18 Şubat 2024 Pazar

Tarihten / mizden : Notlar_Ali Yavuz Çengeloğlu_İnter Yayınları kurucusu

 

M-L hareket 73’de aldığı darbenin ardından merkezi olarak çökertildi. İçeride yenilgi sürecinden çıkış sorunlarını ele alıp tartışan diri ayakta kalmış, poliste ve zindanlarda olumlu sınav vermiş ileri kadrolardan oluşan bir ve mücadelede kadroları sorgulama-yargılama ve öz-eleştiri süreci başlatılır.

Bu komite hemen tüm kadrolarla görüşür, onların düşüncelerini alır ve örgütün yeniden merkezi yapıya kavuşması için yeni bir Koordinasyon Komitesi (KK) oluşturulur.

Yeni oluşturulan KK'da eski KK üyelerinden

 Katalog - Cumhuriyet Gazetesi, 1981 Yılı, 1. Ayı, 10. Günü, 8 ...

 Cumhuriyet Gazetesi

https://egazete.cumhuriyet.com.tr › katalog

10 Oca 1981 — ... Yavuz Çengeloğlu da Erzıncan'da yakalanmıştır. örgütte (Amca) ya da ... Kadır Toğan, Mühendıslık Fakultesi Dekanlığına Doc Dr Nejat Erk ...

 Aslan Kılıç, Muzaffer Oruçoğlu ile İrfan Çelik ve Hikmet Şenses görev alırlar. Ali Taşyapan ilk zaman KK’da görev alma önerisini kabul etmez. KK üyelerinden Almanyalı Mehmet( Kadir ) ve Ali Mercan dışarıda olmalarına karşın, merkezi bir devrimci faaliyet içinde bulunmazlar.


Ali Yavuz Çengeloğlu, 5 Şubat 1942’de Batı Anadolu’nun bir kentinde yaşama gözlerini açtı.  5 Ekim 2002’de aramızdan ayrıldığında 60 yaşındaydı.  Henüz çok gençti, komünizm uğruna mücadelede yapacak çok daha işleri vardı. O, bir yoldaş, bir Bolşevik ve bir sıra neferiydi. Alçak gönüllü yapısı ile yoldaşları arasında sevilen biriydi.

 

O, 1970’li yıllarda devrimci mücadeleye atıldı. Yaşamını yitirene kadar, savunduğu ideallerine bağlı kaldı. Kimileri gibi akıma kapılıp devrimci safları terk etmedi. Elbette O’nun da devrimci mücadeleye katılımının bir gelişim süreci vardı. O, kendisini anlattığı bir yazıda, yaşamının bir kesitini şöyle anlatıyordu:

 

“Orta köylülüğün aşağı kesimlerine mensup bir ailede yetiştim. Ortaokuldan sonra ailem tarafından yükseköğrenim yaptıramayacaklarından dolayı, meslek sahibi olmam için Sanat Enstitüsü’ne gönderildim. Okul bittiğinde çalışmak amacıyla bir büyük şehre gittim. Bir müddet işsiz dolaştıktan sonra kısa süre garsonluk, daha sonra da 1,5 yıldan fazla –ki ayrı fabrikada– işçilik yaptım. Sonra yine işsiz kaldım. Bu süre içinde okulda ve çevrede aldığım eğitimden dolayı büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Ben çok “okumuş” bir işçi olarak toplum için çok “değerli” olduğumu düşünüyordum. Ama hayat bana işlerin öyle olmadığını gösterdi. İlk defa işsizliğin-yoksulluğun, açlığın ne olduğunu böyle tanıdım.

 

Bende yoksulluğa karşı gelişen nefret, önce zenginliğe özeni geliştirdi. 1960’ların ilk yıllarında sınıf mücadelesinin geriliği, benim hayatı henüz kavrayamamamla birleşti. Ortaya yoksulluktan nefret eden ve zenginliğe özenen bir ben çıktı.

 

Askerliğimi Anadolu’nun çok yoksul bir Kürt köyünde öğretmen olarak yaptım. Burada ilk defa köylülerin toplumdaki yerini öğrendim ve yine ilk defa bu dönemde köylülere yakınlık ve onlarla birlikte olabilmek için bir istek duydum. Kendim köylü olmama rağmen daha önce köylülere karşı okulda aldığım eğitim ve sınıf atlama isteğinden dolayı, bir yakınlık duyamıyordum.

 

Köylülere karşı duyduğum bu yakınlık popülist ve reformcu bir temeldeydi. (…)

 

1960’ların ortalarına yakın, esasta yüksekokullarda okumakta olan asker arkadaşlarımın etkisiyle “sol”cu oldum. Solculuk modaydı o dönem. Gerçek anlamda solculuğun, sosyalizmin/komünizmin filan ne olduğunu bilmiyordum. Hak istemek, adalet istemek, Amerika’ya karşı çıkmak vb. solcu olmaya yetiyordu.

 

Askerlik bitince, o dönemde tanınan bir imkânla öğretmenlik mesleğinde kaldım.”

 

“Kel”, 1968’e kadar bir Orta Anadolu şehrinde ilkokul öğretmenliği yaptı. Türkiye Öğretmenler Sendikası’na üye (TÖS) oldu. Daha sonra 1968’de Almanya’ya işçi olarak Münih’e gitti ve BMW’de işçi olarak çalışmaya başladı.

 

Münih’te, içinde işçilerle-öğrencilerin birlikte yer aldığı “Türk Kültür Derneği”ne üye oldu. Türkiye’deki fraksiyon ayrılıkları bu derneğe de yansımıştı. “Kel”, önce dernek içindeki farklı kutuplaşmaları anlamaya çalıştı. Dernekte, o dönem İşçi-Köylü Gazetesi’ni satan ve propagandasını yapan bir grup vardı. Bu grup 1969’da derneğin genel kurulundan sonra dernekten ayrıldı. “Kel”, ayrılan grubu daha tutarlı bularak bu grupla ilişki kurdu ve grupla birlikte eğitim çalışması yapmaya başladı. Kısa süre içinde kendini “Aydınlıkçı”, “İşçi-Köylü” satıcısı olarak buldu. “İşçi-Köylü”nün yurtdışı örgütünde önemli sorumluluklar üstlendi. Çalışma dışındaki zamanını devrimci çalışmaya ayırdı.

 

1972’de “Kel”, yöneticisinden “Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) üyesi” olduğunu öğrendi. Bu arada İbrahim Kaypakkaya ve yoldaşları TİİKP revizyonistlerine bir dizi eleştiriler getirerek, TİİKP merkezinin iflah olmazlığından yola çıkarak ayrılmış ve TKP/ML’yi kurmuşlardır.

 

Yurtdışı kadroları ve “Kel”in İbrahim ve arkadaşlarının ayrıldığından haberi yoktur. TİİKP merkezi, kendisini soldan eleştiren muhalefetin etkisini kırabilmek için kendisi “sol” görüntüye bürünür. “Silahlı mücadele” kararı aldığını bildirir. Halk savaşı çığırtkanlığı ile kazanılan kadrolar, bu kararı sevinçle karşılar. Bu çerçevede yurtdışından bir grup kadro silahlı eğitim görmek için Filistin’e gönderilir. 1972 sonunda Filistin’e gidenler içinde “Kel” de vardır. Filistin’e gidişte söylenen, eğitim sonrası ülkeye geçileceğidir. Fakat en başında söylenenlere uygun davranılmaz. Eğitim görenler, ülkeye gitme beklentisi içerisindeyken gelen bir direktif: “Ülkede her şey bitti, bu durumda gidilmesi maceracılıktır. Görev eski çalışma alanına dönmek ve yeniden toparlanmaktır” gerekçesiyle, yurtdışından gidenleri geri çağırır. “Kel” geri döner. Bu olay “Kel”in TİİKP’e olan güvenin sarsılmasına yol açar. Artık “merkeze güvenen” verilen her görevi âdeta gözü kapalı ve coşkuyla yerine getiren değil, sorgulayan bir “Kel” vardır.

 

Daha sonraki gelişme içinde “Kel” bölgedeki çalışmaya önderlik etmeye devam eder. Türkiye’de TİİKP’in tüm yöneticilerinin tutuklanması sonucu yurtdışı merkez hâline gelir. 1974 başlarında bu merkez bir özeleştiri ortaya koyar. Bu özeleştiri esasında İbrahim Kaypakkaya’nın görüşleri temelinde hazırlanmış bir özeleştiridir. Ancak TKP/ML’ye olumlu bir atıfta bulunulmamaktadır. Amaç, bu özeleştiri temelinde TİİKP’den ayrılan bütün grupları, bu arada THKO ve THKP/C’den de Mao’ya sempati duyanları bir araya toplamaktır. Bunun için bir yandan yurtdışına çıkarılan kimi devrimci grup temsilcileri ile birlik görüşmeleri, pazarlıkları yürütülür, diğer yandan Türkiye’ye de görevliler gönderilir. Fakat evdeki hesap çarşıya uymaz. Hem TİİKP’in merkezi, hem diğer gruplar, kısa süren bir “oldu oluyor” havasından sonra, böyle bir birleşmeyi reddeler.

 

Yurtdışında bu arada yeni gelişmeler olur. TİİKP’in yurtdışındaki “özeleştiri” merkezi 1974’ün ikinci yarısında hemen tümüyle tutuklanır. Geri kalan kadrolar bu tutuklama ertesinde maceralı yollarla ilk kez İbrahim Kaypakkaya’nın yazılarıyla doğrudan tanışırlar.

 

Bu dönemde oluşturulan geçici yönetimde –bu yönetim hâlâ TİİKP Yurtdışı Bürosu’dur.– “Kel”de yer alır. Bu geçici yönetim birinci olarak İbrahim Kaypakkaya’nın ele geçen yazılarını çoğaltıp örgüt içi ve çevresine dağıtır, bunların tartışılmasını sağlar. Bu arada özeleştiri temelinde Türkiye’ye görevli gidenlerden gelen, “bu temelde olmuyor” haberi temelinde, yurtdışında tüm kadrolarla bir konferans örgütler. 1975 yılında yapılan bu konferansta büyük çoğunluk İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerini doğru bularak onun kurduğu parti olan TKP/ML’ye katılma kararı alır. Bu kararı doğru bulanlar –ki “Kel” bunların içinde başı çekenlerden biridir– yurtdışında TKP/ML sempatizanları olarak örgütlenme kararı alırlar. Bir yönetim seçilir. “Kel” bu yönetimin içinde yer alır.

 

Bu arada 1974 affı ile birlikte sol örgütlerin –bu arada TKP/ML’nin de– hapisteki birçok kadrosu dışarı çıkar. Bunların bir bölümü 1973’ten sonra geri kalan, fakat örgütlü bir faaliyet yürütmeyen taraftarlar ve kadrolarla yeniden örgütlenmeye yönelirler. Bu yeni örgütlenmede “içerde” kalan en eski “merkezi” kadrolarca merkez görevi verilenler, işe soyunduklarında diğer “marksist-leninist” olarak değerlendirdikleri kimi gruplarla birlik adına TKP/ML’nin çizgisini sorgulamaya başlarlar. Bir bölüm ise İbrahim Kaypakkaya’nın çizgisi temelinde TKP/ML’yi olduğu gibi savunur. Tartışmalarda merkez ile bölgeler arasında kopukluk başlar.

 

“Kel” tam bu ortamda –1976 Mayıs’ında– yurtdışındaki TİİKP’in esas gövdesinin TKP/ML’ye iltihak kararını TKP/ML adına hareket edenlere bildirmek için –görevli olarak– ülkeye gelir. Ardından yine görevli olarak gelen bir yoldaşla birlikte “Kel” gerek TKP/ML merkezi adına konuşanlarla, gerekse TKP/ML’yi olduğu gibi savunan gruplarla görüşmeler yürütür. Bu görüşme ve tartışmalar ertesinde yurtdışındaki örgüt merkezi TKP/ML’yi tasfiye etme konumunda olduğunu tespit ederek, onunla bağları koparma, merkeze karşı olanlarla TKP/ML’yi yeniden inşa çalışmasına katılma kararı alır.

 

“Kel” Türkiye’de yurtdışı bölgesinin temsilcisi olarak çalışmaya başlar. Bu dönemde TKP/ML çizgisini savunan değişik bölgelerden temsilcilerin oluşturduğu bir Örgütlenme Komitesi oluşturulur. Bu komite de “Kel” de yurtdışı temsilcisi olarak yer alır. Komite, birbirinden bağımsız hareket eden bölge komitelerinin çalışmalarını koordine eder ve TKP/ML’nin Birinci Konferansı (Kongresini) hazırlar.

 

Bu kongrenin ideolojik-siyasi hazırlığında yurtdışının belirleyici önemi ve ağırlığı vardır. “Kel” bu dönemde belirleyici kadrolardan biridir. Onun 1978 başında TKP/ML’nin seçilmiş delegelerle yapılan ilk konferansı olan ve partinin yeniden ayakları üzerine dikilmesinde tayin edici olan konferansın hazırlanmasındaki katkıları büyüktür.

 

“Kel” Kongrede yedi kişilik Merkez Komitesi’nin asil üyeliğine seçilir. Merkez Komitesi içindeki iş bölümünde Batı Anadolu Bölge Komitesi’nde ve Araştırma Komisyonu’nda görev alır. Süreç içinde Doğu Anadolu Bölge Komitesi’ndeki (DABK) karışıklıklar, kimi geri çekilmeler ertesinde DABK da çalışmaya başlar.

 

Birinci Merkez Komitesi içinde Merkez Komitesi’nin yedinci toplantısına dek, ideolojik siyasi konularda egemen olan çizgi, “Kel”in de geliştirilmesine katıldığı ve savunduğu Birinci Konferansın çizgisidir. Sekizinci Merkez Komitesi toplantısında bu çizgiye karşı –o dönemde zindanda bulunan– Fahri Üyeler, bu çizginin AEP’çi, “revizyonist-troçkist kırması” bir çizgi olduğu, parti çizgisine inanmayan bir çizgi olduğu vb. suçlamaları ile bir saldırı başlatırlar. 

Bu saldırılar ertesinde Merkez Komitesi’nde ve partide giderek iki çizgi şekillenir. Bu iki çizgi çatışmasında bir yanda parti çizgisindeki kimi hata ve eksiklikleri aşarak ilerleme yanlıları, diğer yandan ise kendilerini parti çizgisine “inananlar” olarak adlandıranlar vardır. “Kel” bu mücadelede, Birinci Konferansın çizgisini ve yurtdışının görüşlerini savunan biri olarak, kişisel saldırıların da baş hedeflerinden biri hâline gelir.

 

İkinci Konferansın hazırlık çalışmaları yürürken 12 Eylül 1980 askeri faşist harekâtı gündeme gelir. Egemen sınıflar bütün devrimci örgütlere olduğu gibi TKP/ML’ye karşı da geniş operasyonlar düzenler. Bu operasyonlardan birinde “Kel”, 28 Kasım 1980’de, Erzincan’da polisin karakol kurduğu bir evde yakalanır.

 

Yakalandığı sırada kendisi hakkında, onun Merkez Komitesi’ndeki konumu vb. hakkında polisin elinde oldukça geniş bilgi ve belgeler vardır. Yoğun işkenceler görür. Bunlara bir ayı aşkın süre direndikten sonra çözülür. Oldukça kapsamlı bir ifadeyi imzalar. Çözülmesi, polisin daha önce elde ettiği bilgileri onaylama biçiminde bir çözülmedir. Kendi deyimiyle, “yalnızlık ve yenilgi psikolojisi ile en geri direnme noktasına” çekilir. “Polisin bilmediği bilgileri vermeme” düşüncesi bu noktadan itibaren tavrının belirleyicisi olur.

 

Daha sonra bu tavrın bir devrimciye yakışmayan bir tavır olduğu değerlendirmesi yapar.

 

“Kel” tutsak günlerinde kendini çabuk toparlar. “Sol memenin altındaki cevahir” kararmamıştır. Hapishanedeki direnişe katılır. Bu arada imkânları ölçüsünde araştırır. Dışarda konferans ertesinde parti içinde bölünme yaşanmış, Menşevik-Bolşevik kanatlar birbirinden ayrılmış; 1982’de TKP/ML (Bolşevik)in kuruluşu ilan edilmiştir. “İçerde” kendi imkânları ile –ki bunlar oldukça sınırlıdır– Bolşevik görüşleri savunan “Kel”, Menşevikler tarafından tecrit edilmeye çalışılır! Fakat yer yer dedikodu-karalama biçiminde yürüyen bu tecrit kampanyası başarıya ulaşamaz. “Kel” amca bulunduğu her ortamda çevrenin saygınlığını kazanmasını bilir.

 

“Kel” 1986’de af kapsamında özgürlüğüne kavuşur. Özgürlüğüne kavuştuktan ve yoldaşlarla yeniden doğrudan temas kurma imkânları oluştuktan sonra yaptığı ilk iş, yoğun bir okuma ve araştırma olur. Bu süre içinde Bolşeviklerin aldığı mesafe O’nun için şaşırtıcı ve sevindiricidir. “Kel” o döneme kadar olan devrimci hayatında marksist bilimin ne kadar önemli olduğunu ve bu konuda ülkede ne kadar boşluk olduğunu kavramıştır. Bu boşluğun doldurulmasında legal yayıncılığın önemli olduğu sonucuna varır, bu konuda görev almayı ister. Özgürlüğüne kavuştuktan sonra Marksizm-Leninizm’in önemli eserlerini devrimci insanlara ulaştırmanın bir aracı olarak İnter Yayınları’nı kurar. “Kel”, İnter Yayınları’nın sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürü olarak, marksist-leninist görüşlerin birinci elden devrimci insanlara ulaştırılması işinde belirleyici önemde bir görevi yürüttü ve ölümüne kadar bu görevi sürdürdü.

 

“Kel” 20 yıl önce yaşama gözlerini yumdu. Ama geride yetiştirdiği onlarca devrimci, komünist kadro yanında, 16 yıllık yayıncılığında Stalin’in tüm eserlerini, Lenin’in 12 ciltlik seçme eserlerini, bir dizi Komintern derlemesini ve Kuzey Kürdistan-Türkiye komünist hareketindeki tartışmalar için mutlak gerekli olan bir dizi marksist-leninist eseri Türkçeye kazandırdı.

 

İnter Yayınları, Kuzey Kürdistan-Türkiye’de 100 yıllık komünist hareketin tarihinde başarılamayan bir işi başardı. Kuzey Kürdistan-Türkiye komünist ve devrimci hareketinin kalıcı olarak yararlanabileceği bir Marksizm-Leninizm kitaplığı sundu. Ve bu muazzam iş Ali Yavuz Çengeloğlu’nun ismiyle ayrılmaz bir biçimde birbirine bağlandı.

 

20 yıl önce kalleş ölüm “Kel”imizi çekti aldı aramızdan. “Kel”in geride bıraktığı Marksizm-Leninizm kitaplığından beslenen yeni devrimciler, komünistler hep O’nu sevgiyle, saygıyla anacaklar.

 

TKP/ML geleneğinden gelen kimi gruplar ve kişilerde “Kel”in ölüm yıldönümünde, Ali Yavuz’u anmaya çalışan yazılar yazıyorlar. Bunların Ali Yavuzu anması sahtedir. Ali Yavuz Bolşevik bir komünisttir. Sağlığında O’nun Bolşevik görüşlerine saldıranlar, Bolşevik görüşleri savunduğu için dedikodu-karalama kampanyası yürütenler, savunduğu Bolşevik görüşler bir tarafa bırakılarak, Ali Yavuz savunulamaz. Bizim için belirleyici olan Ali Yavuz’u komünistçe sahiplenmek ve savunmaktır. Çünkü Ali Yavuz’un temel niteliği O’nun bir Bolşevik olmasıdır.

 

O, komünizm uğruna yürüttüğü mücadelede, örgütlü mücadelenin çeşitli kademelerinde, en küçük birimden Merkez Komitesi üyeliğine kadar önemli sorumluluklar üzerlendi. O, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya için mücadeleyi yaşamının merkezine koydu. “Kel”in sömürüsüz bir dünya için yürüttüğü mücadelesi hep yaşayacak…

 

Ali Yavuz’u savunmak, onun doğru görüşlerini temel alarak daha da geliştirmek anlamına gelir. Ali Yavuz’u savunmak, onun kavgasını, mücadelesini geliştirmektir. Ali Yavuz’u savunmak, O’nun bıraktığı kızıl bayrağı daha da yükseklere kaldırmaktır. Yeni Dünya İçin Çağrı, bu bakış açısıyla Ali Yavuz’u savunuyor, savunacak. Ali Yavuz’un Bolşevik özü bugün de mücadelemizde yaşıyor, yaşayacak!

 

13.08.2022

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)