19 Şubat 2024 Pazartesi

ÇEVİRİ | Nepal: Yarı-Feodal mi Kapitalist mi?

https://ozgurgelecek51.net/ceviri-nepal-yari-feodal-mi-kapitalist-mi/

ÇEVİRİ | Nepal: Yarı-Feodal mi Kapitalist mi?

Kisan Maharjan tarafından yazılan ve 14 Ocak 2024 tarihinde moolbato.com sitesinde yayınlanan makaleyi, Nepal’in içinde bulunduğu durumun anlaşılması amacıyla Özgür Gelecek okurları için çevirdik.-----------18 Şubat 2024

Nepal Devrimci Komünistlerinin kafasındaki soru -ve bu çok yerinde bir sorudur- Nepal’in koşullarıdır:

Nepal’in yarı-feodal üretim ilişkilerine sahip yarı-feodal bir toplum olarak kalıp kalmadığı ya da Nepal’in kapitalist bir topluma dönüşüp dönüşmediği, burjuva-demokratik devrimin tamamlanıp tamamlanmadığı?

Toplumun üstyapısının da dönüşüp dönüşmediği ya da kitlelerin bilincinin feodal kalıp kalmadığı ya da bunun emperyalist ülkelerin kitleleri arasında bulunan neoliberal bir bilinç tarafından yüceltilip yüceltilmediği.

Bilinci maddi gerçekliğin bir yansıması olarak anladığımızdan, kapitalist bir zihniyet toplumun kapitalist doğasının bir göstergesi olacağından, analizde ikincisi de aynı derecede önemlidir.

Nepal devrimcilerinin karşı karşıya olduğu soru budur; bu konuda doğru bir duruşa sahip olmak gerekir.

 

Öncelikle, ‘kapitalizm’ ve ‘yarı-feodalizm’ terimleriyle tam olarak neyin kastedildiğini açıklığa kavuşturmak gerekir.

 Çünkü bu terimlerle ne kastedildiği açıklığa kavuşturulmadan üretim ilişkileri ya da genel olarak toplumun doğası hakkında bir değerlendirme yapılamaz.

Öncelikle, kapitalizm ile ne kastedildiğinin anlaşılması gerekir, her ne kadar kapitalizmin kesin mekanizmalarının ayrıntılı bir analizi bin sayfadan fazla bir tez gerektirecek olsa da (böyle bir şey zaten var, Kapital); kapitalizmin ne olduğu böyle bir teze gerek kalmadan bir dereceye kadar kesin olarak anlaşılabilir. Kapitalizm aşağıdaki özelliklere sahip bir üretim ve temellük biçimidir:

 

Burjuvazi tarafından üretim araçları üzerinde özel mülkiyet

 

Genelleştirilmiş emtia üretimi

 

Toplumun birincil emek süreci olarak ücretli emek

 

Daha sonra, yarı-feodalizmin ne olduğunu ve feodalizmden nasıl farklılaştığını açıklamak önemlidir. Bunu yapmak için öncelikle feodalizmi tanımlamak gerekir. Feodalizm, tıpkı kapitalizm gibi, aşağıdaki özelliklere sahip bir üretim ve temellük biçimidir:

 

Toprak mülkiyeti ve dolayısıyla zenginlik bir toprak ağası sınıfının elinde toplanmıştır

 

Üretim Araçları, toprakta çalışan ve yaşayan ancak toprağa sahip olmayan topraksız köylü sınıfına aittir

 

Köylüler tarafından üretilen artık, toprak sahibine kira olarak ödenir

 

Feodal bir toplumda, birincil karşıtlık toprak ağası sınıfı ile köylü sınıfı arasındaki karşıtlıktır, ancak bu tek karşıtlık değildir. Toprak ağası ile yeni doğmakta olan burjuvazi arasında da antagonizmalar mevcuttur. Bu yeni oluşan burjuvazinin ve buna karşılık gelen yeni oluşan ücretli işçiler sınıfının varlığı bize feodal toplum içinde kapitalist toplumun embriyonunun nasıl var olduğunu gösterir.

 Birbirini izleyen ilkel birikim süreçleri ve nihayet feodalizme indirilen çekiç darbesi – burjuva demokratik devrim – sayesinde bu kapitalist toplum filizi çiçek açıp olgun kapitalizme dönüşebilir.

Dolayısıyla yarı-feodalizm, kapitalist toplum tohumunun feodal toplum içinde bir miktar gelişme gösterdiği, ancak feodal koşulların burjuva-demokratik devrim tarafından tamamen ortadan kaldırılmadığı ve toprak ağası sınıfının hala büyük bir güce sahip olduğu bir durum olarak söylenebilir.

 

Nepal’de Feodalizmin Dışındaki Genel Gelişme:

 

Nepal’de, geçen yüzyılın 50’li yıllarına kadar, emekçi köylü kitleleri Rana Otokrasisinin boyunduruğu altında ezilmişti. Ancak bu biçim feodalizme uygun değildi ve çeşitli feodal beyler arasında, özellikle de Şah Hanedanı ile Rana Hanedanı arasında bir çelişki vardı.

 Ranalar, konumlarını güçlendirmek için İngiliz Emperyalistleri ile İngiliz finans sermayesinin Nepal’e akışına izin veren çeşitli anlaşmalar yaptılar, bu da Nepal’de yarı-sömürge koşullarının doğmasına yol açtı; Nepal sözde bağımsızlığını korudu ama fiilen İngiliz Emperyalistlerinin bir kolonisiydi.

 Bunun bir örneği, 1923 tarihli Nepal-İngiltere Antlaşmasının 6. Maddesinde yer alan “Nepal Hükümeti adına bu ülkeye derhal nakledilmek üzere ithal edilen mallar için İngiliz Hindistan limanlarında gümrük vergisi alınmayacaktır(…)” ifadesidir; bu madde İngiltere’nin İngiliz mallarını ve İngiliz finans sermayesini Nepal’e serbestçe ihraç etmesine etkin bir şekilde izin vermiştir ve feodal devlet tarafından yapılan eşitsiz anlaşmaların bir örneğidir.

 Bu anlaşma, İngilizlerin Nepalli girişimcilere üstünlük sağlamasına ve İngiliz tekelci finans sermayesini güçlendirmesine etkin bir şekilde izin verdiği için, Nepal Ulusal Burjuvazisinin sürekli bastırılmasının erken bir ifadesidir.

 

Ancak sonunda İngiliz emperyalistleri Ranaları terk etti ve toprak ağaları arasındaki çelişkiler hızla su yüzüne çıktı. Bunlar nihayet 1950’de niteliksel bir gelişmeye dönüştü. Burada, Şah Hanedanı tarafından temsil edilen toprak ağaları sınıfının bir kesimi, Nepal Kongresi tarafından temsil edilen küçük burjuvazi ve küçük burjuvazinin yanı sıra Nepal Komünist Partisi tarafından temsil edilen proletarya ve köylülerle ittifak kurarak, Rana Hanedanı tarafından yönetilen toprak ağalarının daha gerici kesimine karşı bir mücadele başlattı.

Bu mücadelenin kazanılmasının ardından toprak ağası sınıfı burjuvaziye çeşitli tavizler vermek zorunda kalmış, bu da Nepal’in koşullarının feodalden yarı-feodale doğru kesin bir dönüşüme uğramasına yol açmıştır.

 

Ancak bu imtiyazlardan bazıları, özellikle de burjuvaziye verilen siyasi imtiyazlar, toprak ağaları sınıfı tarafından geri alındı. Bu dönemde toprak ağaları bu toplumun efendileriydi, dolayısıyla Nepal esas olarak yarı feodaldi. Toplumun çeşitli yönleri arasındaki çelişkiler, ama esas olarak toprak ağaları ve burjuvazi arasındaki çelişki, bu dönemde derinleşmeye ve yoğunlaşmaya devam etti. Takip eden on yıllar boyunca birçok gelişme yaşandı.

 Nepal Komünist Hareketinin durumu parçalandı ve bölündü. İki ana çizgi, komünist hareketin kesimleri tarafından taşınan iki bayrak haline geldi:

 

 NKP (UML)’yi oluşturacak revizyonistlerin taşıdığı yasalcılık, parlamentarizm ve kralcılık bayrağı; NKP (Maoist)’i oluşturacak Marksistlerin taşıdığı devrim ve kompradorların ve toprak ağalarının diktatörlüğünün yıkılması bayrağı.

 Revizyonist Sosyal Faşistler daha sonra feodal sistemin ve bu sistemin çekirdeği olan monarşinin en sadık savunucularına dönüştüler.

 

Bu dönemde, toprak ağalarının diktatörlüğü altında üretici potansiyelini açığa çıkaramayan yükselen burjuvazi, gücünü geliştirerek ve zamanını kollayarak hazırlanmaya başladı. Burjuvazi, feodal beylerle mücadelesinin hazırlıklarını yaptığı bu dönemde, toprak ağası sınıflarının etkin egemenliği olan Panchayat sistemini ve onların önceliğini dayatan daraltıcı yarı-feodal ilişkiler içinde faaliyet göstermeye devam ediyordu.

 Nepal bu dönemde de hem yarı-feodal hem de yarı-sömürgeydi, ancak yarı-feodal yönü asıl baskıyı oluşturuyordu. Ancak komprador/bürokrat burjuvazi bu durumu kabul edilebilir bulmadı ve bu durum iki egemen sınıf arasındaki çelişkilerin derinleşmesine yol açtı.

 

Bu çelişki, kompradorların toprak ağalarına karşı mücadelesi olan 1990’daki “Halk Hareketi” ile patlak verdi. Kompradorlar, toprak ağalarına karşı küçük burjuvazi, köylüler ve proletarya ile geçici olarak ittifak kurdu; toprak ağası sınıfı komprador burjuvaziye daha fazla taviz verdi ve bu da önceden var olan sınıf diktatörlüğü arasında daha eşitlikçi bir güç paylaşımına yol açtı.

 

Bu dönemde, toprak ağaları hala toprak ağası ve komprador/bürokrat sınıfların sınıf diktatörlüğünün temel unsuruydu.

Bu dönem boyunca bir yanda proletarya, köylüler, küçük burjuvazi ve ulusal burjuvazi ile……

 diğer yanda…. toprak ağası, komprador/bürokrat burjuvazi arasındaki karşıtlık keskin bir şekilde yoğunlaştı.

 Bu yoğunlaşma, “Halk Hareketi” sırasında komprador burjuvaziye gerçek bir değişime öncülük etmesi için güvenen halk kitlelerinin derhal ihanete uğraması; egemen sınıfların kendi konumlarını sağlamlaştırması ve ezilen sınıfların toptan sömürülmesine devam edilmesiyle devam etti.

Bu gelişmeler ve diğerleri niteliksel bir sıçramaya, tarihin itici gücü olan kitlelerin, devrimci öfkeleriyle, devrimci öncü parti tarafından bilenmiş ve güçlendirilmiş olarak mümkün kıldığı bir dönüşüme yol açtı. Devrim başlamıştı.

 

Devrimci dönem boyunca elde edilen çeşitli başarılar ve ilerici gelişmeler bu yazının kapsamı dışındadır.

Ancak asıl mesele, Yeni Demokratik Devrimin – burjuva demokratik ve anti-emperyalist devrimin – parti içindeki revizyonistler ve dönekler tarafından ihanete uğratılmış olmasıdır.

 

 Yeni Demokratik Devrim yarım bırakıldı

 ve dönekler yozlaşmış partiyi komprador/bürokrat burjuva düzeniyle kaynaştırdı.

Bu durumda yarı-feodalizmin süpürülüp atıldığı söylenebilir mi?

Bazılarının ilan etmek istediği gibi, “Devrim yarı-feodalizmi ortadan kaldırdı ve demokratik bir cumhuriyet kurdu!” denilebilir mi? (“demokratik cumhuriyet” kavramı bir başka revizyonist hayaldir)? Kesinlikle hayır! Devrim ihanete uğradı, sırtından bıçaklandı ve ezilen kitlelerin kurtuluş hayalleri revizyonistler ve dönekler tarafından, şimdi Nepal Sosyal Faşizmini yeni bir üst düzeye (Prachanda Yolu) geliştirenler tarafından katledildi.

 Ve devrim yarı-feodalizmi yadsımadan, yarı-feodalizmin kendi kendine aşındığına ve öldüğüne mi inanacağız? Mücadelenin tarihin temel itici gücü olduğunu anladığımızda, yarı-feodalizmin şiddetli bir şekilde ortadan kaldırılması olmadan, burjuva-demokratik devrim olmadan, yarı-feodalizm nasıl ortadan kalkabilir?

 Gerçek şu ki, yarı-feodalizm ortadan kalkmadı, aksine tezahürü basitçe dönüştü!

 

Döneklerin komprador/bürokrat burjuvaziyle kaynaşması onların konumunu güçlendirdi ve Nepal Devleti’nin doğasında niteliksel bir dönüşüme neden oldu; daha önce yarı-feodalizm temel unsurken, şimdi yarı-sömürgecilik temel unsur haline geldi.

 Yarı-feodalizmin ortadan kalkmasa da zayıflamasıyla birlikte, toprak ağası sınıfı komprador/bürokrat burjuvazi karşısında itaatkâr bir rol üstlendi. Toprak ağası sınıfının o zamana kadarki açık sömürüsü gizli bir karaktere büründü ve komprador/bürokrat burjuvazi devletin birincil dizginlerini ele geçirdi. Ancak bu, komprador/bürokrat burjuvazi ile toprak ağaları arasındaki çelişkinin sona erdiği anlamına gelmiyor -tam tersine-, Nepal toplumunu ve Nepal devletini şekillendiren şey bu sınıfların sürekli birliği ve mücadelesidir.

 Bununla birlikte, bu sınıflar ezilen sınıfları sömürme konusunda birleşmişlerdir, bu nedenle sınıf diktatörlüklerini parçalamak ve yeni demokratik devrimi takiben devrimci bir devlet kurmak gereklidir.

 

Mevcut Koşulların Analizi:

 

Bu tespitle birlikte, yine de Nepal’in nesnel koşullarının bugüne kadar nasıl yarı-feodal kaldığını ve bunun her zaman böyle kalmayabileceğini görmek gerekir.

Nepal’in yarı-feodal koşullarını yavaş yavaş aşındıran ilk gelişme, süregelen ilkel birikimdir. Marx’ın “ilk günah”a benzettiği bu ilkel birikim süreci, feodalizmin rahmindeki embriyonik durumundan olgun kapitalizmin doğmasına yol açan ilk süreçtir.

 Feodalizmin rahmindeki bu embriyonik kapitalizm, bağımlı uluslarda emperyalist tekelci finans kapital ile asimile olmuş ve bu da gerçekte ulusal bir kapitalizmin gelişmesini engellemiştir. Emperyalist tekelci finans kapitalle asimile olan olgun ulusal kapitalizmin tohumu, ilkel birikim süreci yoluyla kendisini daha yüksek bir gelişim aşamasında sentezlemiştir; ancak feodalizmin toprağında henüz embriyonik aşamadadır ve filizlenmeyi beklemektedir. Bununla birlikte, bu çimlenme süreci bir dereceye kadar çoktan başlamıştır.

 

Örneğin, ilkel birikim sürecinde, toprağın çitlenmesi nedeniyle, o zamana kadar topraksız olan, ancak tamamen mülksüzleşmemiş köylü sınıfının, ikamet ettikleri topraklardan zorla çıkarıldığı; burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılamak için şiddetle sanayi proletaryasına dönüştürüldüğü bilinmektedir.

 Bu kitlesel proleterleşme, kent merkezlerinde gelişen burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılamakla kalmaz, bu talepleri aşarak bir yedek proletarya ordusu yaratır. Nepal’de tam da bu sürecin işlediğini görüyoruz. Şimdiye kadar topraksız köylüler ya da küçük arazi sahipleri olarak yaşayanlar, çeşitli koşullar nedeniyle şiddet kullanılarak köylerinden sürüler halinde çıkarılıyor.

Bu proleterleşme süreci, Nepal’de yaşanan kitlesel kentleşmeyle kanıtlanıyor; insanlar iş bulmak için sürüler halinde şehirlere göç etmeye zorlanıyor. Böylece, tekelci finans sermayesi ile ulusal sermaye tohumunun, -bu birleşiminin- ihtiyaçlarını karşılayacak yeni bir proletarya yaratılmaktadır. Nepal köylüleri, komprador/bürokrat burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere ücretli köleler ordusuna dönüştürülüyor.

 

Buna rağmen, köylüler ve toprak ağaları arasındaki yarı-feodal üretim ilişkileri yaygınlığını korumaktadır. Bugün bile bir buçuk milyon hane topraksızdır ve toprak ağalarının topraklarında yaşamak, o toprakları işlemek ve toprak aristokrasisine kira ödemek zorunda kalmaktadır. Günümüzde feodal baskı sistemi devam etmekle birlikte, ilkel birikim gibi süreçler nedeniyle bu feodal baskı yeni bir kapitalist sömürü tarafından yüceltilmektedir.

Bu feodal baskı hala devam etmekte ve milyonlarca insan bu sistem altında acı çekmeye devam etmektedir. Köylülere toprağı yeniden dağıtma sözü, iktidardaki sözde “Sosyalistler” tarafından yerine getirilmemiştir, çünkü gerçekte onların boş sözleri hiçbir şey ifade etmemektedir.

Onlar, son tahlilde, toprak ağaları sınıfını temsil etmektedirler ve bu nedenle toprak ağası efendilerini mağdur edecek herhangi bir politikayı yürürlüğe koymayacak ya da herhangi bir çizgiyi desteklemeyeceklerdir.

 

Dolayısıyla, hala büyük bir köylü sınıfı ve bu köylüleri ezen bir toprak ağaları sınıfı vardır. Dolayısıyla, feodal toplumun temel karşıtlığı olan köylüler ve toprak ağaları sınıfı arasındaki karşıtlık hala mevcuttur ve hala güçlüdür. Bu da yarı-feodal üretim ve temellük tarzının Nepal toplumunda hala var olduğunu ve önceliğini koruduğunu göstermektedir.

 

Bir diğer önemli analiz noktası da siyasi ve ideolojik üstyapının analizidir. Materyalistler olarak, son tahlilde tabanın üstyapıyı şekillendirdiğini biliyoruz; yani egemen sınıfın yapısal ve kültürel hegemonyası mikro ve makro düzeyde üstyapıya yansıyacaktır. Birey, söz konusu ideolojinin yeniden üreticisi olarak hareket etmek ve bu ideolojiye katılmak üzere ideoloji için ve ideoloji tarafından bir özneye dönüştürülür. İdeolojinin, toplum tarafından bakılan “sağduyu”yu oluşturan saf ideolojinin keskin bir analizi yoluyla, üstyapının doğasını incelemeye başlayabiliriz.

 

Başlangıç olarak, üstyapının baskıcı olmayan yönünü oluşturan temel İdeolojik Devlet Aygıtlarına, yani aile, eğitim ve medyaya bakmak gerekir. Aile, son on yıllarda, aile içi ilişkilerin sevgi, şefkat ve karşılıklı merhamet üzerine kurulduğu bir kurumdan, yerini para ilişkilerine bıraktığı bir kuruma dönüşmüştür. Aslında yukarıda bahsedilen ilkel birikimin ve tekelci finans sermayesinin artan üstünlüğünün kültür ve ideoloji alanına (üstyapıya) yansıması olan bu süreçte, kapitalizmin büyümesinin yavaş yavaş yarı-feodal aile ilişkilerinin çürümesine yol açtığı görülebilir. Eğitim analizi iki soruya ayrılmalıdır: “eğitimi kim yapıyor?” ve “ne eğitiliyor?”.

 İlk sorunun cevabı küçük burjuvazidir:

okullar, kolejler ve üniversiteler küçük burjuva sınıfının alanı haline gelmiştir; eğitimi belirli sendikalar tarafından işletilen bir iş modeline dönüştürmüşlerdir. Bu eğitim sendikası tam da piyasanın eğitime müdahalesinin doğal sonucudur. İkinci sorunun cevabı, eğitim yoluyla ideolojinin öğretiliyor olmasıdır; insanları statükoyu sorgulamamaya ve yukarıdan gelen diktaları körü körüne kabul etmeye koşullandıran ideoloji; öncelikle bu kapitalist ideolojidir. Son olarak, medya küçük burjuvaziye aittir ve onlar tarafından reklam yoluyla finanse edilmektedir.

 Medya, Overton penceresini [Overton penceresi, bir zaman diliminde kamuoyunun kanıksadığı, normalleştirdiği ve hatta ana akımlaştırdığı –kimisi geçmişte “uçlarda” görülen- siyasal fikirler ve çözümlerin oluşturduğu geniş yelpazeye verilen isim, ed.] şekillendirmek için “güvenilir” ve “saygın” burjuva kaynaklarını kullanır; öyle ki radikal fikirler tamamen gözden düşürülür ve egemen sınıf duruşları ön plana çıkarılır.

 

Bu durum, üstyapının büyük burjuvazinin hegemonyasını uyguladığı ve hegemonyasını meşrulaştıran ideolojiyi yeniden ürettiği, dolayısıyla da kapitalist üretim ilişkilerini yeniden ürettiği bir aygıt olduğu sonucuna varılmasına yol açabilir. Ancak bu aceleci bir sonuç olacaktır! Birincisi, bu burjuva hegemonyası Nepal’in yarı-feodal olduğu fikrini ortadan kaldırmaz, çünkü bu emperyalist tekelci finans sermayesinin artan üstünlüğünün bir sonucu olabilir ve muhtemelen öyledir; bu, doğası gereği üstyapı üzerinde daha büyük bir hakimiyete sahiptir ve dolayısıyla kendini yeniden üretme konusunda daha üstün bir yeteneğe sahiptir.

Emperyalistler ve kompradorlar, toprak ağaları sınıfına karşı ellerinde bulundurdukları kaynaklar sayesinde üstyapı üzerinde daha fazla hegemonya kurma yeteneğine sahiptir. Dolayısıyla, bu durum Nepal’in yarı-sömürge olduğu iddiasını güçlendirmekte ve yarı-feodal olduğu iddiasını ortadan kaldırmamaktadır! Yankee emperyalistlerinin birincil süper güç konumları nedeniyle uluslararası alanda tekelci finans sermayelerini ihraç edebildikleri de yadsınamaz bir gerçektir; bu aynı zamanda her zaman Yankee idealist-liberal ideoloji ve kültürünün ihracıyla sonuçlanmaktadır. Bu da Nepal’de basitçe kendini göstermektedir.

 

Daha sonra, devletin üstyapının en yüksek tezahürü olduğunu ve devletin egemen sınıfın sınıf diktatörlüğünü uyguladığı askeri-bürokratik aygıt olduğunu anlıyoruz. Bu aygıtın hala güçlü bir şekilde toprak ağaları sınıfının elinde olduğu açıktır. Orduda birçok üst düzey general ve lider, Şah Otokrasisi tarafından yönetilen açık yarı-feodal devlet için hizmet etmişlerdir ve askeri aygıta liderlik etmeye devam etmektedirler. Bürokraside de belediye sekreterlerinden parlamentodaki en üst düzey partilere kadar pek çok bürokratın feodal otokrasi ile ortak bir geçmişi vardır.

Nepal Kongresi ve NKP (UML) gibi partiler geçmişte kitlelerin öfkesini otokrasi altında ezilmelerinden uzaklaştıran bir kalkan görevi görmüşlerdir ve şimdi de bunu gizlice yapmaya devam etmektedirler.

 

Son olarak, kapitalistlerin yapısal hegemonyasına rağmen, halkın ideolojisi ve bilinci hala yarı-feodalizm tarafından şekillendirilmektedir. Monarşiye geri dönüş ve daha gerici bir duruma geri dönüş talepleri, toplumun gerçek yarı-feodal koşullarını açıkça ortaya koymaktadır.

 Sonuçta, bilinç maddi koşullar tarafından şekillendirilir ve yarı-feodal bilinç yarı-feodal koşullara işaret eder.

 

Sonuç:

 

Son tahlilde, Nepal’in yarı-feodal, yarı-sömürge bir doğaya sahip olduğu açıkça görülmektedir; yarı-sömürgecilik temel özelliktir. Nepal’deki görünüşteki kapitalist tezahürler, tekelci finans sermayesinin Nepal’e akışından ve embriyonik ulusal sermaye ile asimilasyonundan kaynaklanmaktadır; emperyalist tekelci sermaye, bir sülük gibi, Nepal’in embriyonik ulusal sermayesinin canlılığını emmekte ve ulusal bir kapitalizmin gelişmesini engellemektedir.

 Emperyalist tekelci finans kapital, başta toprak ağaları sınıfı olmak üzere ulusal ezenlerle de işbirliği içindedir. Nepal’de kapitalizmin görünüşteki büyümesi, sosyo-tarihsel gelişim yasalarından bir sapmadır; çünkü kapitalizmin görünüşteki büyümesi aslında yabancı doğumlu bir tümörün büyümesidir: tekelci finans kapital. Nepal büyük ölçüde yarı-feodal kalmaya devam ediyor, ancak bu emperyalist tekelci sermaye tarafından harekete geçirilen süreçler nedeniyle yarı-feodal düzen her geçen gün çöküşe yaklaşıyor.

 

Bir yanda ulusal kapitalizm, diğer yanda yarı-feodalizm ve yarı-sömürgecilik arasında yoğunlaşan bu çelişki, birbirini izleyen gelişmelerle Yeni Demokratik Devrim’in kaçınılmaz niteliksel sıçramasına yol açacaktır. Feodalizm kendini tehdit altında hisseder, bu yüzden Durga Prasai’nin [NKP (UML) üyesi de olan Nepalli bir iş insanı, ed.] yükselişinde vurgulandığı gibi daha fazla gericiliğe ve şovenizme geri çekilir. Feodalizmin doğal olarak gericiliğe çekilmesi, onun ortadan kaldırılmasına yönelik niceliksel gelişmelerin giderek daha büyük adımlarla gerçekleştiğini göstermektedir. Devrim kaçınılmazdır.

 

Kaynak: https://moolbato.com/2024/01/59449/

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)