum ihtiyacı kaçınılmazdır” ve “Kimliklere saygı, kendilerini özgürce ifade edip, demokratik anlamda örgütlenmeleri, her kesimin kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmaları ancak demokratik toplum ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür” şeklindeki tanım ve soyutlamadan ibaret olup, esasen de “Devlet büyüklerine” yapılan naçizane temenniler olarak kalıyor.

 

Kaldı ki böylesi İslami-faşist katı diktatörlük koşullarında, “demokratik toplum inşası” ancak ki ya onları gerçekten de temellerinden sarsacak güçlü iç veya dış direniş dinamikleri böylesi kısmi tavizler vermeye zorlayabilir; ya da bu faşist diktatörlük alaşağı edilme koşuluyla. Yani böylesi bir çağrı ancak ki bu iki halde ve bu sürecin asıl dinamiklerine yapılması halinde anlamlı ve isabetli olabilir.

 

Ancak ne var ki Öcalan’ın burada da meşru muhatapları bu toplumsal dinamikler değil; İslamcı-faşist iktidar ve onun başı Erdoğan oluyor. İlginçtir (ama asla şaşırtıcı değil; çünkü dedik ya her şey bir kurguya uygun olarak sahneleniyor) bu, hemen de karşılık buldu. Öcalan’ın çağrısının ertesi günü Erdoğan, katıldığı bir toplantıda; savaşın ve “terörün” son bulmasıyla birlikte demokratikleşme ve demokratik siyasetin yolunun açılacağının müjdesini verdi. Keza daha düne kadar insanları ve partileri Öcalan ve PKK yandaşlığı yapmakla itham edip soruşturma ve yargılama konusu yaptıran Bahçeli, bütün bunları büyük bir pişkinlik ve iki yüzlülükle yok sayıp, Öcalan ve Kandildekilere teşekkür mesajı yayınladı. AKP kadrolarından ve eski başbakanlardan Binali Yıldırım da Anayasa’da yer alan etnik köken vurgusunun değiştirilmesi ve ademi merkeziyetçiliğe geçilmesi için gereken düzenlemelerin yapılmasının gerekliliğine dikkat çekti vs. vs.

  

Ama tecrübelerle sabittir, özellikle de dinci ve ırkçı milliyetçi faşistlerin ayıya dayı deyişlerinin hüküm ve miadı, hep köprüyü geçene kadar olmuştur. Erdoğan’ın bir istisna olmayacağı da zaten çeyrek asırlık sosyal pratiğiyle sabit değil midir acaba?

 

Son söz yerine: Bu bir devlet projesidir. Halkın gardının düşmesine izin vermemek için, eleştirel tavır almak, devrimci bir sorumluluktur.

 

(*)https://osmanli.org.tr/idris-i-bitlisi-dogu-anadoludaki-gayretleri/

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)