11 Şubat 2024 Pazar

C F R : ( Dış İlişkler Konseyi ) Türk Bilderbergleri

At gözlüğü ile bakma;
Kendi gözlerinle okumaya çalış
📖 Tarih 20 Ekim 1999

Yer Koç Müzesi Restoranı.
Belki de bir daha hiç yaşamayacağı önemde, tarihi bir toplantıya ev sahipliği yapmaktadır...
Toplantının davetlileri "Dünyanın En Seçkin" kişilerinden oluşmaktadır ve bu "seçilmiş" davetli grubunun başını çeken:
David Rockefeller


20-24 Ekim 1999 tarihleri arasında Türkiye'yi ziyaret programlarına alan David Rockefeler başkanlığındaki bu "Dünyanın En Seçkin Kişilerinden" oluşan ekip 21 kişidir ve:
CFR'nin "Boğanın Gözü"

olarak da anılmakta olan "iç yönetim halkasını" oluşturan isimlerdir.
Tabii ki böylesi muhteşem bir davetli grubu Türkiye'ye tatile gelmemiştir. Türkiye'ye gelişlerinin "özel" bir sebebi vardır.
Ve o sebebi gecede sahneye çıkarak kısa bir konuşma yapan David Rockefeller açıklayacaktır.
Rockefeller, davetliler huzurunda Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Rahmi Koç'un CFR'nin DIŞ İLİŞKİLER ULUSLARARASI GRUP" üyeliğine kabul edildiğini açıklayarak, Koç'a bir de madalya verecektir.
Rahmi Koç çok uzun yıllardır üyesi olduğu CFR içerisinde artık:
"EN ÜST DÜZEYDE" YÖNETİCİ pozisyonundadır.
1994 sonrası TESEV'i George SOROS'a kurdurtan KÜRESEL MERKEZ AKIL güç odağını bölmekte,KOÇ'a daha geniş bir yetki tanımaktadır.
1999'da bu görevi alması ile birlikte CFR'nin Türkiye'deki tek ve yetkili temsilcisi Rahmi Koç olmuştur. Ve işte o zaman SOROS eli ile kurulan TESEV ile birlikte görev yapan KOÇ'a "TEK YETKİLİSİN" mesajı verildi.
Artık kararlar tek bir kişi tarafından verilecekti:
Rahmi Koç...
Bu zaten Rahmi Koç'un uzun zamandır düşünüp, tasarladığı ve olmasını istediği şeydi.
İşte tam da bu aşamadan sonra
kamuoyunda hemen hemen hiç ortaya çıkmadan, medyatiklikten bilinçli olarak uzak tutulan bir "yapılanma" için düğmeye basıldı.
CFR'nin Dünya'nın önemli ülkelerinde çeşitli "ayakları" vardı... Bu "ayaklar" "Yerel Konseyler" olarak faaliyet yürütmekteydiler:
Almanya'da SWP, Arjantin'de i CARI, Brezilya'da FGV, Fransa'da IFRI, G. Kore'de EAI, Hindistan'da ORF, S.Arabistan'da GRC, Rusya'da ise INSOR.
Bu "Yerel Konseyler" bir araya gelerek
"Council of Councils" yani: "KONSEYLERİN KONSEYİ"
En tepede ise Council on Foreign Relations yani "CFR" bulunuyordu.
İşte Türkiye'de düğmesine basılan
"YEREL KONSEY" kurma çalışmaları kısa sürede meyvesini verecek ve 40 kişiden oluşan "özel ve seçkin" bir grup RAHMİ KOÇ başkanlığında Global İlişkiler Forumu (GİF) temellerini atacaklardı.
Yapılanma 11 Mayıs 2009'da tüzel kişilik statüsü kazandı ve "Dernek" adını aldı.
Ancak "Dernek" İSMİNİ HİÇ KULLANMADI.
Misyonunu "Üyelerini ve tüm ilgili bireyleri, uluslararası ve global ilişkilere dayalı konuları sorgulayıp, tartışabilecekleri bir platformda buluşturmak" olarak tanımlayan GİF'in etkisi çok daha geniş ve stratejik alanlara uzanacaktı.
Ve Global İlişkiler Forumu'nun "Kurucu Üyeleri" ve hali hazırdaki yönetimi ve "Üye" olan bazı çarpıcı isimler:
Vural AKIŞIK:

Türk Amerikan İş Konseyi Yönetim Kurulu Başkanı TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Üyesi
TESEV Yönetim Kurulu Üyesi
Doğan Holding Yönetim Kurulu Üyesi
Aslı Başgöz:
Türk Milli Eğitim Sisteminin
ABD eline bırakıldığı Fulbright Komisyonu'nun üyesi.
Hanzade Doğan Boyner:
Avrupa Dış İlişkiler Konseyi (ECFR) üyesi, aynı zamanda Brooking Enstitüsü Mütevelli Heyeti Üyesi... Bu Enstitü bir think-thank kuruluşu, 60 milyon dolar bütçesi ile çok etkin. En çarpıcı özellikleri Suriye'de savaş yokken ortaya attıkları "Suriye'de İç Savaş" başlıklı
savaş senaryoları ile Türkiye savaşları konulu çalışmaları.
Nuri Çolakoğlu:
Türkiye'de "KANAL KURAN ADAM"
OLARAK ünlenen ve en sttratejik dönemlerde CNN TÜRK'ün başına getirilen bu isim aynı zamanda 78 numaralı TESEV Kurucu Mütevelli Heyet üyesi aynı zamanda Bilderberg üyesi (Belçika-Brüksel'deki 2000 yılı Bilderberg Toplantısı)
OsmanTurgay Durak:
Koç Holding Otomotiv Grubu Başkanı
Feyyaz Berker:
46 numaralı TESEV kurucu mütevelli heyet üyesi, TEKFEN HOLDİNG'in sahibi.
Ve ilginç, pek çoğunuzun tahmin edemeyeceği bir isim:
Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı: Yılmaz Büyükerşen
Hikmet Çetin:
BİLDERBERG üyesi (1995-Zürih-BİLDERBERG TOPLANTISI)
İlter Türkmen:
BİLDERBERG üyesi (1983-Chateu Montebello-BİLDERBERG toplantısı)
Bülent Eczacıbaşı:
95 numaralı TESEV Kurucu Mütevelli Heyet Üyesi
Hayati Kamhi:
Kamhi Ailesi'ni temsilen kurucu...
Aynı ailden Jak Kamhi 163, Cefi Josef Kamhi 162 numaralı TESEV üyesi... Ayrıca Jak Kamhi Global İlişkiler Forumunun Feyyaz Berker ile birlikte 2 "Onursal" üyesinden biri.
Altan Öymen ve Tarhan Erdem:
Neden bu 2 ismi bir arada yazdık? Zira 1999'da CHP baraj altı kaldığında
Baykal'ın istifası sonrasında Altan Öymen CHP'ye Genel Başkan olurken Tarhan Erdem'i de Genel Sekreter yapmıştı. Aynı Öymen'in Global İlişkiler Forumu'nun bir başka kurucusu Nuri Çolakoğlu'nun yıllarca Genel Müdürlüğünü yaptığı CNN TURK'te program yapmasını ve kısa süre önce bir başka "küreselci" Karayalçın ile Muharrem İnce'yi markaja alarak "Genel Başkan olma İstanbul B.B Başkanlığını verelim" pazarlığını hatırlayınız.. (E) Orgeneral.
Edip Başer:
NATO Napoli Güney Avrupa
Müttefik Kuvvetler Komutanlığı
eski İstihbarat Daire Başkanı (Napoli Güney Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanlığı GLADİO'nun Belçika Mons ile 2 ana karargahından biridir) NATO G.Doğu Avrupa Kara Kuvvetleri Komutanı ayrıca ABD ile K.Irak için oluşturulan özel koordinasyon ekibinde Türk tarafının koordinatörü.
Fatih Birol:
Uluslararası Enerji Ajansı IEA'nı o dönem baş ekonomisti, bugün ise aynı kurumun İCRA DİREKTÖRÜDÜR.
Metin Fadıllıoğlu:
Adeta Türk eğlence sektörünün
"tek eli" konumundadır... Şu an sektörden çekilmiş gözükse de ondan habersiz "kuş uçmaz, uçamaz"... Kendisi TESEV'in 127 numaralı kurucu üyesidir.
Ünar KIRDAR:
Kendisi çok deneyimli ve önemli görevlerde bulunmuş bir büyükelçidir. Ancak en önemli özelliği GEZİ PARKI'nı yapan LÜTFİ KIRDAR'ın oğlu oluşudur. GEZİ PARKI esnasında KOÇ'un tavrını hatırlayınız lütfen.
Muhsin Mengütürk:
1997-2000 yılları arası SPK BAŞKANI.
Rıza TÜRMEN:
AİHM bünyesindeki tek Türk yargıç. Bunlar "Kurucu Üyeler"...
Bazı öne çıkan üyeler:
TESEV Yönetim Kurulu Üyesi ve KONDA Araştırma Genel Müdürü Bekir Ağırdır. ALARKO HOLDİNG Yönetim Kurulu Üyesi:
Leyla Alaton, Eski Milli Güvenlik Kurulu Sekreteri Mehmet Yiğit Alpogan,
Demokrat Türkiye Partisi eski Genel Başkanı Mehmet Ali Bayar ve kardeşi Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar, Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanlarından Emin Murat Bilgel BİLDERBERG üyesi Tayyibe Gülek Domaç ve eski Deniz Kuvvetleri Komutanlarından Salim Dervişoğlu ön plana çıkan "üyeler"
Murat Ülker, Ali Ülker
Eski Dışişleri Bakanlarından:
Yaşar Yakış
Durmuş Yılmaz:
Exeter mezunu eski Merkez Bankası Başkanı.
İyi Parti'nin kurucu üyelerinden.
Elif Bilgi Zaparolli:
Kendisi Meryll Linch Yatırım Bankası A.Ş Yönetim Kurulu Başkanı olur. Hani yıllarca ekonomimizi yöneten, şimdi de güya kabineye alınmayıp "gölge isim" olarak ekonomide( eski) dümenin başındaki:
Mehmet Şimşek'in geldiği Meryll Linch...
Global İlişkiler Forumu'nun "KURUMSAL ÜYELERİ" :
Burada üye olarak kişileri değil şirketleri görüyoruz ama özellikle dikkatimizi çeken üye olarak alınan şirketler finans,iletişim ve sigorta sektörlerinden Citibank (ki bu banka 2001 krizini tetikleyen CIA bağlantılı bir bankadır),
Anadolu Sigorta, Borusan, Denizbank,
ING, İş Bankası, İş Yatırım, Türkiye Sınai Kalkınma Bankası, Anadolu Sigorta,Generali Sigorta, İngiliz Vodafone, Alman Siemens,
Deloitte, Oracl...
Toplum olarak okumayı sevmeyen bir toplumuz biz üzerimize düşeni yapalım siz yine de okumayın.
Sizler milli görünenleri biraz araştırsanız altından kimler çıkacak ama facebook ta candy cras oynamak varken Twiter'da magazinel haberleri takip etmek varken yada Instagram'da fotoları beğenmek varken sizin yerine birileri araştırır ve siz onların algısına
YA DEVLET BAŞA
YA KUZGUN LEŞE
ÖNEMLİ NOT:
ÖNCE ÖN YARGINDAN KURTUL, SONRA:
BAKIŞ AÇINI DEĞİŞTİR
OKUMANIN GÜCÜ
Kaynak:
Haber Alternatif
Araştırmacı Yazar
Celal Eren Çelik

 

10 Şubat 2024 Cumartesi

Uçurum Çiçeği_Tutsak devrimci şairimiz Fırat Karakoç


 Uçurum Çiçeği

Tutsak devrimci şairimiz Fırat Karakoç 1994 Dersim-Hozat doğumludur. Karakoç; Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya'nın katili Fehmi Altınbilek'e suikast düzenleyen ekipte yer almak iddiasıyla ömür boyu hapis + 16 yıl ceza aldı. Bu cezanın ona elde yeterli delil olmadan verildiğini belirtmek isterim.
Fırat'ın şiirlerinde;mücadele azmi,aşk,devrimci romantizm,yaşama sevinci,özgürlüğe özlem ve umut var. Bence yaşına göre oldukça dolu bir genç. Eser Kierkegaard'ın bir sözüyle başlıyor.
Kanımca sadece devrimciler değil halkımız da kavgada ödenen bedellerin ağırlığını unutmuşa benziyor. Zindanlardaki canlara mektup yazan, mahkemelerine giden, ailelerinin halini hatırını soran insan sayısı olduķça az.
Düşüncelerinden vazgeçirme ya da ömür çürütme merkezlerine dönüştürülen cezaevlerindeki direniş yöntemlerinden biri de sanat eseri üretmektir.Bu anlamlı çabaya omuz vermek gerekir. Eser yakında Fırat Yayınevinden çıkacak. Okuyalım, okutalım.

9 Şubat 2024 Cuma

TÜRKLER SÖZ VERİR DE TUTMAZ (MI?)-Ayşe Hür


 TÜRKLER SÖZ VERİR DE TUTMAZ (MI?)

Başak Demirtaş, DEM Parti adına İstanbul Belediye Başkanlığı'na adaylığını açıkladığından beri, medyada DEM Parti ile AKP arasında bir pazarlık olduğu iddiası giderek daha çok dillendiriliyor. Ben bu tartışmaya girmeyeceğim sadece İttihatçıların (İTC) ve Kemalistlerin siyasi rakiplerine verdikleri ve tutmadıkları sözleri hatırlatmakla yetineceğim. Kanımca bu tarihçe, Türk milliyetçileri için olduğu kadar, rakip milliyetçiler (Osmanlı döneminde Arap, Rum ve Ermeni vb. milliyetçileri, günümüzde özellikle Kürt milliyetçileri) için de önemli dersler içeriyor.

1. ARAPLAR

Frenkler mi Osmanlılar mı?

Jön Türklerin 1890 tarihli Paris toplantısında Mizancı Murad, Arap katılımcılara bir Arap devleti kurma niyetlerinin olup olmadığını sorduğunda, Meclis-i Mebusan üyesi Beyrutlu Marunî Halil Ganem şöyle demişti: “Biz Araplar biliyoruz ki, eğer Frenkler ülkemize girerlerse, birkaç yıl içinde topraklarımız onların eline geçecektir ve ülkeyi diledikleri gibi yöneteceklerdir. Türklere gelince, onlar bizim dinimize inanırlar ve âdetlerimizi bilirler. Dört yüz yıllık yönetimleri boyunca bir santimetre mülkümüzü dahi almamışlardır. Arap aydınlarının ve ileri gelenlerinin ümmetlerinin Osmanlı çıkarları çerçevesinde yaşamasından başka bir isteği yoktur.”

Nitekim 1908’de Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edilmesinden sonraki ilk seçimlerde meclise giren 240 veya 288 mebusun 50 veya 67’si Arap’tı. Buna karşılık, Aralık 1908'de Paris'te kendilerine Suriye Merkez Komitesi adını veren grup tarafından yayınlanan beyannamedeki en aşırı talep olan Arap vilayetlerine bir çeşit özerk statü tanınması fikri İstanbul’da Meclis-i Mebusan’daki Arap mebuslar arasında infial yaratmıştı. Hatta deklarasyonu kaleme alan Raşid Mutran'ın ailesinden dahi bu girişimi lanetleyenler olmuştu.

Türk-Arap monarşisi

Abdülhamid’in 31 Mart Olayı bahane edilerek 1909’da tahttan indirilmesinden sonra iktidara yerleşmeye başlayan İttihat ve Terakkicilerin reformları yerleştirmek amacıyla merkezi otoriteyi güçlendirmek için attığı adımlar bu olumlu süreci tersine çevirdi. Özellikle İttihatçıların Suriye’deki idari makamlara kendi adamlarını yerleştirmeleri ve buradaki okullarda, mahkemelerde ve idari birimlerde Türkçe kullanımını mecburi hale getirmeleri muhalefetin ‘Arapçılık’ hareketi etrafında toplanmasına neden oldu. Ancak bu dönemde bile Araplar arasında Osmanlı Devleti’ne karşı takınılacak tutumda netlik yoktu.

Örneğin 1909 yılında Paris’te kurulan El Cemiyyeti’l-Arabiyyeti’l-fetat (Genç Arap Cemiyeti) Arapları hem Osmanlı’nın hem de yabancıların egemenliğinden kurtarmak gibi radikal bir hedefe sahipken, el-Kahtaniyye (Arapların ilk atası sayılan ‘Kahtan’ın oğulları’) adlı gizli örgüt, Osmanlı Devleti’ni Avusturya-Macaristan örneğindeki gibi ikili bir monarşi haline getirmeyi hedefliyordu.

İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ın Arap üyeleri ise Filistin'e Yahudi göçü gibi önemli bir konuda ya da Fırat üzerinde İngiliz Lynch şirketinin vapur işletmesi gibi ikincil konularda hala milliyetçilikten uzak bir tavır sergiliyorlardı. Ancak 1911 Trablusgarp ve 1912-1913 Balkan Savaşları (daha doğrusu hezimetleri) sonrasında Osmanlı İmparatorluğu, Araplar için güvenli bir şemsiye olma niteliğini yitirince Araplar kendilerine yeni bir yol çizmek zorunda kaldılar.

1913 Arap Kongresi

Osmanlıcı ancak adem-i merkeziyetçi (Prens Sabahattinci) Araplar bu amaçla 18-24 Haziran 1913’te Paris’te bir ‘Arap Kongresi’ topladılar. (Paris daha önce İttihatçılar ve Kürt milliyetçileri için olduğu gibi Arap milliyetçilerinin de ‘başkenti’ idi.) Kongreden bir hafta önce Gürcü kökenli, Bağdat doğumlu Sadrazam Mahmud Şevket Paşa şüpheli bir suikasta kurban gitmişti, dolayısıyla siyasi ortam gergindi. İTC ve farklı görüşlerdeki Arap gruplar uzun süre kongreyi engellemeye çalıştılar. İTC bunu başaramayınca cemiyetin umumi kâtibi Mithat Şükrü (Bleda) ile birkaç kişiden oluşan bir heyeti Paris’e gönderdi. Kongrenin Hıristiyan Araplardan oluşan delegeleri İTC’ye güvenilmeyeceğini söyleyerek görüşmelere katılmadılar. Uzun tartışmalardan sonra taraflar (İTC ve Müslüman Araplar) bir anlaşma sağladılar. Kongre Heyeti Başkanı sıfatıyla Abdülkerim el-Halil ile İTC adına Dâhiliye Nazırı Talat Bey tarafından imzalanan anlaşmanın önemli maddeleri arasında, Arap vilayetlerinde resmi işlemlerin Arapça yapılması, ilk ve ortaöğretimin Arapça yapılması, yüksek öğrenimin bölgedeki çoğunluğun dilinde yapılması, ortaöğretimde Türkçenin zorunlu ders olması, vali dışındaki tüm devlet görevlilerinin Arapça bilmesi, askerlerin memleketlerine yakın yerlerde askerlik yapması, vilayetlerde yerel meclislerin kararlarının geçerli olması, Osmanlı Devleti’nin her hükümetinde en az üç bakanlığın Araplara verilmesi, idari, adli ve ilmi sınıflarda Arap görevlilere yer verilmesi vardı.

Cemal Paşa’nın işleri

İttihatçıların Arapların tüm isteklerini kabul etmelerinin nedeni kısa sürede anlaşıldı. İttihatçılar Araplara verdikleri sözleri tutmayacaklardı. Nitekim Kongre Başkanı Abdülhamit Zöhravi, Ayan Meclisi üyeliğine atandığı halde antlaşmanın diğer koşulları uygulanmadı. Dahası önemli Arap liderlerinden Aziz Ali Mısri, İstanbul gizli polisi tarafından 9 Şubat 1914 günü Tokatlıyan Oteli’nde tutuklandı ve kısa bir yargılamadan sonra idama mahkûm edildi. Gerçi daha sonra İngilizlerin araya girmesiyle idam cezası affedildi ancak bu olay, Arap milliyetçilerinin gözünde İttihatçıların tüm itibarını kaybetmesine neden oldu. İttihatçılar bununla da kalmadılar, bölgeye Cemal Paşa’yı atadılar. Cemal Paşa’nın Suriye ve Lübnan’da izlediği gaddar politikalar Arap milliyetçiliğini ayrılıkçı çizgiye hızla taşıdı. Haziran 1916’da Mekke Şerifi Hüseyin’in kendi adına çıkardığı bir fetva ile başlayan sözde ‘Arap İsyanı’, Türk tarih yazımında “Arapların Türkleri arkadan hançerlemesi” olarak anılacaktı. Savaşın sonunda ortaya çıkan tablonun ne Arap milliyetçilerini ne de Türk milliyetçilerini memnun etmediğini herhalde belirtmeye gerek yok.

2. ERMENİLER

İttihatçı-Taşnak ittifakı ve hazin sonu

Aynı dönemde, benzer bir süreç Türk-Ermeni ilişkilerinde de yaşanmıştı. 27 Eylül 1907’de Jöntürk hareketinin Selanik ve Paris kolları Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında birleştiğinde hareketin önündeki en önemli sorun hareketi Anadolu’da yayacak bir teşkilata ve etkinliğe sahip olmamaktı. İşte bu eksiklik 27-29 Aralık 1907’de Paris’te yapılan kongrede Haçadur Malumyan (nam-ı diğer Agnuni), Prens Sabahaddin ve Ahmet Rıza’nın başkanlık yaptığı üç oturumda kurulan ittifakla doldurulmuştu.

23 Temmuz 1908’de II. Abdülhamit’in Meşrutiyet’i ikinci kez ilan etmesini sağladıktan sonra  Talat, Nazım ve Bahaddin Şakir daha önce alınmış kongre kararlarına bağlılıklarını teyid etmişler, sadece Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden vazgeçtiklerini söylemişlerdi.

Bu geri adıma ses çıkarmayan Taşnaksutyun’un İTC’ye ilettiği 3 Ağustos 1908 tarihli talepler listesinde Ermeni vilayetlerinde serbest dolaşıma izin verilmesi, 1895-1908 arasında Ermeniler aleyhine çıkarılan bütün kararnamelerin geri çekilmesi, Ermeni siyasi tutukluların salınması, sürgünlerin ve göçmenlerin evlerine dönmesine izin verilmesi vardı.

Bu tekliflerin hemen hepsi kabul edildi. 1908 Eylül’ünde Hamidiye Alayları‘nın dağıtılması kararı alındı, 1909 Kasımında Hamidiyeci Kör Hüseyin Paşa tutuklandı ve elinden alınan bütün toprakları yasal sahipleri olan Ermenilere iade edildi. Ortaya çıkan olumlu havada Balkanlar, Kafkasya ve ABD’de yaşayan 50 bin kadar Ermeni geri döndü. Hayvan sayısı ve rekolte arttı. Kısacası ülkede bir umut, bir mutluluk havası egemendi.

Çoğulcu meclis

30 yıl aradan sonra 17 Aralık 1908’de açılan Meclis-i Mebusan‘da 147 Türk, 60 Arap, 27 Arnavut, 26 Rum, 14 Ermeni, 10 Slav ve 4 Yahudi mebus yer aldı. Partilere göre dağılım ise 160 İttihatçı, 20-25 Ahrarcı, 4 Taşnak, 1 Hınçak, 2 Bulgar devrimci, 1 Bulgar Sosyal Demokrat ve 70 bağımsız şeklindeydi. Kısacası Osmanlı Devleti’nin çok kültürlü yapısını tam anlamıyla yansıtmasa da gayet çoğulcu bir meclis oluşmuştu. Ancak bu mutlu dönem çok uzun sürmedi. İstanbul’da yaşanan 31 Mart Olayı ve bununla eş zamanlı olarak Adana’da yaşanan (tarafların değişik adlandırmalarıyla) Adana İğtişaşı/Faciası/Katliamı sırasında 20 bin civarında Ermeni’nin öldürülmesinden sonra İttihatçı-Taşnak ittifakında ilk çatlak oluştu.

Trablusgarp hezimetinin gölgesinde, 29 Eylül -9 Ekim 1911 tarihlerinde Selanik’te toplanan İTC’nin IV. Kongresi’de ‘Türkçülük’ doktrinini kabul edildikten sonra adında ‘Türk’ terimi bulunan çeşitli cemiyetler kuruldu, Arap eyaletlerinde, Kırım, Kafkasya ve Orta Asya’da Türkçülük propagandasına hız verildi. Türk tarafı 1908 ruhuna bir kez daha ihanet ederken Hınçak Partisi, 1912 yılının başında kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası (HİF) ile; Taşnaksutyun ise İTC ile ittifaka devam ediyordu. İttihatçılar 1912 seçimlerinde, Taşnaksutyun’a 20 mebusluk vaad etmişlerdi ancak seçimi kazanacaklarını anlar anlamaz sözlerinden caydılar ve mebus sayısını dokuza düşürdüler. Üstelik de bunları kendileri tayin edeceklerdi. Halbuki daha önceden parlamentoda 14 Ermeni mebus vardı. Böylece İttihatçıların muhaliflere uyguladığı şiddet yüzünden tarihe Sopalı Seçimler olarak geçen 1912 seçimlerinden sonra İTC iktidara iyice yerleşirken, Ermeni milliyetçileri yeni düzende kendilerine yer olmadığını kavramaya başlamışlardı.

Son temaslar ve kopuş

Taraflar arasındaki son temaslar, 1878 Berlin Antlaşması’nın şartı olduğu halde tam 36 yıldır yapılmayan Ermeni Reformları konusunda oldu. İttihatçılar, Ermenilerden Batılı devletlerin bu konudaki müdahalelerine karşı çıkmalarını istiyorlardı. Taşnaklar ise Müslümanlarla tam hak eşitliği, Ermeni vilayetlerine daha önceden kararlaştırıldığı gibi Avrupalı görevlilerin atanması, bu vilayetlerdeki jandarma güçlerinin yüzde 50‘sinin Ermeni olması gibi taleplerinde direniyorlardı. Hınçaklar ve Patriklik ise bu pazarlıkları hoşnutsuzlukla izliyordu.

İttihatçılar 1914 seçimlerinde, yarısını kendileri seçmek koşuluyla Taşnaklara 16 Ermeni mebus sözü verdi. Ayrıca  bir Ermeni mebus Meclis-i Mebusan’ın başkan yardımcılığına getirilecekti. Tam işler yoluna girmiş görünüyordu ki, Birinci Dünya Savaşı patladı. İttihatçıların Almanya ile 2 Ağustos 1914’te gizli bir antlaşma imzaladığı günlerde Erzurum’da Taşnaksutyun’un VIII. Kongresi toplandı. İTC’yi temsilen Bahaeddin Şakir, Ömer Naci ve Hilmi Bey’den oluşan üç kişilik bir heyet Erzurum’a geldi. Heyet Ermenilerin Kafkaslarda Rusya’ya karşı bir ayaklanma çıkarmaları karşılığında Kafkasları paylaşmayı öneriyordu. Taşnaklar, hem uluslararası ortamı kendi lehlerine gördüklerinden, hem de geçmiş tecrübelerinden dolayı, İttihatçıların bu teklifine olumlu cevap vermediler. İttihatçıların intikamı acı oldu. 1915 yılının ilkbaharında başlayan ve 1917 yılının sonbaharında biten Ermeni Tehciri/Katliamı/Soykırımı sonucu ortaya çıkan tablo Türk milliyetçilerini memnun ettiyse (hatta hala memnun etmeye devam ediyorsa da) Ermeni halkının ödediği bedeli düşününce, Ermeni milliyetçilerinin mutlu olduğunu sanmıyorum.

3. KÜRTLER

Kemalistlerin Kürtleri kandırması

Abdülhamit’in Hamidiye Alayları, Aşiret Mektepleri, unvanlar vb. ile merkeze bağladığı Kürtler, Birinci Dünya Savaşı’nda Türkçü tasfiye politikaların hedefi olmadılar çünkü savaşta onlara ihtiyaç vardı. Kemalistler Milli Mücadele yıllarında Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurulmasından endişe eden Kürtleri çeşitli vaadlerle yedeklerine almayı başardılar. Ama bu vaatlerini hiç bir zaman yerine getirmediler. Daha önce defalarca yazdım ama onları okumayanlara satır başlarıyla hatırlatırsam, 23 Temmuz-7 Ağustos 1919’da toplanan Erzurum Kongresi’nin sonuç beyannamesinde ABD Başkanı W. Wilson’un ‘milletlerin kendi kaderini tayin hakkı’ prensibinin geçerliliği vurgulanarak, konunun toplanacak ‘milli meclis’te ele alınacağı vaat edilmiş, deyim yerindeyse Kürtlere ‘havuç’ uzatılmıştı. Ancak, 4-11 Eylül 1919 tarihlerinde toplanan Sivas Kongresi’nde Wilson’dan ve “kendi kaderini tayin hakkından” söz edilmemişti bile.

20-23 Ekim 1919 tarihlerinde İstanbul adına Bahriye Nazırı Salih Paşa ve padişahın başyaveri Naci (Eldeniz) Paşa ile Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına Mustafa Kemal, Rauf (Orbay) ve Bekir Sami (Kunduh) paşalar arasında Amasya’da imzalanan beş protokolden ikincisinde  “Kürtlerin oturduğu arazi” den, “Kürtlerin ırk hukuku”ndan  söz edildiği halde, 23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi’nde bu konular görüşülmedi bile. Kürtler de verilen sözlerin neden tutulmadığını sormadılar.

Anayasal kandırmaca

Ocak 1921’de kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na (günümüzdeki adıyla 1921 Anayasası) 23 maddesinden ‘İdare’ başlığı altında toplanan 12’si vilayet ve kazaların muhtariyetinin (bugünkü deyimle özerkliğinin) nasıl hayata geçirileceğine ayrılmıştı. Bu maddelerde etnik temele dayalı bir özerklikten söz edilmediği halde Kürt çevreleri epey umutlandı.

1921’de Koçgiri Ayaklanması yüzünden sıkıntılı anlar yaşayan Ankara, bölgeye gönderdiği Nasihat Heyeti sayesinde Dersimli liderlerin bir bölümünü TBMM’ye katılmaya ikna etmiş, hatta bu kişilerin oturumlara “Kürt milli giysileriyle katılmalarını” teşvik etmişti. Devletin teşvikiyle Kürt milli giysilerini sırtına çekenlerden Hasan Hayri Bey, devlete güvenmenin bedelini ağır ödeyecek, 1925’de “Kürtçülük yapmak” suçundan (suçlamalar arasında meclise Kürt giysileri ile gelmek de vardı) idam edilecekti.

El Cezire Komutanlığı’na talimat

“Kürtlere özerklik” konusunda TBMM zabıtlarına geçmiş tek belge, Büyük Millet Meclisi Heyeti’nin El Cezire (Irak) Cephesi Kumandanlığı’na 27 Haziran 1921 tarihinde yazdığı talimattır. Oldukça uzun bu talimatın Kürtlere özerklikle ilgili bölümlerinde “milletlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkı uyarınca” Kürdistan bölgesinde, doğrudan halkın oluşturacağı yerel yönetimlerin kurulması konusunda El Cezire Komutanlığı yetkili kılınıyordu.

El Cezire’nin idaresi hakkında üç maddeye de yer verilen talimatı Mustafa Kemal imzalamıştı. Gizli amaç bölgedeki huzursuzluğu fırsat bilen Fransız ve İngilizlerin Kürt meselesine müdahil olmasını engellemek için Kürtlere kademeli olarak özerklik tanınacağı izlenimini vermekti elbette, yoksa tutulacak bir söz yoktu ortada.   

TBMM’nin 10 Şubat 1922 tarihli oturumunda Kürtlere özerklik veren 18 maddelik bir kanun teklifi verildiğine dair İngiliz belgesini güvenilir bulmasam da, Mustafa Kemal’in 16/17 Ocak 1923 gecesi,  İzmit Kasrı’na davet ettiği dönemin ünlü gazetecilerine söylediği şu sözleri ciddiye almamak mümkün mü: “Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu [1921 Anayasası] gereğince zaten bir tür yerel özerklikle oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir.”

Elbette Kürtlere uzatılan bu havucun nedenini artık iyi biliyoruz: Lozan Barış Görüşmeleri’nde İngilizler Musul’un bir Arap şehri olduğunu ileri sürerek Irak manda yönetimine bağlanmasını; Türk tarafı ise Musul’un Kürt şehri olduğunu ve Türklerle Kürtlerin ‘etle tırnak gibi ayrılmaz’ unsurlar olduğunu söyleyerek Musul’un Türkiye’ye bağlanmasını istiyorlardı.

4 Kasım 1922 tarihinde TBMM’de Lozan Heyeti’nin yapacağı işlerin görüşülmesi sırasında Dersim Milletvekili Diyap Ağa söz almış ve şöyle demişti:

"Allah muinleri olsun. Hangisini münasip görmüş ise öyle eylesin. Hamdolsun gidenler dinini, diyanetini bilir adamlardır. Heyet içinde bulunanlar zannederim, kendi dinine, diyanetine hiyanet etmek istemez. (Alkışlar) Hepimiz biriz. Ne Türk, ne Kürtlük davası vardır. Hep biriz, kardeşiz. (Bravo sesleri, alkışlar) Bir kişinin beş on oğlu olur. Biri Hasan, biri Ahmed, biri Hüseyin, biri Mehmed isimli olabilir. Fakat hep bir insandırlar. Biz de öyleyiz. Yoksa ayrı, gayrimiz yoktur… "

Aynı oturumda söz alan Erzurum Milletvekili Süleyman Necati (Güneri) ise şöyle diyecekti:

"Bendenizi buraya gönderenlerin büyük bir kısmı da Kürt olduğundan burada o vatan kardeşlerimizin hissiyatına tercüman olmak üzere bu kelime ile düşmanlarımızın ifade etmek istediği maksadı dilimin döndüğü kadar arz edeceğim. (…) Kürtlerin tarihi daima Türklerle beraberdir. (“Şimdi de öyledir” sedaları) Vaziyet-i içtimaya gelince: Kürt heyet-i içtimaiyesi asırlardan beri İslamiyetten sonra gelen Türklerle o kadar karışmışlardır ki, bugün ikiye tefrik edilen millet yine yek vücuttur. Bugün öyle bir Türk yoktur ki, dayısı, damadı veyahut yeğeni Kürt olmasın. Ve öyle bir Kürt yoktur ki nun damadı, yeğeni veyahut dayısı Türk olmasın. Binaenaleyh benim annem Kürt… Beni annemden nasıl ayırırsınız? Ve anneannem nasıl olur da, Avrupalıların bir takım entrikaları ve icat ettikleri bir takım efsanelerin arkasından gider?…" 

Ama en etkili konuşmayı Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey yaptı:

"Avrupalılar diyorlar ki 'Türkiye’de yaşayan ekalliyetlerin en büyüğü, en kesretlisi Kürtlerdir.' Bendeniz Kürdoğlu Kürdüm. Binaenaleyh bir Kürt mebusu olmak sıfatıyla sizi temin ederim ki Kürtler hiçbir şey istemiyorlar. Yalnız büyük ağabeyleri olan Türklerin saadet ve selametlerini istiyorlar (alkışlar). Biz Kürtler vaktiyle Avrupa’nın Sevr paçavrası ile verdiği bütün hakları, hukukları ayaklarımız altında çiğnedik ve bütün manasiyle bize hak vermek isteyenlere iade ettik. Nasıl ki Elcezire Cephesi’nde çarpıştık (alkışlar), nasıl ki Türklerle beraber kanımızı döktük, onlardan ayrılmadık ve ayrılmak istemedik ve istemeyiz (alkışlar) binaenaleyh sözüme hitam verirken heyet-i murahhasanızdan rica ederim ki, ekalliyetler mevzubahs edildiği zaman Kürtlerin hiçbir mütalebesi (isteği) olmadığını ve Kürtlerin kanaatine tercüman olarak buradan söylediklerimi söylesin ve iddia etsin. Binaenaleyh tekrar rica ederim ki Suriye’de o mevhum Suriye’de terk ettiğimiz hudutları kurtarsınlar. Bu memleketin, bu vatanın eczası, en mühim parçası olan Kerkük’ü, Süleymaniye’yi, Musul’u unutmasınlar. ('Zaten orası bizimdir' sesleri)…

İşte bu duygularla hareket eden Kürt mebuslar Lozan'a gidip haklarını savunmayı elbette düşünmediler. Türkler de onları 36 kişilik heyete koydukları “danışman” Diyarbakır Milletvekili Zülfü (Tigrel) Bey'le temsil edildiklerine inandırdı. Halbuki Zülfü Bey TBMM’nin, Osmanlı Mebusan Meclisi’nden devraldığı İttihatçı mebuslardandı, Kürt asıllıydı ama Kürt toplumunu temsil eden biri değildi. Aksine Mustafa Kemal’in ve İsmet Bey'in en yakın adamıydı. Zaten görüşmeler sırasında da bir odada "hasta numarası" yapmıştı.

Sonuç ne oldu derseniz, Lozan Barış Antlaşması, Kürtlere 'Türklerle Kürtler etle tırnak gibidir' denilerek, gayrimüslimlere tanınan azınlık hakları bile tanınmadan imzalandı, Türk devleti Musul konusunda Kürtlere verdiği sözleri tutmadı, Musul’u dışarıda bırakan Lozan Barış Antlaşması Kürt milletvekillerinin itirazına rağmen 24 Ağustos 1923’te TBMM’de kabul edildi. 20 Nisan 1924 tarihinde kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda 1921 Anayasası’nın özerklikle ilgili maddeleri yer almadığı gibi, 88. maddesinde ‘Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak (kabul) olunur” denilerek Kürt kimliği inkar edildi.

Diyarbakır’da Türk-Kürt Kongresi

Ama hala "havuç" politikasına ihtiyaç olmalı ki İhsan Şerif Kaymaz’a göre, 1 Ağustos 1924 tarihinde Diyarbakır’da Türk-Kürt Kongresi adıyla gizli ve gayri resmi bir toplantı yapılmıştı. Toplantıya katılan Kürt delegelerinin talepleri arasında “1. Kürtlere sıkıntılarını hafifletecek miktarda borç verilmesi, 2. Genel af ilan edilmesi, 3. Kürdistan’dan beş yıl süreyle vergi ve asker alınmaması, 4. Şer’i mahkemelerin yeniden kurulması, 5. El konulan silahların geri verilmesi, 6. Türk tarafının uygun bulmadığı kişilerin Kürdistan’dan çıkarılması” konuları vardı. İngiliz belgelerine göre benzer bir toplantı 4 Kasım 1924'te Cizre'de de yapıldı. Karşılığında Kürtler Ankara’daki hükümete bağlı kalacaklar, Musul sorununda Türkiye’ye destek olacaklardı. Türk tarafı bu taleplere ilke olarak evet demekle birlikte bu toplantının somut bir meyvesi ortaya çıkmadı. ama ondan da bir sonuç çıkmadı. Çünkü Türk tarafı Kürt nüfusunun yoğun olduğu Musul'u dışarda bırakıp, içerde Türk ulus-devletinin kurulmasına ağırlık vermeye karar vermişti.

Bu kopuşun ilk kötü meyvesi, 13 Şubat 1925’te patlak veren Şeyh Said İsyanı olacak, bu isyanın arkası da gelecekti. 28/29 Haziran 1925 gecesi idam edilen Palulu Şeyh Said’in İstiklal Mahkemesi üyesi Ali Saip (Ursavaş’a) “Hani doğruyu söylersem beni kurtaracaktın?” demesi ya da devletin sözüne güvenerek teslim olan ancak 15 Kasım 1937’de altı arkadaşla Elazığ’da idam edilen  Dersim lideri Seyit Rıza’nın “Ben sizin hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu, ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun” sözleri devletimizin “sözünü tutmama” tarihçesinin küçük ama anlamlı anekdotlarıdır.

Sözün özü, İttihatçılar Arap ve Ermeni (bu yazıda değinmediğim Rum) milliyetçiliklerinin, en az Türk milliyetçiliğinin talepleri kadar meşru taleplerine kulaklarını tıkayarak, Osmanlı Devleti‘nin parçalanmasını hızlandırdılar. Ama daha kötüsü bizlere boğazına kadar kana batmış bir toplum bıraktılar.

İttihatçıların devamı olan Kemalistler, gayrimüslimlerin tasfiyesine devam ederken Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlere çeşitli sözler verdiler ama hiçbirini tutmadılar ve ülkeyi patlamaya hazır barut fıçısına çevirdiler.

Kemalist devlet geleneğine sadık kalan sağ muhafazakâr iktidarlar ülkeyi kana çeviren son sürecin mimarı oldular. Ama buna rağmen Türkler Kürtlere sözler vermeye ve bu sözleri tutmamaya devam ettiler. Kürtler de nedense bu sözlere inanmaya ve her seferinde şaşırmaya devam ettiler.

Son zamanlarda AKP (+MHP'nin) İttihatçı-Kemalist geleneğin en kötü yanlarını İslamcılıkla harman ettiği ve meşruiyetini bunlara dayandıran militarist-mafyatik çetenin iç ve dış düşman retoriğinden vazgeçmesinin varoluşsal çıkarlarıyla çeliştiği düşünülürse, "İslamcı Türklerin" Kürtlere vereceği sözü bu kez de tutması bana mantıklı görünmüyor. Ama insan denen varlık mucizelere inanma eğilimindedir. Demek ki hariçten ne desek boş. Bekleyip sonucu birlikte göreceğiz.

Özet Kaynakça: Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı İmparatorluğu’nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve (1908-1918), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998; Zekeriya Kurşun, Yol Ayrımında Türk Arap İlişkileri, İrfan Yayınevi; Ali Bilgenoğlu, Osmanlı Devletinde Arap Milliyetçi Cemiyetleri, YARMH Yayınları, 2007; Arsen Avagian; Arsen Avagyan ve Gaidz F. Minassian, Ermeniler ve İttihat ve Terakki, Aras Yayıncılık, 2005; İmparatorluğun Çöküş Dönemi'nde Osmanlı Ermenileri, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005; (Kürtler için) Ayşe Hür, Milli Mücadele'nin Öteki Tarihi ve Mustafa Kemal Atatürk Dönemi'nin Öteki Tarihi-I, II, III (Literatür Yayıncılık, 2018-2021)

” Sonuçları ve Dersleriyle İhanete Uğrayan Devrim ve Rosa Luxemburg”


Kitaba ilişkin Ferhat Ali tarafından yazılan önsözde şu bilgilere yer veriliyor:

“Kuşkusuz ki, bu çalışma 1918-1923 yıllarını kapsayan beş yıllık dönemde, Marx ve Engels döneminden başlayarak 20. yüz yılın ilk çeyreğinin sonuna dek olan süreçte yoğunlaşarak ‘ihanete uğrayan devrim’e genişçe bir pencere açmayı amaçlıyor.

 Bu çalışmanın amacı; Almanya devriminin odak noktasını oluşturduğu Avrupa’daki devrimlerin ve devrim girişimi deneylerin geride bıraktığı sonuçları, aradan geçen yüz yılı aşkın bir zaman aralığının kazandırdığı değerlendirme rahatlığıyla ‘tarihin terazisinde’ tartmaktır.”


 
” Sonuçları ve Dersleriyle İhanete Uğrayan Devrim ve Rosa Luxemburg” başlıklı eser, bir yandan 1918-1923 yılları arasındaki süreçte Almanya’nın merkezinde olduğu Avrupa’daki devrim deneyimlerinden çıkartılması gereken derslere yoğunlaşırken, diğer yandan, o sürecin en önemli figürlerinden biri olan Rosa Luxemburg’un çatışma noktaları üzerine eğiliyor.

 

 

5 Şubat 2024 Pazartesi

*Bu röportaj bir kurgudur* İbrahim Kaypakkaya ile Röportaj

 

Katledilişinin 48. Yılında İbrahim Kaypakkaya ile Röportaj

Mehmet Akkaya (MA): Röportaj önerimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Zamanınızı fazla almamak için hemen soru ve konulara geçsem iyi olacak. Aramızdan ayrılalı çok zaman oldu… Dünyayı ve geride bıraktıklarınızı merak ediyor musunuz?

 

İbrahim Kaypakkaya (İK): Her zaman ve mekanın, her tarihsel sürecin ve coğrafyanın kendisine göre dünyası ve o dünyaya özgü sorunları oluyor. Burada (öte dünya) var olunca ister istemez insan teori ve eylemde burada mevcut olanlara odaklanmış oluyor. Geride kalanlar biraz ikincil plana düşüyor. İleriye bakmak daha önem kazanıyor. Tabii siz diyebilirsiniz ki, evrensellik ve bütünsellik diye bir şey yok mu? Doğrudur, buradaki dünya da sonuçta varlık dünyasının bir devamı. Yine de kendine özgü yanları ve farklılıkları var.

 

MA: Siz kamuoyunda ve siyaset tarihinde tanınan birisiniz ama yine de bilmeyenler vardır belki, kendinizi kısaca tanıtmanızı rica edeceğim.

 

İK: 1948 Çorum-Sungurlu doğumluyum. Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda okudum. Üniversite öğrenimimi, Çapa Yüksek Öğretmen Okulu ve İÜ Fen Fakültesi-Fizik Bölümü’nde sürdürdüm. Politik görüşlerle bu süreçte tanıştım ve kendimi sınıf mücadelesi içinde buldum. Marksizmi anlamaya çalışırken kendime has görüşler de geliştirdim. Marksist-Leninist ve Maocu teoriye bağlı olarak mücadele ederken Türk egemen sınıflarına esir düştüm. Yine aynı güçler tarafından 18 Mayıs 1973’te Diyarbakır zindanlarında pek çok Kürt savaşçısı gibi işkence edilerek katledildim.

 

 

MA: Yanlış anlamazsanız muhtarı soracağım. Yoksul bir köy muhtarını öldürdüğünüz için üzgün müsünüz, pişmanlığınız var mı?

 

İK: Bence bu doğru bir soru değil. Resmi ideolojiyi yansıtıyor. Çünkü ben herhangi bir muhtarı öldürmediğim gibi herhangi bir köylüyü de öldürmüş değilim. Ben dünyayı değiştirme mücadelesi içinde olan devrimcileri/komünistleri ihbar eden halk düşmanlarına karşı savaş açtım. Dolayısıyla yoksul bir köy muhtarını öldürdüğümü anımsamıyorum. Bu yüzden işkenceli sorgularımda da belirttiğim gibi üzgün de, pişman da değilim.

 

MA: Çok gençtiniz ve kısa yaşadınız, hayata doymadınız…

 

İK: Yargınızın doğru olduğunu sanmıyorum. Ender kişiler gibi ben de aslında uzun yaşadım. Bilhassa son iki-üç yılımı sanki yüzyıl yaşamış gibi yaşadım. Çok genç olduğumu da düşünmüyorum. Çünkü sizin de bildiğiniz gibi biyolojik yaş ile teorik yaş her zaman örtüşmez. Olgun bir yaşta olduğumu tezlerimin ve cüretimin keskinliğinden anlamanızı öneriyorum. Biyolojik yaş değil teorik ve pratik yaş önemlidir. Kaldı ki yaşamı doya doya, içselleştirerek, Sokrates misali dünyayı sorgulayarak ve de ilkelerime sadık kalarak yaşadığımı düşünüyorum. Bu yüzden önemli olan dünyadaki yaşım değil dünyaya karşı olan tavrımdır. Peki ben de size sorayım: Yaşam/hayat, sorgulama ve savaşma dışında başka ne işe yarar ki?

 

MA: Verdiğiniz yanıtlara bakılırsa felsefeci yanınız da var. Yaşam felsefesi için ne söylersiniz?

 

İK: Çapa’dayken felsefe ve sanat ile ilgilendiğim oldu. Derinleşmeyi düşünmeme rağmen eylemlerin izini sürdüm. Yani felsefe ve sanatı “eylem/pratik” olarak yaşadım. Yaşam ya da yaşamak hayatta kalmak, biyolojik ve psikolojik olarak var olmak, canlılığı korumak ve bu şekilde ömür törpülemek değildir. Yaşamak özgeci bir felsefeyle yaşamaksa manası vardır. Denizler, son mektuplarında güzel söylediler: Herkesin gideceği yere biz daha erken gidiyoruz. Bir de siz kendi mesleğinizden de bilirsiniz. Filozoflar, meydana gelen (dünyaya gelen) meydandan gider demişlerdir.

 

 

Devrimin Objektif ve Sübjektif Koşulları

 

MA: Objektif koşullar uygun değildi, zamansız silaha sarıldınız…

 

İK: Aradan elli yıl geçti. Halen aynı nakaratlar tekrar ediyorsa bunun en iyi yanıtını sizin gibi felsefeciler daha iyi bilir. Ama siz de aynı kanaatteyseniz durum vahim demektir. Bence devrimin objektif koşulları her zaman ve her coğrafyada vardır. Bu yüzden devrimin bir sübjektivite (özne) meselesi olduğuna inanıyorum. Tabi sübjektivite derken siz yalnız kendi güçlerinizi anlarsanız bu yanlış olur. Çünkü sübjektivite denildiğinde sermayenin güç ve tecrübelerini çok daha dikkate almak gerekiyor.

 

MA: İyi de devrimci özne bir kırma tüfek ve tabancayla ne yapabilirdi ki?

 

İK: İmkanları küçümsememek lazım. Biliyorsun Muzaffer’in yazdığı marşı: “Bugün çeteyiz yarın kızıl orduyuz” demişti. Savaşın büyük oranda tüfekle yürüdüğü bir çağda yaşadığımız doğrudur. Öte yandan tüfek, proletaryanın tek silahı değildir. Silahların çeşitlendirilmesi gerekir. Mesela sanatın, politikanın, felsefenin de birer silah olduğu unutulamaz. Biz yalnızca kırma tüfeklere güvenerek yola çıkmadık. Kitlelerin taleplerine güvendik, kendimize güvendik. Sizin konferans ve panellerde çok söylediğiniz ve yazdığınız bir konuyu anımsatmak isterim: Bedreddin devrimini gerçekleştirenlerin elinde kırma tüfek bile yoktu. Demem o ki, sorun sadece tüfeğin gücünde olsaydı, şimdilerde bizden daha güçlü silahlarla savaşan devrimci örgüt ve partiler var. Bizden çok daha iyi sonuçlar aldıkları tartışma kaldırır.

 

MA: Çin’i, Mao’yu ve Proleter Kültür Devrimini örnek almanız doğru muydu?

 

İK: Bana kalırsa yine yanlış kurulmuş bir soru. Biz diyalektik ve tarihsel materyalizmi (Marksizm) örnek aldık: Üretim alanı. Daha önemlisi ülkemizin somut koşullarından hareket ettik. Öncelikle dünyayı, Türkiye ve Kürdistan penceresinden bakarak gördük. Yani yerelden evrensele bağlanma, temel nokta oldu diye düşünüyorum. Evrensele bağlanırken de Çin Halk Cumhuriyetini ve Çinli komünistleri görerek onlardan yararlanmaya çalıştık. Bize göre ülkemiz yarı feodal idi ve Çin’e benzer yanları vardı. Ben Çin’e vurgu yaptığım kadar, ülke gerçeklerine dikkat çektim. Özellikle 15-16 Haziran 1970 büyük işçi eylemleri benim için çok öğretici oldu.

 

MA: Gerçi şimdi feodalizm de yarı feodalizm de kalmadı…

 

İK: Bana gelen verilere göre bu yargınızda yanılıyor olabilirsiniz. Türkiye ve Kürdistan dahil olmak üzere dünyanın geniş bir kesiminde feodalizm mevcuttur. Tabi şurada belki haklısınız: Feodalizmin ya da yarı feodalizmin tek tarzı ve tanımı yoktur. Ben tezlerimi ileri sürerken de durum aynıydı. Öte yandan biz, feodalizm sonsuza kadar var olacaktır da demedik zaten. Demokratik halk devrimiyle tasfiye edilirse devrimci ve demokratik bir iktidar kurulur dedik. Sermayenin gelişmesi ve evrim yoluyla olursa süreç sancılı olur ve faşist uygulamalar birbirini izler biçiminde düşünmüştük. Gelişmeler bu yönde midir, emin değilim. Yeni araştırmalar, tartışmalar ve sorgulamalar yapmak gerekiyor.

 

 

MA: Kapitalizmin egemen olduğu bir ülkeye feodal dediniz…

 

İK: Lütfen yaramı tekrar deşmeyin. Elli yıldır, Türkiye kapitalisttir diyenler var,  ihya oldukları, bir arpa boyu ilerledikleri söylenebilir mi? Hayır, söylenemez. Şunu diyeceğim: Marx, Lenin veya Mao’nun bazı görüşleri bugün geçerliliğini korumuyor olabilir. Buna benimkiler de ve pek çok devrimci/komünisttin görüşleri de dahildir. Fakat Marx’ın ve ondan hareket edenlerin düşünme yöntemlerinin geçerli olduğu kanaatindeyim. Sınıflı toplumda yaşıyoruz. Ücretli emek sistemi giderek egemen hale geliyor. Türkiye’nin kendine özgü özellikleri var. Kapitalist ülkelere benzemediği de bir realite. İşte biz bu noktadan hareket etmeliyiz/ediyoruz: Tarihsel materyalizm. Bu, temelimizdir. Bu konuda nitel bir değişiklik bulunmuyor. Düşünme metodumuzun ve temel tezlerimizin doğru olduğundan halen kuşkum yoktur.

 

MA: Demin evrensellik dediniz diye soruyorum. Ne kastediyorsunuz?

 

İK: Kendimizden önceki ve sonraki kuşaklarla bir bütün olduğumuzu düşünüyorum. Önceki kuşakları hoca/öğretmen ve önder olarak sonrakileri öğrenciler olarak görmek gerekiyor. Diyalektik var tabi. Evrensellik bütünsellik demektir. Her parça bütüne evrilme özelliği gösterir. Spartaküs’ten Paris Komünü’ne dek ve çağımızdaki devrimler bizim için büyük öğretmenler sayılır. Bugün bakıldığında Türkiye ve Rojava’dan Asya ve Avrupa ülkelerine dek pek çok yerde 18 Mayıs anmaları yapıldığını duyuyorum. İşte bütünsellik dediğim, sınıf mücadelesinin evrensellik ilkesi dediğim bunlardır.

 

MA: Kovit 19 virüsünden dolayı, anmalar iki yıldır gerektiği gibi olamıyor. Dünya çapında bir salgın var. Sistem de bunu çokça süistimal ediyor. Virüsten haberiniz oldu mu?

 

İK: Elbette, bizi yalnızca toplum değil doğa da ilgilendiriyor. Eylem felsefesi ile bilim ve tıbbi gelişmeler arasında korelasyon olduğu görülüyor. Marx’ın tarih ve sosyal felsefesinden hareketle soruna yaklaşırsak göreceğiz ki, sosyal virüsü/virüsleri yok etmeden doğal virüsleri yok edemeyiz. Engels’in kurduğu doğa felsefesi de bize yol gösterebilir: Doğayla mücadele içinde olsak bile bunun barışçıl mücadele tarzında olması gerekir. Mesela Ege’de, Karadeniz’de, Dersim’de, Kürdistan’da ve pekçok yerde doğa yok ediliyor. Yalnız insanların değil hayvanların da yaşam alanları kah bombalanıyor kah kirletiliyor, zehirlenip yok ediliyor. Biz hayvanların haklarından da sorumluyuz. Yine de ekolojik mücadele ancak, temeline toplumsal mücadeleyi koyarsak başarılı olabilir. Hiç değilse ikisi arasındaki diyalektiği, bütünselliği  öne çıkarmak lazım diye düşünüyorum.

 

 

MA: Sınıf teorisinde bütünsellik/evrensellik ve süreklilik ilkesini açmanız için 68 Hareketi bağlamında soruyorum: Amerika’da ırkçılık devam ediyor, izleyebiliyor musunuz?

 

İK: 68 hareketi, antiemperyalist bir özellik gösterirken milliyetçi görünümler de ortaya çıktı. Amerika’yı hatta kıtanın tümündeki gelişmeleri izlemeden dünya devrimini düşünmek zordur. Kuzeyde G. Floyd’un katledilmesinde Amerika, devrimin eşiğinden döndü. Yalnız bu değil, Peru’da Gonzalo var sen daha iyi bilirsin. Komünist-filozof derler. Ben ona Güney Amerika’nın ortaya çıkardığı II. Ernesto diyorum. Çağ kendisini bunlarla göstermiştir. Biz kendi çağımızdaki devrimci ruhun, somutluk kazanması ve vücut bulması olduk. Koşullar (üretim güçleri) değişirse zamanın ruhu da (zeitgeist) değişir/değişiyor. Bu da yeni mücadele yolları, yeni politik aktörler ve yeni teorilere kapı aralar. Amerika’ya da, dünyaya da buradan bakmak gerekiyor.

 

Deniz ve Mahirlerle Hedeflerimiz Aynı Yollarımız Farklıydı

 

MA: Sağcı partiler, 68 hareketine liderlik yapan Denizleri ve Mahirleri katlettikten sonra sizi de tasfiyeye yöneldiler…

 

İK: Böyle düşünüyorsanız yanılıyorsunuz! Çünkü birincisi devrimcileri tasfiye eden güç hükümet ve sağcı dediğiniz partiler değildi. Tekelci sermayenin (benim yazılarımda komprador sermaye diye geçer) ve büyük toprak ağalarının parlamentodaki temsilcileri bu tasfiye ve katliamları yapmıştır. Halen de sistem benzer şekilde yürürlüktedir. İkinci yanılgınız ise bizi 68 Hareketi olarak görmenizdir! Oysa Deniz, Mahir ve bizim hareket “71 Devrimciliği” olarak görülmelidir. Şimdi ayrıntısına girmeden söylüyorum. Bizim 68, Avrupa ve Çin’dekinden farklı olarak devletçidir, anti emperyalist karakterinden dolayı da milliyetçidir. Avrupa’dakinden de farklı oldu zaten. Avrupa’da 3M sloganı vardı: Marx, Mao, Marcuse. Şimdi bunlara giremem.

 

Marksizm ve komünizm söylemi asıl olarak üç devrimci/komünist hareketin ortaya çıktığı 1971 ve devamı için geçerlidir. Yani Deniz Gezmiş ve arkadaşları “bayrak yürüyüşü” yaptıkları için asılmadılar. Keza Mahir Çayan ve arkadaşları da “Kemalizm soldur” dedikleri için kurşunlanarak yok edilmediler. Yani 68’de kalsalardı, varlıklarını devam ettirirler ve düzene angaje olurlardı. Öyle yapılmadı. Bu iki gelenek devrimci bir eksen değişikliği yaparak düzene karşı örgütlenerek silaha sarıldı. Benim için önemli olan da, milad ve miras olan da bu noktadır. 68 değil 71 devrimci kalkışmasıdır. Proletarya Partisi de bu kontekstte 1972’de kuruldu.

 

 

MA: ‘Öğretmenlerim’ ifadesini kullandınız biraz evvel. Dikkatimi çekti. Denizleri ve Mahirleri öğretmen olarak görüyor musunuz, onları nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

İK: Bu geniş kapsamlı bir soru oldu. Kısa yanıt vermek isterim. Aynı kuşağın parçası olmak ve radikalizme vurgu yapmak bakımından bir farkımızın olduğunu sanmıyorum. Zaten siyasal ve biyolojik yaşamlarımız benzer şekillerde son buldu. Ben bu devrimci arkadaşların oynadığı rolü, Marx öncesinin Hegel ve Feuerbach gibi filozofların oynadığı role benzetiyorum. Bu noktada nasıl ki Marx, öncellerini “hoca” olarak gördüyse ve onları aşma eğilimi gösterdiyse benim için de Deniz ve Mahir, benzer anlamda “hoca” özelliği taşımaktadır. Bu aşma konusunda, benim bir yıl daha fazla yaşamamın etkisini de dikkate almak gerekir. Dayanışma içindeydik. Zaten sözünü ettiğiniz muhtar da Sinanların ihbarından ve katledilmelerinden sorumlu tutularak cezalandırıldı. Felsefi jargonla söylersek, ayrımda özdeşlik ilkesi geçerlidir. Daha doğrusu özdeşlik içinde farklıydık. Hedef aynıydı ama yolarımız değişikti diyelim.

 

MA: Marx’ın birinci dönemi Hegel ve Feuerbach’ınki gibidir. Sizin özgünlüğünüz nerede?

 

İK: Marx’ı dönemlere ayırma gibi anlayışları duyuyorum. Althusser başlattı bunu. Sizin gibi felsefeciler de bunu önemsiyor. Gerçi siz Marx’ta kopuş aramasanız da benzer bir anlayışa yakınsınız. Buradan bakılırsa Deniz ve Mahir’in çizgisinin esasen Marx’ın Birinci dönemine bağlandığını ileri süreceğim. Biz ise Birinci dönemi de kabul etmekle birlikte Marx’ın olgunluk döneminden hareket ettiğimizi düşünüyorum.

 

MA: Marx’ın olgunluk dönemine bağlanmanın hareketiniz için anlamı ne olmuştur?

 

İK: Son derece önemli farklar yarattı. Diğer devrimci arkadaşlar meseleyi, daha çok gençlik eylemleri olarak görürken ve devlet, ordu, bürokrasi ve aydınlar arasında organize olurken biz Marx’ın iktisadi metinlerinin gösterdiği yoldan ilerleyerek toprak işgalleri ve fabrika eylemlerine yönelmeyi tercih ettik. Bu yüzden de pasif bulunduğumuz ve devrimcilik önünde engel olduğumuz, amfileri düşmana bıraktığımız ileri sürüldü. Belki duymuşsunuzdur, devrimci bir toplantıda bir de yumruk yedim bu yüzden. Tabi diğer devrimciler de süreç içinde köylü ve işçi çalışmaları üzerine eğildiler.

 

Kemalizm ve Kürt Meselesi

 

MA: Kemalizm ve Kürt sorunu tartışmalarının da bu söylediklerinizle bağlantısı var mı?

 

İK: Olmaz mı, var elbette. Mahir çok okuyan ve entelektüel birisiydi. “Emperyalizm içsel olgudur” türünden kendine özgü teorileri vardı. Lenin’i, ezbere biliyor, yabancı yayınları da takip ediyordu diye hatırlıyorum. Oysa Lenin’in “Devlet ve Devrim” adlı kitabını iyi kavradığını düşünmüyorum. Bu yüzden de ulus devleti, aydınlanmacı eğilimler üzerinden okuyordu. Böyle bir okuma ise onun Kemalizm’den tamamen kopmasına engeldi ve Kürt ulusu üzerinde yoğun düşünmesi önünde de bir perde oluşturuyordu.

 

 

MA: Kemalizm ve Kürt sorununu diğer devrimci gruplardan daha gerçekçi tarzda açıkladığınıza göre siz Mahir’den de Deniz’den daha çok kitap okuyordunuz sanırım…

 

İK: Onlardan daha çok kitap okuduğumu sanmıyorum. Deniz ve Mahir kentli aile çocuklarıydı. İktisaden küçük burjuva aileler, nispeten aydın ve kamuyla bağlantısı olan kesimlerden geliyorlardı. Bu sınıfsal konumları, kesin iddiada bulunmasam da toplumu, tarihi ve devrimi anlamada, içinde yaşadığımız devleti, onun silahlı asker, polis ve ideolojik silahlarını anlama da farklar yaratmış olabilir.

 

MA: Bir cümleyle söylemek gerekirse, fark tam olarak neydi, kopuş hangi noktadaydı?

 

İK: Epistemolojik ve politik bir kopuş olduğu kesindi. Çünkü ben öncelikle komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarına karşı savaş açılmasını savundum. Bu, milliyetçi, dinci kisveye bürünmüş her türden liberalizme karşı savaş anlamına gelir, gelmiştir de.

 

MA: Tam anlaşılamadı, çok politik, propagandist bir yanıt oldu. Sizinle devrimciler arasındaki fark için biraz daha detay verebilir misiniz?

 

İK: Birçok reformist ve parlamenterist akım gibi devrimci arkadaşların “sol” diye düşündükleri Kemalizm’in askeri bir faşist diktatörlük olduğunu söyledim ben. Ayrıca yüz yıllık bu rejimin Türkiye ve Kürdistan emekçi sınıflarına ve Kürt ulusuna milli zulüm uyguladığını, onların bağımsız devlet kurma hakkını gasp ettiğini savundum. Ayrıca sermayenin bütün partilerinin de faşist karakterde olduğu iddiasında bulundum. Bunu yaparken “ilerici-gerici” ayrımı yapmaksınız tüm Kürt ayaklanmalarının meşru olduğunu da ileri sürdüm. Deniz ve Mahir’de bu konular çok genel ve gevşek biçimde yer almıştır. Hatta bildiğim kadarıyla Deniz’in bu konuları tahlil eden yazılı bir metni bile yok. Temel çelişki konusunda benzer düşünmüş olabiliriz ama ben ve biz ayrıca “baş çelişki”ye de vurgu yaptık.

 

MA: İyi de, ulusların kendi kaderini tayin hakkı olsun, Kürt halkının ezildiği, zulme uğradığı gibi meseleler olsun, Denizlerin ve Mahirlerin söylemlerinde de var.

 

İK: Şimdi biz bu röportajda işi, diğer devrimcilerle rekabete çevirmesek iyi olur. Yazdığım metinleri tekrar okursanız sevinirim. Diğer devrimciler de tabi Komintern’in faaliyetlerini biliyorlar. Onun 21 şartı var. Bunlardan birisi UKKTH. Bunu elbette Deniz de Mahir de bilir. Oysa ben ulusal sorun konusunda detay da veriyorum. Kürtler bu hakkı kullanmalıdır diyorum. Üstelik yalnızca Kürt halkına değil Kürt “Ulus”una vurgu yapıyorum. Kürtlerin ayrılma hakkı ile bu hakkın desteklenmesini ayırıp sorun yapıyorum. Böyle bir detay diğer devrimci arkadaşlarda yoktur.

 

 

MA: Günümüzde Kürtlerin size olan sempatisi buradan kaynaklanıyor galiba…

 

İK: Aslında bu sempati yeni değil. Çünkü bizim faaliyet alanımız büyük oranda şimdilerde Kuzey Kürdistan denilen coğrafyaydı. Güçlerimizin, kadro ve üyelerimizin bir kısmı zaten Kürt ulusuna, bazen de Alevi/Kızılbaş inancına mensup emekçilerden oluşuyordu. Zamanın ruhu (zeitgeist) değişti diyebiliriz. Şimdi bizim adımızla olmasa bile bölgedeki gelişmeler bizim ruhumuzun, bir başka formda görünüşe çıkması olarak değerlendirilebilir. Bütünlük dedik ya. Farklı ruhların birleşmesi diyebiliriz. Muzaffer bu birlikteliği Newroz romanının sonlarında Şivan adlı bir gerillaya da söylettiriyor.

 

Kitabi Olana Karşı Dünyevi Olan…

 

MA: Kitap düşkünü değilim dediniz ama kitaplara gönderme yapmayı ihmal etmiyorsunuz…

 

İK: ‘Kitap gereksizdir’ demek için akılsız olmak lazım. Öte yandan biliyoruz ki yaşam kitapta değil kitap yaşamda içkindir. Bunun bilinmesi gerekir. Yani kitap teoridir, bir de elinizdeki kitap devrimci içerikler taşıyorsa mesafe alacaksınız demektir. Çok okuyup az etkili olmak marifet değil. Marifet hep yapmak ama hep yanlış yapmak da değildir. Marifet doğruyu yapmaktır. Bunun için az okuyup çok etkili olmanın yolunu bulmak gerekir. Yani felsefecilerin anlayacağı dille söylersem, bilinenlerden hareket ederek bilinmeyenleri tespit etme yolunu bulmak gerekir. Çünkü sonuçta insan yaşamı, öznel zaman, kısadır. Yaşam derken de emekçi sınıfların ve proletaryanın yaşamını anlamak gerekiyor. Objektifi buraya çevirmek lazım.

 

MA: Yaşam karşısında kitabi olanı, teorik olanı küçümsüyorsunuz gibi bir izlenim edindim yine de…

 

İK: Haklı olabilirsiniz. Hayat mı, kitap mı derseniz, ben ilkinden yanayım. Çünkü öncesel olan sizin de bildiğiniz gibi hayattır. Kitap hayata ilişkindir, hayat kitaba ilişkin değildir. Yürürlükteki felsefe kitaplarını, hukuk kurallarını, ahlak kitaplarını, romanları, edebi metinleri ve bir dönemler benim de çok okuduğum ve yazdığım şiirleri düşünelim. Bunlar bugünkü uygarlığın ürünüdür, sonucudur. Bu dünya değişirse, değiştirilirse saydıklarımın tümü kağıt yığınına dönüşür.

 

MA: Düşün, bilim ve sanat tarihindeki gelişmeler sizin bu yaklaşımlarınızı yanlışlıyor. Aristoteles, Descartes, Kant ve Hegel gibi büyük düşünürler halen günceldir.

 

İK: Derdim sizinle didişmek değil sevgili Akkaya. Ben kitabı savunan birisiyim. Fakat bu uygarlığın ürünü olan kitabın paçavraya dönüşeceğini düşünüyorum. Yani uygarlık değişince onun ürünleri de, sosyal bilinç formları da değişir. Felsefi, bilimsel, hukuki, etik ve estetik değerler eski dünya ve uygarlıkla birlikte tarihe karışır, antika olur. Aristoteles, Kant, Hegel ve hatta Marx halen etkiliyse on bin yıl önce kurulduğu düşünülen sınıflı toplum uygarlıkları değişmediği içindir. İzliyorum, siz de on tane felsefe kitabı yazdınız. Bunların da diğerleri gibi kağıt yığınına dönmeyeceğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Zira emekçi sınıflar, aydınlar, kadınlar ve ezilenler tarafından kurulacak olan yenidünyada, sınıflı uygarlığın değerleri yerlerini yeni değerlere bırakacaktır.

 

 

Düşünsel Kaynaklar mı, Devrimci Kaynaklar mı?

 

MA: Röportajın sonuna geliyoruz. Sizi 71 devrimcilerinden farklı bir yere konulmanızı sağlayan düşünsel kaynaklar nelerdir?

 

İK: Düşünsel kaynaklar yerine devrimci kaynaklar demeyi tercih ederim. Çağdaş dönem kaynaklarına Marx, Lenin ve Mao gibi isimlere işaret etmiştim. Benimki biraz geleneksel değerlere yönelme biçiminde de oldu. Halk kaynaklarına, mesela Dersim katliamı gibi hadiselere yöneldim. Dünyada kalsaydım, belki Şeyh Bedreddin’e dek gerilere giderek kendime politik ve ideolojik akrabalar, ittifaklar arama yolunu izleyecektim. Biliyorsunuz bu kadar gerilere gitmek için Marx’ın ömrü de kısa kaldı. Bedreddin ve İbn Haldun gibi kaynaklara ulaşamadı. Engels kısmen de olsa köylü ayaklanmalarını canlı tuttu ve teoriye ekledi.

 

MA: Demin ileri gitmeye vurgu yapıyordunuz şimdi geriye gitmenin propagandasını yapmaktasınız. Tutarsızlık denir buna. Filozoflar, geriye giden geleceği ve gideceği yeri unutur diyorlar.

 

İK: İyi de diyalektik diye bir anlayış var. Her şey Leibniz’in monadı gibidir geçmiş, şimdi ve geleceği içinde barındırır. Ben hep tek taraflı görüşlere karşı çıktım. Size tutarsız görünen bu düşünce diyalektik felsefelerde pozitif bir durumdur. Çelişkili konuşmak da iyidir. Gerçek olan budur. Bilmeniz gerekir. Mao diyalektiği çelişki ilkesine indirdi.

 

MA: Modern proletaryayı bırakıp, köylülerle ittifak etmek, yetmezmiş gibi köylüleri önder güç olarak görmek ne kadar gerçekçidir ki?

 

İK: Köylüler için önder güç değil de temel güç terimini kullanmıştım. İsterseniz başka bir zaman bu konuları daha geniş tartışırız. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim. Lenin’in çağı Marx’ın döneminden farklıydı: Emperyalizm koşullarında devrimin merkezi Doğu’ya kaymıştı ve devrimin, en zayıf halkadan kırılması gerektiği görüşü baskındı. Bence doğruydu. Çünkü bu tezi, önce Rusya ve sonra Çin devrimleri bir bakıma kanıtlamıştı. Bu anlayış Batı’da devrim olmayacağı anlamına gelmez kuşkusuz.

 

Somut durum buydu ve kısmen Rusya’da olmak üzere Çin, Türkiye ve Kürdistan coğrafyalarında devrimin temel güçlerini köylülerin oluşturacağı yönünde düşüncelerin ortaya çıkmasına yol açtı ve bu tez Çin örneğinde doğrulandı. En azından ben ve bir grup arkadaşım meseleyi böyle anladık. Bu yüzden de Türkiye’nin kentlerini tali kırlarını ise esas alan olarak belirledik. Bazı görüşlerim güncelliğini yitirmiş olsa da, bugün Kürdistan’daki devrimci oluşumlar bizim bu temel tezlerimizi doğrulamış durumdadır.

 

MA: Köylü sosyalizmiyle mi Kürdistan’a ve dünyaya özgürlük gelecek? Tüm köylü sosyalizmleri ütopyaydı, yenildiler…

 

İK: Bir hareketin yenilmesi, yanlışlığının kanıtı değildir. Böyle anlamaya Marksizm değil pozitivizm denilir. Ayrıca ben köylü sosyalizmini değil komünizmi savundum bir kere. Çarpıtmayın ve küçümsemeyin lütfen. Öte yandan modern dönem sosyalist deneyimleri de yenildi. Modern revizyonizm de yenildi. Geriye dönüş oldu. Ben sınıflı toplumun olduğu her zaman diliminde komünizm mücadelesi verileceğine ve eşitlikçi yönetimler kurulacağına inandım, bu konuda görüşlerim halen değişmiş değil.

 

MA: Dersim’i merkez almak, sırtınızı köylülere dayamanız, ne bileyim, sorgulanması gerekir…

 

İK: Sorgulamaya bir itirazım yok. Ama ben, devrimin merkezinin zayıf halkalara kayması Leninist ve Maoist tezinden hareketle yalnız Dersim’e değil toprak sorununun baskın olduğu tüm Kuzey Kürdistan’ı işaret ettim. Şimdilerde devrimin merkezinin Ortadoğu’ya kayıyor olduğunu da dikkate almak gerekiyor. Nubar Ozanyan’ı bu bağlamda anmak isterim. Yine de devrim deyince benim için kent-kır diyalektiği, doğu-batı ilişkisi ve Türkiye-Kürdistan sentezi son derece önemli konulardır. Türkiye devriminin sınırları düşündüğümüzden çok daha genişlemiştir. Anadolu-Mezopotamya birleşik devriminden bile söz edilebilir.

 

MA: Devrimin ittifaklarında da bir genişleme var mı?

 

İK: Olmaz mı? Türkiye (Anadolu) devriminin yalnızca sınırları değil ittifaklarının da genişlediğini düşünüyorum: Çevre hareketi, kadın, kır yoksulları, ezilen inanç (Alevi/Kızılbaş vs.) toplulukları, milli zulme maruz kalanlar (Kürt, Arap, Ermeni, Zaza, Süryani, Çerkes vs.), ezilen cinsler (lgbt), aydınlar, gençler vs. Proletarya partisi, kendi bayrağına bu kesimlerin taleplerini de yazmak zorundadır. Aslında bu sınırların ne denli geniş olduğunu vakti zamanında Şeyh Bedreddin çizmişti. Onun önderlik ettiği devrimin bir ucu Babek topraklarında bir ucu Mezopotamya’da bir ucu da Anadolu ve Balkanlara dek uzanıyordu.

 

MA: Devrimin sınırları genişledi, ittifakları çoğaldı dediniz, devrimin adı, biçimi, içeriği de genişledi derseniz şaşmam. Değişik şeyler duyuyorum sizden. Değişim modasına siz de uymuşsunuz anlaşılan. Üstelik bir ölü olduğunuz halde.

 

İK: Değişme doğada, toplumda, duygu ve düşüncelerde kaçınılmaz olarak içkindir. Yaşam değişiyorsa, sosyal ve iktisadi sorunlar artıyorsa devrimin teorisi ve pratiği de değişir, genişler. Yani devrimin ontolojisi dönüşürse epistemolojisi, “ben eskisi gibi kalacağım” diyemez. Bu, yalnız bizim devrimimiz için değil evrensel manada da böyledir. Beni ölü olarak görmeniz de garibime gitti. Kimse ölmüyor, yok olmuyor sayın Akkaya. Bunu bilim de filozoflar da söyler. Siz “yaşayanları ölüler yönetir” biçiminde bir ifade yazmıştınız. Marx da söyler: Geçmiş üzerimize kabus gibi çöker. Yani ölü, ölü değildir; geçmiş de geçmişten ibaret değildir. Diyeceksiniz ki Mao, “ölüler hata yapmaz” demiştir. Mao benim büyük öğretmenimdir. Bunu ayrıca belirteyim. Ama bana sorarsanız, felsefenin sınırlarını genişleterek söylüyorum, ölüler doğru da yapar, hata da yaparlar. Bu yüzden ölü ve diri diyalektiğine vurgu yapmak isterim.

 

 

MA: Devrimin teorisi, sınırları ittifaklarının genişlediğini düşündüğünüze göre bunun Kürt hareketine de yansımış olması gerekir.

 

İK: Elbette… Burada Kürt hareketi sürecin nesnesi değil bizatihi öznesi durumunda. Terminoloji, jargon ve kavram değişikliğinden de belli oluyor bu durum. Kürt Ulusal Hareketi, yerini Kürt Özgürlük Hareketi’ne bırakmış durumda. Çünkü ulusal talepler yanında sınıfsal talepler de belirleyici oluyor. Dolayısıyla Kürt hareketi de teorisini, amaçlarını ve “sınırlarını” genişletme eğilimi taşımaktadır. 2010’dan beri Türkiye sol hareketi ile ortak birliktelikler arama politikası da bu genişleme eğiliminin göstergesidir.

 

Ayrışma ve Birleşme Diyalektiği

 

MA: Son sorumu sorayım: Çok bölünen ve dağınık bir hareket bıraktınız…

 

İK: Feodalizmden kapitalizme evrilen bir toplumda bölünme doğaldır. Çünkü birden çok sınıf, tabaka ve toplumsal katman yer almaktadır. Bu bölünüp ayrışmaların, parçalanmaların iki çizgi mücadelesi ve yüz çiçek açsın perspektifinden ele alınmaları önemlidir. Yoksa ayrışma ve bölünme manasız değildir. Sınıflı toplumun yapısı gereğidir. Elbette suni ve sistemin müdahalesi ve yönlendirmesiyle olanları ayrı tutarak konuşuyorum. Elli yıllık bu süreçten sonra artık zamanın ruhu (zeitgeist) ülke koşularındaki ekonomik kültürel değişikliğe bağlı olarak değişmiştir. Nasrettin hoca gibi “sözümüzden dönmeyelim” diye “eskiden ne söylediysek geçerlidir” diyemeyiz. Zaten birleşme söylemlerinin son süreçte fazlaca gündeme geldiğini de sıklıkla duyuyorum… Önümüzdeki zamanda ayrışma döneminden arınma ve birleşme dönemine doğru bir yönelim olacağını tahmin ediyorum…

 

MA: Birkaç grubun bir araya gelmesini abratıyorsunuz, bu coğrafya pek çok birlik gördü. Dağılır gider.

 

İK: Ben de sizin değerlendirmenizi abartılı buluyorum. Dağılsa bile düşünülmesinin ve denenmesinin de devrime değer katacağını varsaymalıyız. Eskiden olmadı şimdi de olmaz demek kaba bir endüksiyon yapmaktır. Devrimin, tecrübe ettiğine inanmak gerekiyor. Ben üstelik birliğe ilişkin duygu ve düşüncelerin evrensel planda da gerçekleşeceğine inanıyorum. Zira emperyalizm, proletaryaya ve ezilen halklara karşı ittifak içindeyse devrimin güçlerinin de birleşmesi gerektiği kanaatindeyim. Sürecin böyle ilerleme ihtimalini görüyorum. Ayrıca enternasyonal bir yönelim söz konusudur. Devrimci Enternasyonal Hareket’in fonksiyonel olamayışı günümüzde büyük bir eksiklik ve kayıptır. Bu çerçevede de yeni gelişmeler beklemek lazım.

 

 

MA: Bitireyim diyorum ama söyledikleriniz yeni sorular sorma hakkı doğuruyor. Teori mi pratik mi, belirleyen hangisi?

 

İK: Belirleyen belirlenen tartışmasını felsefeye ve filozoflara bırakalım. Varlık mı düşünce mi, deseydiniz yanıt kolaydı. Varlık dünyası her şeyin anası ve temeli olur. Oysa teori-pratik meselesi kolay değil. Birbirinden ayrılmıyor ki, şu önceseldir diyelim. Ama bana kalırsa ikisi de varlık dünyasına tabi. Yine de devrimci denilen teorisyen, varlığı parçalayacak bunu yaparken de devrimci teoriyi varlık dünyasına dayatacak güçte, cesarette ve bilinçte olmalıdır. Biliyorum “bu imkansız, teori varlık koşullarından türüyor” diyeceksiniz. Felsefede böyle olabilir. Fakat devrimci teorinin gücü, pratiğe yön göstererek mevcut varlığı, dünyayı ve uygarlığı parçalayabilmesindedir.

 

MA: Çok iyimsersiniz, ülkede ve dünyada adeta yenilgi yılları yaşanmakta. Devrimci durum pek parlak değil…

 

İK: Demin de söyledim. Devrimci durumun objektif koşulları her daim mevcuttur.  Devrimin sübjektif koşullarını ise emekçi sınıflar ve onların çıkarını savunmaktan başka çıkarları olmayan komünistler yaratacaktır. Kapitalizmin yaygınlaşması, yeni olanaklar yaratıyor. Elli yıldır, devrim potansiyel bir güç biriktirdi. Bunun açığa çıkartılması lazım. Devrimin, çoğu zaman adresi ve tarihi belli olmuyor. Aktüel olana bakarak yanılmamak gerekir. Türkiye, Kürdistan yanında Asya’nın, Avrupa’nın ve Latin Amerika toplumlarının üzerinde komünizm hayaleti gezintisini sürdürmektedir. Üstelik her zamankinden daha da hissedilir bir biçimdedir.

 

MA: Bitiriyorum: İntihar ettiğiniz söylendi!

 

İK: Güldürmeyin adamı şimdi… O dünyada da bu dünyada da feodalizmin, kapitalizmin ve emperyalizmin kökünü kazımak istiyoruz. Tarihin ve gelişmelerin yönü eşitlikçi bir dünyaya ve özgür bir geleceğe doğrudur…Ser ve sır diyalektiğini daha sonra konuşuruz… Temasta ve diyalogda kalalım. Muzaffer’e selam söyleyin… Demirtaş’a ve bütün komünizm inşacılarına da…

 

MA: Siz de Ali Haydar’a selam söyleyin… Meral’e ve Barbara’ya, Deniz’e, Mahir’e, Mazlum’a ve bütün uçurum geyiklerine de… Zaman ayırdığınız için teşekkürler…

 

İK: Ben teşekkür ederim… Konuşma imkanı yarattığınız için… Görüşmek üzere…

 

*Bu röportaj bir kurgudur.

https://mehmetakkaya.org/2021/05/17/ibrahim-kaypakkaya-ile-roportaj/


2 Şubat 2024 Cuma

Marksizm Maskesine Gizlenmiş Düşman: Revizyonizm_Devrimci Demokrasi


 29 Ocak 2024

Revizyonizm enternasyonel proleter harekettin içinde burjuva bir etki olarak yirminci yüzyılın başında ortaya çıktı. Öz olarak Marksist görünüm altında Marksizmin çarpıtılması, yozlaştırılmasıdır. Revizyonizmin sözlük kökeni Latince re-videre’den gelir. Tekrar bakmak, yeniden gözden geçirmek anlamına gelir.

Marksizmin gözden geçirilmesi adı altında en temel ilkeleri çarpıtılır. Revizyonizm söz konusu olunca ilkin Bernstein akla gelir ama 1914 yılında Avrupa’da dönemin komünist partileri olan sosyal demokratlar Marksizmin karşısına geçen bu düşman akımın temsilcileri oldular.

Bernstein, Kautsky, Deng Xiaoping, Enver Hoca , Avro komünistler, post Marksistlere kadar içinde bulundukları döneme uygun Marksizmin ideolojik, siyasi temel prensiplerini değiştirmeye kalkışanlar aynı hamurdan yoğrulmuştur.

Bu kimin hangi sınıfın hamurudur derseniz; Burjuvazinin.

Revizyonist siyasi çizgi sosyalist sınıf hareketi içinden gelişen bir akım olarak Marksist-Leninist yada Marksist, Leninist, Maoist iddia, görüntü altında yürütülür ve devrim amacı unutturulur.

 Reformculuk, parlamentarizm, sosyal şovenizm biçimleriyle Marksizmin üstünde tepinilir.

 Sınıf savaşımını değil, sınıflar arasında uzlaşmayı esas alan revizyonizm sınıf hareketi içinde burjuvazinin eli ayağı kafasıdır ve karşı devrimci bir yönelimdir.

Avrupa sınıf hareketi içinde türemiştir ama orayla sınırlı kalmamış uluslararası nitelik almıştır.

 

Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) 20. Kongrede Marksizm, Leninizm silahını elinden attı.

 Stalin’e küfür, itibarsızlaştırma politikasını vitrine koydu. Bu çok sarsıcı, uluslararası etki bırakan ve tarihin akışına yön veren bir olay ve dönüştü.

Mao Zedung komünist ülkede ve komünist partisi içinden türeyen ve egemen olan burjuvaziyi gördü ve 1957-63 polemiklerinde bürokrat burjuvazinin revizyonist yönelimine karşı ideolojik mücadele yürüttü.  Fakat SBKP’nin enternasyonel kanıtlanmış saygınlığı, büyük prestiji ve komünizm cephesinin esas üssü olması itibarıyla diğer komünist partilerin doğru ve yanlışı birbirinden ayırmasını zorlaştırdı.

Bu durum Sovyetler’de Kuroşçov önderliğinde bürokrat burjuva modern revizyonistlerin saçmalıklarının görülmesini de engelledi.

 Mao Zedung’un güçlü ideolojik mücadele direncine rağmen revizyonizm salgını ÇKP’nide etkiledi. İç mücadele keskinleşti. Tarihin en büyük kitle eleştirisi Büyük Proleter Kültür Devrimi (BPKD) parti içindeki burjuvaziye karşı bir barikat ve duruştu.

 Fakat Mao Zedung’un ölümünden hemen sonra pusuda bekleyen Deng Xioping liderliğindeki revizyonistler tarafından bir çok önder kadro tutuklanmış, infaz edilmiş ve darbe tertibiyle, komplolarla ÇKP yönetimine egemen oldular. Revizyonizmi Marksizm-Leninizm olarak selamlayan partiler SBKP’yi takip ettiler.

 Mao Zedung’un M-L çizgisini takip eden Marksist-Leninist-Maoistler komünist devrimi yolundan saptıran SBKP’nin modern revizyonist karşı-devrimci burjuva çizgisine cepheden karşı durdular.

1957 sonrası SBKP’nin arkasına takılanlar tarihin yanlış tarafında yer aldılar, Marksizme düşman akıma karşı duran Marksist-Leninist-Maoistler ise tarihin doğru tarafında yer aldılar. Tarih bunu gösterdi. Keza Maoizme karşı cephe alan Enver Hocacı dogmatik revizyonist akımın da tarihin yanlış tarafında durdukları görüldü. Sosyalist ülkelerin yenilgisi dünya işçi sınıfı, emekçi halkları ve ezilen ulusları için büyük teorik ve pratik gerileme ve kayıp oldu. Buna rağmen her bir yerde devrimci sınıf mücadelesi evrensel zincirin birer halkaları şeklinde özgün şartları içinde sürdü, sürmektedir.

 

Sovyetler Birliği ülkeleri ve Çin’in yenilgisi Marksizm-Leninizm-Maoizm teorisinin yenilgisi değildi; olamazdı. Marksizm somut şartların somut tahliliydi ve sınıf bilinçli proletarya kendisine sağlanan bilim ile iktisadi ve toplumsal hal ve şartları somut olarak analiz ederek mücadelesini sürdürecektir. Marksizm evrenseldir, zafer kazanmış ülkelerin sınırlarına hapsedilemez.

Yada zafer kazanmış devrimin yenilgisiyle de Marksizme ömür biçilemez, “öldü” denilemez. Çünkü ölecek teori değildir; canlıdır. Aksine MLM her dönem nesnel şartlar üzerinde işçi sınıfının somut analize dayalı evrensel mücadele silahıdır. Yani, daima güncel, ezilen ve sömürülenlerin elinde, devrimci kitleler ile yaşayan bir silahtır. Uluslararası komünist hareketin gerilemesi ve zayıflığına bakarak sorunu MLM bilimde arayanlar ya materyalist düşünmüyorlar yada bilinçli olarak meseleyi çarpıtmaktadırlar.

 Ortası yoktur.

 

Revizyonist teorisyenler genelde eskiden Marks, Engels’in, günümüzde ise bununla birlikte Lenin, Stalin, Mao’nun sosyalizm ve kapitalizme, sınıf mücadelesine ilişkin kendi zamanlarındaki koşulların gerçekleşliğini ifade ettiler ama günümüzün gerçekleri çok farklı -sanki eskiye dönülsün diyenler varmış gibi- olduğunu belirterek Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao’nun temel tezleriyle bugüne cevap verilemeyeceğini çeşitli teorilerle ileri sürmektedirler.

Özünde Marksizmin temel tezleri tahrip edilme faaliyeti sürdürülür. Marksist görüntü altında Marksizmsiz bir Marksistlik. Sınıf mücadelesiz bir Marksizm yada iktidar hedefi gütmeyen ruhu ve iradesi alınmış bir Marksizm! Evet tüm bunların örnekleri mevcuttur.

 

Lenin’in tespiti ne kadar da isabetli. Demiştir ki, Marksizmin bilimsel teorik gücü düşmanlarını Marksizm maskesi altında saklanmaya zorlar.

Burjuvazinin safına geçen sosyal demokratlardan tutalım da, SBKP’nde devrime sırtını dönen bürokrat burjuva modern revizyonistlere, Deng Xioping, Enver Hoca takipçilerine kadar hepsi en tutarlı Marksizm uygulayıcıları olduklarının teorisini yaptılar ama kapitalist dünyaya teslim oldular.

 Komünizm teori ve pratiğini yozlaştırdılar, çarpıttılar, bilim adına çarpık, tutarsız düşünceler ileri sürdüler.

 

Yirminci kongrede 1956’da proletarya diktatörlüğünü reddedip Stalin yoldaşa karalama kampanyası başlatılmasıyla Sovyetlerde kapitalizmin restorasyonuna başlandı.

SBKP kongre kararında sınıf mücadelesinin ortadan kalkmasıyla birlikte proletarya diktatörlüğünün SSCB’de “aşıldığı”nı, sınıf devleti olmaktan çıktığı ve SSCB’nin “tüm halkın devleti” olduğu ve kulağa hoş gelen ifadeyle “her şey insan için” sloganıyla “komünizm inşasına” girişildiği ilan edilmişti. Peki ne oldu?. Sınıfların ortadan kalktığı belirtilmişti burjuvazi koltuğa oturdu.

 Bu revizyonist kırılma ile birlikte mezarı üstüne pislikler döküldü, onun şahsında komünizm, Marksizm teorisi ve pratiğine saldırının önü açıldı. Eş zamanlı olarak “komünizm inşasına girişildiği” zaman aralığında kapitalizmin inşasına girişildiğini tarih gösterdi. Revizyonizmin “proletarya diktatörlüğünü aşmak”la işe başlaması rastlantı değil, Marksizmin temel ilkelerinin reddi, sınıf savaşımının reddi ile ilgili bir pozisyon alıştır.

 

Modern revizyonizmin teorik muhtevası bu tarihi kırılmaya denk düşen ihtiyaçlara uygun dolduruldu. Büyük laflar edildi, gerçekler teoriye uyduruldu. Emek sermaye çelişkisi kapitalizmin sınırları içinde çözülebilir tezi hortlatıldı. İşçiler ve işverenler, sömürenler ile sömürülenlerin eşit haklara sahip ortaklar gibi -aynı gemideyiz hesabıyla- davranmalarının maddi temelinin oluştuğu bir kapitalizmden söz edildi. Bu durumda sınıf mücadelesi tezinin geçerli olamayacağı, kapitalist sistemlerde demokrasinin geliştiği, sosyalizm ile kapitalizm arasında ortaya çıkan yakınlaşma ile sosyalizm yolunda ilerlenildiği tezleri utanmazca, rezilce komünist kimlik altında savunuldu.

 Sınıflar arasında mücadele yerine sınıfların uzlaştığı politik, siyasi kültürün ortaya çıktığı ileri sürüldü. Gerçekte ise sınıfların uzlaştığı falan yoktu, kendileri emperyalist dünya burjuvazisinin safına geçmeye karar vermişlerdi ve maddi dayanaktan yoksun teoriyi de nesnel gerçeklerin yerine koymuşlardı. Burjuvazi dışarıda değil, komünist partinin içindeydi ve SBKP tarihi kırılmayla sosyal demokratlaşmıştı.

 

Kuroşçev liderliğinde işçi sınıfı partisinden “halk partisi”ne, proletarya diktatörlüğü devletinden “tüm halk devleti”ne geçişle “komünizmin inşa edileceği” müjdelenmişti. Fakat Marksizmin kızıl bayrağı yerlere atılmış, kapitalizmin lanetli bayrağı omuzlanmıştı, Eduard Bernstein, K. Kautsky ve devamcıları bilumum revizyonizmin sınıf işbirliği yoluna girilmişti.

İşçi sınıfı partisi olmanın tarihsel misyonu yadsındı ve zıddı olan burjuva sınıf partisine dönüştü ve cenazesi kaldırıldı. Tarih onların belirttiği şekilde akmıyor. Kapitalizmin belli başlı kaçınılmaz çelişkileri şiddetlenmiş muhtevasıyla sosyalizmin kaçınılmazlığını göstermeye devam ediyor.

 

Revizyonizm söz konusu olduğunda donuk bir teori olarak düşünülmemeli. Marksizm-Leninizm-Maoizm temel ilkelerini değiştirme çalışmaları çok yönlü sürmektedir. Çarpık fikirlerine hazır kılıf var ellerinde, değişen yeni ekonomik ve toplumsal şartlara ayak uydurmak, cevap olmak!

Yukarıda dikkat çektiğimiz reddiyeler ile “yenilikçilik” kılıfı ne kadar tanıdık değil mi?!

Maoist partide, Kaypakkaya güzergahında proletarya diktatörlüğünü reddedenlerde aynı kılıfı M-L-M ilkelerini çarpıtan teorilerin üzerine geçirmişlerdi. “Yeni şartlara ayak uydurmak”!

 

Şu gözden kaçırılmamalı, revizyonizm bir bütün olarak Marksizm teorisi ve pratiğini reddetmez. En önemli ilkelerini bozar, yozlaştırır, reddeder ve bunu yaparken kendisi Marksist iddiasını sürdürür.

Revizyonizmin tek biçimi yoktur, dönemin şartlarına, politik atmosferin içinde çıkan türlerine kendi özgünlükleri dikkate alınarak, ayrıştırılarak mücadele yürütülmesi gerekir. Örneğin, M-L iddialı olup Maoizme “modern revizyonizm” diyen revizyonizm türü olduğu gibi, M-L-M iddialı olup komünizm mücadelesinde temel proletarya diktatörlüğü ilkesini reddeden revizyonizm türü de var. Bu ve benzer çeşitlilik ayrıştırılarak ideolojik mücadele yürütülmeli.

 

Türkiye ve Kuzey Kürdistan sınıf hareketinde revizyonist teori ve pratiklerin çeşitli örnekleri mevcuttur. Maoist parti zararlı akımlara karşı ideolojik mücadele yürütmenin stratejik görev olduğu bilinciyle hareket eder. Güncel olarak tasfiyecilik devrimci hareketi kemirmektedir.

Reformizm ise hâlâ devrim hareketi için baş tehlikedir. Parlamentarist, pasifist, legalist zeminde söylemde devrimci gerçekte devrimci sınıf savaşımı yerine reformculuğun konulması, keza sınıf bilinci, mücadelesi ve kurtuluş gayesini bir kenara atan ve ekonomik taleplerle sınırlı istekleri öne alan ekonomizm, proletarya enternasyonalizm ilkesini çiğneyip “kendi” burjuvazisi safına kayarak proletaryanın uluslar ötesi enternasyonel evrensel kardeşliği ve sınıf birliğini ihmal eden, yozlaştıran sosyal şovenizm, sınıf mücadelesi komünist partinin sosyalist devrimde önderlik rolü, işçi sınıfı demokrasisi ve sınıf egemenliği anlamına gelen proletarya diktatörlüğünü, işçi sınıfının biricik devrimci sınıf olarak tarihsel rolünü reddeden teorik ve siyasi yönelimler birer revizyonizm örnekleridir.

 Keza toplumsal koşulların diyalektik materyalist felsefi bakışla analiz edilmesi yerine felsefi idealizm, olguların yerine fikirleri koyan öznelcilik M-L-M teori kavram tespit ve görüşler yerine burjuva fikir ve kategorilerin konulması; başta Stalin, Mao Zedung olmak üzere kimi olaylar tarihi nesnel bağlamından koparılarak sahte, ikiyüzlü burjuva ahlak ölçüleriyle komünist önderlerin karalanması, bunun üzerinden subjektif tek yanlı biçimde sosyalizm olumsuzlanması, proletaryanın büyük önderlerinin karşı karşıya konulması; birbirinin devamı ve somut koşullara dayanarak devrim hareketiyle gelişen proleter devrim teorisi ve pratiğinin M-L-M’in bütünlüğünün yadsınması, kimilerin Mao’nun kimilerinin ise Stalin’in Marksizme katkılarını reddetmesi gibi, kimilerin ise gelinen aşamada Marksizmsiz komünizm/komünistlik yapma iddiaları gibi çok çeşitli revizyonizm türü mevcuttur.

 

Marksizm-Leninizm-Maoizm’den sapılması kaçınılmaz olarak revizyonizme yakınlaştırır ve bu tasfiyeciliğinde kaynağıdır. Bize gerekli olan revizyonizm değil, Marksizmi uygulamaktır.

Toplumsal değişimleri gözden kaçırmadan analiz ederek çıkan sonuçların gösterdiği yönde -ki Maoist parti teorisini olguların tahliline dayandırarak yönünü belirlemiştir- sınıf mücadelesinin geliştirilmesi Maoist komünistlerin görevidir.

https://www.devrimcidemokrasi3.org/marksizm-maskesine-gizlenmis-dusman-revizyonizm/

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)