
TÜRKLER SÖZ VERİR DE TUTMAZ (MI?)
Başak Demirtaş, DEM Parti adına İstanbul Belediye
Başkanlığı'na adaylığını açıkladığından beri, medyada DEM Parti ile AKP
arasında bir pazarlık olduğu iddiası giderek daha çok dillendiriliyor. Ben bu
tartışmaya girmeyeceğim sadece İttihatçıların (İTC) ve Kemalistlerin siyasi
rakiplerine verdikleri ve tutmadıkları sözleri hatırlatmakla yetineceğim.
Kanımca bu tarihçe, Türk milliyetçileri için olduğu kadar, rakip milliyetçiler
(Osmanlı döneminde Arap, Rum ve Ermeni vb. milliyetçileri, günümüzde özellikle Kürt
milliyetçileri) için de önemli dersler içeriyor.
1. ARAPLAR
Frenkler mi Osmanlılar mı?
Jön Türklerin 1890 tarihli Paris toplantısında Mizancı
Murad, Arap katılımcılara bir Arap devleti kurma niyetlerinin olup olmadığını
sorduğunda, Meclis-i Mebusan üyesi Beyrutlu Marunî Halil Ganem şöyle demişti:
“Biz Araplar biliyoruz ki, eğer Frenkler ülkemize girerlerse, birkaç yıl içinde
topraklarımız onların eline geçecektir ve ülkeyi diledikleri gibi
yöneteceklerdir. Türklere gelince, onlar bizim dinimize inanırlar ve
âdetlerimizi bilirler. Dört yüz yıllık yönetimleri boyunca bir santimetre
mülkümüzü dahi almamışlardır. Arap aydınlarının ve ileri gelenlerinin
ümmetlerinin Osmanlı çıkarları çerçevesinde yaşamasından başka bir isteği
yoktur.”
Nitekim 1908’de Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edilmesinden
sonraki ilk seçimlerde meclise giren 240 veya 288 mebusun 50 veya 67’si
Arap’tı. Buna karşılık, Aralık 1908'de Paris'te kendilerine Suriye Merkez
Komitesi adını veren grup tarafından yayınlanan beyannamedeki en aşırı talep
olan Arap vilayetlerine bir çeşit özerk statü tanınması fikri İstanbul’da
Meclis-i Mebusan’daki Arap mebuslar arasında infial yaratmıştı. Hatta
deklarasyonu kaleme alan Raşid Mutran'ın ailesinden dahi bu girişimi
lanetleyenler olmuştu.
Türk-Arap monarşisi
Abdülhamid’in 31 Mart Olayı bahane edilerek 1909’da tahttan
indirilmesinden sonra iktidara yerleşmeye başlayan İttihat ve Terakkicilerin
reformları yerleştirmek amacıyla merkezi otoriteyi güçlendirmek için attığı
adımlar bu olumlu süreci tersine çevirdi. Özellikle İttihatçıların Suriye’deki
idari makamlara kendi adamlarını yerleştirmeleri ve buradaki okullarda,
mahkemelerde ve idari birimlerde Türkçe kullanımını mecburi hale getirmeleri
muhalefetin ‘Arapçılık’ hareketi etrafında toplanmasına neden oldu. Ancak bu
dönemde bile Araplar arasında Osmanlı Devleti’ne karşı takınılacak tutumda
netlik yoktu.
Örneğin 1909 yılında Paris’te kurulan El
Cemiyyeti’l-Arabiyyeti’l-fetat (Genç Arap Cemiyeti) Arapları hem Osmanlı’nın
hem de yabancıların egemenliğinden kurtarmak gibi radikal bir hedefe sahipken,
el-Kahtaniyye (Arapların ilk atası sayılan ‘Kahtan’ın oğulları’) adlı gizli
örgüt, Osmanlı Devleti’ni Avusturya-Macaristan örneğindeki gibi ikili bir
monarşi haline getirmeyi hedefliyordu.
İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ın Arap üyeleri ise
Filistin'e Yahudi göçü gibi önemli bir konuda ya da Fırat üzerinde İngiliz
Lynch şirketinin vapur işletmesi gibi ikincil konularda hala milliyetçilikten
uzak bir tavır sergiliyorlardı. Ancak 1911 Trablusgarp ve 1912-1913 Balkan
Savaşları (daha doğrusu hezimetleri) sonrasında Osmanlı İmparatorluğu, Araplar
için güvenli bir şemsiye olma niteliğini yitirince Araplar kendilerine yeni bir
yol çizmek zorunda kaldılar.
1913 Arap Kongresi
Osmanlıcı ancak adem-i merkeziyetçi (Prens Sabahattinci)
Araplar bu amaçla 18-24 Haziran 1913’te Paris’te bir ‘Arap Kongresi’
topladılar. (Paris daha önce İttihatçılar ve Kürt milliyetçileri için olduğu
gibi Arap milliyetçilerinin de ‘başkenti’ idi.) Kongreden bir hafta önce Gürcü
kökenli, Bağdat doğumlu Sadrazam Mahmud Şevket Paşa şüpheli bir suikasta kurban
gitmişti, dolayısıyla siyasi ortam gergindi. İTC ve farklı görüşlerdeki Arap
gruplar uzun süre kongreyi engellemeye çalıştılar. İTC bunu başaramayınca
cemiyetin umumi kâtibi Mithat Şükrü (Bleda) ile birkaç kişiden oluşan bir
heyeti Paris’e gönderdi. Kongrenin Hıristiyan Araplardan oluşan delegeleri
İTC’ye güvenilmeyeceğini söyleyerek görüşmelere katılmadılar. Uzun
tartışmalardan sonra taraflar (İTC ve Müslüman Araplar) bir anlaşma sağladılar.
Kongre Heyeti Başkanı sıfatıyla Abdülkerim el-Halil ile İTC adına Dâhiliye
Nazırı Talat Bey tarafından imzalanan anlaşmanın önemli maddeleri arasında,
Arap vilayetlerinde resmi işlemlerin Arapça yapılması, ilk ve ortaöğretimin
Arapça yapılması, yüksek öğrenimin bölgedeki çoğunluğun dilinde yapılması,
ortaöğretimde Türkçenin zorunlu ders olması, vali dışındaki tüm devlet
görevlilerinin Arapça bilmesi, askerlerin memleketlerine yakın yerlerde
askerlik yapması, vilayetlerde yerel meclislerin kararlarının geçerli olması,
Osmanlı Devleti’nin her hükümetinde en az üç bakanlığın Araplara verilmesi,
idari, adli ve ilmi sınıflarda Arap görevlilere yer verilmesi vardı.
Cemal Paşa’nın işleri
İttihatçıların Arapların tüm isteklerini kabul etmelerinin
nedeni kısa sürede anlaşıldı. İttihatçılar Araplara verdikleri sözleri
tutmayacaklardı. Nitekim Kongre Başkanı Abdülhamit Zöhravi, Ayan Meclisi
üyeliğine atandığı halde antlaşmanın diğer koşulları uygulanmadı. Dahası önemli
Arap liderlerinden Aziz Ali Mısri, İstanbul gizli polisi tarafından 9 Şubat
1914 günü Tokatlıyan Oteli’nde tutuklandı ve kısa bir yargılamadan sonra idama
mahkûm edildi. Gerçi daha sonra İngilizlerin araya girmesiyle idam cezası affedildi
ancak bu olay, Arap milliyetçilerinin gözünde İttihatçıların tüm itibarını
kaybetmesine neden oldu. İttihatçılar bununla da kalmadılar, bölgeye Cemal
Paşa’yı atadılar. Cemal Paşa’nın Suriye ve Lübnan’da izlediği gaddar
politikalar Arap milliyetçiliğini ayrılıkçı çizgiye hızla taşıdı. Haziran
1916’da Mekke Şerifi Hüseyin’in kendi adına çıkardığı bir fetva ile başlayan
sözde ‘Arap İsyanı’, Türk tarih yazımında “Arapların Türkleri arkadan
hançerlemesi” olarak anılacaktı. Savaşın sonunda ortaya çıkan tablonun ne Arap
milliyetçilerini ne de Türk milliyetçilerini memnun etmediğini herhalde
belirtmeye gerek yok.
2. ERMENİLER
İttihatçı-Taşnak ittifakı ve hazin sonu
Aynı dönemde, benzer bir süreç Türk-Ermeni ilişkilerinde de
yaşanmıştı. 27 Eylül 1907’de Jöntürk hareketinin Selanik ve Paris kolları
Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında birleştiğinde hareketin
önündeki en önemli sorun hareketi Anadolu’da yayacak bir teşkilata ve etkinliğe
sahip olmamaktı. İşte bu eksiklik 27-29 Aralık 1907’de Paris’te yapılan
kongrede Haçadur Malumyan (nam-ı diğer Agnuni), Prens Sabahaddin ve Ahmet
Rıza’nın başkanlık yaptığı üç oturumda kurulan ittifakla doldurulmuştu.
23 Temmuz 1908’de II. Abdülhamit’in Meşrutiyet’i ikinci kez
ilan etmesini sağladıktan sonra Talat,
Nazım ve Bahaddin Şakir daha önce alınmış kongre kararlarına bağlılıklarını
teyid etmişler, sadece Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden vazgeçtiklerini
söylemişlerdi.
Bu geri adıma ses çıkarmayan Taşnaksutyun’un İTC’ye ilettiği
3 Ağustos 1908 tarihli talepler listesinde Ermeni vilayetlerinde serbest
dolaşıma izin verilmesi, 1895-1908 arasında Ermeniler aleyhine çıkarılan bütün
kararnamelerin geri çekilmesi, Ermeni siyasi tutukluların salınması,
sürgünlerin ve göçmenlerin evlerine dönmesine izin verilmesi vardı.
Bu tekliflerin hemen hepsi kabul edildi. 1908 Eylül’ünde
Hamidiye Alayları‘nın dağıtılması kararı alındı, 1909 Kasımında Hamidiyeci Kör
Hüseyin Paşa tutuklandı ve elinden alınan bütün toprakları yasal sahipleri olan
Ermenilere iade edildi. Ortaya çıkan olumlu havada Balkanlar, Kafkasya ve
ABD’de yaşayan 50 bin kadar Ermeni geri döndü. Hayvan sayısı ve rekolte arttı.
Kısacası ülkede bir umut, bir mutluluk havası egemendi.
Çoğulcu meclis
30 yıl aradan sonra 17 Aralık 1908’de açılan Meclis-i
Mebusan‘da 147 Türk, 60 Arap, 27 Arnavut, 26 Rum, 14 Ermeni, 10 Slav ve 4
Yahudi mebus yer aldı. Partilere göre dağılım ise 160 İttihatçı, 20-25 Ahrarcı,
4 Taşnak, 1 Hınçak, 2 Bulgar devrimci, 1 Bulgar Sosyal Demokrat ve 70 bağımsız
şeklindeydi. Kısacası Osmanlı Devleti’nin çok kültürlü yapısını tam anlamıyla
yansıtmasa da gayet çoğulcu bir meclis oluşmuştu. Ancak bu mutlu dönem çok uzun
sürmedi. İstanbul’da yaşanan 31 Mart Olayı ve bununla eş zamanlı olarak
Adana’da yaşanan (tarafların değişik adlandırmalarıyla) Adana
İğtişaşı/Faciası/Katliamı sırasında 20 bin civarında Ermeni’nin öldürülmesinden
sonra İttihatçı-Taşnak ittifakında ilk çatlak oluştu.
Trablusgarp hezimetinin gölgesinde, 29 Eylül -9 Ekim 1911
tarihlerinde Selanik’te toplanan İTC’nin IV. Kongresi’de ‘Türkçülük’ doktrinini
kabul edildikten sonra adında ‘Türk’ terimi bulunan çeşitli cemiyetler kuruldu,
Arap eyaletlerinde, Kırım, Kafkasya ve Orta Asya’da Türkçülük propagandasına
hız verildi. Türk tarafı 1908 ruhuna bir kez daha ihanet ederken Hınçak
Partisi, 1912 yılının başında kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası (HİF) ile;
Taşnaksutyun ise İTC ile ittifaka devam ediyordu. İttihatçılar 1912 seçimlerinde,
Taşnaksutyun’a 20 mebusluk vaad etmişlerdi ancak seçimi kazanacaklarını anlar
anlamaz sözlerinden caydılar ve mebus sayısını dokuza düşürdüler. Üstelik de
bunları kendileri tayin edeceklerdi. Halbuki daha önceden parlamentoda 14
Ermeni mebus vardı. Böylece İttihatçıların muhaliflere uyguladığı şiddet
yüzünden tarihe Sopalı Seçimler olarak geçen 1912 seçimlerinden sonra İTC
iktidara iyice yerleşirken, Ermeni milliyetçileri yeni düzende kendilerine yer
olmadığını kavramaya başlamışlardı.
Son temaslar ve kopuş
Taraflar arasındaki son temaslar, 1878 Berlin Antlaşması’nın
şartı olduğu halde tam 36 yıldır yapılmayan Ermeni Reformları konusunda oldu.
İttihatçılar, Ermenilerden Batılı devletlerin bu konudaki müdahalelerine karşı
çıkmalarını istiyorlardı. Taşnaklar ise Müslümanlarla tam hak eşitliği, Ermeni
vilayetlerine daha önceden kararlaştırıldığı gibi Avrupalı görevlilerin
atanması, bu vilayetlerdeki jandarma güçlerinin yüzde 50‘sinin Ermeni olması
gibi taleplerinde direniyorlardı. Hınçaklar ve Patriklik ise bu pazarlıkları
hoşnutsuzlukla izliyordu.
İttihatçılar 1914 seçimlerinde, yarısını kendileri seçmek
koşuluyla Taşnaklara 16 Ermeni mebus sözü verdi. Ayrıca bir Ermeni mebus Meclis-i Mebusan’ın başkan
yardımcılığına getirilecekti. Tam işler yoluna girmiş görünüyordu ki, Birinci
Dünya Savaşı patladı. İttihatçıların Almanya ile 2 Ağustos 1914’te gizli bir
antlaşma imzaladığı günlerde Erzurum’da Taşnaksutyun’un VIII. Kongresi
toplandı. İTC’yi temsilen Bahaeddin Şakir, Ömer Naci ve Hilmi Bey’den oluşan üç
kişilik bir heyet Erzurum’a geldi. Heyet Ermenilerin Kafkaslarda Rusya’ya karşı
bir ayaklanma çıkarmaları karşılığında Kafkasları paylaşmayı öneriyordu.
Taşnaklar, hem uluslararası ortamı kendi lehlerine gördüklerinden, hem de
geçmiş tecrübelerinden dolayı, İttihatçıların bu teklifine olumlu cevap vermediler.
İttihatçıların intikamı acı oldu. 1915 yılının ilkbaharında başlayan ve 1917
yılının sonbaharında biten Ermeni Tehciri/Katliamı/Soykırımı sonucu ortaya
çıkan tablo Türk milliyetçilerini memnun ettiyse (hatta hala memnun etmeye
devam ediyorsa da) Ermeni halkının ödediği bedeli düşününce, Ermeni
milliyetçilerinin mutlu olduğunu sanmıyorum.
3. KÜRTLER
Kemalistlerin Kürtleri kandırması
Abdülhamit’in Hamidiye Alayları, Aşiret Mektepleri, unvanlar
vb. ile merkeze bağladığı Kürtler, Birinci Dünya Savaşı’nda Türkçü tasfiye
politikaların hedefi olmadılar çünkü savaşta onlara ihtiyaç vardı. Kemalistler
Milli Mücadele yıllarında Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurulmasından
endişe eden Kürtleri çeşitli vaadlerle yedeklerine almayı başardılar. Ama bu
vaatlerini hiç bir zaman yerine getirmediler. Daha önce defalarca yazdım ama
onları okumayanlara satır başlarıyla hatırlatırsam, 23 Temmuz-7 Ağustos 1919’da
toplanan Erzurum Kongresi’nin sonuç beyannamesinde ABD Başkanı W. Wilson’un
‘milletlerin kendi kaderini tayin hakkı’ prensibinin geçerliliği vurgulanarak,
konunun toplanacak ‘milli meclis’te ele alınacağı vaat edilmiş, deyim
yerindeyse Kürtlere ‘havuç’ uzatılmıştı. Ancak, 4-11 Eylül 1919 tarihlerinde
toplanan Sivas Kongresi’nde Wilson’dan ve “kendi kaderini tayin hakkından” söz
edilmemişti bile.
20-23 Ekim 1919 tarihlerinde İstanbul adına Bahriye Nazırı
Salih Paşa ve padişahın başyaveri Naci (Eldeniz) Paşa ile Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına Mustafa Kemal, Rauf (Orbay) ve Bekir Sami
(Kunduh) paşalar arasında Amasya’da imzalanan beş protokolden ikincisinde “Kürtlerin oturduğu arazi” den, “Kürtlerin
ırk hukuku”ndan söz edildiği halde, 23
Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi’nde bu konular görüşülmedi bile.
Kürtler de verilen sözlerin neden tutulmadığını sormadılar.
Anayasal kandırmaca
Ocak 1921’de kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na
(günümüzdeki adıyla 1921 Anayasası) 23 maddesinden ‘İdare’ başlığı altında
toplanan 12’si vilayet ve kazaların muhtariyetinin (bugünkü deyimle
özerkliğinin) nasıl hayata geçirileceğine ayrılmıştı. Bu maddelerde etnik
temele dayalı bir özerklikten söz edilmediği halde Kürt çevreleri epey
umutlandı.
1921’de Koçgiri Ayaklanması yüzünden sıkıntılı anlar yaşayan
Ankara, bölgeye gönderdiği Nasihat Heyeti sayesinde Dersimli liderlerin bir
bölümünü TBMM’ye katılmaya ikna etmiş, hatta bu kişilerin oturumlara “Kürt
milli giysileriyle katılmalarını” teşvik etmişti. Devletin teşvikiyle Kürt
milli giysilerini sırtına çekenlerden Hasan Hayri Bey, devlete güvenmenin
bedelini ağır ödeyecek, 1925’de “Kürtçülük yapmak” suçundan (suçlamalar
arasında meclise Kürt giysileri ile gelmek de vardı) idam edilecekti.
El Cezire Komutanlığı’na talimat
“Kürtlere özerklik” konusunda TBMM zabıtlarına geçmiş tek
belge, Büyük Millet Meclisi Heyeti’nin El Cezire (Irak) Cephesi Kumandanlığı’na
27 Haziran 1921 tarihinde yazdığı talimattır. Oldukça uzun bu talimatın
Kürtlere özerklikle ilgili bölümlerinde “milletlerin kendi kaderlerini tayin
etme hakkı uyarınca” Kürdistan bölgesinde, doğrudan halkın oluşturacağı yerel
yönetimlerin kurulması konusunda El Cezire Komutanlığı yetkili kılınıyordu.
El Cezire’nin idaresi hakkında üç maddeye de yer verilen
talimatı Mustafa Kemal imzalamıştı. Gizli amaç bölgedeki huzursuzluğu fırsat
bilen Fransız ve İngilizlerin Kürt meselesine müdahil olmasını engellemek için
Kürtlere kademeli olarak özerklik tanınacağı izlenimini vermekti elbette, yoksa
tutulacak bir söz yoktu ortada.
TBMM’nin 10 Şubat 1922 tarihli oturumunda Kürtlere özerklik
veren 18 maddelik bir kanun teklifi verildiğine dair İngiliz belgesini
güvenilir bulmasam da, Mustafa Kemal’in 16/17 Ocak 1923 gecesi, İzmit Kasrı’na davet ettiği dönemin ünlü
gazetecilerine söylediği şu sözleri ciddiye almamak mümkün mü: “Dolayısıyla
başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu [1921
Anayasası] gereğince zaten bir tür yerel özerklikle oluşacaktır. O halde hangi livanın
halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir.”
Elbette Kürtlere uzatılan bu havucun nedenini artık iyi
biliyoruz: Lozan Barış Görüşmeleri’nde İngilizler Musul’un bir Arap şehri
olduğunu ileri sürerek Irak manda yönetimine bağlanmasını; Türk tarafı ise
Musul’un Kürt şehri olduğunu ve Türklerle Kürtlerin ‘etle tırnak gibi ayrılmaz’
unsurlar olduğunu söyleyerek Musul’un Türkiye’ye bağlanmasını istiyorlardı.
4 Kasım 1922 tarihinde TBMM’de Lozan Heyeti’nin yapacağı
işlerin görüşülmesi sırasında Dersim Milletvekili Diyap Ağa söz almış ve şöyle
demişti:
"Allah muinleri olsun. Hangisini münasip görmüş ise
öyle eylesin. Hamdolsun gidenler dinini, diyanetini bilir adamlardır. Heyet
içinde bulunanlar zannederim, kendi dinine, diyanetine hiyanet etmek istemez.
(Alkışlar) Hepimiz biriz. Ne Türk, ne Kürtlük davası vardır. Hep biriz,
kardeşiz. (Bravo sesleri, alkışlar) Bir kişinin beş on oğlu olur. Biri Hasan,
biri Ahmed, biri Hüseyin, biri Mehmed isimli olabilir. Fakat hep bir
insandırlar. Biz de öyleyiz. Yoksa ayrı, gayrimiz yoktur… "
Aynı oturumda söz alan Erzurum Milletvekili Süleyman Necati
(Güneri) ise şöyle diyecekti:
"Bendenizi buraya gönderenlerin büyük bir kısmı da Kürt
olduğundan burada o vatan kardeşlerimizin hissiyatına tercüman olmak üzere bu
kelime ile düşmanlarımızın ifade etmek istediği maksadı dilimin döndüğü kadar
arz edeceğim. (…) Kürtlerin tarihi daima Türklerle beraberdir. (“Şimdi de
öyledir” sedaları) Vaziyet-i içtimaya gelince: Kürt heyet-i içtimaiyesi
asırlardan beri İslamiyetten sonra gelen Türklerle o kadar karışmışlardır ki,
bugün ikiye tefrik edilen millet yine yek vücuttur. Bugün öyle bir Türk yoktur
ki, dayısı, damadı veyahut yeğeni Kürt olmasın. Ve öyle bir Kürt yoktur ki nun
damadı, yeğeni veyahut dayısı Türk olmasın. Binaenaleyh benim annem Kürt… Beni
annemden nasıl ayırırsınız? Ve anneannem nasıl olur da, Avrupalıların bir takım
entrikaları ve icat ettikleri bir takım efsanelerin arkasından
gider?…"
Ama en etkili konuşmayı Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey
yaptı:
"Avrupalılar diyorlar ki 'Türkiye’de yaşayan
ekalliyetlerin en büyüğü, en kesretlisi Kürtlerdir.' Bendeniz Kürdoğlu Kürdüm.
Binaenaleyh bir Kürt mebusu olmak sıfatıyla sizi temin ederim ki Kürtler hiçbir
şey istemiyorlar. Yalnız büyük ağabeyleri olan Türklerin saadet ve
selametlerini istiyorlar (alkışlar). Biz Kürtler vaktiyle Avrupa’nın Sevr
paçavrası ile verdiği bütün hakları, hukukları ayaklarımız altında çiğnedik ve
bütün manasiyle bize hak vermek isteyenlere iade ettik. Nasıl ki Elcezire Cephesi’nde
çarpıştık (alkışlar), nasıl ki Türklerle beraber kanımızı döktük, onlardan
ayrılmadık ve ayrılmak istemedik ve istemeyiz (alkışlar) binaenaleyh sözüme
hitam verirken heyet-i murahhasanızdan rica ederim ki, ekalliyetler mevzubahs
edildiği zaman Kürtlerin hiçbir mütalebesi (isteği) olmadığını ve Kürtlerin
kanaatine tercüman olarak buradan söylediklerimi söylesin ve iddia etsin.
Binaenaleyh tekrar rica ederim ki Suriye’de o mevhum Suriye’de terk ettiğimiz
hudutları kurtarsınlar. Bu memleketin, bu vatanın eczası, en mühim parçası olan
Kerkük’ü, Süleymaniye’yi, Musul’u unutmasınlar. ('Zaten orası bizimdir'
sesleri)…
İşte bu duygularla hareket eden Kürt mebuslar Lozan'a gidip
haklarını savunmayı elbette düşünmediler. Türkler de onları 36 kişilik heyete
koydukları “danışman” Diyarbakır Milletvekili Zülfü (Tigrel) Bey'le temsil
edildiklerine inandırdı. Halbuki Zülfü Bey TBMM’nin, Osmanlı Mebusan
Meclisi’nden devraldığı İttihatçı mebuslardandı, Kürt asıllıydı ama Kürt
toplumunu temsil eden biri değildi. Aksine Mustafa Kemal’in ve İsmet Bey'in en
yakın adamıydı. Zaten görüşmeler sırasında da bir odada "hasta numarası"
yapmıştı.
Sonuç ne oldu derseniz, Lozan Barış Antlaşması, Kürtlere
'Türklerle Kürtler etle tırnak gibidir' denilerek, gayrimüslimlere tanınan
azınlık hakları bile tanınmadan imzalandı, Türk devleti Musul konusunda
Kürtlere verdiği sözleri tutmadı, Musul’u dışarıda bırakan Lozan Barış
Antlaşması Kürt milletvekillerinin itirazına rağmen 24 Ağustos 1923’te TBMM’de
kabul edildi. 20 Nisan 1924 tarihinde kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu’nda 1921 Anayasası’nın özerklikle ilgili maddeleri yer almadığı gibi,
88. maddesinde ‘Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık
itibariyle Türk ıtlak (kabul) olunur” denilerek Kürt kimliği inkar edildi.
Diyarbakır’da Türk-Kürt Kongresi
Ama hala "havuç" politikasına ihtiyaç olmalı ki
İhsan Şerif Kaymaz’a göre, 1 Ağustos 1924 tarihinde Diyarbakır’da Türk-Kürt
Kongresi adıyla gizli ve gayri resmi bir toplantı yapılmıştı. Toplantıya
katılan Kürt delegelerinin talepleri arasında “1. Kürtlere sıkıntılarını
hafifletecek miktarda borç verilmesi, 2. Genel af ilan edilmesi, 3.
Kürdistan’dan beş yıl süreyle vergi ve asker alınmaması, 4. Şer’i mahkemelerin
yeniden kurulması, 5. El konulan silahların geri verilmesi, 6. Türk tarafının
uygun bulmadığı kişilerin Kürdistan’dan çıkarılması” konuları vardı. İngiliz
belgelerine göre benzer bir toplantı 4 Kasım 1924'te Cizre'de de yapıldı.
Karşılığında Kürtler Ankara’daki hükümete bağlı kalacaklar, Musul sorununda
Türkiye’ye destek olacaklardı. Türk tarafı bu taleplere ilke olarak evet
demekle birlikte bu toplantının somut bir meyvesi ortaya çıkmadı. ama ondan da
bir sonuç çıkmadı. Çünkü Türk tarafı Kürt nüfusunun yoğun olduğu Musul'u
dışarda bırakıp, içerde Türk ulus-devletinin kurulmasına ağırlık vermeye karar
vermişti.
Bu kopuşun ilk kötü meyvesi, 13 Şubat 1925’te patlak veren
Şeyh Said İsyanı olacak, bu isyanın arkası da gelecekti. 28/29 Haziran 1925
gecesi idam edilen Palulu Şeyh Said’in İstiklal Mahkemesi üyesi Ali Saip
(Ursavaş’a) “Hani doğruyu söylersem beni kurtaracaktın?” demesi ya da devletin
sözüne güvenerek teslim olan ancak 15 Kasım 1937’de altı arkadaşla Elazığ’da
idam edilen Dersim lideri Seyit Rıza’nın
“Ben sizin hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu, ama ben de sizin
önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun” sözleri devletimizin “sözünü
tutmama” tarihçesinin küçük ama anlamlı anekdotlarıdır.
Sözün özü, İttihatçılar Arap ve Ermeni (bu yazıda
değinmediğim Rum) milliyetçiliklerinin, en az Türk milliyetçiliğinin talepleri
kadar meşru taleplerine kulaklarını tıkayarak, Osmanlı Devleti‘nin
parçalanmasını hızlandırdılar. Ama daha kötüsü bizlere boğazına kadar kana
batmış bir toplum bıraktılar.
İttihatçıların devamı olan Kemalistler, gayrimüslimlerin
tasfiyesine devam ederken Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlere çeşitli sözler
verdiler ama hiçbirini tutmadılar ve ülkeyi patlamaya hazır barut fıçısına
çevirdiler.
Kemalist devlet geleneğine sadık kalan sağ muhafazakâr
iktidarlar ülkeyi kana çeviren son sürecin mimarı oldular. Ama buna rağmen
Türkler Kürtlere sözler vermeye ve bu sözleri tutmamaya devam ettiler. Kürtler
de nedense bu sözlere inanmaya ve her seferinde şaşırmaya devam ettiler.
Son zamanlarda AKP (+MHP'nin) İttihatçı-Kemalist geleneğin
en kötü yanlarını İslamcılıkla harman ettiği ve meşruiyetini bunlara dayandıran
militarist-mafyatik çetenin iç ve dış düşman retoriğinden vazgeçmesinin
varoluşsal çıkarlarıyla çeliştiği düşünülürse, "İslamcı Türklerin"
Kürtlere vereceği sözü bu kez de tutması bana mantıklı görünmüyor. Ama insan
denen varlık mucizelere inanma eğilimindedir. Demek ki hariçten ne desek boş.
Bekleyip sonucu birlikte göreceğiz.
Özet Kaynakça: Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı
İmparatorluğu’nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve (1908-1918), Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, 1998; Zekeriya Kurşun, Yol Ayrımında Türk Arap
İlişkileri, İrfan Yayınevi; Ali Bilgenoğlu, Osmanlı Devletinde Arap Milliyetçi
Cemiyetleri, YARMH Yayınları, 2007; Arsen Avagian; Arsen Avagyan ve Gaidz F.
Minassian, Ermeniler ve İttihat ve Terakki, Aras Yayıncılık, 2005;
İmparatorluğun Çöküş Dönemi'nde Osmanlı Ermenileri, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, 2005; (Kürtler için) Ayşe Hür, Milli Mücadele'nin Öteki Tarihi ve
Mustafa Kemal Atatürk Dönemi'nin Öteki Tarihi-I, II, III (Literatür Yayıncılık,
2018-2021)
Kitaba ilişkin Ferhat Ali tarafından yazılan önsözde şu bilgilere yer veriliyor:
“Kuşkusuz ki, bu çalışma 1918-1923 yıllarını kapsayan beş
yıllık dönemde, Marx ve Engels döneminden başlayarak 20. yüz yılın ilk
çeyreğinin sonuna dek olan süreçte yoğunlaşarak ‘ihanete uğrayan devrim’e
genişçe bir pencere açmayı amaçlıyor.
Katledilişinin 48. Yılında İbrahim Kaypakkaya ile Röportaj
Mehmet Akkaya (MA): Röportaj önerimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Zamanınızı fazla almamak için hemen soru ve konulara geçsem iyi olacak. Aramızdan ayrılalı çok zaman oldu… Dünyayı ve geride bıraktıklarınızı merak ediyor musunuz?
İbrahim Kaypakkaya (İK): Her zaman ve mekanın, her tarihsel
sürecin ve coğrafyanın kendisine göre dünyası ve o dünyaya özgü sorunları
oluyor. Burada (öte dünya) var olunca ister istemez insan teori ve eylemde
burada mevcut olanlara odaklanmış oluyor. Geride kalanlar biraz ikincil plana
düşüyor. İleriye bakmak daha önem kazanıyor. Tabii siz diyebilirsiniz ki,
evrensellik ve bütünsellik diye bir şey yok mu? Doğrudur, buradaki dünya da
sonuçta varlık dünyasının bir devamı. Yine de kendine özgü yanları ve farklılıkları
var.
MA: Siz kamuoyunda ve siyaset tarihinde tanınan birisiniz
ama yine de bilmeyenler vardır belki, kendinizi kısaca tanıtmanızı rica
edeceğim.
İK: 1948 Çorum-Sungurlu doğumluyum. Hasanoğlan Öğretmen
Okulu’nda okudum. Üniversite öğrenimimi, Çapa Yüksek Öğretmen Okulu ve İÜ Fen
Fakültesi-Fizik Bölümü’nde sürdürdüm. Politik görüşlerle bu süreçte tanıştım ve
kendimi sınıf mücadelesi içinde buldum. Marksizmi anlamaya çalışırken kendime
has görüşler de geliştirdim. Marksist-Leninist ve Maocu teoriye bağlı olarak
mücadele ederken Türk egemen sınıflarına esir düştüm. Yine aynı güçler
tarafından 18 Mayıs 1973’te Diyarbakır zindanlarında pek çok Kürt savaşçısı
gibi işkence edilerek katledildim.
MA: Yanlış anlamazsanız muhtarı soracağım. Yoksul bir köy
muhtarını öldürdüğünüz için üzgün müsünüz, pişmanlığınız var mı?
İK: Bence bu doğru bir soru değil. Resmi ideolojiyi
yansıtıyor. Çünkü ben herhangi bir muhtarı öldürmediğim gibi herhangi bir
köylüyü de öldürmüş değilim. Ben dünyayı değiştirme mücadelesi içinde olan
devrimcileri/komünistleri ihbar eden halk düşmanlarına karşı savaş açtım.
Dolayısıyla yoksul bir köy muhtarını öldürdüğümü anımsamıyorum. Bu yüzden
işkenceli sorgularımda da belirttiğim gibi üzgün de, pişman da değilim.
MA: Çok gençtiniz ve kısa yaşadınız, hayata doymadınız…
İK: Yargınızın doğru olduğunu sanmıyorum. Ender kişiler gibi
ben de aslında uzun yaşadım. Bilhassa son iki-üç yılımı sanki yüzyıl yaşamış
gibi yaşadım. Çok genç olduğumu da düşünmüyorum. Çünkü sizin de bildiğiniz gibi
biyolojik yaş ile teorik yaş her zaman örtüşmez. Olgun bir yaşta olduğumu
tezlerimin ve cüretimin keskinliğinden anlamanızı öneriyorum. Biyolojik yaş
değil teorik ve pratik yaş önemlidir. Kaldı ki yaşamı doya doya,
içselleştirerek, Sokrates misali dünyayı sorgulayarak ve de ilkelerime sadık kalarak
yaşadığımı düşünüyorum. Bu yüzden önemli olan dünyadaki yaşım değil dünyaya
karşı olan tavrımdır. Peki ben de size sorayım: Yaşam/hayat, sorgulama ve
savaşma dışında başka ne işe yarar ki?
MA: Verdiğiniz yanıtlara bakılırsa felsefeci yanınız da var.
Yaşam felsefesi için ne söylersiniz?
İK: Çapa’dayken felsefe ve sanat ile ilgilendiğim oldu.
Derinleşmeyi düşünmeme rağmen eylemlerin izini sürdüm. Yani felsefe ve sanatı
“eylem/pratik” olarak yaşadım. Yaşam ya da yaşamak hayatta kalmak, biyolojik ve
psikolojik olarak var olmak, canlılığı korumak ve bu şekilde ömür törpülemek
değildir. Yaşamak özgeci bir felsefeyle yaşamaksa manası vardır. Denizler, son
mektuplarında güzel söylediler: Herkesin gideceği yere biz daha erken
gidiyoruz. Bir de siz kendi mesleğinizden de bilirsiniz. Filozoflar, meydana
gelen (dünyaya gelen) meydandan gider demişlerdir.
Devrimin Objektif ve Sübjektif Koşulları
MA: Objektif koşullar uygun değildi, zamansız silaha
sarıldınız…
İK: Aradan elli yıl geçti. Halen aynı nakaratlar tekrar
ediyorsa bunun en iyi yanıtını sizin gibi felsefeciler daha iyi bilir. Ama siz
de aynı kanaatteyseniz durum vahim demektir. Bence devrimin objektif koşulları
her zaman ve her coğrafyada vardır. Bu yüzden devrimin bir sübjektivite (özne)
meselesi olduğuna inanıyorum. Tabi sübjektivite derken siz yalnız kendi
güçlerinizi anlarsanız bu yanlış olur. Çünkü sübjektivite denildiğinde
sermayenin güç ve tecrübelerini çok daha dikkate almak gerekiyor.
MA: İyi de devrimci özne bir kırma tüfek ve tabancayla ne
yapabilirdi ki?
İK: İmkanları küçümsememek lazım. Biliyorsun Muzaffer’in
yazdığı marşı: “Bugün çeteyiz yarın kızıl orduyuz” demişti. Savaşın büyük
oranda tüfekle yürüdüğü bir çağda yaşadığımız doğrudur. Öte yandan tüfek,
proletaryanın tek silahı değildir. Silahların çeşitlendirilmesi gerekir. Mesela
sanatın, politikanın, felsefenin de birer silah olduğu unutulamaz. Biz yalnızca
kırma tüfeklere güvenerek yola çıkmadık. Kitlelerin taleplerine güvendik,
kendimize güvendik. Sizin konferans ve panellerde çok söylediğiniz ve yazdığınız
bir konuyu anımsatmak isterim: Bedreddin devrimini gerçekleştirenlerin elinde
kırma tüfek bile yoktu. Demem o ki, sorun sadece tüfeğin gücünde olsaydı,
şimdilerde bizden daha güçlü silahlarla savaşan devrimci örgüt ve partiler var.
Bizden çok daha iyi sonuçlar aldıkları tartışma kaldırır.
MA: Çin’i, Mao’yu ve Proleter Kültür Devrimini örnek almanız
doğru muydu?
İK: Bana kalırsa yine yanlış kurulmuş bir soru. Biz
diyalektik ve tarihsel materyalizmi (Marksizm) örnek aldık: Üretim alanı. Daha
önemlisi ülkemizin somut koşullarından hareket ettik. Öncelikle dünyayı,
Türkiye ve Kürdistan penceresinden bakarak gördük. Yani yerelden evrensele
bağlanma, temel nokta oldu diye düşünüyorum. Evrensele bağlanırken de Çin Halk
Cumhuriyetini ve Çinli komünistleri görerek onlardan yararlanmaya çalıştık.
Bize göre ülkemiz yarı feodal idi ve Çin’e benzer yanları vardı. Ben Çin’e vurgu
yaptığım kadar, ülke gerçeklerine dikkat çektim. Özellikle 15-16 Haziran 1970
büyük işçi eylemleri benim için çok öğretici oldu.
MA: Gerçi şimdi feodalizm de yarı feodalizm de kalmadı…
İK: Bana gelen verilere göre bu yargınızda yanılıyor
olabilirsiniz. Türkiye ve Kürdistan dahil olmak üzere dünyanın geniş bir
kesiminde feodalizm mevcuttur. Tabi şurada belki haklısınız: Feodalizmin ya da
yarı feodalizmin tek tarzı ve tanımı yoktur. Ben tezlerimi ileri sürerken de
durum aynıydı. Öte yandan biz, feodalizm sonsuza kadar var olacaktır da demedik
zaten. Demokratik halk devrimiyle tasfiye edilirse devrimci ve demokratik bir
iktidar kurulur dedik. Sermayenin gelişmesi ve evrim yoluyla olursa süreç
sancılı olur ve faşist uygulamalar birbirini izler biçiminde düşünmüştük.
Gelişmeler bu yönde midir, emin değilim. Yeni araştırmalar, tartışmalar ve
sorgulamalar yapmak gerekiyor.
MA: Kapitalizmin egemen olduğu bir ülkeye feodal dediniz…
İK: Lütfen yaramı tekrar deşmeyin. Elli yıldır, Türkiye
kapitalisttir diyenler var, ihya
oldukları, bir arpa boyu ilerledikleri söylenebilir mi? Hayır, söylenemez. Şunu
diyeceğim: Marx, Lenin veya Mao’nun bazı görüşleri bugün geçerliliğini
korumuyor olabilir. Buna benimkiler de ve pek çok devrimci/komünisttin
görüşleri de dahildir. Fakat Marx’ın ve ondan hareket edenlerin düşünme
yöntemlerinin geçerli olduğu kanaatindeyim. Sınıflı toplumda yaşıyoruz. Ücretli
emek sistemi giderek egemen hale geliyor. Türkiye’nin kendine özgü özellikleri
var. Kapitalist ülkelere benzemediği de bir realite. İşte biz bu noktadan
hareket etmeliyiz/ediyoruz: Tarihsel materyalizm. Bu, temelimizdir. Bu konuda
nitel bir değişiklik bulunmuyor. Düşünme metodumuzun ve temel tezlerimizin
doğru olduğundan halen kuşkum yoktur.
MA: Demin evrensellik dediniz diye soruyorum. Ne
kastediyorsunuz?
İK: Kendimizden önceki ve sonraki kuşaklarla bir bütün
olduğumuzu düşünüyorum. Önceki kuşakları hoca/öğretmen ve önder olarak
sonrakileri öğrenciler olarak görmek gerekiyor. Diyalektik var tabi.
Evrensellik bütünsellik demektir. Her parça bütüne evrilme özelliği gösterir.
Spartaküs’ten Paris Komünü’ne dek ve çağımızdaki devrimler bizim için büyük
öğretmenler sayılır. Bugün bakıldığında Türkiye ve Rojava’dan Asya ve Avrupa
ülkelerine dek pek çok yerde 18 Mayıs anmaları yapıldığını duyuyorum. İşte
bütünsellik dediğim, sınıf mücadelesinin evrensellik ilkesi dediğim bunlardır.
MA: Kovit 19 virüsünden dolayı, anmalar iki yıldır gerektiği
gibi olamıyor. Dünya çapında bir salgın var. Sistem de bunu çokça süistimal
ediyor. Virüsten haberiniz oldu mu?
İK: Elbette, bizi yalnızca toplum değil doğa da
ilgilendiriyor. Eylem felsefesi ile bilim ve tıbbi gelişmeler arasında
korelasyon olduğu görülüyor. Marx’ın tarih ve sosyal felsefesinden hareketle
soruna yaklaşırsak göreceğiz ki, sosyal virüsü/virüsleri yok etmeden doğal
virüsleri yok edemeyiz. Engels’in kurduğu doğa felsefesi de bize yol
gösterebilir: Doğayla mücadele içinde olsak bile bunun barışçıl mücadele
tarzında olması gerekir. Mesela Ege’de, Karadeniz’de, Dersim’de, Kürdistan’da
ve pekçok yerde doğa yok ediliyor. Yalnız insanların değil hayvanların da yaşam
alanları kah bombalanıyor kah kirletiliyor, zehirlenip yok ediliyor. Biz
hayvanların haklarından da sorumluyuz. Yine de ekolojik mücadele ancak,
temeline toplumsal mücadeleyi koyarsak başarılı olabilir. Hiç değilse ikisi
arasındaki diyalektiği, bütünselliği öne
çıkarmak lazım diye düşünüyorum.
MA: Sınıf teorisinde bütünsellik/evrensellik ve süreklilik
ilkesini açmanız için 68 Hareketi bağlamında soruyorum: Amerika’da ırkçılık
devam ediyor, izleyebiliyor musunuz?
İK: 68 hareketi, antiemperyalist bir özellik gösterirken
milliyetçi görünümler de ortaya çıktı. Amerika’yı hatta kıtanın tümündeki
gelişmeleri izlemeden dünya devrimini düşünmek zordur. Kuzeyde G. Floyd’un
katledilmesinde Amerika, devrimin eşiğinden döndü. Yalnız bu değil, Peru’da
Gonzalo var sen daha iyi bilirsin. Komünist-filozof derler. Ben ona Güney
Amerika’nın ortaya çıkardığı II. Ernesto diyorum. Çağ kendisini bunlarla
göstermiştir. Biz kendi çağımızdaki devrimci ruhun, somutluk kazanması ve vücut
bulması olduk. Koşullar (üretim güçleri) değişirse zamanın ruhu da (zeitgeist)
değişir/değişiyor. Bu da yeni mücadele yolları, yeni politik aktörler ve yeni
teorilere kapı aralar. Amerika’ya da, dünyaya da buradan bakmak gerekiyor.
Deniz ve Mahirlerle Hedeflerimiz Aynı Yollarımız Farklıydı
MA: Sağcı partiler, 68 hareketine liderlik yapan Denizleri
ve Mahirleri katlettikten sonra sizi de tasfiyeye yöneldiler…
İK: Böyle düşünüyorsanız yanılıyorsunuz! Çünkü birincisi
devrimcileri tasfiye eden güç hükümet ve sağcı dediğiniz partiler değildi.
Tekelci sermayenin (benim yazılarımda komprador sermaye diye geçer) ve büyük
toprak ağalarının parlamentodaki temsilcileri bu tasfiye ve katliamları
yapmıştır. Halen de sistem benzer şekilde yürürlüktedir. İkinci yanılgınız ise
bizi 68 Hareketi olarak görmenizdir! Oysa Deniz, Mahir ve bizim hareket “71
Devrimciliği” olarak görülmelidir. Şimdi ayrıntısına girmeden söylüyorum. Bizim
68, Avrupa ve Çin’dekinden farklı olarak devletçidir, anti emperyalist
karakterinden dolayı da milliyetçidir. Avrupa’dakinden de farklı oldu zaten.
Avrupa’da 3M sloganı vardı: Marx, Mao, Marcuse. Şimdi bunlara giremem.
Marksizm ve komünizm söylemi asıl olarak üç
devrimci/komünist hareketin ortaya çıktığı 1971 ve devamı için geçerlidir. Yani
Deniz Gezmiş ve arkadaşları “bayrak yürüyüşü” yaptıkları için asılmadılar. Keza
Mahir Çayan ve arkadaşları da “Kemalizm soldur” dedikleri için kurşunlanarak
yok edilmediler. Yani 68’de kalsalardı, varlıklarını devam ettirirler ve düzene
angaje olurlardı. Öyle yapılmadı. Bu iki gelenek devrimci bir eksen değişikliği
yaparak düzene karşı örgütlenerek silaha sarıldı. Benim için önemli olan da,
milad ve miras olan da bu noktadır. 68 değil 71 devrimci kalkışmasıdır.
Proletarya Partisi de bu kontekstte 1972’de kuruldu.
MA: ‘Öğretmenlerim’ ifadesini kullandınız biraz evvel.
Dikkatimi çekti. Denizleri ve Mahirleri öğretmen olarak görüyor musunuz, onları
nasıl değerlendiriyorsunuz?
İK: Bu geniş kapsamlı bir soru oldu. Kısa yanıt vermek
isterim. Aynı kuşağın parçası olmak ve radikalizme vurgu yapmak bakımından bir
farkımızın olduğunu sanmıyorum. Zaten siyasal ve biyolojik yaşamlarımız benzer
şekillerde son buldu. Ben bu devrimci arkadaşların oynadığı rolü, Marx
öncesinin Hegel ve Feuerbach gibi filozofların oynadığı role benzetiyorum. Bu
noktada nasıl ki Marx, öncellerini “hoca” olarak gördüyse ve onları aşma
eğilimi gösterdiyse benim için de Deniz ve Mahir, benzer anlamda “hoca” özelliği
taşımaktadır. Bu aşma konusunda, benim bir yıl daha fazla yaşamamın etkisini de
dikkate almak gerekir. Dayanışma içindeydik. Zaten sözünü ettiğiniz muhtar da
Sinanların ihbarından ve katledilmelerinden sorumlu tutularak cezalandırıldı.
Felsefi jargonla söylersek, ayrımda özdeşlik ilkesi geçerlidir. Daha doğrusu
özdeşlik içinde farklıydık. Hedef aynıydı ama yolarımız değişikti diyelim.
MA: Marx’ın birinci dönemi Hegel ve Feuerbach’ınki gibidir.
Sizin özgünlüğünüz nerede?
İK: Marx’ı dönemlere ayırma gibi anlayışları duyuyorum.
Althusser başlattı bunu. Sizin gibi felsefeciler de bunu önemsiyor. Gerçi siz
Marx’ta kopuş aramasanız da benzer bir anlayışa yakınsınız. Buradan bakılırsa
Deniz ve Mahir’in çizgisinin esasen Marx’ın Birinci dönemine bağlandığını ileri
süreceğim. Biz ise Birinci dönemi de kabul etmekle birlikte Marx’ın olgunluk
döneminden hareket ettiğimizi düşünüyorum.
MA: Marx’ın olgunluk dönemine bağlanmanın hareketiniz için
anlamı ne olmuştur?
İK: Son derece önemli farklar yarattı. Diğer devrimci
arkadaşlar meseleyi, daha çok gençlik eylemleri olarak görürken ve devlet,
ordu, bürokrasi ve aydınlar arasında organize olurken biz Marx’ın iktisadi
metinlerinin gösterdiği yoldan ilerleyerek toprak işgalleri ve fabrika
eylemlerine yönelmeyi tercih ettik. Bu yüzden de pasif bulunduğumuz ve
devrimcilik önünde engel olduğumuz, amfileri düşmana bıraktığımız ileri
sürüldü. Belki duymuşsunuzdur, devrimci bir toplantıda bir de yumruk yedim bu
yüzden. Tabi diğer devrimciler de süreç içinde köylü ve işçi çalışmaları
üzerine eğildiler.
Kemalizm ve Kürt Meselesi
MA: Kemalizm ve Kürt sorunu tartışmalarının da bu
söylediklerinizle bağlantısı var mı?
İK: Olmaz mı, var elbette. Mahir çok okuyan ve entelektüel
birisiydi. “Emperyalizm içsel olgudur” türünden kendine özgü teorileri vardı.
Lenin’i, ezbere biliyor, yabancı yayınları da takip ediyordu diye hatırlıyorum.
Oysa Lenin’in “Devlet ve Devrim” adlı kitabını iyi kavradığını düşünmüyorum. Bu
yüzden de ulus devleti, aydınlanmacı eğilimler üzerinden okuyordu. Böyle bir
okuma ise onun Kemalizm’den tamamen kopmasına engeldi ve Kürt ulusu üzerinde
yoğun düşünmesi önünde de bir perde oluşturuyordu.
MA: Kemalizm ve Kürt sorununu diğer devrimci gruplardan daha
gerçekçi tarzda açıkladığınıza göre siz Mahir’den de Deniz’den daha çok kitap
okuyordunuz sanırım…
İK: Onlardan daha çok kitap okuduğumu sanmıyorum. Deniz ve
Mahir kentli aile çocuklarıydı. İktisaden küçük burjuva aileler, nispeten aydın
ve kamuyla bağlantısı olan kesimlerden geliyorlardı. Bu sınıfsal konumları,
kesin iddiada bulunmasam da toplumu, tarihi ve devrimi anlamada, içinde
yaşadığımız devleti, onun silahlı asker, polis ve ideolojik silahlarını anlama
da farklar yaratmış olabilir.
MA: Bir cümleyle söylemek gerekirse, fark tam olarak neydi,
kopuş hangi noktadaydı?
İK: Epistemolojik ve politik bir kopuş olduğu kesindi. Çünkü
ben öncelikle komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarına karşı savaş
açılmasını savundum. Bu, milliyetçi, dinci kisveye bürünmüş her türden
liberalizme karşı savaş anlamına gelir, gelmiştir de.
MA: Tam anlaşılamadı, çok politik, propagandist bir yanıt
oldu. Sizinle devrimciler arasındaki fark için biraz daha detay verebilir
misiniz?
İK: Birçok reformist ve parlamenterist akım gibi devrimci
arkadaşların “sol” diye düşündükleri Kemalizm’in askeri bir faşist diktatörlük
olduğunu söyledim ben. Ayrıca yüz yıllık bu rejimin Türkiye ve Kürdistan emekçi
sınıflarına ve Kürt ulusuna milli zulüm uyguladığını, onların bağımsız devlet
kurma hakkını gasp ettiğini savundum. Ayrıca sermayenin bütün partilerinin de
faşist karakterde olduğu iddiasında bulundum. Bunu yaparken “ilerici-gerici”
ayrımı yapmaksınız tüm Kürt ayaklanmalarının meşru olduğunu da ileri sürdüm.
Deniz ve Mahir’de bu konular çok genel ve gevşek biçimde yer almıştır. Hatta
bildiğim kadarıyla Deniz’in bu konuları tahlil eden yazılı bir metni bile yok.
Temel çelişki konusunda benzer düşünmüş olabiliriz ama ben ve biz ayrıca “baş
çelişki”ye de vurgu yaptık.
MA: İyi de, ulusların kendi kaderini tayin hakkı olsun, Kürt
halkının ezildiği, zulme uğradığı gibi meseleler olsun, Denizlerin ve
Mahirlerin söylemlerinde de var.
İK: Şimdi biz bu röportajda işi, diğer devrimcilerle
rekabete çevirmesek iyi olur. Yazdığım metinleri tekrar okursanız sevinirim.
Diğer devrimciler de tabi Komintern’in faaliyetlerini biliyorlar. Onun 21 şartı
var. Bunlardan birisi UKKTH. Bunu elbette Deniz de Mahir de bilir. Oysa ben
ulusal sorun konusunda detay da veriyorum. Kürtler bu hakkı kullanmalıdır
diyorum. Üstelik yalnızca Kürt halkına değil Kürt “Ulus”una vurgu yapıyorum.
Kürtlerin ayrılma hakkı ile bu hakkın desteklenmesini ayırıp sorun yapıyorum.
Böyle bir detay diğer devrimci arkadaşlarda yoktur.
MA: Günümüzde Kürtlerin size olan sempatisi buradan
kaynaklanıyor galiba…
İK: Aslında bu sempati yeni değil. Çünkü bizim faaliyet
alanımız büyük oranda şimdilerde Kuzey Kürdistan denilen coğrafyaydı.
Güçlerimizin, kadro ve üyelerimizin bir kısmı zaten Kürt ulusuna, bazen de
Alevi/Kızılbaş inancına mensup emekçilerden oluşuyordu. Zamanın ruhu
(zeitgeist) değişti diyebiliriz. Şimdi bizim adımızla olmasa bile bölgedeki
gelişmeler bizim ruhumuzun, bir başka formda görünüşe çıkması olarak
değerlendirilebilir. Bütünlük dedik ya. Farklı ruhların birleşmesi diyebiliriz.
Muzaffer bu birlikteliği Newroz romanının sonlarında Şivan adlı bir gerillaya
da söylettiriyor.
Kitabi Olana Karşı Dünyevi Olan…
MA: Kitap düşkünü değilim dediniz ama kitaplara gönderme
yapmayı ihmal etmiyorsunuz…
İK: ‘Kitap gereksizdir’ demek için akılsız olmak lazım. Öte
yandan biliyoruz ki yaşam kitapta değil kitap yaşamda içkindir. Bunun bilinmesi
gerekir. Yani kitap teoridir, bir de elinizdeki kitap devrimci içerikler
taşıyorsa mesafe alacaksınız demektir. Çok okuyup az etkili olmak marifet
değil. Marifet hep yapmak ama hep yanlış yapmak da değildir. Marifet doğruyu
yapmaktır. Bunun için az okuyup çok etkili olmanın yolunu bulmak gerekir. Yani
felsefecilerin anlayacağı dille söylersem, bilinenlerden hareket ederek
bilinmeyenleri tespit etme yolunu bulmak gerekir. Çünkü sonuçta insan yaşamı,
öznel zaman, kısadır. Yaşam derken de emekçi sınıfların ve proletaryanın
yaşamını anlamak gerekiyor. Objektifi buraya çevirmek lazım.
MA: Yaşam karşısında kitabi olanı, teorik olanı
küçümsüyorsunuz gibi bir izlenim edindim yine de…
İK: Haklı olabilirsiniz. Hayat mı, kitap mı derseniz, ben
ilkinden yanayım. Çünkü öncesel olan sizin de bildiğiniz gibi hayattır. Kitap
hayata ilişkindir, hayat kitaba ilişkin değildir. Yürürlükteki felsefe
kitaplarını, hukuk kurallarını, ahlak kitaplarını, romanları, edebi metinleri
ve bir dönemler benim de çok okuduğum ve yazdığım şiirleri düşünelim. Bunlar
bugünkü uygarlığın ürünüdür, sonucudur. Bu dünya değişirse, değiştirilirse
saydıklarımın tümü kağıt yığınına dönüşür.
MA: Düşün, bilim ve sanat tarihindeki gelişmeler sizin bu
yaklaşımlarınızı yanlışlıyor. Aristoteles, Descartes, Kant ve Hegel gibi büyük
düşünürler halen günceldir.
İK: Derdim sizinle didişmek değil sevgili Akkaya. Ben kitabı
savunan birisiyim. Fakat bu uygarlığın ürünü olan kitabın paçavraya
dönüşeceğini düşünüyorum. Yani uygarlık değişince onun ürünleri de, sosyal
bilinç formları da değişir. Felsefi, bilimsel, hukuki, etik ve estetik değerler
eski dünya ve uygarlıkla birlikte tarihe karışır, antika olur. Aristoteles,
Kant, Hegel ve hatta Marx halen etkiliyse on bin yıl önce kurulduğu düşünülen
sınıflı toplum uygarlıkları değişmediği içindir. İzliyorum, siz de on tane
felsefe kitabı yazdınız. Bunların da diğerleri gibi kağıt yığınına
dönmeyeceğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Zira emekçi sınıflar, aydınlar,
kadınlar ve ezilenler tarafından kurulacak olan yenidünyada, sınıflı uygarlığın
değerleri yerlerini yeni değerlere bırakacaktır.
Düşünsel Kaynaklar mı, Devrimci Kaynaklar mı?
MA: Röportajın sonuna geliyoruz. Sizi 71 devrimcilerinden
farklı bir yere konulmanızı sağlayan düşünsel kaynaklar nelerdir?
İK: Düşünsel kaynaklar yerine devrimci kaynaklar demeyi
tercih ederim. Çağdaş dönem kaynaklarına Marx, Lenin ve Mao gibi isimlere
işaret etmiştim. Benimki biraz geleneksel değerlere yönelme biçiminde de oldu.
Halk kaynaklarına, mesela Dersim katliamı gibi hadiselere yöneldim. Dünyada
kalsaydım, belki Şeyh Bedreddin’e dek gerilere giderek kendime politik ve
ideolojik akrabalar, ittifaklar arama yolunu izleyecektim. Biliyorsunuz bu
kadar gerilere gitmek için Marx’ın ömrü de kısa kaldı. Bedreddin ve İbn Haldun
gibi kaynaklara ulaşamadı. Engels kısmen de olsa köylü ayaklanmalarını canlı
tuttu ve teoriye ekledi.
MA: Demin ileri gitmeye vurgu yapıyordunuz şimdi geriye
gitmenin propagandasını yapmaktasınız. Tutarsızlık denir buna. Filozoflar,
geriye giden geleceği ve gideceği yeri unutur diyorlar.
İK: İyi de diyalektik diye bir anlayış var. Her şey
Leibniz’in monadı gibidir geçmiş, şimdi ve geleceği içinde barındırır. Ben hep
tek taraflı görüşlere karşı çıktım. Size tutarsız görünen bu düşünce diyalektik
felsefelerde pozitif bir durumdur. Çelişkili konuşmak da iyidir. Gerçek olan
budur. Bilmeniz gerekir. Mao diyalektiği çelişki ilkesine indirdi.
MA: Modern proletaryayı bırakıp, köylülerle ittifak etmek,
yetmezmiş gibi köylüleri önder güç olarak görmek ne kadar gerçekçidir ki?
İK: Köylüler için önder güç değil de temel güç terimini
kullanmıştım. İsterseniz başka bir zaman bu konuları daha geniş tartışırız.
Şimdilik şu kadarını söyleyeyim. Lenin’in çağı Marx’ın döneminden farklıydı:
Emperyalizm koşullarında devrimin merkezi Doğu’ya kaymıştı ve devrimin, en
zayıf halkadan kırılması gerektiği görüşü baskındı. Bence doğruydu. Çünkü bu
tezi, önce Rusya ve sonra Çin devrimleri bir bakıma kanıtlamıştı. Bu anlayış
Batı’da devrim olmayacağı anlamına gelmez kuşkusuz.
Somut durum buydu ve kısmen Rusya’da olmak üzere Çin,
Türkiye ve Kürdistan coğrafyalarında devrimin temel güçlerini köylülerin
oluşturacağı yönünde düşüncelerin ortaya çıkmasına yol açtı ve bu tez Çin
örneğinde doğrulandı. En azından ben ve bir grup arkadaşım meseleyi böyle
anladık. Bu yüzden de Türkiye’nin kentlerini tali kırlarını ise esas alan
olarak belirledik. Bazı görüşlerim güncelliğini yitirmiş olsa da, bugün
Kürdistan’daki devrimci oluşumlar bizim bu temel tezlerimizi doğrulamış
durumdadır.
MA: Köylü sosyalizmiyle mi Kürdistan’a ve dünyaya özgürlük
gelecek? Tüm köylü sosyalizmleri ütopyaydı, yenildiler…
İK: Bir hareketin yenilmesi, yanlışlığının kanıtı değildir.
Böyle anlamaya Marksizm değil pozitivizm denilir. Ayrıca ben köylü sosyalizmini
değil komünizmi savundum bir kere. Çarpıtmayın ve küçümsemeyin lütfen. Öte
yandan modern dönem sosyalist deneyimleri de yenildi. Modern revizyonizm de
yenildi. Geriye dönüş oldu. Ben sınıflı toplumun olduğu her zaman diliminde
komünizm mücadelesi verileceğine ve eşitlikçi yönetimler kurulacağına inandım,
bu konuda görüşlerim halen değişmiş değil.
MA: Dersim’i merkez almak, sırtınızı köylülere dayamanız, ne
bileyim, sorgulanması gerekir…
İK: Sorgulamaya bir itirazım yok. Ama ben, devrimin
merkezinin zayıf halkalara kayması Leninist ve Maoist tezinden hareketle yalnız
Dersim’e değil toprak sorununun baskın olduğu tüm Kuzey Kürdistan’ı işaret
ettim. Şimdilerde devrimin merkezinin Ortadoğu’ya kayıyor olduğunu da dikkate
almak gerekiyor. Nubar Ozanyan’ı bu bağlamda anmak isterim. Yine de devrim
deyince benim için kent-kır diyalektiği, doğu-batı ilişkisi ve
Türkiye-Kürdistan sentezi son derece önemli konulardır. Türkiye devriminin
sınırları düşündüğümüzden çok daha genişlemiştir. Anadolu-Mezopotamya birleşik
devriminden bile söz edilebilir.
MA: Devrimin ittifaklarında da bir genişleme var mı?
İK: Olmaz mı? Türkiye (Anadolu) devriminin yalnızca
sınırları değil ittifaklarının da genişlediğini düşünüyorum: Çevre hareketi,
kadın, kır yoksulları, ezilen inanç (Alevi/Kızılbaş vs.) toplulukları, milli
zulme maruz kalanlar (Kürt, Arap, Ermeni, Zaza, Süryani, Çerkes vs.), ezilen
cinsler (lgbt), aydınlar, gençler vs. Proletarya partisi, kendi bayrağına bu
kesimlerin taleplerini de yazmak zorundadır. Aslında bu sınırların ne denli
geniş olduğunu vakti zamanında Şeyh Bedreddin çizmişti. Onun önderlik ettiği
devrimin bir ucu Babek topraklarında bir ucu Mezopotamya’da bir ucu da Anadolu
ve Balkanlara dek uzanıyordu.
MA: Devrimin sınırları genişledi, ittifakları çoğaldı
dediniz, devrimin adı, biçimi, içeriği de genişledi derseniz şaşmam. Değişik
şeyler duyuyorum sizden. Değişim modasına siz de uymuşsunuz anlaşılan. Üstelik
bir ölü olduğunuz halde.
İK: Değişme doğada, toplumda, duygu ve düşüncelerde
kaçınılmaz olarak içkindir. Yaşam değişiyorsa, sosyal ve iktisadi sorunlar
artıyorsa devrimin teorisi ve pratiği de değişir, genişler. Yani devrimin
ontolojisi dönüşürse epistemolojisi, “ben eskisi gibi kalacağım” diyemez. Bu,
yalnız bizim devrimimiz için değil evrensel manada da böyledir. Beni ölü olarak
görmeniz de garibime gitti. Kimse ölmüyor, yok olmuyor sayın Akkaya. Bunu bilim
de filozoflar da söyler. Siz “yaşayanları ölüler yönetir” biçiminde bir ifade
yazmıştınız. Marx da söyler: Geçmiş üzerimize kabus gibi çöker. Yani ölü, ölü
değildir; geçmiş de geçmişten ibaret değildir. Diyeceksiniz ki Mao, “ölüler
hata yapmaz” demiştir. Mao benim büyük öğretmenimdir. Bunu ayrıca belirteyim.
Ama bana sorarsanız, felsefenin sınırlarını genişleterek söylüyorum, ölüler
doğru da yapar, hata da yaparlar. Bu yüzden ölü ve diri diyalektiğine vurgu
yapmak isterim.
MA: Devrimin teorisi, sınırları ittifaklarının genişlediğini
düşündüğünüze göre bunun Kürt hareketine de yansımış olması gerekir.
İK: Elbette… Burada Kürt hareketi sürecin nesnesi değil
bizatihi öznesi durumunda. Terminoloji, jargon ve kavram değişikliğinden de
belli oluyor bu durum. Kürt Ulusal Hareketi, yerini Kürt Özgürlük Hareketi’ne
bırakmış durumda. Çünkü ulusal talepler yanında sınıfsal talepler de
belirleyici oluyor. Dolayısıyla Kürt hareketi de teorisini, amaçlarını ve
“sınırlarını” genişletme eğilimi taşımaktadır. 2010’dan beri Türkiye sol
hareketi ile ortak birliktelikler arama politikası da bu genişleme eğiliminin
göstergesidir.
Ayrışma ve Birleşme Diyalektiği
MA: Son sorumu sorayım: Çok bölünen ve dağınık bir hareket
bıraktınız…
İK: Feodalizmden kapitalizme evrilen bir toplumda bölünme
doğaldır. Çünkü birden çok sınıf, tabaka ve toplumsal katman yer almaktadır. Bu
bölünüp ayrışmaların, parçalanmaların iki çizgi mücadelesi ve yüz çiçek açsın
perspektifinden ele alınmaları önemlidir. Yoksa ayrışma ve bölünme manasız
değildir. Sınıflı toplumun yapısı gereğidir. Elbette suni ve sistemin
müdahalesi ve yönlendirmesiyle olanları ayrı tutarak konuşuyorum. Elli yıllık
bu süreçten sonra artık zamanın ruhu (zeitgeist) ülke koşularındaki ekonomik
kültürel değişikliğe bağlı olarak değişmiştir. Nasrettin hoca gibi “sözümüzden
dönmeyelim” diye “eskiden ne söylediysek geçerlidir” diyemeyiz. Zaten birleşme
söylemlerinin son süreçte fazlaca gündeme geldiğini de sıklıkla duyuyorum…
Önümüzdeki zamanda ayrışma döneminden arınma ve birleşme dönemine doğru bir
yönelim olacağını tahmin ediyorum…
MA: Birkaç grubun bir araya gelmesini abratıyorsunuz, bu
coğrafya pek çok birlik gördü. Dağılır gider.
İK: Ben de sizin değerlendirmenizi abartılı buluyorum.
Dağılsa bile düşünülmesinin ve denenmesinin de devrime değer katacağını
varsaymalıyız. Eskiden olmadı şimdi de olmaz demek kaba bir endüksiyon
yapmaktır. Devrimin, tecrübe ettiğine inanmak gerekiyor. Ben üstelik birliğe
ilişkin duygu ve düşüncelerin evrensel planda da gerçekleşeceğine inanıyorum.
Zira emperyalizm, proletaryaya ve ezilen halklara karşı ittifak içindeyse
devrimin güçlerinin de birleşmesi gerektiği kanaatindeyim. Sürecin böyle
ilerleme ihtimalini görüyorum. Ayrıca enternasyonal bir yönelim söz konusudur.
Devrimci Enternasyonal Hareket’in fonksiyonel olamayışı günümüzde büyük bir
eksiklik ve kayıptır. Bu çerçevede de yeni gelişmeler beklemek lazım.
MA: Bitireyim diyorum ama söyledikleriniz yeni sorular sorma
hakkı doğuruyor. Teori mi pratik mi, belirleyen hangisi?
İK: Belirleyen belirlenen tartışmasını felsefeye ve
filozoflara bırakalım. Varlık mı düşünce mi, deseydiniz yanıt kolaydı. Varlık
dünyası her şeyin anası ve temeli olur. Oysa teori-pratik meselesi kolay değil.
Birbirinden ayrılmıyor ki, şu önceseldir diyelim. Ama bana kalırsa ikisi de
varlık dünyasına tabi. Yine de devrimci denilen teorisyen, varlığı parçalayacak
bunu yaparken de devrimci teoriyi varlık dünyasına dayatacak güçte, cesarette
ve bilinçte olmalıdır. Biliyorum “bu imkansız, teori varlık koşullarından
türüyor” diyeceksiniz. Felsefede böyle olabilir. Fakat devrimci teorinin gücü,
pratiğe yön göstererek mevcut varlığı, dünyayı ve uygarlığı
parçalayabilmesindedir.
MA: Çok iyimsersiniz, ülkede ve dünyada adeta yenilgi
yılları yaşanmakta. Devrimci durum pek parlak değil…
İK: Demin de söyledim. Devrimci durumun objektif koşulları
her daim mevcuttur. Devrimin sübjektif
koşullarını ise emekçi sınıflar ve onların çıkarını savunmaktan başka çıkarları
olmayan komünistler yaratacaktır. Kapitalizmin yaygınlaşması, yeni olanaklar
yaratıyor. Elli yıldır, devrim potansiyel bir güç biriktirdi. Bunun açığa
çıkartılması lazım. Devrimin, çoğu zaman adresi ve tarihi belli olmuyor. Aktüel
olana bakarak yanılmamak gerekir. Türkiye, Kürdistan yanında Asya’nın,
Avrupa’nın ve Latin Amerika toplumlarının üzerinde komünizm hayaleti
gezintisini sürdürmektedir. Üstelik her zamankinden daha da hissedilir bir
biçimdedir.
MA: Bitiriyorum: İntihar ettiğiniz söylendi!
İK: Güldürmeyin adamı şimdi… O dünyada da bu dünyada da
feodalizmin, kapitalizmin ve emperyalizmin kökünü kazımak istiyoruz. Tarihin ve
gelişmelerin yönü eşitlikçi bir dünyaya ve özgür bir geleceğe doğrudur…Ser ve
sır diyalektiğini daha sonra konuşuruz… Temasta ve diyalogda kalalım.
Muzaffer’e selam söyleyin… Demirtaş’a ve bütün komünizm inşacılarına da…
MA: Siz de Ali Haydar’a selam söyleyin… Meral’e ve
Barbara’ya, Deniz’e, Mahir’e, Mazlum’a ve bütün uçurum geyiklerine de… Zaman
ayırdığınız için teşekkürler…
İK: Ben teşekkür ederim… Konuşma imkanı yarattığınız için…
Görüşmek üzere…
*Bu röportaj bir kurgudur.
https://mehmetakkaya.org/2021/05/17/ibrahim-kaypakkaya-ile-roportaj/
Revizyonizm enternasyonel proleter harekettin içinde burjuva
bir etki olarak yirminci yüzyılın başında ortaya çıktı. Öz olarak Marksist
görünüm altında Marksizmin çarpıtılması, yozlaştırılmasıdır. Revizyonizmin
sözlük kökeni Latince re-videre’den gelir. Tekrar bakmak, yeniden gözden
geçirmek anlamına gelir.
Marksizmin gözden geçirilmesi adı altında en temel ilkeleri
çarpıtılır. Revizyonizm söz konusu olunca ilkin Bernstein akla gelir ama 1914
yılında Avrupa’da dönemin komünist partileri olan sosyal demokratlar Marksizmin
karşısına geçen bu düşman akımın temsilcileri oldular.
Bernstein, Kautsky, Deng Xiaoping, Enver Hoca , Avro
komünistler, post Marksistlere kadar içinde bulundukları döneme uygun
Marksizmin ideolojik, siyasi temel prensiplerini değiştirmeye kalkışanlar aynı
hamurdan yoğrulmuştur.
Bu
kimin hangi sınıfın hamurudur derseniz; Burjuvazinin.
Revizyonist siyasi çizgi sosyalist sınıf hareketi içinden
gelişen bir akım olarak Marksist-Leninist yada Marksist, Leninist, Maoist
iddia, görüntü altında yürütülür ve devrim amacı unutturulur.
Reformculuk,
parlamentarizm, sosyal şovenizm biçimleriyle Marksizmin üstünde tepinilir.
Sınıf savaşımını değil, sınıflar
arasında uzlaşmayı esas
alan revizyonizm sınıf hareketi içinde burjuvazinin eli ayağı kafasıdır ve
karşı devrimci bir yönelimdir.
Avrupa sınıf hareketi içinde türemiştir ama orayla sınırlı
kalmamış uluslararası nitelik almıştır.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) 20. Kongrede
Marksizm, Leninizm silahını elinden attı.
Stalin’e küfür,
itibarsızlaştırma politikasını vitrine koydu. Bu çok sarsıcı, uluslararası etki
bırakan ve tarihin akışına yön veren bir olay ve dönüştü.
Mao
Zedung komünist ülkede ve komünist partisi içinden türeyen ve egemen
olan burjuvaziyi gördü ve 1957-63 polemiklerinde bürokrat burjuvazinin
revizyonist yönelimine karşı ideolojik mücadele yürüttü. Fakat SBKP’nin enternasyonel kanıtlanmış
saygınlığı, büyük prestiji ve komünizm cephesinin esas üssü olması itibarıyla
diğer komünist partilerin doğru ve yanlışı birbirinden ayırmasını zorlaştırdı.
Bu durum Sovyetler’de Kuroşçov önderliğinde bürokrat burjuva
modern revizyonistlerin saçmalıklarının görülmesini de engelledi.
Mao Zedung’un güçlü ideolojik
mücadele direncine rağmen revizyonizm salgını ÇKP’nide etkiledi. İç mücadele
keskinleşti. Tarihin en büyük kitle eleştirisi Büyük Proleter Kültür Devrimi
(BPKD) parti içindeki burjuvaziye karşı bir barikat ve duruştu.
Fakat Mao Zedung’un
ölümünden hemen sonra pusuda bekleyen Deng Xioping liderliğindeki
revizyonistler tarafından bir çok önder kadro tutuklanmış, infaz edilmiş ve
darbe tertibiyle, komplolarla ÇKP yönetimine egemen oldular. Revizyonizmi
Marksizm-Leninizm olarak selamlayan partiler SBKP’yi takip ettiler.
Mao Zedung’un M-L
çizgisini takip eden Marksist-Leninist-Maoistler komünist devrimi yolundan
saptıran SBKP’nin modern revizyonist karşı-devrimci burjuva çizgisine cepheden
karşı durdular.
1957 sonrası SBKP’nin arkasına takılanlar tarihin yanlış
tarafında yer aldılar, Marksizme düşman akıma karşı duran
Marksist-Leninist-Maoistler ise tarihin doğru tarafında yer aldılar. Tarih bunu
gösterdi. Keza Maoizme
karşı cephe alan Enver Hocacı dogmatik revizyonist akımın da tarihin
yanlış tarafında durdukları görüldü. Sosyalist ülkelerin yenilgisi dünya işçi
sınıfı, emekçi halkları ve ezilen ulusları için büyük teorik ve pratik gerileme
ve kayıp oldu. Buna rağmen her bir yerde devrimci sınıf mücadelesi evrensel zincirin
birer halkaları şeklinde özgün şartları içinde sürdü, sürmektedir.
Sovyetler
Birliği ülkeleri ve Çin’in yenilgisi Marksizm-Leninizm-Maoizm teorisinin
yenilgisi değildi; olamazdı. Marksizm
somut şartların somut tahliliydi ve sınıf bilinçli proletarya kendisine
sağlanan bilim ile iktisadi ve toplumsal hal ve şartları somut olarak analiz
ederek mücadelesini sürdürecektir. Marksizm evrenseldir, zafer kazanmış
ülkelerin sınırlarına hapsedilemez.
Yada zafer kazanmış devrimin yenilgisiyle de Marksizme ömür
biçilemez, “öldü” denilemez. Çünkü ölecek teori değildir; canlıdır. Aksine MLM
her dönem nesnel şartlar üzerinde işçi sınıfının somut analize dayalı evrensel
mücadele silahıdır. Yani, daima güncel, ezilen ve sömürülenlerin elinde,
devrimci kitleler ile yaşayan bir silahtır. Uluslararası komünist hareketin
gerilemesi ve zayıflığına bakarak sorunu MLM bilimde arayanlar ya materyalist
düşünmüyorlar yada bilinçli olarak meseleyi çarpıtmaktadırlar.
Ortası yoktur.
Revizyonist teorisyenler genelde eskiden Marks, Engels’in,
günümüzde ise bununla birlikte Lenin, Stalin, Mao’nun sosyalizm ve kapitalizme,
sınıf mücadelesine ilişkin kendi zamanlarındaki koşulların gerçekleşliğini
ifade ettiler ama günümüzün gerçekleri çok farklı -sanki eskiye dönülsün
diyenler varmış gibi- olduğunu belirterek Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao’nun
temel tezleriyle bugüne cevap verilemeyeceğini çeşitli teorilerle ileri
sürmektedirler.
Özünde Marksizmin temel tezleri tahrip edilme faaliyeti
sürdürülür. Marksist görüntü altında Marksizmsiz bir Marksistlik. Sınıf
mücadelesiz bir Marksizm yada iktidar hedefi gütmeyen ruhu ve iradesi alınmış
bir Marksizm! Evet tüm bunların örnekleri mevcuttur.
Lenin’in
tespiti ne kadar da isabetli. Demiştir ki, Marksizmin bilimsel
teorik gücü düşmanlarını Marksizm maskesi altında saklanmaya zorlar.
Burjuvazinin safına geçen sosyal demokratlardan tutalım da,
SBKP’nde devrime sırtını dönen bürokrat burjuva modern revizyonistlere, Deng
Xioping, Enver Hoca takipçilerine kadar hepsi en tutarlı Marksizm
uygulayıcıları olduklarının teorisini yaptılar ama kapitalist dünyaya teslim
oldular.
Komünizm teori ve
pratiğini yozlaştırdılar, çarpıttılar, bilim adına çarpık, tutarsız düşünceler
ileri sürdüler.
Yirminci kongrede 1956’da proletarya diktatörlüğünü
reddedip Stalin yoldaşa karalama kampanyası başlatılmasıyla Sovyetlerde
kapitalizmin restorasyonuna başlandı.
SBKP kongre kararında sınıf mücadelesinin ortadan
kalkmasıyla birlikte proletarya diktatörlüğünün SSCB’de “aşıldığı”nı, sınıf
devleti olmaktan çıktığı ve SSCB’nin “tüm halkın devleti” olduğu ve kulağa hoş
gelen ifadeyle “her şey insan için” sloganıyla “komünizm inşasına” girişildiği
ilan edilmişti. Peki ne oldu?. Sınıfların ortadan kalktığı belirtilmişti
burjuvazi koltuğa oturdu.
Bu revizyonist
kırılma ile birlikte mezarı üstüne pislikler döküldü, onun şahsında komünizm,
Marksizm teorisi ve pratiğine saldırının önü açıldı. Eş zamanlı olarak
“komünizm inşasına girişildiği” zaman aralığında kapitalizmin inşasına
girişildiğini tarih gösterdi. Revizyonizmin “proletarya diktatörlüğünü aşmak”la
işe başlaması rastlantı değil, Marksizmin temel ilkelerinin reddi, sınıf
savaşımının reddi ile ilgili bir pozisyon alıştır.
Modern revizyonizmin teorik muhtevası bu tarihi kırılmaya
denk düşen ihtiyaçlara uygun dolduruldu. Büyük laflar edildi, gerçekler teoriye
uyduruldu. Emek sermaye çelişkisi kapitalizmin sınırları içinde çözülebilir
tezi hortlatıldı. İşçiler ve işverenler, sömürenler ile sömürülenlerin eşit
haklara sahip ortaklar gibi -aynı gemideyiz hesabıyla- davranmalarının maddi
temelinin oluştuğu bir kapitalizmden söz edildi. Bu durumda sınıf mücadelesi
tezinin geçerli olamayacağı, kapitalist sistemlerde demokrasinin geliştiği,
sosyalizm ile kapitalizm arasında ortaya çıkan yakınlaşma ile sosyalizm yolunda
ilerlenildiği tezleri utanmazca, rezilce komünist kimlik altında savunuldu.
Sınıflar arasında
mücadele yerine sınıfların uzlaştığı politik, siyasi kültürün ortaya çıktığı
ileri sürüldü. Gerçekte ise sınıfların uzlaştığı falan yoktu, kendileri
emperyalist dünya burjuvazisinin safına geçmeye karar vermişlerdi ve maddi
dayanaktan yoksun teoriyi de nesnel gerçeklerin yerine koymuşlardı. Burjuvazi
dışarıda değil, komünist partinin içindeydi ve SBKP tarihi kırılmayla sosyal
demokratlaşmıştı.
Kuroşçev
liderliğinde işçi sınıfı partisinden “halk partisi”ne, proletarya
diktatörlüğü devletinden “tüm halk devleti”ne geçişle “komünizmin inşa
edileceği” müjdelenmişti. Fakat Marksizmin kızıl bayrağı yerlere atılmış,
kapitalizmin lanetli bayrağı omuzlanmıştı, Eduard Bernstein, K. Kautsky ve
devamcıları bilumum revizyonizmin sınıf işbirliği yoluna girilmişti.
İşçi sınıfı partisi olmanın tarihsel misyonu yadsındı ve
zıddı olan burjuva sınıf partisine dönüştü ve cenazesi kaldırıldı. Tarih
onların belirttiği şekilde akmıyor. Kapitalizmin belli başlı kaçınılmaz
çelişkileri şiddetlenmiş muhtevasıyla sosyalizmin kaçınılmazlığını göstermeye
devam ediyor.
Revizyonizm söz konusu olduğunda donuk bir teori olarak
düşünülmemeli. Marksizm-Leninizm-Maoizm temel ilkelerini değiştirme çalışmaları
çok yönlü sürmektedir. Çarpık fikirlerine hazır kılıf var ellerinde, değişen
yeni ekonomik ve toplumsal şartlara ayak uydurmak, cevap olmak!
Yukarıda dikkat çektiğimiz reddiyeler ile “yenilikçilik” kılıfı ne kadar
tanıdık değil mi?!
Maoist partide, Kaypakkaya güzergahında proletarya diktatörlüğünü
reddedenlerde aynı kılıfı M-L-M ilkelerini çarpıtan teorilerin üzerine
geçirmişlerdi. “Yeni şartlara ayak uydurmak”!
Şu gözden kaçırılmamalı, revizyonizm bir bütün olarak
Marksizm teorisi ve pratiğini reddetmez. En önemli ilkelerini bozar,
yozlaştırır, reddeder ve bunu yaparken kendisi Marksist iddiasını sürdürür.
Revizyonizmin tek biçimi yoktur, dönemin şartlarına, politik
atmosferin içinde çıkan türlerine kendi özgünlükleri dikkate alınarak,
ayrıştırılarak mücadele yürütülmesi gerekir. Örneğin, M-L iddialı olup Maoizme
“modern revizyonizm” diyen revizyonizm türü olduğu gibi, M-L-M iddialı olup
komünizm mücadelesinde temel proletarya diktatörlüğü ilkesini reddeden
revizyonizm türü de var. Bu ve benzer çeşitlilik ayrıştırılarak ideolojik
mücadele yürütülmeli.
Türkiye ve Kuzey Kürdistan sınıf hareketinde revizyonist
teori ve pratiklerin çeşitli örnekleri mevcuttur. Maoist parti zararlı akımlara
karşı ideolojik mücadele yürütmenin stratejik görev olduğu bilinciyle hareket
eder. Güncel olarak tasfiyecilik devrimci hareketi kemirmektedir.
Reformizm
ise hâlâ devrim hareketi için baş tehlikedir. Parlamentarist, pasifist,
legalist zeminde söylemde devrimci gerçekte devrimci sınıf savaşımı yerine
reformculuğun konulması, keza sınıf bilinci, mücadelesi ve kurtuluş gayesini
bir kenara atan ve ekonomik taleplerle sınırlı istekleri öne alan ekonomizm,
proletarya enternasyonalizm ilkesini çiğneyip “kendi” burjuvazisi safına
kayarak proletaryanın uluslar ötesi enternasyonel evrensel kardeşliği ve sınıf
birliğini ihmal eden, yozlaştıran sosyal şovenizm, sınıf mücadelesi komünist
partinin sosyalist devrimde önderlik rolü, işçi sınıfı demokrasisi ve sınıf
egemenliği anlamına gelen proletarya diktatörlüğünü, işçi sınıfının biricik
devrimci sınıf olarak tarihsel rolünü reddeden teorik ve siyasi yönelimler
birer revizyonizm örnekleridir.
Keza toplumsal koşulların diyalektik
materyalist felsefi bakışla analiz edilmesi yerine felsefi
idealizm, olguların yerine fikirleri koyan öznelcilik M-L-M teori kavram tespit
ve görüşler yerine burjuva fikir ve kategorilerin konulması; başta Stalin, Mao
Zedung olmak üzere kimi olaylar tarihi nesnel bağlamından koparılarak sahte,
ikiyüzlü burjuva ahlak ölçüleriyle komünist önderlerin karalanması, bunun
üzerinden subjektif tek yanlı biçimde sosyalizm olumsuzlanması, proletaryanın
büyük önderlerinin karşı karşıya konulması; birbirinin devamı ve somut
koşullara dayanarak devrim hareketiyle gelişen proleter devrim teorisi ve
pratiğinin M-L-M’in bütünlüğünün yadsınması, kimilerin Mao’nun kimilerinin ise
Stalin’in Marksizme katkılarını reddetmesi gibi, kimilerin ise gelinen aşamada
Marksizmsiz komünizm/komünistlik yapma iddiaları gibi çok çeşitli revizyonizm
türü mevcuttur.
Marksizm-Leninizm-Maoizm’den sapılması kaçınılmaz olarak
revizyonizme yakınlaştırır ve bu tasfiyeciliğinde kaynağıdır. Bize gerekli olan
revizyonizm değil, Marksizmi uygulamaktır.
Toplumsal değişimleri gözden kaçırmadan analiz ederek çıkan
sonuçların gösterdiği yönde -ki Maoist parti teorisini olguların tahliline
dayandırarak yönünü belirlemiştir- sınıf mücadelesinin geliştirilmesi Maoist
komünistlerin görevidir.
https://www.devrimcidemokrasi3.org/marksizm-maskesine-gizlenmis-dusman-revizyonizm/