https://ozgurgelecek51.net/ceviri-nepal-yari-feodal-mi-kapitalist-mi/
ÇEVİRİ | Nepal: Yarı-Feodal mi Kapitalist mi?
Kisan Maharjan tarafından yazılan ve 14 Ocak 2024 tarihinde
moolbato.com sitesinde yayınlanan makaleyi, Nepal’in içinde bulunduğu durumun
anlaşılması amacıyla Özgür Gelecek okurları için çevirdik.-----------18 Şubat
2024
Nepal Devrimci Komünistlerinin kafasındaki soru -ve bu çok
yerinde bir sorudur- Nepal’in koşullarıdır:
Nepal’in yarı-feodal üretim ilişkilerine sahip yarı-feodal
bir toplum olarak kalıp kalmadığı ya da Nepal’in kapitalist bir topluma dönüşüp
dönüşmediği, burjuva-demokratik devrimin tamamlanıp tamamlanmadığı?
Toplumun üstyapısının da dönüşüp dönüşmediği ya da
kitlelerin bilincinin feodal kalıp kalmadığı ya da bunun emperyalist ülkelerin
kitleleri arasında bulunan neoliberal bir bilinç tarafından yüceltilip
yüceltilmediği.
Bilinci maddi gerçekliğin bir yansıması olarak
anladığımızdan, kapitalist bir zihniyet toplumun kapitalist doğasının bir
göstergesi olacağından, analizde ikincisi de aynı derecede önemlidir.
Nepal devrimcilerinin karşı karşıya olduğu soru budur; bu
konuda doğru bir duruşa sahip olmak gerekir.
Öncelikle, ‘kapitalizm’ ve ‘yarı-feodalizm’ terimleriyle tam
olarak neyin kastedildiğini açıklığa kavuşturmak gerekir.
Çünkü bu terimlerle
ne kastedildiği açıklığa kavuşturulmadan üretim ilişkileri ya da genel olarak
toplumun doğası hakkında bir değerlendirme yapılamaz.
Öncelikle, kapitalizm ile ne kastedildiğinin anlaşılması
gerekir, her ne kadar kapitalizmin kesin mekanizmalarının ayrıntılı bir analizi
bin sayfadan fazla bir tez gerektirecek olsa da (böyle bir şey zaten var,
Kapital); kapitalizmin ne olduğu böyle bir teze gerek kalmadan bir dereceye
kadar kesin olarak anlaşılabilir. Kapitalizm aşağıdaki özelliklere sahip bir
üretim ve temellük biçimidir:
Burjuvazi tarafından üretim araçları üzerinde özel mülkiyet
Genelleştirilmiş emtia üretimi
Toplumun birincil emek süreci olarak ücretli emek
Daha sonra, yarı-feodalizmin ne olduğunu ve feodalizmden
nasıl farklılaştığını açıklamak önemlidir. Bunu yapmak için öncelikle
feodalizmi tanımlamak gerekir. Feodalizm, tıpkı kapitalizm gibi, aşağıdaki
özelliklere sahip bir üretim ve temellük biçimidir:
Toprak mülkiyeti ve dolayısıyla zenginlik bir toprak ağası
sınıfının elinde toplanmıştır
Üretim Araçları, toprakta çalışan ve yaşayan ancak toprağa
sahip olmayan topraksız köylü sınıfına aittir
Köylüler tarafından üretilen artık, toprak sahibine kira
olarak ödenir
Feodal bir toplumda, birincil karşıtlık toprak ağası sınıfı
ile köylü sınıfı arasındaki karşıtlıktır, ancak bu tek karşıtlık değildir.
Toprak ağası ile yeni doğmakta olan burjuvazi arasında da antagonizmalar
mevcuttur. Bu yeni oluşan burjuvazinin ve buna karşılık gelen yeni oluşan
ücretli işçiler sınıfının varlığı bize feodal toplum içinde kapitalist toplumun
embriyonunun nasıl var olduğunu gösterir.
Birbirini izleyen
ilkel birikim süreçleri ve nihayet feodalizme indirilen çekiç darbesi – burjuva
demokratik devrim – sayesinde bu kapitalist toplum filizi çiçek açıp olgun
kapitalizme dönüşebilir.
Dolayısıyla yarı-feodalizm, kapitalist toplum tohumunun
feodal toplum içinde bir miktar gelişme gösterdiği, ancak feodal koşulların
burjuva-demokratik devrim tarafından tamamen ortadan kaldırılmadığı ve toprak
ağası sınıfının hala büyük bir güce sahip olduğu bir durum olarak söylenebilir.
Nepal’de Feodalizmin Dışındaki Genel Gelişme:
Nepal’de, geçen yüzyılın 50’li yıllarına kadar, emekçi köylü
kitleleri Rana Otokrasisinin boyunduruğu altında ezilmişti. Ancak bu biçim
feodalizme uygun değildi ve çeşitli feodal beyler arasında, özellikle de Şah
Hanedanı ile Rana Hanedanı arasında bir çelişki vardı.
Ranalar, konumlarını
güçlendirmek için İngiliz Emperyalistleri ile İngiliz finans sermayesinin
Nepal’e akışına izin veren çeşitli anlaşmalar yaptılar, bu da Nepal’de
yarı-sömürge koşullarının doğmasına yol açtı; Nepal sözde bağımsızlığını korudu
ama fiilen İngiliz Emperyalistlerinin bir kolonisiydi.
Bunun bir örneği,
1923 tarihli Nepal-İngiltere Antlaşmasının 6. Maddesinde yer alan “Nepal
Hükümeti adına bu ülkeye derhal nakledilmek üzere ithal edilen mallar için
İngiliz Hindistan limanlarında gümrük vergisi alınmayacaktır(…)” ifadesidir; bu
madde İngiltere’nin İngiliz mallarını ve İngiliz finans sermayesini Nepal’e
serbestçe ihraç etmesine etkin bir şekilde izin vermiştir ve feodal devlet
tarafından yapılan eşitsiz anlaşmaların bir örneğidir.
Bu anlaşma,
İngilizlerin Nepalli girişimcilere üstünlük sağlamasına ve İngiliz tekelci
finans sermayesini güçlendirmesine etkin bir şekilde izin verdiği için, Nepal
Ulusal Burjuvazisinin sürekli bastırılmasının erken bir ifadesidir.
Ancak sonunda İngiliz emperyalistleri Ranaları terk etti ve
toprak ağaları arasındaki çelişkiler hızla su yüzüne çıktı. Bunlar nihayet
1950’de niteliksel bir gelişmeye dönüştü. Burada, Şah Hanedanı tarafından
temsil edilen toprak ağaları sınıfının bir kesimi, Nepal Kongresi tarafından
temsil edilen küçük burjuvazi ve küçük burjuvazinin yanı sıra Nepal Komünist
Partisi tarafından temsil edilen proletarya ve köylülerle ittifak kurarak, Rana
Hanedanı tarafından yönetilen toprak ağalarının daha gerici kesimine karşı bir
mücadele başlattı.
Bu mücadelenin kazanılmasının ardından toprak ağası sınıfı
burjuvaziye çeşitli tavizler vermek zorunda kalmış, bu da Nepal’in koşullarının
feodalden yarı-feodale doğru kesin bir dönüşüme uğramasına yol açmıştır.
Ancak bu imtiyazlardan bazıları, özellikle de burjuvaziye
verilen siyasi imtiyazlar, toprak ağaları sınıfı tarafından geri alındı. Bu
dönemde toprak ağaları bu toplumun efendileriydi, dolayısıyla Nepal esas olarak
yarı feodaldi. Toplumun çeşitli yönleri arasındaki çelişkiler, ama esas olarak
toprak ağaları ve burjuvazi arasındaki çelişki, bu dönemde derinleşmeye ve
yoğunlaşmaya devam etti. Takip eden on yıllar boyunca birçok gelişme yaşandı.
Nepal Komünist Hareketinin durumu parçalandı ve bölündü. İki ana çizgi,
komünist hareketin kesimleri tarafından taşınan iki bayrak haline geldi:
NKP (UML)’yi
oluşturacak revizyonistlerin taşıdığı yasalcılık, parlamentarizm ve kralcılık
bayrağı; NKP (Maoist)’i oluşturacak Marksistlerin taşıdığı devrim ve
kompradorların ve toprak ağalarının diktatörlüğünün yıkılması bayrağı.
Revizyonist Sosyal
Faşistler daha sonra feodal sistemin ve bu sistemin çekirdeği olan monarşinin
en sadık savunucularına dönüştüler.
Bu dönemde, toprak ağalarının diktatörlüğü altında üretici
potansiyelini açığa çıkaramayan yükselen burjuvazi, gücünü geliştirerek ve
zamanını kollayarak hazırlanmaya başladı. Burjuvazi, feodal beylerle
mücadelesinin hazırlıklarını yaptığı bu dönemde, toprak ağası sınıflarının
etkin egemenliği olan Panchayat sistemini ve onların önceliğini dayatan
daraltıcı yarı-feodal ilişkiler içinde faaliyet göstermeye devam ediyordu.
Nepal bu dönemde de
hem yarı-feodal hem de yarı-sömürgeydi, ancak yarı-feodal yönü asıl baskıyı
oluşturuyordu. Ancak komprador/bürokrat burjuvazi bu durumu kabul edilebilir
bulmadı ve bu durum iki egemen sınıf arasındaki çelişkilerin derinleşmesine yol
açtı.
Bu çelişki, kompradorların toprak ağalarına karşı
mücadelesi olan 1990’daki “Halk Hareketi” ile patlak verdi. Kompradorlar,
toprak ağalarına karşı küçük burjuvazi, köylüler ve proletarya ile geçici
olarak ittifak kurdu; toprak ağası sınıfı komprador burjuvaziye daha fazla
taviz verdi ve bu da önceden var olan sınıf diktatörlüğü arasında daha
eşitlikçi bir güç paylaşımına yol açtı.
Bu dönemde, toprak ağaları hala toprak ağası ve
komprador/bürokrat sınıfların sınıf diktatörlüğünün temel unsuruydu.
Bu dönem boyunca bir yanda proletarya, köylüler, küçük
burjuvazi ve ulusal burjuvazi ile……
diğer yanda…. toprak
ağası, komprador/bürokrat burjuvazi arasındaki karşıtlık keskin bir şekilde
yoğunlaştı.
Bu yoğunlaşma, “Halk
Hareketi” sırasında komprador burjuvaziye gerçek bir değişime öncülük etmesi
için güvenen halk kitlelerinin derhal ihanete uğraması; egemen sınıfların kendi
konumlarını sağlamlaştırması ve ezilen sınıfların toptan sömürülmesine devam
edilmesiyle devam etti.
Bu gelişmeler ve diğerleri niteliksel bir sıçramaya, tarihin
itici gücü olan kitlelerin, devrimci öfkeleriyle, devrimci öncü parti
tarafından bilenmiş ve güçlendirilmiş olarak mümkün kıldığı bir dönüşüme yol
açtı. Devrim başlamıştı.
Devrimci dönem boyunca elde edilen çeşitli başarılar ve ilerici
gelişmeler bu yazının kapsamı dışındadır.
Ancak asıl mesele, Yeni Demokratik Devrimin – burjuva demokratik ve
anti-emperyalist devrimin – parti içindeki revizyonistler ve dönekler
tarafından ihanete uğratılmış olmasıdır.
Yeni Demokratik
Devrim yarım bırakıldı
ve dönekler
yozlaşmış partiyi komprador/bürokrat burjuva düzeniyle kaynaştırdı.
Bu durumda
yarı-feodalizmin süpürülüp atıldığı söylenebilir mi?
Bazılarının ilan etmek istediği gibi, “Devrim
yarı-feodalizmi ortadan kaldırdı ve demokratik bir cumhuriyet kurdu!”
denilebilir mi? (“demokratik cumhuriyet” kavramı bir başka revizyonist
hayaldir)? Kesinlikle hayır! Devrim ihanete uğradı, sırtından bıçaklandı ve
ezilen kitlelerin kurtuluş hayalleri revizyonistler ve dönekler tarafından,
şimdi Nepal Sosyal Faşizmini yeni bir üst düzeye (Prachanda Yolu) geliştirenler
tarafından katledildi.
Ve devrim
yarı-feodalizmi yadsımadan, yarı-feodalizmin kendi kendine aşındığına ve
öldüğüne mi inanacağız? Mücadelenin tarihin temel itici gücü olduğunu
anladığımızda, yarı-feodalizmin şiddetli bir şekilde ortadan kaldırılması
olmadan, burjuva-demokratik
devrim olmadan, yarı-feodalizm nasıl ortadan kalkabilir?
Gerçek şu ki,
yarı-feodalizm ortadan kalkmadı, aksine tezahürü basitçe dönüştü!
Döneklerin komprador/bürokrat burjuvaziyle kaynaşması
onların konumunu güçlendirdi ve Nepal Devleti’nin doğasında niteliksel bir
dönüşüme neden oldu; daha önce yarı-feodalizm temel unsurken, şimdi
yarı-sömürgecilik temel unsur haline geldi.
Yarı-feodalizmin
ortadan kalkmasa da zayıflamasıyla birlikte, toprak ağası sınıfı
komprador/bürokrat burjuvazi karşısında itaatkâr bir rol üstlendi. Toprak ağası
sınıfının o zamana kadarki açık sömürüsü gizli bir karaktere büründü ve
komprador/bürokrat burjuvazi devletin birincil dizginlerini ele geçirdi. Ancak
bu, komprador/bürokrat burjuvazi ile toprak ağaları arasındaki çelişkinin sona
erdiği anlamına gelmiyor -tam tersine-, Nepal toplumunu ve Nepal devletini şekillendiren
şey bu sınıfların sürekli birliği ve mücadelesidir.
Bununla birlikte, bu
sınıflar ezilen sınıfları sömürme konusunda birleşmişlerdir, bu nedenle sınıf
diktatörlüklerini parçalamak ve yeni demokratik devrimi takiben devrimci bir
devlet kurmak gereklidir.
Mevcut
Koşulların Analizi:
Bu tespitle birlikte, yine de Nepal’in nesnel koşullarının
bugüne kadar nasıl yarı-feodal kaldığını ve bunun her zaman böyle
kalmayabileceğini görmek gerekir.
Nepal’in
yarı-feodal koşullarını yavaş yavaş aşındıran ilk gelişme, süregelen ilkel
birikimdir. Marx’ın “ilk günah”a benzettiği bu ilkel birikim süreci,
feodalizmin rahmindeki embriyonik durumundan olgun kapitalizmin doğmasına yol
açan ilk süreçtir.
Feodalizmin
rahmindeki bu embriyonik kapitalizm, bağımlı uluslarda emperyalist tekelci
finans kapital ile asimile olmuş ve bu da gerçekte ulusal bir kapitalizmin
gelişmesini engellemiştir. Emperyalist tekelci finans kapitalle asimile olan
olgun ulusal kapitalizmin tohumu, ilkel birikim süreci yoluyla kendisini daha
yüksek bir gelişim aşamasında sentezlemiştir; ancak feodalizmin toprağında
henüz embriyonik aşamadadır ve filizlenmeyi beklemektedir. Bununla birlikte, bu
çimlenme süreci bir dereceye kadar çoktan başlamıştır.
Örneğin, ilkel birikim sürecinde, toprağın çitlenmesi
nedeniyle, o zamana kadar topraksız olan, ancak tamamen mülksüzleşmemiş köylü
sınıfının, ikamet ettikleri topraklardan zorla çıkarıldığı; burjuvazinin
ihtiyaçlarını karşılamak için şiddetle sanayi proletaryasına dönüştürüldüğü
bilinmektedir.
Bu kitlesel
proleterleşme, kent merkezlerinde gelişen burjuvazinin ihtiyaçlarını
karşılamakla kalmaz, bu talepleri aşarak bir yedek proletarya ordusu yaratır.
Nepal’de tam da bu sürecin işlediğini görüyoruz. Şimdiye kadar topraksız
köylüler ya da küçük arazi sahipleri olarak yaşayanlar, çeşitli koşullar
nedeniyle şiddet kullanılarak köylerinden sürüler halinde çıkarılıyor.
Bu proleterleşme süreci, Nepal’de yaşanan kitlesel
kentleşmeyle kanıtlanıyor; insanlar iş bulmak için sürüler halinde şehirlere
göç etmeye zorlanıyor. Böylece, tekelci finans sermayesi ile ulusal sermaye
tohumunun, -bu birleşiminin- ihtiyaçlarını karşılayacak yeni bir proletarya
yaratılmaktadır. Nepal köylüleri, komprador/bürokrat burjuvazinin ihtiyaçlarını
karşılamak üzere ücretli köleler ordusuna dönüştürülüyor.
Buna rağmen, köylüler ve toprak ağaları arasındaki
yarı-feodal üretim ilişkileri yaygınlığını korumaktadır. Bugün bile bir
buçuk milyon hane topraksızdır ve toprak ağalarının topraklarında yaşamak, o
toprakları işlemek ve toprak aristokrasisine kira ödemek zorunda kalmaktadır.
Günümüzde feodal baskı sistemi devam etmekle birlikte, ilkel birikim gibi
süreçler nedeniyle bu feodal baskı yeni bir kapitalist sömürü tarafından
yüceltilmektedir.
Bu feodal baskı hala devam etmekte ve milyonlarca insan bu
sistem altında acı çekmeye devam etmektedir. Köylülere toprağı yeniden dağıtma
sözü, iktidardaki sözde “Sosyalistler” tarafından
yerine getirilmemiştir, çünkü gerçekte onların boş sözleri hiçbir şey ifade
etmemektedir.
Onlar, son tahlilde, toprak ağaları sınıfını temsil
etmektedirler ve bu nedenle toprak ağası efendilerini mağdur edecek herhangi
bir politikayı yürürlüğe koymayacak ya da herhangi bir çizgiyi
desteklemeyeceklerdir.
Dolayısıyla, hala büyük bir köylü sınıfı ve bu köylüleri
ezen bir toprak ağaları sınıfı vardır. Dolayısıyla, feodal toplumun temel
karşıtlığı olan köylüler ve toprak ağaları sınıfı arasındaki karşıtlık hala
mevcuttur ve hala güçlüdür. Bu da yarı-feodal üretim ve temellük tarzının Nepal
toplumunda hala var olduğunu ve önceliğini koruduğunu göstermektedir.
Bir diğer önemli analiz noktası da siyasi ve ideolojik
üstyapının analizidir. Materyalistler olarak, son tahlilde tabanın üstyapıyı
şekillendirdiğini biliyoruz; yani egemen sınıfın yapısal ve kültürel
hegemonyası mikro ve makro düzeyde üstyapıya yansıyacaktır. Birey, söz konusu
ideolojinin yeniden üreticisi olarak hareket etmek ve bu ideolojiye katılmak
üzere ideoloji için ve ideoloji tarafından bir özneye dönüştürülür.
İdeolojinin, toplum tarafından bakılan “sağduyu”yu oluşturan saf ideolojinin
keskin bir analizi yoluyla, üstyapının doğasını incelemeye başlayabiliriz.
Başlangıç olarak, üstyapının baskıcı olmayan yönünü
oluşturan temel İdeolojik Devlet Aygıtlarına, yani aile, eğitim ve medyaya
bakmak gerekir. Aile, son on yıllarda, aile içi ilişkilerin sevgi, şefkat ve
karşılıklı merhamet üzerine kurulduğu bir kurumdan, yerini para ilişkilerine
bıraktığı bir kuruma dönüşmüştür. Aslında yukarıda bahsedilen ilkel birikimin
ve tekelci finans sermayesinin artan üstünlüğünün kültür ve ideoloji alanına
(üstyapıya) yansıması olan bu süreçte, kapitalizmin büyümesinin yavaş yavaş yarı-feodal
aile ilişkilerinin çürümesine yol açtığı görülebilir. Eğitim analizi iki soruya
ayrılmalıdır: “eğitimi kim yapıyor?” ve “ne eğitiliyor?”.
İlk sorunun cevabı küçük
burjuvazidir:
okullar, kolejler ve üniversiteler küçük burjuva sınıfının
alanı haline gelmiştir; eğitimi belirli sendikalar tarafından işletilen bir iş
modeline dönüştürmüşlerdir. Bu eğitim sendikası tam da piyasanın eğitime
müdahalesinin doğal sonucudur. İkinci sorunun cevabı, eğitim yoluyla
ideolojinin öğretiliyor olmasıdır; insanları statükoyu sorgulamamaya ve
yukarıdan gelen diktaları körü körüne kabul etmeye koşullandıran ideoloji;
öncelikle bu kapitalist ideolojidir. Son olarak, medya küçük burjuvaziye aittir
ve onlar tarafından reklam yoluyla finanse edilmektedir.
Medya, Overton
penceresini [Overton penceresi, bir zaman diliminde kamuoyunun kanıksadığı,
normalleştirdiği ve hatta ana akımlaştırdığı –kimisi geçmişte “uçlarda”
görülen- siyasal fikirler ve çözümlerin oluşturduğu geniş yelpazeye verilen
isim, ed.] şekillendirmek için “güvenilir” ve “saygın” burjuva kaynaklarını
kullanır; öyle ki radikal fikirler tamamen gözden düşürülür ve egemen sınıf
duruşları ön plana çıkarılır.
Bu durum, üstyapının büyük burjuvazinin hegemonyasını
uyguladığı ve hegemonyasını meşrulaştıran ideolojiyi yeniden ürettiği,
dolayısıyla da kapitalist üretim ilişkilerini yeniden ürettiği bir aygıt olduğu
sonucuna varılmasına yol açabilir. Ancak bu aceleci bir sonuç olacaktır!
Birincisi, bu burjuva hegemonyası Nepal’in yarı-feodal olduğu fikrini ortadan
kaldırmaz, çünkü bu emperyalist tekelci finans sermayesinin artan üstünlüğünün
bir sonucu olabilir ve muhtemelen öyledir; bu, doğası gereği üstyapı üzerinde
daha büyük bir hakimiyete sahiptir ve dolayısıyla kendini yeniden üretme
konusunda daha üstün bir yeteneğe sahiptir.
Emperyalistler ve kompradorlar, toprak ağaları sınıfına
karşı ellerinde bulundurdukları kaynaklar sayesinde üstyapı üzerinde daha fazla
hegemonya kurma yeteneğine sahiptir. Dolayısıyla, bu durum Nepal’in
yarı-sömürge olduğu iddiasını güçlendirmekte ve yarı-feodal olduğu iddiasını
ortadan kaldırmamaktadır! Yankee emperyalistlerinin birincil süper güç
konumları nedeniyle uluslararası alanda tekelci finans sermayelerini ihraç
edebildikleri de yadsınamaz bir gerçektir; bu aynı zamanda her zaman Yankee
idealist-liberal ideoloji ve kültürünün ihracıyla sonuçlanmaktadır. Bu da
Nepal’de basitçe kendini göstermektedir.
Daha sonra, devletin üstyapının en yüksek tezahürü olduğunu
ve devletin egemen sınıfın sınıf diktatörlüğünü uyguladığı askeri-bürokratik
aygıt olduğunu anlıyoruz. Bu aygıtın hala güçlü bir şekilde toprak ağaları
sınıfının elinde olduğu açıktır. Orduda birçok üst düzey general ve lider, Şah
Otokrasisi tarafından yönetilen açık yarı-feodal devlet için hizmet etmişlerdir
ve askeri aygıta liderlik etmeye devam etmektedirler. Bürokraside de belediye
sekreterlerinden parlamentodaki en üst düzey partilere kadar pek çok bürokratın
feodal otokrasi ile ortak bir geçmişi vardır.
Nepal Kongresi ve NKP (UML) gibi partiler geçmişte
kitlelerin öfkesini otokrasi altında ezilmelerinden uzaklaştıran bir kalkan
görevi görmüşlerdir ve şimdi de bunu gizlice yapmaya devam etmektedirler.
Son olarak,
kapitalistlerin yapısal hegemonyasına rağmen, halkın ideolojisi ve bilinci hala
yarı-feodalizm tarafından şekillendirilmektedir. Monarşiye geri dönüş ve daha
gerici bir duruma geri dönüş talepleri, toplumun gerçek yarı-feodal koşullarını
açıkça ortaya koymaktadır.
Sonuçta, bilinç maddi koşullar tarafından
şekillendirilir ve yarı-feodal bilinç yarı-feodal koşullara işaret eder.
Sonuç:
Son tahlilde, Nepal’in yarı-feodal, yarı-sömürge bir doğaya
sahip olduğu açıkça görülmektedir; yarı-sömürgecilik temel özelliktir.
Nepal’deki görünüşteki kapitalist tezahürler, tekelci finans sermayesinin
Nepal’e akışından ve embriyonik ulusal sermaye ile asimilasyonundan
kaynaklanmaktadır; emperyalist tekelci sermaye, bir sülük gibi, Nepal’in
embriyonik ulusal sermayesinin canlılığını emmekte ve ulusal bir kapitalizmin
gelişmesini engellemektedir.
Emperyalist tekelci
finans kapital, başta toprak ağaları sınıfı olmak üzere ulusal ezenlerle de
işbirliği içindedir. Nepal’de kapitalizmin görünüşteki büyümesi, sosyo-tarihsel
gelişim yasalarından bir sapmadır; çünkü kapitalizmin görünüşteki büyümesi
aslında yabancı doğumlu bir tümörün büyümesidir: tekelci finans kapital. Nepal
büyük ölçüde yarı-feodal kalmaya devam ediyor, ancak bu emperyalist tekelci
sermaye tarafından harekete geçirilen süreçler nedeniyle yarı-feodal düzen her
geçen gün çöküşe yaklaşıyor.
Bir yanda ulusal kapitalizm, diğer yanda yarı-feodalizm ve
yarı-sömürgecilik arasında yoğunlaşan bu çelişki, birbirini izleyen
gelişmelerle Yeni Demokratik Devrim’in kaçınılmaz niteliksel sıçramasına yol
açacaktır. Feodalizm kendini tehdit altında hisseder, bu yüzden Durga
Prasai’nin [NKP (UML) üyesi de olan Nepalli bir iş insanı, ed.] yükselişinde
vurgulandığı gibi daha fazla gericiliğe ve şovenizme geri çekilir. Feodalizmin
doğal olarak gericiliğe çekilmesi, onun ortadan kaldırılmasına yönelik niceliksel
gelişmelerin giderek daha büyük adımlarla gerçekleştiğini göstermektedir.
Devrim kaçınılmazdır.
Kaynak: https://moolbato.com/2024/01/59449/