19 Mart 2024 Salı

Komintern Siyasetinden Geçici Bir Kopuş: Ağrı İsyanı ve Tarihsel TKP’nin Kürt Özerk Cumhuriyeti Savunusu

 

Esasında Şarfman’ın cezaevinde Kürtlerle kurduğu diyolog TKP’nin Kürtlerle yaşadığı paradoksal ilişkinin ya da ilişkisizliğinin özeti gibidir.

 

TKP’nin Kemalist teröre karşı Kürt ulusuyla birleşmeye değil de, Komintern’e sadakatten dolayı Kürtlere mesafeli davranmayı seçmesi; devrimciliği değil, hiçleşmeyi seçmesidir.

 

“…Kemalist burjuvazi Kürdistan’ı bir müstemleke(sömürge) hâlinde kullanmakta ve onun kanını emmektedir.”(1)

Kızıl İstanbul, 10 Temmuz 1930.



Tarihsel TKP’nin Ağrı İsyanı değerlendirmesi ile diğer Kürt isyanlarını ele alışı arasında çok belirgin bir fark vardır. Bu belirgin fark nedeniyle Tarihsel TKP tarihinde, Ağrı İsyanı değerlendirmesinin özel bir yeri olduğunu düşünüyoruz.

TKP’nin Kürt isyanlarına yaklaşımında sergilediği, Komintern tezlerini ya da Sovyetler Birliği’ni savunma refleksleri, Ağrı İsyanı değerlendirmesi için de geçerlidir. Ancak TKP bu genel yaklaşımdan tam olarak kopmadan, ilk kez, ezilen Kürt ulusunun isyanını haklı bulduğunu ilan ediyor ve isyana yön veremediği için kendini suçluyor. Bu yönelim Kürt sorununa ilişkin, TKP içerisinde siyasal-devrimci bir sapmaya zemin hazırlıyor.

Tabi 1930 yılını özgün kılan, TKP içinde başlayan bu tartışmayı ve TKP’nin Kürt ulusuna yönelme zeminini yaratan dış ve iç dinamikler var. En belirleyici dış dinamik; 1927’de Çin’de yaşanan Çan Kay Şey darbesi ve 1928’de Komintern VI. Kongresi’nin aldığı “Ulusal burjuvazi ulusal devrime ihanet etti.” kararıdır. (2) Bunun yanında en önemli iç dinamikler de, 1929’da İzmir’de yargılanan/hapis cezası alan TKP yöneticilerinin Kürdistan illerindeki hapishanelere gönderilmesi ve gelgitli Sovyetler Birliği-Kemalist Türkiye ilişkileridir.

Normal şartlarda iki ülke arasındaki ilişki, kategorik olarak dış dinamikler açısından değerlendirilir ama Komintern’in TKP’yi iradesiz bırakan geleneksel yaklaşımı ya da TKP’nin Komintern’e olan koşulsuz sadakati bu meseleyi zorunlu olarak iç dinamikler açısından değerlendirmemize neden oluyor.

İç dinamik açısından asıl özgünlük ve Ağrı İsyanı değerlendirmelerine de tesiri olan gelişme, TKP yöneticilerinin Kemalist rejim tarafından, Türkiye Kürdistan’ındaki zindanlara gönderilmesidir. Örneğin; Hikmet Kıvılcımlı Elazığ, İsmail Bilen ise Diyarbakır cezaevinde kalmıştır.

TKP’nin yayın organı İnkılâp Yolu dergisinin 1930 tarihli Temmuz-Ağustos sayısında “Kemalist zindanlarından bir feryat” başlıklı bir yazı yer alıyor. Yazının Kürdistan illerinde mahpus yatan TKP’liler tarafından yazıldığı anlaşılmaktadır. İlgili yazıda, “Burjuvazinin bizi buralara ‘sürmesi’ bir taraftan da ümit edilmeyecek kadar faydalı oldu. Bu ‘gayya kuyusu’ hakkında zannedildiğinden pek fazla cahilmişiz.” diye bir ifade geçiyor.(3) Esasında bu bir itiraftır, TKP’nin Kürdistan gerçeği ile ilk kez bu denli, kanlı-canlı tanıştığı TKP’li mahpuslar tarafından itiraf edilmiştir.

***

Ağrı İsyanı Şeyh Said İsyanı’ndan yaklaşık bir yıl sonra 16 Mayıs 1926’da Biroye Heske Teli’nin öncülüğünde başladı. Bu sırada muhtelif Kürt aydınları bir araya geldi ve 1927’de Lübnan’da Kürt Kongresi’ni topladılar. Kongre sonucunda Hoybun Cemiyeti kuruldu. Hoybun’un kurulmasıyla isyan daha kurumsal bir muhteva kazandı. İsyan aralıksız bir şekilde 1930’a kadar sürdü. Özellikle 1929’dan itibaren; isyan, Kemalist basında da gizlenemez hâle geldi.

1929 yılı yukarıda da belirttiğimiz gibi TKP yöneticilerinin Elazığ ve Diyarbakır cezaevlerinde tutsak olduğu yıllardı. Kemalist terörün bu dönemde komünistlere ve Kürt ulusuna karşı saldırıları yoğunlaşmıştı. Kürdistan zindanlarındaki komünist tutsaklar ve Ağrı İsyanı’nın etkisi, TKP’nin yüzünü isyana ve Kürt ulusuna dönmesini sağladı. TKP ilk defa, kısmi de olsa, yüzünü Kemalistlerden çevirip Kürt ulusuna yöneldi. Bu yönelim TKP’nin yayınlarına, eylemlerine ve söylemlerine direkt yansıdı.

1930 yılında yayınlanan TKP Faaliyet Programı taslağının “İşçi ve Köylü Hükümetinin Görevleri” başlıklı bölümde şöyle deniyor:

“Kürtler beylerin ve şeyhlerin zulmünden kurtarılacaktır ve ikamet ettikleri Anadolu’nun Doğu vilayetlerinde, Türkiye’nin işçi ve köylü hükümetine müttefik bir özerk ulusal cumhuriyet hâlinde örgütleneceklerdir.” (4)

TKP ilk kez özel olarak Kürt ifadesi kullanarak, ayrılma hakkını savunmuş ve müttefik olarak gördüğü bir Kürt Özerk Cumhuriyeti örgütlenmesi önermiştir. Şefik Hüsnü’nün ortaya koyduğu bu formülasyon, Komintern’in Doğu Sekreterliği tarafından uygun bulunmadı ve sekreterlik tarafından müdahale edildi. (5)

Komintern’in müdahalesi sonrası oluşan metinde, ulusal azınlıklara(Kürtler ve Lazlar) “mukadderatlarını serbestçe tayin etmek ve arzu ederlerse devletten ayrılmak hakkı” tanınsa da ulusal azınlık komünistlerine, ulusal azınlıklara “mensup işçiler ve köylülerle Türk işçi ve köylülerinin kardeşçe birliği lehinde mücadelede bulunmak mecburiyetindedirler.” deniyor ve metin şöyle devam ediyor:

“Bir Sovyet Cumhuriyetleri şeklinde teşekkül eden Türkiye Amele ve Köylü Hükümeti, emperyalizme ve derebeylerine karşı elbirliğiyle mücadele için, mazlum milli azınlıkların emekçi kitleleriyle Sovyet Cumhuriyetleri Federasyonu şeklinde bir ittifak anlaşmasına dayanan bir siyaset takip eder.”

Görüldüğü gibi Komintern, Sovyetler Birliği’nin “ulusal” çıkarlarını esas alan bir anlayışla, TKP’nin 1930 Faaliyet Programı’na son şeklini veriyor. Komintern bununla da yetinmeyip, bir de TKP’ye uyarı mektubu gönderiyor. Komintern Doğu Sekreterliği 3 Ocak 1930 tarihinde gönderdiği mektupta şunları söylüyor:

“(Ağrı)İsyan, İngiliz emperyalizmi tarafından hazırlanmış ve örgütlenmiş ve kullanılmıştır. Bu isyan Türk halkının bağımsızlığına, cumhuriyete, devletin dini kurumlardan ayrılmasına karşı yöneltilmiştir. Bu isyan SSCB’ye de karşıdır zira İngiliz emperyalizmi SSCB sınırı yakınlarında karşı-devrimci bir platform oluşturma gayreti içindedir. Bu nedenle Kürt İsyanı gerici ve karşı-devrimcidir.”(6)

Bir yılı aşkın bir süre sonra, 27 Nisan 1931’de Komintern’den TKP üyelerine bir mektup daha geliyor. Bu mektupta 3 Ocak’ta yapılan uyarılar daha da net ifadelerle yineleniyor:

Kürt isyanının esas amacı, Türkiye’yi Sovyet karşıtı bloğa katılmaya sürüklemektir. Kürtlerin isyanı İngiliz ve Fransız emperyalizmi tarafından hazırlanmış ve örgütlenmiştir. Emperyalizm ajanı Kürt feodaller, varlıklarını ve Kürt halk kitleleri üzerindeki iktidarlarını kaybetmemek için zafer kazanan Türk güçlerine ilk teslim olanlardır. Bu hareket Türkiye’nin bağımsızlığına, cumhuriyete ve dinle devletin ayrılmasına karşı yönelmiştir. Bu hareket aynı zamanda SSCB’ye karşı da yönelmiştir, zira İngiliz emperyalizmi, bu isyan yardımıyla, SSCB sınırları yakınlarında karşı-devrimci bir çarpışma alanı yaratmaya çalışmıştır.”(7)

Komintern TKP’ye art arda gönderdiği bu mektuplarla, “Bu isyan aslında bize karşı, bunun bilinciyle hareket edin.” minvalinde uyararak, açıkça TKP’ye “siyasal ayar” veriyor. Dikkat edilecek olursa Komintern’in Şeyh Said İsyanı’na yaklaşımıyla Ağrı İsyanı’na yaklaşımı arasında hiçbir fark yoktur. Ancak TKP’nin bu iki isyana yaklaşımı arasında çok belirgin farklar vardır. Komintern’in uyarıları da zaten bu farkları düzlemeye ve TKP’nin yöneldiği sapmayı önlemeye yöneliktir.

***

TKP; 1930’da yayınlanacak olan faaliyet raporunda başlattığı siyasal-devrimci yönelimi, o dönem içerisinde, birçok mecrada gösterdi.

TKP’nin gençlik örgütlenmesi olan Türkiye Komünist Gençler Birliği, TKP’nin faaliyet programına paralel olarak, kendi faaliyet programında, “Kemalist rejim Kürt emekçi gençliğini iki kere eziyor.” tespitini yaparak, tereddütsüz bir şekilde anadilde eğitimi savunuyor.

Yine TKP 1930 yılı başlarında yayınladığı raporda; Kürt isyanlarının devrimci kuvvetleri canlandırdığını fakat TKP’nin bugüne kadar Kürtlerle temas kuramadığı için isyanların emperyalistlerle Türk gericiliğinin işine yaradığını saptıyor.

TKP aynı yılın 1 Mayıs bildirisinde, “Kemalistler ne toprak reformu yapabilir ne de ulusal sorunu çözebilir.” diyerek, isyanların sorumlusu olarak Kemalistleri hedefe koyuyor.

TKP 1930 yılına gelindiğinde, Komintern’in pragmatik Kemalizm tahlillerinden, birbirini destekleyen iki ayrı meselede, siyasal-devrimci bir sapma yaşıyor. Hem Kürt ulusunun isyanında devrimci bir muhteva olduğunu saptıyor hem de krizin asıl sorumlusu olarak Kemalist rejimi belirliyor.

TKP’nin Faaliyet Programı taslağı ile başlayan Kürt sorunundaki devrimci-siyasal sapma, TKP lideri Şefik Hüsnü’nün İnkılâp Yolu dergisinde, 1930 yılının Temmuz-Ağustos sayısında yer alan İkinci Kürt İsyanı yazısıyla birlikte en derli toplu hâline kavuşuyor.

Şefik Hüsnü bu yazıda Ağrı İsyanı’nın incelenmeye muhtaç iki cephesi olduğunu, birinci cephenin yoksul halk cephesi, ikinci cephenin derebeylik olduğunu ifade ediyor. Şefik Hüsnü’ye göre bu isyan aynı zamanda yoksul halkın, mazlum köylülüğün kurtuluş mücadelesidirİsyanı Kürt yoksulları açısından kurtuluş olarak gören yaklaşım, Komintern’in isyan değerlendirmeleriyle yaşanan krizin ilk aşamasıdır. Ancak Şefik Hüsnü bununla yetinmiyor ve partisine esaslı bir soru yöneltiyor:

Bugüne kadar hangi samimi devrimci parti çıktı, ona hakikati anlattı da o dinlemedi? Bu sahada TKP de görevini yapmak fırsatını henüz ele geçirmiş değildir. Biz eminiz ki yoksul köylülük, önünde başka kurtarıcı teşkilat görmediği için, derebeylerinin ve serseri çete reislerinin rehberliğini kabul ediyor.”(8)

Şefik Hüsnü bu özeleştirisinin ardından, “Yoksul Türk köylüleri eğer Kürtler gibi silaha sarılmıyorsa bu onların daha az sıkıntıda olduklarını; Ankara diktatörlüğüne karşı daha az diş bilediklerini göstermez; bunu sebebi kendilerine yol gösterecek bir teşkilatın bulunmamasında aramak gerek.” diyerek,  özeleştirisini daha da detaylandırıyor.

Burada Şefik Hüsnü’nün, Kürtlerin silahlı isyanını haklı ve meşru görmesi de daha önce karşılaşmadığımız, olumlu/devrimci bir tutumu temsil ediyor. Yazının ilerleyen bölümünde Şefik Hüsnü, Kürtlerin silahlı isyanının asıl önemini bütün ülke ahalisinin hakim sınıf hükümetine karşı elbirliğiyle silahlı hücuma ve savunmaya geçmiş olmasıyla açıklıyor.

Siyasal pratiğe hiç yansımasa da, Kemalist hükümete karşı Kürtlerin silahlı mücadelesine sahip çıkmak, TKP açısından siyasal-devrimci/olumlu bir sapmayı temsil ediyor. Ancak yazının sonunda Şefik Hüsnü, “Kürt isyanı İngiltere tarafından Sovyetler’e karşı kullanıldığı için karşıyız.” diyerek, TKP’yi Kemalist Diktatörlük karşısında hiçleştiren yaklaşıma bir kez daha teslim oluyor. Aslında bu teslimiyet, yazının önceki bölümlerindeki siyasal-devrimci sapmayı da pratik açıdan boşa düşürmüş oluyor. Bu tutum, TKP’nin ezilen Kürt ulusuyla birlikte Kemalist egemen sınıflara karşı birlikte mücadele etme olanağını devre dışı bırakıyor.

***

1930 yılında Ağrı İsyanı değerlendirilmeleri üzerinden oluşan siyasal-devrimci yöneliş, TKP içindeki tartışmalarda ve eylemlerde de kendisini gösteriyor.

1930 Ağustos’unda TKP’li tütün işçileri Kemalist rejimin Kürtlere uyguladığı kitlesel kıyıma karşı protesto eylemi yapıyor ve eylemden ötürü on dolayında işçi tutuklanıyor. Tutuklanan TKP’li tütün işçileri Kürtlere sempati duymak ve anti-militarist eylemleri nedeniyle vatana ihanetle suçlanıyorlar. Bu eylemde “Kahrolsun Kürt halkının Kemalist cellâtları!”, “Kürt toprak ağalarının ve şeyhlerinin toprakları ve sürüleri Kürt köylülerine ve çobanlarına verilsin!”, “Kürt halkına tam bağımsızlık!”, “Britanya emperyalizmine karşı özgür ve birleşik Kürdistan’la sıcak işbirliği!” ve “Emperyalizm saldırısına karşı SSCByi savunalım!” gibi sloganlar atılıyor.(9)

Eylem ve sloganlar düşünüldüğünde, TKP’nin cesareti şaşkınlık vericidir. Çünkü günümüz açısından değerlendirecek olursak, içinde bulunduğumuz siyasal ortamda TKP’li tütün işçilerinin o gün yaptığı eylemi bugün hangi komünist örgütün işyeri komitesi yapabilir ya da herhangi bir komitesi yapabilir? Gerçekten bu soruya yanıt vermek oldukça zor… Kemalizm açısından hem komünizmin baş tehdit olduğu hem de Kürtlerin muntazam olarak isyan hâlinde olduğu bir dönemden söz ediyoruz. Bu hakikat çerçevesinde düşünüldüğünde, yapılan eylemin değeri daha da büyümektedir.

Ancak bu eylemde dahi Sovyetler Birliği’ni savunma refleksiyle karşı karşıyayız.  Tarihsel TKP, siyasal anlamda en ilerici tutumlar aldığı bu koşullarda dahi Komintern’e, yani Sovyetler Birliği’ne olan koşulsuz sadakatini elden bırakmamıştır.

TKP’li tütün işçilerinin Kürt direnişiyle dayanışma için yaptıkları eylemin yer aldığı belgede çok önemli bir bilgi daha yer alıyor. TKP İzmir İl Komitesi’nden bir yoldaş TKP merkezine Komintern’e tavır alan ve dönemsel olarak gelişen siyasal-devrimci sapmanın en ileri ifadesini sergileyen bir yazı gönderiyor.

Yazıda; Kemalist gazetelerin Kürt isyanı karşısında Sovyet hükümetinin tutumunu öne çıkardığını ve Sovyetler’in Mustafa Kemal’in yanında yer almasından ötürü, TKP’nin işçileri ve köylüleri egemen burjuvaziye karşı peşinden sürükleyemeyeceğini belirtiyor ve şöyle devam ediyor:

“İnanıyoruz ki böylesi bir siyaset (Kemalizm’i desteklemek) büyük bir hayal kırıklığına varmaya mahkûmdur. Çünkü Kemalistler anti-Sovyetik bloğa doğru şaşmaz biçimde yürüyor. İtalya ve Yunanistan’la anlaşmalar yapıyor.”

Esas kritik çözümlemesini ise bundan sonra yapıyor:

“Kürt isyanı, ilkel ve feodal niteliğine rağmen, inanıyoruz ki, Hindistan’daki ve Çinhindi’deki isyanlardan hiçbir fark taşımıyor.”(10)

Hindistan’da ve Çinhindi (Laos, Vietnam ve Kamboçya)’de o sıralar ulusal kurtuluş mücadeleleri olduğunu biliyoruz. İzmir İl Komitesi üyesi yoldaş, ilkel ve feodal önderliğine rağmen ezilen Kürt ulusunun kurtuluş mücadelesini haklı ve meşru görüyor.

İzmir İl Komitesi üyesi yoldaşın bu düşünceleri, bundan kırk yıl sonra ortaya atılacak olan İbrahim Kaypakkaya’nın devrimci tezlerinden esintiler taşıyor.

Bu arada, Şefik Hüsnü; İzmir İl Komitesi’ndeki yoldaşın eleştirilerini goşist abartmalar olarak değerlendirip, “Türk komünistleri istemeden İngiltere’nin oyununa düşebilir.” sonucuna ulaşıyor.

Şefik Hüsnü’nün Komintern’e karşı hiçbir dönem otokontrolü bırakmadığını görüyoruz. Şefik Hüsnü bu tutumuyla; İzmir İl Komitesi’ndeki yoldaşla birlikte, bir adım daha öteye taşınma olasılığı olan siyasal-devrimci sapmaya da set çekmiş oluyor; devrimciliğin karşısında, tutuculuğu temsil ediyor.

***

Çarpıcı olması açısından, döneme ilişkin son bir örnek daha vereceğiz. 1929 TKP Davası tutsaklarından Şarfman’ın raporu da dönemin ruhunu anlamak açısından oldukça etkilidir. Şarfman’ın cezaevindeyken Kürtlerle yaşadığı diyaloglar güncel olarak da öğreticidir.

Ağrı İsyanı sürerken, cezaevinde birlikte kaldığı Kürtler Şarfman’a Kemalist rejime karşı birlikte hareket etmeyi teklif etmiştir.(11) Ancak Şarfman bu teklifi hem gayrimüslim olması hem Kürt hareketine önderlik edenlerin sınıfsal olarak feodal olması hem de “İngiliz emperyalizminin müdahalesi” gerekçesiyle reddetmiştir. “Kürt milliyetçisi” damgası yemekten korkmuştur.

Esasında Şarfman’ın cezaevinde Kürtlerle kurduğu diyolog TKP’nin Kürtlerle yaşadığı paradoksal ilişkinin ya da ilişkisizliğinin özeti gibidir. TKP’nin Kemalist teröre karşı Kürt ulusuyla birleşmeye değil de, Komintern’e sadakatten dolayı Kürtlere mesafeli davranmayı seçmesi; devrimciliği değil, hiçleşmeyi seçmesidir.

Ağrı İsyanı değerlendirmeleri açısından en çarpıcı sonuç ise şudur: TKP Komintern’in son derece pragmatik ve Sovyetler Birliği’nin dış politika “çıkarlarından” başka hiçbir şeyi önemsemeyen yaklaşımından biraz dahi uzaklaştığında siyasal-devrimci bir kopuşun arifesine gelmiştir; Kemalist rejimle kavgayı ve direnen Kürt ulusuyla temas kurmayı esas alan devrimci bir çizgiye sapmıştır. Ancak bu olumlu sapma, TKP önderliğinin dirayetsizliği ve Komintern’e olan koşulsuz bağlılığı nedeniyle kısa bir süre içinde sönümlenmiştir.

***

TKP’nin 1930’daki Kürt isyanı değerlendirmeleri dikkatli incelendiğinde, Hikmet Kıvılcımlı’nın Kürdistan çözümlemelerinin de TKP değerlendirmeleriyle, ana hatları itibariyle kesiştiği görülmektedir. Elbette, Kıvılcımlı’nın Yol serisinin altıncı kitabı olan “İhtiyat Kuvvet:Milliyet(Şark)” isimli çalışmasında, daha detaylı çözümlemelere ve meseleye ilişkin özgün siyasal önermelere rastlıyoruz. Ancak belirttiğimiz gibi Kıvılcımlı’nın tezleri TKP’nin 1930 Faaliyet Programı’nda ve Şefik Hüsnü’nün İkinci Kürt İsyanı makalesindeki görüşlerle esas olarak uyumludur. Ayrıca Kıvılcımlı’nın hazırladığı Yol serisini 1930’lu yıllarda TKP Merkez Komitesi’ne sunduğu da bilinen bir gerçektir. Bu durum da aradaki uyumu ve Kıvılcımlı’nın meseleye yaklaşımındaki temel perspektifin özgün olmadığının sağlaması niteliğindedir.

Bu vesileyle, Kıvılcımlı’nın Kürdistan tezlerini, ayrı bir yazıda daha detaylı inceleyeceğiz.

***

Son tahlilde; Tarihsel TKP hiçbir dönem, Sovyetler Birliği’nin pragmatik Türkiye politikasından bağımsız hareket etmedi ve bu nedenle Kürt sorununa dair geliştirdiği en ileri yaklaşımlar dahi yalnızca kağıt üzerinde kaldı. Bu durum Tarihsel TKP’nin yalnızca hiçleşmesiyle sonuçlanmamıştır. Aynı zamanda, TKP’nin Komintern’e göre biçimlenen siyasal pratiği, Kemalizm ve Kürt sorunu konularında da gelecek komünist/sosyalist nesillere kötü bir “miras” bırakmıştır.

Daha da kötüsü Komintern’in Kürt isyanları değerlendirmeleri, güncel olarak sosyal-şovenizmin Kürt direnişine karşı sunduğu en temel argümandır.

Bu nedenle, bu kötü ve sosyal-şovenizme ilham olan “miras” ile hesaplaşmak, yalnızca bu ortama yol açan Tarihsel TKP’nin etkisiz ve tutucu yaklaşımıyla değil, bir bütün olarak Komintern’in pragmatik Kemalizm siyasetiyle de hesaplaşmayı gerektirir.

Kaynakça

1.       Türkiye’de Sol Akımlar-2, Mete Tuncay, BDS yayınları, sy. 225, 1992, İSTANBUL.

2.       Komünizm Gözünden Kemalizm, Vahram Ter-Matevosyan, Ç: Gözde Yılmaz, İletişim Yayınları, sy.153, 1. Baskı, 2023, İstanbul.

3.       Türkiye’de Sol Akımlar-2, Mete Tuncay, BDS yayınları, sy. 220, 1992, İSTANBUL.

4.       Komintern, TKP ve Kürt İsyanları; Erden Akbulut-Erol Ülker, Yordam Kitap, sy.152, 1. Basım, 2022, İstanbul.

5.       Age, sy.157.

6.       Age, sy.164.

7.       Age, sy.197.

8.       Age, sy.182.

9.       Age, sy.193.

10.   Age, sy.194.

11.   Age, sy.205.

 

https://gazetepatika22.com/komintern-siyasetinden-gecici-bir-kopus-agri-isyani-ve-tarihsel-tkpnin-kurt-ozerk-cumhuriyeti-savunusu-148988.html

Yeni Politika Arayışlarına Eleştirel Bir Katkı- 1

Bilginin, sermayenin kendisine, hatta üretim aracına dönüşmesiyle evden çalışma yoluyla kendi üretim aracının sahibi olan, teknokrat bir sınıfın artık faşizmin yeni sosyal dayanağını oluşturduğu bir çağda herşey karmaşıklaşmaktadır.


 Bu makalede gazetemizin yazarlarından Sayın Muzaffer Oruçoğlu’nun; “Kazanılmış Haklar ve İttifaklar” başlıklı yazısında ifade ettiği görüşlerinin değerlendirilmesini esas almaya çalışacağız.

Öncelikle belirtmemiz gerekirki siyaset bilimimizin gelişimi ve açıklanmasını bekleyen olguların çözümlerinin saklı olduğu pandoranın kutusunu parçalayabilecek bir güce erişebilmesi için başka araçlara da ihtiyacımız olduğunu hatırlamak gerekir.

Reel bir politik tasarımın, toplumun mevcut ekonomik yapısının gerçekçi bir tarifi ve sosyolojik ilişkilerinin analizi üzerinden yükselmesi gerektiği açıktır. Tabiki politik, psikolojik, kültürel ve tarihsel başka toplumsal yapı taşlarıda iyice incelendikten sonra sürece dahil edilmelidir. Geniş ittifaklara dayanmayan, kapalı kapıcı ve ben merkezci bir sınıf mücadelesinin güçlenme ve başarma şansının zayıf olduğunu belirten Oruçoğlu; devrimci, demokrat, liberal ve anti komünist olmayan islami çevrelere kadar tekellerin baskısı altında ezilen kesimlerle geniş bir ittifakı önermektedir. Oruçoğlu’nun buraya kadar tarifini yaptığı politik yelpazenin sınıfsal örüntüsü görünür ve net olduğu için faydalı bir önerme gündeme getirdiğini rahatlıkla belirtebiliriz. Biz burada yazarın bu konuda eksik bıraktığını düşündüğümüz bir hususu hatırlatmak istiyoruz.

Sahadaki sosyalist, demokratik kuvvetlere geniş ittifak ve yayılma siyaseti öneren Oruçoğlu’nun bu politik ve örgütsel açılımı sağlayan araçların devrimci ideoloji ve felsefeyle ilişkisini yeterince tarif etmesi de daha faydalı olurdu.

Çünkü içinde bulunduğumuz dönemin insan toplumları üzerindeki postmodernist etkisi hesaba katılırsa, ideolojik bağlamla ilgili bilinçsel farkındalılığı kitleselleşme çabalarından koparmamanın bizleri daha güçlendireceği açıktır. Zaten Oruçoğlu’nun; komünist hareketin bir kısım kadro ve taraftarının reformizme ve Kemalizme sempati duymaya başladığı toplumsal ortamın kendisini zaten biz tarif etmeye çalışıyoruz.

 Mesala son cumhurbaşkanlığı seçiminde, içinde devrimci kesimin de bulunduğu ileri kitlelerin önemli bir bölümünün yazarın deyimiyle, “denize düşen yılana sarılır” misali altılı masaya doğru hücum etmesinin önemli nedeni, ülkede güçlü bir komünist hareketin olmamasıdır.

 

Ama bu etkiyi yapan gücün de esen postmodern kültür ve ideolojik rüzgarlar olduğunu görmemiz gerekir. Bilinçlere bir karabasan gibi çökmüş olan postmodern zihniyet herşeyi dumura uğratmakta ve doğasından uzaklaştırarak bulanıklaştırmaktadır.

 

Yazar, günümüz devrimcilerinin Hamas ve Taliban gibi güçlerin yeterince desteklenmemesinden yakınmaktadır. Ve yanılmıyorsak bu türden emperyalizmle çelişmesi olan güçlerin bu geniş ittifak yelpazesinin bir parçası olarak görülmesini ummaktadır.

 Yazar, burada referans olarakta kendi devrimci gençlik kuşağının dünyasında bu tür olgulara karşı ortaya çıkan politik reflekslere bir gönderme yapıyor. Günümüzde devrimci öznelerinin aynı refleksi göstermediğini sorgulamaya çalışıyor.

Aslında Oruçoğlu, değişen bu tutumun nedenlerini daha önceki tezlerinde, kapitalist modern çağın ideolojik bir salgını olan “Medeniyetler çatışması” gibi kategoriler içerisinde haklı olarak aramaya çalıştı. Bu beklentiden postmodern bir etkileşimin izlerini aramak ve bu konuda şüpheye düşmeye açık bir alan olduğu da ayrı bir gerçektir. Ama gördügümüz, sayın Oruçoğlu’nun bu düğümü tam istediği gibi açılmamış olan konuya birde böyle bir paradigma ile bakmasıdır.

 

İdeolojinin kendisi de tarih içerisinde ekonomik ve sosyal değişkenlik parametreleriyle ilişki içerisinde değişime uğramaktadır. Nasıl ki biz, komünistler açısından Maoizmi çağın koşullarıyla ilişkisi içinde yeniden kavramak ve doğmakta olan toplumun tarihsel değişken parametreleri yeterince olgunlaştıktan sonra onu tamamen aşmak olanak dahilinde görülüyorsa, aynı şekilde proleter olmayan ideolojilerde başka yönlere doğru değişim içerisindedir.

 

Burada asıl belirleyici olan şey ekonomik ilişkilerin sürekli bir değişim içerisinde olmasıdır. Bu durum günümüzdeki bir politik hareketin siyasal denklemdeki rolünü, onu ortaya çıkaran geçtiğimiz yüzyıldaki koşullardan farklı kılmaya itimlemektedir. Biz, eğer eski yüzyılın ittifak politikasını ve toplumsal görüngülerden yola çıkarak mekanik bir şekilde harekete geçmesi gereken refleksler toplamını bir makine işleyişi gibi içinde bulunduğumuz yüzyıla uygulamaya kalkarsak, kaba mekanik bir felsefenin içinde kendimizi bulabiliriz.

 

Nasıl ki 19. yy’daki İngiliz İşçi Partisi günümüzde artık devrimci değil, kapitalist devletli bir uygarlığın parçası haline dönüştüyse, Ortadoğu’da günümüzde ortaya çıkan bazı dinci hareketlerde geçmiş yüzyılda Kuzey Afrikalı müslümanların kurtuluş gücü olan ve Senusi tarikatının mensubu Ömer Muhtar hareketi gibi olmayabilir.

Çünkü sömürgeci güçlere karşı Afrika müslümanlarının soluğunu daima diri ve taze tutan bir çok tarikatın niteliği, ekonomik nedenlerlen günümüzde değişmiş olmalıdır. En azından günümüz Libyasında, Senusi tekke ve şeyhlerinin kültürel devamcılarının hangi durumda oldukları, yani bağımsız ulusal bir çizgide mi yoksa bir bölge gücünün etkisi altında nitelik değiştiripi değistimediği incelenmeye muhtaç bir durumdadır.

Mesala İngiliz İşçi Partisi’ni ve Alman Sosyal Demokrasi Partisi’ni dönüştüren maddi zemin, başlangıçta işçi aristokrasisiydi. Yani ulusun egemen gücü olan emperyalist sınıfın savaş, sömürü ve soygundan kendi bir kısım işçisine verdiği pay, alt yapıda iş gördü. Zamanla bu güç sermaye ve iktidar ortaklığı şeklinde palazlandı.

Bernstein’in Marksizmi olumsuz yönde revize ederek başlattığı çizgi, zamanla evriminde ilerleyerek günümüzde Ukrayna’daki savaşı besleyip, kaşıyan bir devlet gücüne dönüştü.

 Artık zamanında işçi sınıfı temsilcisi olan bu güçlerle karşı karşıya gelmek İngiltere ve Almanya devletiyle karşı karşıya gelmek anlamına geliyor.

 Bu işçi aristokrasisini besleyen, eskideki kırıntılar zaten revizyonizmi besleyen bir nedendi aynı zamanda. Biz en azından Şeyh Said ya da Ömer Muhtar zamanında dünyada İtalya, Fransa, Türkiye ve benzeri ülkeleri kapsayan ya da etkileyen bir küreselleşme eğiliminin henüz başlamadığından eminiz en azından.

 Bu küresel çapta sermaye hareketlerinin doğasıyla beraber değişiminin ulusal pazar, politika, ilişkiler ve kültür üzerindeki etkilerinin henüz ortaya çıkmadığı bir dünyanın politik öznelerinin hareketlenmelerini bir şema gibi bu yüzyıla aynen uygulayabilirmiyiz acaba?.

Bilginin, sermayenin kendisine, hatta üretim aracına dönüşmesiyle evden çalışma yoluyla kendi üretim aracının sahibi olan, teknokrat bir sınıfın artık faşizmin yeni sosyal dayanağını oluşturduğu bir çağda herşey karmaşıklaşmaktadır.

İşte zurnanın zırt dediği yer, aslında tamda buradan başlıyor. Biz, eğer politik tasarımlarımızı oluşturan bütün tikel olguların tümel ile ilişkisi bağlamında diyalektik ve tarihsel materyalist felsefe ile bağını kurmaya kalkarsak o zaman kavramların ve ilişkilerin doğası görünür olacaktır. Yazarın bu son ifade ettiği eleştirel soru bu minvalde tartışılmaya devam ederse, bu konuda ortak bir yeni senteze varmak mümkün olacaktır. Böyle bir önermenin başlangıçta toptan bir şema gibi algılanılıp, uygulanması ya da toptan reddi de yanlış olacağı kanaatindeyiz.

 Yani, yazarın dile getirdiği öneri yeterince tartışılmaya değer bir konudur. Uluslararası ilişkilerde gelişen bir olgunun hangi yönünün desteklenip, hangi yönünün desteklenmeyeceğine dair analitik bir politika belirleme imkanı zamanın değişen bilgilerinin ışığında yapılacak bir tartışma sürecinden sonra daha daha görünür olacaktır…

Devamı var

 https://gazetepatika22.com/yeni-politika-arayislarina-elestirel-bir-katki-1-150869.html

 

5 Mart 2024 Salı

İDEOLOJİK BİLİNÇ Mİ? PRAGMATİK BELKEMİKSİZLİK Mİ? Aydın Özkan tarafından yayınlandı


 

MLM dünya görüşü en genel anlamda hayatı bütünlüklü ele alıp yorumlamayı sağlayan, bunu da değişim için esas alan, ideolojik bakış açısıdır.

Sınıflı toplum gerçeğinin nesnel temelini oluşturduğu ideoloji, sınıfların çatışmasından doğan çıkarları esas alır. Bunu da materyalist tarih bilinci ve onun bağlamı içinde güncel gelişmelerin doğru ve yanlışlığını yaşamın her bir alanında göz önünde bulunduran bir tutarlılıkla gerçekleştirir.

Dolayısıyla, devrim ustalarımızın dediği gibi, her sınıfın bir ideolojisi vardır. Bu kaba indirgemeci bir iddia değil, toplumsal pratik tarafından doğrulanan bilimsel bir gerçekliktir.

Dolayısıyla; proletarya ve burjuvazi, iki ayrı sınıf olarak, iki ayrı ideolojiye karşılık düşer. Doğadan topluma, kum tanesinden uzaya kadar dünyayı yorumlama ve değiştirme ya da değiştirmeme düşünce ve eylemini ideolojiler belirler. Bundan sıkılanlar, kaçanlar, “siyaset ve ideoloji karın doyurmuyor” diyenler, Mao sonrası revizyonist ihanetle bugünkü emperyalist Çin’e uzanan sürecin mimarları olan Deng Şo Pingler’in yolundan giden küçük burjuvalardır.

Proletaryanın tarihsel devrimci eyleminin somut verili koşullardaki diğer ezilen halk yığınlarıyla gerçekleştirilmesi; tarihsel eyleminin, örgütlü devrimci özne olma hasebiyle kendisine yüklediği görev ve sorumluluğu, konjonktürel “fırsatlar”ın ortaya çıkardığı “olanaklar” üzerinden, sistem tarafından kendilerine adeta sunulmuş “rüşvet” olarak algılayıp, buna tav olan ve ideolojik küçük burjuva dokusundaki özü burda açığa çıkıp yalpalayan “karaktersiz” küçük burjuvazi, bilinen oportünist, revizyonist sapma ve ihanetlerin baş aktörüdür. Her tarihsel dönemde sahneye çıkıp rolünü üstlenir.

Tam bu noktada da Lenin’in o bilimsel tespitini hatırlamak gerekir. Oportünizm, revizyonizm birey ya da partilerin iyi veya kötü niyeti meselesi değil, kapitalist sistemin belirlediği ekonomik temele bağlı ortaya çıkan küçük burjuva sınıf eğilimi, bakış açısı, tutumu ve eylemidir.

Öyleyse devrim ve sosyalizm derdi olan her birey, çevre, parti ve örgüt, sınıf mücadelesinin bu altın gerçeğini unutmadan yoluna devam edecek. İdeolojik sapmaların, çizgi revizyonlarının “taktik bu kirve” mazeretlerinin üstünde; doğayı ve toplumu dünü, bugünü ve gelecekle olan ilişki içinde ele alıp, işçi sınıfı ve ezilenler açısından doğru yorumlayıp, zafere uzanan eylemler serisinin sağlam temeli haline getirecek olan ideolojik, teorik netliğinden asla taviz vermeyecektir.

Bugün devrimci saflarda ortaya çıkan savrulmaların, kafa karışıklıklarının, popüler olanın kalıcı gerçeğin yerine ikame edilmesinin, bütünün parçaya, geleceğin güne, ilkelerin fayda ve çıkarlara çok kolay feda edilmesinin temel nedeni, bu ideolojik köksüzlük, net sizlik ve tutarlı bir dünya görüşünden yoksun oluştur.

Politik ilkelerini adeta bir gecede işporta tezgâhı gibi fırsat çıkan yerlerde pazara çıkartıp, küçük “kârlar” peşinde koşanlar, proletaryanın devrim ve sosyalizm davasının tutarlı komünist yoldaşları olamazlar. En onulmaz yerde her şeyi anında küçük “çıkarları” için ayaklar altına alan kaypak küçük burjuvalar, ideolojik mücadelenin konusu olmaya dün olduğu gibi bugün de devam edeceklerdir.  

Diğer yandan, her devrimci politik çevrenin bu zaafları, savrulmaları, devrim çizgisinden ödün verip tüm söylemlerine rağmen, her taktik sürecin politik ihtiyacını karşılama ve görev üstlenme süreçlerinde yaşadıkları yalpalama, kâh oraya kâh buraya savrulma halleri bir yerde anlaşılır. Ancak, kuruluşunun üzerinde yükseldiği ideolojik-teorik yığınağında, MLM dünya görüşünün temel ölçüleri net belirlenmiş, yorum ve eylem diyalektiği berrak, legal ve illegal, taktik ve strateji, reformizm ve devrim denkleminde ikirciksiz bir perspektif sunan, komünist devrime güdümlü Kaypakkaya’cı rotada yoldan çıkmaların, sapmaların, yuvalanmaların, en pespaye pozisyonlarda seyri sefa etmelerin hiçbiri anlaşılamaz.

Bugün malesef en son yerel yönetimler sürecine dair atılan ve bugün de devam eden adımlar, ittifak politikaları, ittifak güçleriyle kurulan ilişkilerde alınan tutum ve tavırlar, politik üslup ve söylemler, adeta şirazesinden çıkmış bir sorumsuzlukla devam etmektedir.

Diğer politik gelenek izleğinden yürüyen devrimci/reformist çevrelerin; “yerel yönetimler” için izledikleri taktik siyaset ve ittifakların, bunun için geliştirdikleri söylemlerin, attıkları adımların çok daha beteri “Vartinik”ten çıkışını referans aldığını söyleyen Kaypakkaya geleneğinden gelen politik özneler tarafından atılmaktadır.

İdeolojik merceğin tam buraya odaklandığı yerde çok net görülen/görülmesi gereken somut politik olgular, gelinen yerin neresi olduğunu gözler önüne sermektedir.

MLM öğretisinin her daim hatırlattığı “birin ikiye bölünme” nesnel yasasına uygun olarak son seçim süreci; devrimci hafızayı, aklı, yöntemi, tutum ve eylemi yeniden tasnif etmiş, reformizm-devrimcilik denkleminde yeni toplama ve çıkarma sonuçları yaratmıştır.

Minareyi çalanların ona dikmeye çalıştıkları kılıf, adeta bağıra bağıra suçu ve faili deşifre etmekte, Kaypakkaya bilincini kuşanan her birey, çevre, parti ve örgütlere, onların içindeki “diri” olan öznelere şunu söylemektedir;

Uzun zamandır rafa kaldırılan MLM çizgi endeksli ideolojik mücadele ve görevlerinize yeniden dönün. Reformizme, tasfiyeciliğe, ideolojik çözülme, likidasyon/iflasa karşı mücadelede, TİP’in, TKP’nin, EMEP, ÖDP/SOL PARTİ vs. önlerinde değil (onların miadı çoktan doldu), Kaypakkayacı güçler önünde seni bekliyor.

İdeolojik bilinç, onun her bir taktik adımı devrimin stratejik yoluna bağlayan netliği mi, yoksa pragmatik belkemiksizliğin her bir kırıntıyla kendini inkara varan pespaye oportünist hallerinde ucuz figüranlık peşinde koşmak mı?

Bu soruya amasız, fakatsız, kırk dereden kırk su getiren mazeretler ardına sığınmadan verilecek net cevap, önünde yürünüldüğü tarihe layık, büyük ve zorlu devrimci görevlerin ciddiyetine uygun stratejik konumlanmanın biricik adımıdır.

Adımların çoğalıp gürleşip, güçlenmesi bu cevabı unutmayan ideolojik bilinç açıklığının, iki çizgi mücadelesi temelinde partili birlikte vücut bulmasına bağlıdır.

Bunu görev telakki edip, “Vartinik’ten Mercan’a Bu Tarih Bizim!” bükülmez mızrak ucu sözünü eğip bükmeden, aklından ve yüreğinden kusmadan dik duranlar ve vakur yola devam edenler mutlaka başaracak. Her bir sürecin küçük grubunda “iktidar” olmanın “kazancıyla” sarhoş olup yoldaş değil “mürid” olanlar çoktan yenilmiştir, Kadıköy-Bostancı hattında(!)

https://www.devrimcidemokrasi3.org/ideolojik-bilinc-mi-pragmatik-belkemiksizlik-mi/

 

 


Kürt Ulusal Hareketi ve Yerel Seçimler_Yeni Demokrasi


Kürt Ulusal Hareketi ve Yerel Seçimler

2 Mart 202

 Kürt Ulusal Hareketinin yerel seçimlerde aldığı pozisyon birçok tartışmayı gündeme taşıdı. Yerel seçimler özgülünde önceki süreçlerden farklı olarak bağımsız ve kendi gücüne dayanmayı esas alan politikanın benimsenmesi kimi çevrelerde eleştirilere neden olsa da büyük oranda olumlu karşılandı.

Yeni politik tutumun Kürt halkı nezdinde olumlu bir havada karşılanmasının en önemli nedeni genel seçimler sonrası DEM Parti’nin geniş kitle toplantılarına yaslanarak yürüttüğü eleştiri-özeleştiri süreci oldu. Burada kitlenin temel eleştirilerinin yeni seçim sürecindeki politikaya yansıyışı bu bağlamda verili politikanın sahiplenmesini de beraberinde getirdi.

Kuşkusuz Kürt hareketinin yerel seçim taktiği salt genel seçimler sonucu gelişen eleştirilerle sınırlı değil. Geleceğe dair alacağı yeni pozisyonların bir sonucu olarak da değerlendirilmelidir. Birincisi bu politikada esas olarak yönünü İstanbul’a değil de Amed’e dönen bir tutum öne çıkarılıyor.

 Bu T. Kürdistanı’ndaki kitlesinin ihtiyaçlarını ve çıkarlarını öne çıkaran bir konumlanış olarak görülebilir. İkincisi, AKP-MHP faşist blokunun CHP ile ortaklık üzerinden kitleleri DEM Parti karşıtı bir pozisyonda saf tutmasının engellenmesi hedefi taşıyor.

T. Kürdistanı’nda özellikle faşist düzen partisi CHP ile yakınlaşmaya karşı gelişen bir tepki söz konusuydu. Bu tepki kitleleri daha “muhafazakâr ve milliyetçi” bir siyaset arayışına iterken HÜDA-PAR ile ortaklık üzerinden verili tepki AKP-MHP blokuna yarayacak bir politikaya dönüştürüldü. HÜDA-PAR’a açılan siyaset alanı da bunun en somut göstergesiydi. Bu bağlamda Kürt ulusal mücadelesinin yerel seçim politikasının ve bağımsız bir politik çizgiye meyletmesinin argümanlarının güçlü nedenlere dayandığını söyleyebiliriz.

 YENİDEN “ÜÇÜNCÜ YOL”

DEM Parti’nin yerel seçimlerde yukarıda özetlediğimiz tutumu esas itibarıyla İstanbul seçimlerine dair aldığı kararda öne çıktı. Başak Demirtaş’ın adaylık süreci ile başlayan tartışmalarda CHP’yi batıda destekleme tavrının terk edildiği açığa çıkmış oldu. Kürt hareketi özgülünde bu anlayış “üçüncü yol” olarak ifade edilse de bir kez daha bu çizginin muğlak sınırlar içerdiğini söylemek mümkün.

Mayıs 2023 seçimlerine dönersek o tarihlerde de Kürt hareketi Kılıçdaroğlu’na destek tavrını “üçüncü yol” olarak tanımlamış, bu politikayı etkin uyguladığını ifade etmişti. “Üçüncü Yol” hedefi ile tutumunu açıklayan Kürt hareketi; böylelikle iki faşist ittifakın dışında farklı mücadele güçleriyle demokratik temelde bir araya geleceğini beyan ederek Türkiye’nin iki seçeneğe mahkûm olmadığının vurgulandığı “üçüncü yol” seçeneğini öne çıkardı. Ancak hem pratikte hem de ana siyasal söylemlerde “Erdoğan’ın devrilmesi adına” Kılıçdaroğlu’na destek tavrı öne çıkarıldı. “Demokratik güçlerle ittifak”ın öncellenmesi de esas itibarıyla bu politikaya angaje oldu. Yeniden yerel seçimler gündemine döndüğümüzde “üçüncü yol” ile bir politikanın, seçim tavrının benimsendiği ifade ediliyor.

DEM Parti genel seçimler deneyiminden dersler çıkararak egemen kliklere angaje olmadan kendi bağımsız gücüyle hareket edeceğini söylüyor. Kuşkusuz Kılıçdaroğlu’nu ve önceki yerel seçimlerde kendi adayını çıkarmadan Millet İttifakı adaylarını destekleyen Kürt hareketinin her iki taktiği de nesnel olarak farklılığa tekabül ediyor. Dolayısıyla her iki politikaya da “üçüncü yol denilebilir mi?” ya da “üçüncü yol denilen politik tutum her iki pozisyona da yol verir bir nitelikte mi?” soruları karşımıza çıkıyor.

Kürt hareketinin verili seçim tavrı önceki seçim deneyimlerinden çıkarılan derslere dayanıyorsa -ki ifadelerden böyle bir yönün bulunduğu anlaşılıyor- her iki seçim taktiğinin nesnel farkları “üçüncü yol” denilerek muğlaklaştırılmamalı. Bu durum çok temelde mevcut seçim tavrının politik gücünü ve önceki eleştiri sürecinin etkisini zayıflatır.

 “Üçüncü Yol” tartışmaları Kürt Ulusal Hareketi özgülünde de belirgin bir karmaşıklığı içeriyor. Yeni Özgür Politika’da Hasan Kılıç bu kavramı “Bugün Türkiye’de depolitizasyonun üretim merkezi sistem içi iki hegemonik güç arasında bir tercihte bulunmaktır. Politika kurucu olma vasfını ancak apolitizasyon ve depolitizasyon tuzaklarına düşmeden gerçekleştirebilir.

 Bunun imkânı da Üçüncü Yol’un örgütlenmesidir. Meylin sistem içi iki hegemonik gücün siyasal alanı tamamıyla kapladığı bir düzen olan egemen siyasete karşı siyasal alanda ezilenlerin alanını yaratan bir siyaset tercihi kurucu olabilir” ifadeleriyle iki egemen güç dışında bir konumda ve karşıtlık ilişkisi içerisinden nitelerken, “Kirlenmemiş Şeyler Uğruna” başlıklı mektupta Demirtaş, “Üçüncü Yol” siyaseti için DEM Parti’nin hem AKP ile hem CHP ile hem de diğer siyasi partilerle görüşmesini gerektiren bir siyaset olarak tanımladı. Kimilerine göre karşıtlık, kimilerine göre ise uzlaşı, diyalog vb. olarak görülen bu çizgi kuşkusuz Kürt Ulusal Hareketinin paradigmasının bir çıktısı.

 

 Mevcut paradigmanın krizleri seçim ve benzeri süreçlerde depreşirken verili tartışmalar ve eleştiriler projeksiyonu bu niteliğe değil görüngüdeki kimi uç durumlara tutuyor. Bu da güçlü bir bağımsız çizginin inşa edilmesine engel olabilecek bir yöntem sorununa işaret ediyor.

ÇÖZÜM SÜRECİ TARTIŞMALARI

DEM Parti’nin kendi adaylarıyla seçime girme kararı belli çevrelerde “yeni bir çözüm süreci” tartışmalarını da beraberinde getirdi. “Kürt oyları” üzerinden bir “çözüm pazarlığı” tartışması yine bilindik çevrelerden geldi. Kürt burjuvazisinin iş birlikçi takımı bu tartışmaların başını çekti. G. Ensarioğlu, Altan Tan gibi isimler DEM Parti’nin seçim tavrını “olumlu” bulduklarını ifade ederek “çözüm süreci” tartışmalarını eşanlı olarak başlattılar.

 Galip Ensarioğlu bu noktada en kullanışlı aparat. Ensarioğlu, AKP aday tanıtım toplantısında DEM Parti’yi “Hak etmedikleri bir şerefin üzerine oturmak”la eleştiriyor, halkın geçmişte “korkudan” Kürt hareketine oy verdiğini iddia ediyordu.

DEM Parti’den “Her yerde aday çıkarma” açıklaması yapılınca aynı Ensarioğlu DEM Parti’nin “Doğru bir siyaset izlediği”ni söyleyecekti. Başak Demirtaş’ın İstanbul adaylığı için başvuru yapmasının ardından tutuklu Demirtaş’ın “mağduriyeti”ni hatırlatacak ve övgüyü daha da ilerleterek “iyi bir siyasetçi” olduğunu söyleyecekti.

Ensarioğlu gibi iş birlikçi Kürt burjuvalarının rolü tam da bu süreçlerde etkin bir hal alıyor. AKP-MHP faşist bloku bu isimlerin “yorumları” üzerinden “çözüm süreci”, “kayyum atanmaması”, “Demirtaş ve belli siyasilerin tahliye edilmesi” gibi beklentilerle kendi seçim çıkarları için hem Kürt ulusal hareketini hem de Kürt halkını konsolide etmeye çalışıyor.

Madalyonun diğer yüzünde ise yine ezen Türk ulusunun farklı bir siyasal temsili bulunuyor. Kürt meselesinde imha, inkâr ve asimilasyoncu resmî ideolojiye secde eden bu çevre ise “Kürtlerin AKP ile anlaştığı”, “AKP’nin yeni bir çözüm süreci başlatacağı” söylemleri üzerinden şovenizmi ve AKP-MHP bloku etkisindeki milliyetçi kesimleri kendilerine yedeklemeye çalışan bir politika izliyorlar. Her iki anlayış da ezen ulusun çıkarları bağlamında şekillenen meşum bir politikayı içeriyor.

Kürt ulusal mücadelesinin “içeriden” ve “dışarıdan” geliştirilen bu sinsi politik hamlelere karşı uyanıklığı ve etkin mücadeleyi içeren bir pozisyon alması elzemdir. Bu pozisyon, yerel seçimler özgülünde kendi kitle gücüne ve meşru mücadelesine dayanan güçlü bir bağımsız bir çizgiyi harekete geçirerek güçlendirilebilir.

 

Bugünkü koşullarda yerel seçimler sonrası elde edilen kazanımlar her ne kadar sınırlı ve etkisi kayyum saldırılarıyla sınırlandırılmış olsa da Kürt Ulusal Hareketinin deneyimi ve mücadelesi koşulları tersine çevirebilecek bir birikime dayanıyor. Bu birikimin güçlü bir bağımsız çizgiyle kitlelere taşınması yerel seçimlerde elde edilecek en önemli kazanım olabilir.

SENTEZ | Dünya Proletaryasının Önderi Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına Lenin, Dünya İşçi Sınıfına Yol Göstermeye Devam Ediyor – 2

"Geniş yığınlara devrimci tarzda nüfuz etmek, somut koşulların somut analizinden hareketle; koşulları proletaryanın sınıf çıkarları lehine ileriye taşıcı, yığınları parti kitlesine yakınlaştırıcı ve kitlelerle bağları güçlendirici uygun mücadele biçimleri uygulanmalı ve geliştirilmelidir"

4 Mart 2024

Lenin, proletarya diktatörlüğü sorununun, uluslararası işçi sınıfının en temel sorunu olduğunun altını, hiçbir şüpheye yer vermeden net olarak çizmiştir:

Proletarya diktatörlüğü sorunu, istisnasız tüm kapitalist ülkelerde modern işçi hareketinin temel sorunudur. Bu sorunda tam açıklığa kavuşmak için, onun tarihini bilmek gerekir. Uluslararası bir ölçek koymak gerekirse, genelde devrimci diktatörlük ve özelde proletarya diktatörlüğü öğretisinin tarihi, devrimci sosyalizmin tarihiyle, özellikle Marksizm’in tarihiyle örtüşür.

 

 Ayrıca –ve tabii ki bu en önemlisidir- ezilen ve sömürülen sınıfın sömürücülere karşı tüm devrimcilerin tarihi, diktatörlük sorununa ilişkin tüm bilgimizin ana malzemesini ve ana kaynağını oluşturur. Her devrimci sınıfın, zafer kazanmak için kendi diktatörlüğünü kurmak zorunda olduğunu kavramamış olan, devrim tarihinden hiçbir şey kavramamıştır ya da bu alanda hiçbir şey bilmek istememektedir.” (17)

 

Küçük burjuva oportünizmin temel sorunu, ücretli sömürü sistemi kapitalist toplumu yıkıp yerine sosyalim ve komünizm inşa olmadığı için, proletarya diktatörlüğü yerine kolayca ve rahatlıkla “halkın devleti” ibaresini, arada niteliksel bir ayrım yokmuşçasına koyabilmektedir. Küçük burjuvazi sınıf mücadelesini kabul etmeyi yeterli gördüğü için, komünizm sorununu tarihsel bir sorun olmaktan öte, taktiksel bir sorun olarak ele aldığından, “halkın devleti” sorununu proletarya diktatörlüğü yerine geçirmekte bir beis görmüyor.

Marx’ın devlet üzerine öğretisinin özünü -der Lenin- ancak, bir tek sınıfın diktatörlüğünün yalnızca genelde her sınıflı toplum için, yalnızca burjuvaziyi devirmiş olan proletarya için değil, ama aynı zamanda kapitalizmi ‘sınıfsız toplumdan’, komünizmden ayıran tüm tarihsel dönem için gerekli olduğunu anlayanlar kavramışlardır.”(18)

 

Proletarya diktatörlüğü yerine “halkın devleti” önermesini ileri sürenlerin bir gerekçesi olarak da “diktatörlük” kelimesinden vazgeçmek gerekiyormuş ve halk bu kelimeden korkuyormuş ve aynı zamanda “demokrasi”yi dıştalıyormuş vb. gibi burjuva zırvaları ileri sürmekten de geri durmuyorlar.

Lenin, Macar işçilerine selam gönderdiği konuşmasında ise şunları söylüyor:

Ama proletarya diktatörlüğünün özü, tek başına, ya da hatta esas olarak kuvvet değildir. Bunun başlıca özelliği, amacı sosyalizmi kurmak, toplumun sınıflara bölünmüşlüğünü ortadan kaldırmak, toplumun her bireyini çalışan insan haline getirmek, ve insanın insan tarafından sömürülmesinin her türlü temelini yok etmek olan proletaryanın, çalışan halkın ileri müfrezesinin, onların öncüsünün, tek liderinin örgütlenmesi ve disiplinidir.”(19)

Stalin ise, proletarya diktatörlüğü konusunda Lenin’in yolundan devam eder.

Proletarya diktatörlüğü … sadece sömürücü sınıflar üzerine uygulanan zor demek değildir, ve hatta her şeyden önce, zor değildir. Bu devrimci zorun iktisadi temeli, onun canlılığının ve başarısının güvencesi, proletaryanın kapitalizme oranla toplumsal çalışma örgütlenmesinin üstün bir tipini sunması ve gerçekleştirmesidir. Sorunun özü buradadır. Komünizmin kaçınılmaz tam zaferinin güç kaynağı ve güvencesi buradadır.”(20)

Ülkemizde de “sol” liberal Birikim’ci, Ömer Laçiner, daha 1978 yılında, Lenin ve Stalin’in savunduğu “proletarya diktatörlüğünü”(21) yanlış buluyordu. Ve bu liberal “sol”lar, Marksizm karşıtı kim varsa, onları Marks, Engels, Lenin, Stalin ve Mao’nun karşısında “haklı” çıkarırlar.

 

Bu nedenle, kendini Marksist saflarda görenler ile “sol” liberallerin “ineğe inek” demeleri de aynı değildir. Onlar, ineği sağmal, Marksistler ise öncelikle canlı bir organizma olarak görürler ve “sağmal” oluşunu, tarihsel materyalizm içinde ele alıp incelerler. Bu yaklaşım, nitel bir farktır.

Laçiner, 1978 yılında Birikim Dergisi’nde “Sosyalizmin Temel Sorunları” başlığı altında yazdığı yazıda şöyle diyordu:

Proletarya diktatörlüğünün Marksizmin özü olduğunu öne süren III. Enternasyonal’in ihtilalci eğilimi, bu kavramı yadsıyan ve “demokratik sosyalizmi” savunan II. Enternasyonal eğilimini Marksizm düşmanı olarak nitelemiş, aralarında uzlaşmaz derin bir karşıtlık olduğunu belirterek tüm ilişkilerini koparmıştı.”(22)

 

Birikimciler, zamanla, elbette bütün suçu Stalin’e atacaktır. II. Enternasyonal’le III. Enternasyonal arasında fazla bir fark olmadığını da yazacaklardır. Ve ikisini de uzlaştırmak isteyeceklerdir. “Lenin neyse”, “ah bir Stalin olmasaydı”, “demokratik sosyalizm” gelip yerleşecek ve sınıfsız toplumda kurulmuş olacaktı.

 Bunlar, 1978’lerde savunuluyordu ancak, elbette önceli vardı. 1960’larda Kuruşçev’in “halkın devletini” savunması ve Avrupa’nın bir zamanlar “saygın” KP’lerinin Kruşçev’in peşinden giderek kendi emperyalist burjuvalarıyla uzlaşmaları sonucu, “Avrupa Komünizmi” adı altında geliştirdikleri sınıf uzlaşmacılığı teorisini savunmaları, ülkemizde, Aren-Boran-Aybar ve de Birikim vb. çevrelerde adresini bulmuştu.

Kendine MLM diyen kimi küçük burjuva devrimcileri, “proletarya diktatörlüğüne” karşı çıkarken, II. Enternasyonal’in ve “Avrupa Komünizmi”nin, “demokratik sosyalizmi”ni ve “güleryüzlü sosyalizmini” de incelemelidir. Kendi savundukları ile bunların savundukları arasındaki farkları ortaya koymalıdırlar. Ne var ki, bu benzerliğin salt biçimsel düzeyle sınırlı olmayıp, içerikte de olduğu görülecektir.

Kapitalizme ait ne varsa yıkılmadan sosyalizm asla ve asla inşa olmaz ve toplum, sınıfsız topluma, komünizme erişemez. Sosyalizm içinde var olan kapitalizme ait olan tüm öğeler (ufak ya da büyük), sosyalizmin inşası önünde ciddi bir ayak bağı ve aynı zamanda, kapitalizme dönme tehlikesini içinde barındıran bir içerikte olur.

Sosyalist devlet içinde bürokratik yapıyı kırmak ya da bunun gelişmesinin önüne geçmek; işçi sınıfının örgütlü bir şekilde devreye girmesinin tüm koşullarının oluşturulması ve sağlam bir işçi sınıfı örgütlenmesinin her alanda yaratılması ve devlet mekanizmalarının kontrolünün işçi denetimi altına alınmasıyla gerçekleşebilir.

Oysa, sosyalizmde bürokratik örgütlenmenin önüne geçmenin yolu, işçi sınıfı dışında küçük burjuva emekçi kesimlerin devlete egemen olmasını sağlamakla ya da onları, “önder” olarak önderliğe ortak etmekle olamaz. Bir taraftan, “bürokratik örgütlenmeyi önleyelim” derken, diğer yandan küçük üretimin yaygınlaşması ve giderek kapitalist büyük üretime dönüşmesinin yolları açılmış olur ve bunun sonucu, sosyalizmin yıkılmasıdır. Sosyalist devletlerin yıkılmasının nedenleri arasında bunları bulabilirsiniz.

 

Özgürlüğü üretim ilişkilerinden bağımsız ele almak, sapla samanı birbirine karıştırmak olduğu gibi, bu aynı zamanda idealistçe bir yaklaşımdır da. Üretim ilişkilerinin niteliği, özgürlüğün sınıfsal niteliğini de belirler.

Sosyalizmin ve nihayetinde komünizmin anlamı; kapitalist olan her şeye saldırmak ve yıkmaktır. Ve elbette, başta, kapitalist “özgürlük” denen şeye de saldırmak ve yıkmaktır. Sınıfsız temelde özgürlüğü onun yerine kurmak ve inşa etmektir.

Kapitalist “demokrasi” ve kapitalist “özgürlük”, üretim araçlarının belli ellerde toplanmasının özgürlüğüdür. Üretim araçlarına sahip olanların özgürlüğü, ona sahip olamayanların ise köleliği anlamındadır. Emekçilerin devletinin ekonomik adı olan küçük üretim ise, bu tip “özgürlüğün” gelişmesinin en küçük temel birimleridir.

 

Toplumsal iş bölümü kalkmadan sosyalizmi sınıfsız (komünist) topluma dönüştürmek ya da en azından, bürokratik gelişmeleri ortadan kaldırmak ya da devlet varken sınıfları ve sınıf çatışmalarını ortadan kaldırmanın hayal olduğu görülmelidir. Bunlar, proletarya diktatörlüğü altında geliştirilebilecek bir sürecin ürünü olacaktır.

Proletarya diktatörlüğü ya da proletarya demokrasisi (sosyalist demokrasi) ile burjuva diktatörlüğü ve burjuva demokrasisi karşı karşıya getirildiğinde, proletarya demokrasisi, “en demokratik” burjuva demokrasisinden ya da devletinden, her yönüyle daha demokratiktir. Bu ikisinin biçimsel olarak karşılaştırılması halinde dahi, sosyalist demokrasi burjuva demokrasisinden bin kat daha demokratiktir. İçerik ve biçimsel olarak da bu böyledir.

 

 Sömürünün olduğu yerde, insanların elinden bütün geçim araçları özel mülkiyet adı altında bir avuç burjuvazinin elinde toplandığı bir sistemde, çoğunluğun özgürlüğünde ya da çoğunluk için demokrasiden söz etmek, tam da, sömürü ve baskı rejimini gizlemek için bir avuç burjuvaziye özgü bir sahtekarlık ve iki yüzlülüktür.

Peki, burjuvazinin diktatörlüğü burjuvazi için özgürlük proletarya ve emekçiler için ise sömürü ve baskı oluyorsa, proletarya diktatörlüğü neden işçiler için bir “zulüm cenneti” olsun?

Proletarya kendi kendine mi baskı uygulayacak?

Sömürü yoksa baskı da yoktur. Üretim araçlarının özel mülkiyeti yoksa, sömürü de baskı da olamaz. Çünkü, üretim araçlarının özel mülkiyeti, sömürü ve baskıyı koşullar. Bu ayrım önemlidir. Bu ayrım gözden ırak tutulduğunda, tam da küçük burjuva oportünizminin düştüğü çukura; burjuva sahtekarlıklarını kitlelere şirin gösterme yanlışına düşülür.

Marksizm’in kurucularından Engels “Gotha ve Erfurt Programlarını” üzerine, August Bebel’e gönderdiği mektupta, halkçı devlet sorununa da değinir ve şöyle der:

Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır; proletaryanın devlete gereksinimi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkacaktır.(23)

 

Lenin’in öğretileri Leninizm proletarya diktatörlüğü konusunda da hala günceldir ve proletarya diktatörlüğü savunulmadan sosyalizm inşa edilemeyeceği gibi komünist toplum da kurulamaz. Daha doğrusu, proletarya diktatörlüğü savunulmadan burjuva diktatörlüğü olan kapitalist toplum yıkılamaz ve yerine proletarya önderliğinde sosyalizm kurulamaz ve proletarya diktatörlüğü olmadan sosyalizmden komünizme geçilemez.

Lenin ve komünist parti

https://ozgurgelecek51.net/sentez-dunya-proletaryasinin-onderi-leninin-olumunun-100-yili-anisina-lenin-dunya-isci-sinifina-yol-gostermeye-devam-ediyor-2/

 

 

LENİN 100 | Dünya Proletaryasının Önderi Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına Lenin, Dünya İşçi Sınıfına Yol Göstermeye Devam Ediyor-1

 

https://www.yüzçiçekaçsın.de/2024/02/lenin-100-dunya-proletaryasnn-onderi.html

 

 

 

1 Mart 2024 Cuma

MAKALE_ Birlikte Israr Etmek, İttifakı Genişletmek

 Belediye faaliyeti siyasal olarak demokratik, ekonomik olarak da esasta bir hizmet faaliyetidir. Komünistler bu faaliyeti yürütürken kendi politik ve ideolojik faaliyetlerini askıya almazlar, halkla ilişkilerde görüşlerini, bıkıp usanmadan, ısrarla açıklarlar. 






Belediye seçimlerinde, müttefiklerle ilişkilerde birlik esastır.

Eleştiri dostane olmak zorundadır.

Seçim kampanyasını müttefiklerin birbirleriyle ağız dalaşına girdiği bir kampanyaya dönüştürürsek kitle çalışması yapamayacağımız gibi birliği de koruyamayız. 

Müttefiklerle birliği uzun ömürlü kılmak, müttefikleri çoğaltmak, seçimleri yürüyüş yolu üzerinde ortaya çıkan etkin kampanya anları olarak görmek. Halk sınıf ve tabakalarına ait olan her güçle tereddütsüz ittifak içinde olmak, bir an önce partileşmek ve yürüyüşü parti olarak sürdürmek.

  Belediyenin hem genel olarak hem de her sınıf, cins, kültür ve benzeri kategoriler için neler yapacağı sorunu önemlidir.

  Büyük işlere aklım ermez ama şunları yapmak mümkündür:

  1- Ucuz lokanta, manav, fırın, kafeterya vb. açmak. Buna bağlı olarak esnaftan yiyecek bağışı alıp bu kuruluşlara aktarmak.

  2- Halktan bağış olarak ikinci el eşyaları toplayıp, bunların son derece ucuz bir fiyatla satışını sağlamak.

  3- Belediyeye bağlı ucuz satış kooperatifleri kurmak. Halkın yoksul kesimlerini bu kooperatiflere üye yapmak. Alış fiyatlarını üyeler için düşürmek.

  4- Hizmeti öncelikle yoksul mahallelere götürmek. Yoksullara yardım söz konusu olduğunda mülteci yoksullara öncelik vermek.

  5- Gönüllü çalışma ekipleri kurmak, bunları öncelikle yoksul mahallelerin acil sorunlarında seferber etmek.

  6- Belediyeye ait galeri veya salonlarda kadın ve çocuk resim sergileri, çocuk ve gençlik panelleri düzenlemek.

  7- Belediye bünyesinde resim, müzik, tiyatro ve folklor kursları düzenlemek. Bu alanda yetkin olan insanlara konferans verdirmek.

  8- Belediye sınırları içinde müze yoksa müze açmak.

  9- Sokak insanları ve hayvanları için barınak açmak.

  10- Sokak tiyatrosunu kurmak, düzenli hale getirmek, sokak ve meydanları sanat ve kültür gösterilerinin hizmetine sunmak.

  11- Ülke çapında kitap bağışı kampanyası açarak belediye kütüphanesini zenginleştirmek.

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)