30 Mart 2024 Cumartesi

Tarih/imizden Notlar-KALANLAR VE AYRILANLAR-DARBE GERÇEKLİĞİ-1-2.3


 

Daha yakın tarihimize bakalım; ‘94 sürecine baktığımızda takındığımız tutum ve mahkum ettiğimiz bir dizi pratiğin bugün azınlık Merkez Komite üyeleri tarafından partiye nasıl dayatıldığını görürüz. Şimdi o dönemin darbecileriyle birlik çağrıları üzerine yürütülen tartışmalara bakalım.

“Birliği bozan veya “ayrılık sürecini tamamlayan” adım II. MK toplantısıdır. Bu toplantı birliğin ruhuna aykırıdır. Partiye rağmen onu reddeden bir içerikte gerçekleşmiştir. Ayrılık bu toplantıyla tescillenmiştir. Darbe bu toplantı ile teminat altına alınmak istenmiş ve ayrılık için şartlar olgunlaşmıştır. Bu toplantı ile MK çoğunluğu parti çoğunluğunu dışlamış ve parti çoğunluğu da onu “parti dışı” ilan etmiştir. (Partizan, sayı: 71, s. 28)

Dönemin darbecilerine verdiğimiz yanıtta neyin darbe olacağını görmeye-göstermeye çalışalım.

KALANLAR VE AYRILANLAR…

ST“dört kriter”e tekabül eden farklı görüşlerin ayrılık nedeni olabileceğinden bahsetmektedir. Aramızdaki ayrılıkların önemli olsa da o seviyede olmadığını özellikle vurgulamaktadır. Çünkü birlik önerisi “dört kriter” zemininde gerçekleşmektedir. Bize böylece, “ayrılık noktalarını abartarak birliğe olumsuz yaklaşmayın” demiş olmaktalar. Oysa bizim ileri sürülen hiçbir “ayrılık noktasını” “bölünme gerekçesi” yapmamız mevzu bahis değildir.

 

Daha da ötesi biz ST’nin ileri sürdüğü “dört kriter” üzerinden de “ayrılık gerekçesi” üretmedik. Aslına bakılırsa biz ne DABK ile ne de “darbe” ile ayrılık gerekçesi ileri sürdük. Her iki yapı da partiden ayrılmalarının sonuçlarını yaşamışlardır. Program veya örgütsel kurallar ya da stratejik ve taktik anlaşmazlık konuları olduğu için ayrılık ilan eden vaktinde DABK olmuştur.

 

DABK II. MK’yı parti çizgisinden sapmakla, revizyonizmle suçluyordu. Sonraki ayrılık ise darbe ve darbeye tavırla şekillenmiştir. “Ayrılık gerekçesi” üretmeye ayrılacakların ihtiyacı olur. Oysa biz hiçbir zaman bu ihtiyacı hissetmedik. Zaten hep kalan biz, ayrılan onlar olmuştur. Komünistler bulundukları partiden ayrılmayı, o parti komünist geleneğin/enternasyonalin temel kurallarına göre kurulduğu ve öyle işlediği sürece esasen ve hatta neredeyse tamamen reddederler. Onlar için esas olan sonuna kadar parti için mücadeledir.

 

TİİKP’in revizyonist önderliğine rağmen Kaypakkaya bu yolu sonuna kadar zorlamış ve kendilerinin varlığı tehdit edildiği, ifade özgürlüğü yok edildiği durumda, belki de “mecburen” demeliyiz, yeni bir parti kurmaya yönelmiştir. Örgüt hukuku açısından meşru olduğu ve bunu bozmadığı sürece önderliği oportünist olsa da komünistler, partiden ayrılmayı bir yol olarak benimsemezler. Bunu bozacak kural, siyasi olarak nitelik değiştirecek bir aşamada partinin önderlik misyonunu oynamaması olabilir.

 

Ustaların ve önderlerin genel tavrı bu yaklaşımı doğrulamaktadır. Lenin’in devrim öngörüsünde bulunup devrime önderlik görevini öne sürmesiyle beraber RSDİP içinde hem de merkezinde yaşanan karmaşa bilinir. Başlangıçta Lenin neredeyse yalnızdır. Lenin’in devrim perspektifi, planı MK tarafından kabul edilmemektedir.

 

 Nihayet Lenin, istifa etmek durumunda kalacağını belirterek partiyi son kez devrime önderlik etme sorumluluğunu almaya çağırır. Ancak ondan sonra RSDİP MK’sı nihai kararı alır. Lenin için bu devrimi kavrayamayan, sürecin gerisinde kalan bir karardır; başka bir ifadeyle, parti, kendiliğinden sürecin altında kalmıştır ve terk edilebilir. Lenin istifa tehdidi içeren mektubuyla komünist partiyi kesin bir ikileme sokmuş ve nihayet onun kendisini aşmasına, devrime önderlik etme kararını almasına neden olmuştur. Aksi halde Lenin mektupta ifade ettiği yolu tercih edebilir, RSDİP’tenkoparak yeni bir örgütlenmeye girişebilirdi! Lenin’in pratiği ST’nin “dört kriteri” ile bire bir açıklanamaz.

 

Sonuçta ideolojik olarak, program açısından, örgüt kurallarında, stratejik ve taktiklerde -Lenin’in devrim öncesinde onlara dair sunduğu “yeni” görüşleri, tezleri hariç tutulursa- bir ayrılık olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Nihayet biliyoruz ki, parti “Lenin’in partisiydi”. Onun hemen her hücresine nüfuz ettiği bir partiydi. Kuşkusuz burada da sonuç olarak “dört kritere” tekabül eden olgulardan bahsedebiliriz.

 

 Ancak bundan “sonuç olarak” bahsedebiliriz. İstifa mektubu bize bu kavramların nasıl biçimleneceği hakkında olabildiğince bilgi vermektedir. Bütün bunlar bize “basit” görünen kimi olguların büyük sonuçlara neden olabileceğini ve aynı zamanda kimi “karmaşık” olguların da aynı partide bir arada olmaya engel olmayabileceğini (elbette mücadelesiz değil) göstermektedir.

 

 “Dört kriter”i referans aldığımızda Lenin’in Menşeviklerle ayrılık gerekçesi üretmeye daha yatkın olduğu halde ayrılmayıp Ekim Devrimi öncesinde Bolşeviklerden “ayrılma gerekçesi” üretmeyi “tercih” ettiğini görüyoruz! (Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin Menşeviklerle aynı partide bulunduklarını ve çoğunluk iradesini kabul etmeyerek çoğunluk ile uyumlu çalışmayı reddedip ayrılığı tercih edenlerin de Menşevikler olduğunu unutmayalım.) Bu, özgün ve ilginç bir deneyimdir.

 

 Buradan çıkaracağımız sonuç şu olmalıdır:

 ST’nin belirlediği “dört kriter” iç içe bulunan halkalardır. Bu halkalar derece derece çoğaltılabilir ve gene her pratiğin, her anın değerlendirilmesine konu olabilir. Bunları belli, önceden belirlenmiş, kesin maddeler olarak kavramak ve uygulamak eksiklik ve yanlışlıklara neden olabilir. Mesela program maddelerindeki önemli bir anlaşmazlık birliğe engel görülmediği halde ve birlik buna rağmen sürdürüldüğünde hata yapılmış olmazken bir tüzük maddesinin çiğnenmesine göz yummak ciddi bir siyasi suç olabilir. Birincisi de “ayrılığa gerekçe” olabilir ama bu ayrılığın doğru/haklı olduğu anlamına gelmez.

İkincisi; görünürde birincisinden daha az “dört kriter” ile ilgili olsa da sonuçta ondan dolayı yaşanacak ayrılık “kaçınılmaz” kabul edilebilir, birlik zemininin kaybedilmesi göze alınabilir. Dolayısıyla “dört kriter” hakkında, sonuç olarak hem fikiriz. Ancak, bunların gerçeklik içerisinde somut olarak kavranışında farklı düşünmekteyiz. Zaten sorunumuz da bu kavrayış farklılığında yatmakta, o darbeyi “dört kritere” uygun olarak mahkûm edememektedir.

 

“ÖRGÜTSEL İLKELERDE BİRLİK VE PARTİDEN KOPMANIN YANLIŞLIĞI

” Şimdi en başa dönelim; darbe sürecine, darbeye ve de “ayrılığa” nasıl yaklaştığımızı tartışalım. Görelim bakalım ST’yle ne derece ortak/uyumlu olabiliyoruz? ST halen basit bir “ayrılıktan” ve halen “ayrılıp giden” olarak bizden bahsetmektedir.

 Ve halen Maoist parti anlayışını “darbeye karşı tavrımızın” karşısına koymaktadır. O halen “ayrılık anı”ndaki durumu doğru görmekten uzak davranmaktadır. Bundandır ki, kimi “düzeltmelerin” esasen bir yenilik, değişim/düzeltme olmadığı biçimindeki değerlendirmemizi anlamamaktadır. ST, II.Kongre’nin aldığı karardaki “ayrılıklarımız” listesinden özel olarak birini temel aldığımızı anlamalıdır. Sorunu çözmek amacındaysa eğer, çözmeye buradan başlamalıdır. Kuşkusuz “ayrı düşündüğümüz” yığınla konu, taktik mesele vardır ve gelecekte de bunun önünü almak mümkün olmayacaktır. Zaten “bunun önünün alınması” kaygısı da taşınmamalıdır.

 

 Denebilir ki, yapıların herhangi birinde yer alıp da birçok konuda diğeri ile daha çok “ortaklaşan” unsurlar bile olabilir… Hatta daha da ileri gidip denebilir ki, örgütlü olmadığı halde teoride herhangi bir yapının görüşlerini “ileri derecede” savunanlar da olabilir... Buna sınır koymak ne anlamlıdır ne de gerçeğe uygundur. “Örgütsel ilkelerde birlik ve partiden kopmanın yanlışlığı.” Bütün mesele nihayet bundan ibarettir.

ST’yle tartışmamızın ve yahut “tartışmamamızın” özü budur! Diğer tüm meseleler ancak bunun doğru kavranması durumunda ST’nin belirlediği “birlik” hedefi açısından da bir değer kazanmaya başlar. Peki, ST bunu kavrayabilir mi? Şimdiye kadar gördüğümüz şey bunun mümkün olmadığıdır. Neden? Nedeni ayrı bir konudur ve bu soruya yanıt oluşturan konuyu son söze bırakalım… “Örgütsel ilkelerde birlik ve partiden kopmanın yanlışlığı” bu tartışmadaki temel “sorunsal”dır. ST tüm süreci bu kavramı belirsizleştirerek kavramakta veya anlatmaktadır.

Bugün ST ile “apayrı” yerlerde bulunmamızın temelinde bu vardır. Onlar kimi yerde ve zamanlarda bu “ayrılığa” dair “ille de Maoizm”i benimsememeyi, “Stalin Gerçeği” belgesi üzerinde farklı düşünmeyi, “Partimizin Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünü olduğu” konusundaki sözde uzlaşmazlığı ve daha da ileri gidip “yarı-Hocacılık” eleştirisini gündeme getirseler de, ayrı yaklaşımlara sahip olduğumuz konularda görüşlerimizi çarpıtarak, anlaşılmaz hale getirerek bazı “ayrılık gerekçeleri” uydursalar da temel sorun “örgütsel ilkelerde birlik ve partiden ayrılmanın yanlışlığı”dır.

 

 ST’nin DABK ayrılığına dair, en başından beri vurguladığımız temel zaafa yıllar sonra “değinmesi” aslında konuya pek de yabancı olmadığını gösteriyor! Şimdi bizim temel sorun kabul ettiğimiz olguyu “örgüt kurallarında birlik ve partiden kopmanın yanlışlığı” olarak formüle ediyor olabilmesi de aynı duruma işaret ediyor. Ancak bunun temelde kavranmadığına dair hükmümüzü değiştirmiyor bu durum. ST halen, partiden kopmanın yanlışlığından dem vurabiliyorken de “darbe”nin anlamının bu olduğunu görmezden gelip bizi “ayrılanlar” olarak görmekte/göstermektedir.

 Çevresine halen bunu propaganda etmekte, ortadaki gerçekliği zorlamalar pahasına çarpıtmaktadır.

 

 DARBE GERÇEKLİĞİ…

“Darbeye” dair gerçekleri ve görüşümüzü ortaya koyarak konuyu açalım. ST konferans kararının iki kişi tarafından çiğnenmesinin TKP/ML’nin öne sürdüğü “darbe” olduğunu, “darbe” demenin bundan ibaret olduğunu iddia ederek güya “birlik ve ayrılık” anlayışımızı mahkum etmektedir:

 “Kısaca TKP/ML’nin anlatarak bitiremediği sorun şudur: birlik görüşmeleriyle birlikte TKP/ML’den yoldaşlarında ağırlıklı olarak içerisinde olduğu önderlikler başta olmak üzere, konferans delegeleri de dahil hepsinin birleşerek üyelere darbe yaparak aldıkları kararın, yine bu kültürün bir parçası olan, yine önderlikten iki kişinin konferans delegelerinin iradesine darbe yaparak açıklamasıdır.”

!!! (ags, Sf: 36)

 Böylece hafif bir darbeye karşı benzer hafif darbeler de söz konusu edilerek “Partiden ayrılık ilanı” teşhir edilmiş olmaktadır!

 Şöyle diyor ST 37. sayfada: “TKP/ML’nin gelinen aşamadaki birlik ve ayrılık anlayışı; eğer bir gün bulunduğunuz örgütlenmede bir karar uygulanamaz ya da yanlış uygulanırsa sizlerin o yapıdan ayrılmanız ya da atılmanız için yeterli sebep ortaya çıkmış demektir boyutuna gelmiştir”, “TKP/ML açısından bir ayrılıkta temel meseleler önemli değildir. O gün açısından ayrılığı meşrulaştıracak en uygun şey çok tali bir şey de olsa ayrılığın sebebi yapılabilir.” Bu tespiti üzerinden eleştirilerini sakız çiğner gibi sürdürüyor ST. “Ne kadar çok söylenir ve basitleştirilirse o kadar kabul ettirilebilir” varsaydığı için olsa gerek, bu bölüm, tüm yazıdaki en geri yaklaşımı içerdiği halde gereksizce uzatılıp sürdürülmüştür.

 Ya da bu eleştiriye konu edilen yaklaşım neredeyse kimsenin savunamayacağı bir niteliğe sahip olduğu için sürdürmek mümkün olmuştur! Yazdıkça yazası gelmiştir yazanın! Bu basit yanlışa karşı üstünlüğün verdiği haz abartıya neden olmuştur!..

 Darbe dediğimiz şey nedir?

ST darbeye kadar varan sürecin belki de en dikkat çekici “başlangıcı”ndan söz etmektedir. TKP/ML’nin darbe kabul ettiği şey ise bu değildir. Elbette ST’nin konu ettiği olay ve ona dair tanımı reddetmiyoruz. Onun belirttiği gibi konferans iradesine karşı ona rağmen yapılan bu hareket de bir “darbe”dir. Hakeza daha güçlü bir irade olarak konferansın kararı da partiye karşı “darbe” olarak adlandırılabilir. Bu anlayışla hareket edilerek yığınla yanlış arka arkaya dizilebilir. Ama bu yanlışlar “parti içindeki ayrılıklar” olarak “birlik içindeki sorunlar” olarak kavranılır ve bu çerçevede çözümlenir ki daima bu anlayışla hareket edilmiştir.

“Başlangıç” olarak tanımladığımız ama ST’nin “TKP/ML’yi anlatarak bitiremediği” dediği hareketten devam edelim tartışmaya…

 

Bu hareket başta planlı, amacı belli bir hareket olarak değerlendirilmektedir. Bu hareketin öncesi de vardır sonrası da. Kendisiyle sınırlı olsaydı elbette ne plandan bahsedilebilirdi ne de “sonuç”tan… Tuhaf olan şey, ST’nin sonrasındaki gelişmelerle ve açığa çıkardığını belirttiği düşman oluşumuyla bunu neredeyse hiç bağlantılandırmamasıdır!

 TKP/ML’nin darbe dediği olgu bu değildir.

Darbe, parti iradesinin tamamen gasp edilmeye çalışılması ve hatta bunun gerçekleşmesine paralel olarak, bünyenin “nihayet” dışına atmayı başardığı “sözde irade”nin oluş biçimidir. Parti bu oluşumu henüz gelişim halindeyken, tamamlanmamışken çoğunluk iradesine uymaya çağırdı; Onu konferansa yöneltmeyi denedi. Bu çağrı, uğraş parti birliğine yaklaşımın somut ifadesidir.

Sorunların hangi yöntemle çözülebileceğine verilmiş yanıtlardır bunlar. Açık ki o süreci yaşayanların birçoğu gidişatın nereye olduğunu sezmişlerdi ve daha önce değindiğimiz “kaçınılmazlığı” öngörmüşlerdi. Ancak buna rağmen “sonuna kadar” parti içi çözüm kopmakta olanlara sunulmuştu. Konu ettiğimiz konferans çağrısı, “darbeye doğru yürüyenlere” partide kalma çağrısıdır.

 II. MK’da reddedilen çağrı, birliğin reddi olmuştur. Darbe dediğimiz budur! Partinin üçte birinin talebiyle toplanması mümkün olan konferans, MK kararı ile reddedilmiştir. Böyle davranan MK, parti çoğunluğunun üzerinde irade kurmaya yönelmiştir. ST’nin bunu gizlemek için “iki kişinin konferans kararlarına muhalefeti”nden söz etmesi, gerçekliği çarpıtma girişiminden başka nasıl tanımlanabilir? Üyelerin çoğunluğunun konferans talebi bulunduğu durumda MK’nın konferansı gerçekleştirmekle yükümlü hale gelmesi parti disiplininin, çoğunluk iradesinin tanınmasının bir gereğidir. Bunlar parti birliğinin temelidir.

 ST’nin sıraladığı dört kriter ancak bu temel varken anlamlıdır, güçlüdür… ST’nin bu çarpıtması aynı zamanda şaşırtıcıdır. Olayların yaşandığı zamanda darbe hakkındaki tespitlerimiz, daha çok farklı olgular öne çıkarılarak örtbas edilmeye çalışılmıştı. “Üyelerin çoğunluğu değil, çoğunluk bizden yana tavır aldı”, “şu organ disiplinsizlik yaptı”, “hizipçi örgütlenmenin çağrısı meşru değildir”, “ticaret işini yapanlar korunuyor”, “makyavelist parti anlayışına sahipler” vs. bunlar günümüzde unutulmuş veya “terk” edilmiştir. Şimdi tespitin dayandığı olayı çarpıtmak tercih edilmekte; TKP/ML II. MK toplantısı yerine “iki kişinin konferansın gizli kararına muhalefeti” konulmaktadır. İkincisi bir disiplinsizlik, sıradan bir “darbeci” tavrı, bu kültürün tezahürü şeklinde nitelenebilir.

 

 Ama ya birincisi? ST yazarları, onun için de aynı “küçümseyici” ifadeleri kullanabilecek misiniz? Yoksa ret mi edeceksiniz? Doğru değil, öyle bir şey olmadı; olsa da parti çoğunluğu onay vermedi metne, hatta üçte biri dahi vermedi mi diyeceksiniz?

“Darbe” dediğimiz, parti iradesinin, belli bir plan ile ve belki de düşman yönlendirmesinin payıyla (o dönemdeki operasyonların örgüt mekanizmasına etkisi özellikle dikkat çekicidir) üstelik parti çoğunluğunun konferans çağrısının küstah biçimde reddiyle ele geçirilmesidir. Parti çoğunluğu “irade” kendisine rağmen ele geçtikten sonra onu tasfiye etmiş, birliği korumayı seçmiştir. “Ayrılan” yok, “ayrılmaya gerekçe” de yok! Parti zemininde kalınmıştır. Darbeye tavır alınmasaydı, partiye rağmen kendini dayatan irade kabul edilseydi, parti birliği onulmaz bir yara almış olurdu.

 

 Parti anlayışımız yenilmiş olurdu. Büyük bir siyasal suç işlenmiş olurdu! Ayrıştığımız temel nokta budur! DABK ile de sizinle de ayrıştığımız husus budur.

Şimdi sizler, bu gerçekliği örtbas ederek ama “ileri derecede” birlikçi gibi davranarak “basit” olayları “ayrılık gerekçesi” yapan TKP/ML’ye yol göstererek, onu parti anlayışı konusunda olmadık “suçlama”larla “teşhir” ederek “birliği tartışalım” istiyorsunuz!

Biz ne samimiyet ne de yürünebilir bir yol görüyoruz. Samimiyet için kavramlarımızın, tespitlerimizin çarpıtılmamasını ön koşul sayarız. Yürünecek yol için uygun bir hedef, bir umut ararız!

DARBE OLGUSUYLA YÜZLEŞME GEREĞİ…

  https://partizanarsiv8.net/file/2018/03/partizan_sayi_71.pdf

DARBE OLGUSUYLA YÜZLEŞME GEREĞİ…

ST, başından beri temel sorunun parti anlayışı olduğunu bilmiyor olamaz. Zira bugüne kadar ve hatta DABK ayrılığı da dikkate alınırsa öteden beri ST’nde ifadesini bulan çizginin “parti anlayışı” dışındaki Üyelerin çoğunluğunun konferans talebi bulunduğu durumda MK’nın konferansı gerçekleştirmekle yükümlü hale gelmesi parti disiplininin, çoğunluk iradesinin tanınmasının bir gereğidir.

 Bunlar parti birliğinin temelidir. ST’nin sıraladığı dört kriter ancak bu temel varken anlamlıdır, güçlüdür… rüşleri “ayrılık gerekçesi” olarak tartışılmamıştır! Söz konusu görüşlerin ayrılık nedeni olduğu iddialarının gerçeklerle ilgisi/ilişkisi yoktur.

DABK, farklı görüşler savunduğu, Kaypakkaya çizgisinin yadsınmasına izin vermeyeceği iddiasıyla ayrılmaya karar verdiğinde o savundukları nedeniyle değil, partiyi terk ettiği için eleştirilmiştir.

Sonraki dönemde partiye katılması için yapılan çağrıların özüde buna dayanıyordu. DABK’ın ısrarla “ayrılık gerekçeleri” olarak “derin ayrılık”, “ideolojik-politik-teorik ayrılık”tan bahsetmesi onun temel problemini çözmemiş, aksine parti birliğinin temeli konusundaki sapmasını “düzelemez” noktaya ulaştırmıştır.

 Bugün hepimiz bilmekteyiz ki

“ayrılık gerekçeleri” doğru ve yapılanı açıklayabilir değildir. Yıllar sonra “birlik” iki taraflı olarak, bir şekilde gündeme geldiğinde ve “ayrılık noktaları” üzerinden bazı değerlendirmeler yapıldığında meselenin özü, temeli iyice umursanmaz hale gelmiş, tali (elbette önemli ama ayrılık gerekçesi olmayan anlamında) görüş ayrılıkları ve “örgütsel birleşme”de uzlaşma gerçekleşmiştir.

 Ayrıca parti anlayışının sorgulanması anlamına gelen “DABK ayrılığı” veya “III. Konferansa tavır farklılığı”, çözümü sonraya bırakılan bir mesele olmuştur. Oysa temel noktanın, sorunun o olduğu unutulmamalıydı.

Yıllar sonra temel uzlaşmazlık tekrarlandı!

Böylece yıpratıcı döngüye girilmektedir. ’92’deki birlik hakkındaki değerlendirmemiz nihayetinde bu uzlaşmazlığa dayanmaktadır.Ayrılığı parti anlayışına dayandırmayan ve birliği de bunun üzerine inşa etmeyen yaklaşım kaçınılmaz olarak hüsrana neden olmuştur.

Sonuç olarak bizi asıl ilgilendiren konu “örgütsel ilkelerde birlik ve partiden ayrılmanın yanlışlığı”dır. ST bu meseleye dair lafta “ileri düzeyde” açıklamalar yapıyor. Gerçeklere bakmaksızın yapılacak tartışmalarda öyle görülüyor ki “ille de Maoizm” diyerek bizi bir kaşık suda boğacak kadar kendinden emindir. Üstelik asıl kökleri olarak kabul ettiğimiz DABK’ı tam da bu nedenle mahkum etmiş durumdalar!

Ayrıca ’94 ayrılığında “parti önderliği”ni de ciddi biçimde eleştirdiler. Peki, bu mesele bu biçimde çözüme kavuşturulabilir mi?

Hayır!

 Sorunun nedeni varlığını korudukça onun çözüldüğü iddia edilemez. ST üzerinde bulunduğu zeminin temelleriyle yüzleşmek durumundadır. DABK’ta vücut bulan ve devamında “darbe” pratiğinde yeniden cisimleşen bütün süreçte kendini doğru tanımlamalıdır. Onun DABK’a karşı duruşu ile darbeye karşı duruşu arasında özde bir fark yok.

 Fark şudur:

 zamanında DABK’a tavır almayıp kendini onunla ifade edenler günümüzde darbeye tavır almayıp kendini onunla sürdürmektedir.

Darbe süreci DABK’ı “mahkum” etmelerine kendilerini bir ölçüde arındırmalarına olanak vermiş oldu ama darbeyi savunmak ve sürdürmek pahasına. Bizim için özde bir fark yok. Kuşkusuz gördüğümüz “korkunç” zararı bu değerlendirmeden ayrı tutuyoruz! Şimdi ayrılığı mahkum etmelerini ummanın haklı bir nedeni olabilir mi? Yıllarca onunla var olduktan sonra şimdi onu yadsımak mümkün olmasa gerek…

DABK’ı “mahkûm” etme başarısı gösterenler neden darbeye karşı aynı başarıyı gösteremezler?

 Çünkü, DABK eski bir sayfadır. ’92 birliği bu sayfayı biçimsel olsa da kapatmıştır. Birlik olmadan DABK çıkışı mahkum edilebilseydi nasıl bir boşluk oluşurdu, düşünün?!

Ya da “birlik” süresince bu konunun neredeyse “dokunulmaz” kılındığını hatırlayın ve değindiğimiz “boşluk” ile anlamlandırmayı deneyin… Bu ifadelerimiz DABK’ın devrimci yanını, ödediği bedeli, onun samimi ve fedakâr unsurlarını görmezden gelmek, küçümsemek olarak algılanmamalıdır.

DABK’ı kusurlarına ve parti ile ilişkilerindeki suçuna karşın devrimci bir değer olarak görmekte ve o ölçüde sahiplenmekteyiz.

Ortaya koyduğumuz görüş, ’92 birliğini DABK tarafından işlenmiş suçu açıkça değil ama biçimsel olarak örtmüş olmasına dairdir. VI. Konferans’ın (2. OPK) bu soruna dair aldığı karar bilinmektedir.

Darbeyi mahkûm etmeksizin birliği tartışmak istiyorlar ve kuşkusuz “birlik” istiyorlar… Bu talep ayrılık ilan etmenin, partiden ona zarar vererek ayrılmanın bir kez daha, bu kez darbe için meşrulaşması talebidir. Elbette son ayrılığı biçimlendiren, onu öncekinden daha “sorunlu” hale getiren olgulardan söz etmeye gerek duymayışımız yanlış yorumlara neden olabilir.

Yazdıklarımız “aradaki farkı” örtmez… Ancak şunu tekrarlamak da gerekmektedir:

Bunlar temel sorunlar değildir. Daha samimi olmak şüphesiz önemlidir. Ama ondan da önemli olan politik hattır; parti anlayışındaki seviyedir. Birlik önerisinde bulunanlar neden ayrılık yaşandığını gerçeğe uygun ve doğru olarak ortaya koymalıdır.

Varlıklarının bir darbe üzerine bina edildiğini, bu anlamda partinin reddi ile eşanlamlı bir süreçten ibaret olduklarını kavramalıdır. Yazılarında sözünü ettikleri “ayrılık noktaları” bizim için de birliğe engel oluşturmaz.

 En başından beri bunun bilincindeyiz.

Daha da ötesi, “ayrılık nedeni” olarak parti anlayışı dışındaki daha somut ifadeyle “darbe” dışındaki konulara değindiklerinde, bunu bizim ileri sürdüğümüzü iddia ederek gerçeği çarpıttıklarına tanık oluyoruz sadece!

Bu uydurmalara sadece canımız sıkılıyor ve karalama içerikli olması nedeniyle tepki duyuyoruz!... Sanırız bu meselenin anlaşılması için bu açıklama yeterlidir.

 

 DARBECİLİKTEN ARINMA...

Partiden ayrılmanın türlü biçimleri olur.

Üzerinde durduğumuz biçim darbedir.

 Darbe yapmak; partiden ayrılmaktır.

Partiye rağmen kendini parti ilan etmek; ayrılmadır.

Partiye rağmen “önderliğe” itaati dayatmak; partiden ayrılmadır.

Ayrılık sürecinde; tüm yapıya parti iradesini ortaya koyma çağrısı yapıldıktan sonra buna uymayanlar ayrılmıştır. Meselenin özü budur…

“Birliğin temeli sınıf disiplini, çoğunluğun iradesinin tanınması, bu çoğunluğun saflarında ve onunla yan yana uyumlu çalışmadır.

” (Proletaryanın Sınıf Partisi üzerine, Lenin, Sf: 319)

 Şimdi sizler (birlik önerisinde bulunanlar) birlik hedefinde tutarlı olmak için bizimle aranızdaki bu “temel” soruna bir çözüm bulmak zorundasınız. Halen darbe ile gerçekleşen bu ayrılığı sürdürme nedenini, varlığınızı temellendirerek açıklamalısınız.

Darbeye, darbeyle oluşan yapıya kıyafetler giydirip etrafında dönüp durmanızın bizler tarafından alkışlanabilecek, olumlanacak bir yanı olamaz.

 

Biz o kıyafetler içindeki yapıyı tanıyoruz. Sizler de dil ucundan doğru tanımlara yakın belirlemeler yapıyorsunuz. Ama çekinerek!

 Darbeye değiniyorsunuz, ayrılığı zorlamayı eleştiriyorsunuz, el altından gerçekleştirilen örgütlenmeyi anlayış olarak doğru görmediğinizi ifade ediyorsunuz… Biz darbeye en başından açık tavır alamadığımız için kendimizi eleştirdik. “Birliğin yolunu bu biçimde arayarak, çekingen hareket tarzı izleyerek hata yaptığımız”ı vurguladık.

 Darbe konusundaki tutum farkını ve bunun büyük önemini görmemeniz mümkün mü? Buna inanmak zor! Bu farkın tarafınızdan da görül[1]düğünden emin olduğumuzu söyleyebiliriz.

Bu nedenle birlik tartışmalarını, önerisini “hiç” sağlıklı bulmuyoruz. VI. Konferans “birlik”i mahkûm ederken onu sürdürme çabasının neden olduğu sorunlara da dikkat çekmişti. DABK tam olarak yadsınmadan inşa edilmeye girişilen birlik daha başından parti anlayışı bakımından “uyumsuz” olanların birliği oldu.

Aynı evde “yaşayamayacak” olanların evdeki düzeni sorun etmeleri genellikle kaçınılmazdır. Ve çözümü de ev içinde aramaları “nihayet” gerçekçi değildir. VI. Konferans bizce olası bir birliğin ana özelliği hakkında önemli ve yadsınamayacak bilgiler verebilmiştir. Bu, “partiden ayrılma”nın affedilmez bir suç olduğunun kabul edilmesinin zorunluluğudur.

 

Partiden ayrılmanın suç olması temel argüman olarak kavrandığında, tartışmadan uzak duruşumuzun nedenini de anlamış olacaksınız. ST’nin darbe süreci hakkındaki anlatım ve yorumu “Tarihi Muhasebe” belgesindeki açıklamalara dayanıyor:

“Yakın tarihimizde TKP/ML ile Maoist Parti arasında yaşanan iki ayrılık ve birliğe ilişkin doğru değerlendirme esasta Maoist Partinin muhasebe belgelerinde mevcuttur.”

(ST, Sf. 35) Daha önce değindik, darbe süreci “birilerinin disiplinsizlikleri”ne karşı olup olmamakla açıklanamaz.

Bu süreç parti birliğinin temeline yaklaşımımız ile açıklanabilir. Parti iradesine, çoğunluğun tavrına “iki kanat” nasıl yaklaşmıştır? Buna göre bir parti önderliği ve bir bütün parti değerlendirmesi yapılmalıdır. ST bunu yapmıyor! O “grupçuluk” umacısı ile uğraşmayı tercih ediyor. Hiçbir özeleştiri yapmadığımız iddiasını “grupçuluk hastalığı”mız ile birleştirerek hem ayrılığı olumsuzluyor(!) hem de döneme ait oportünizmi, örgütsel hataları, yanlış anlayışları, suçları; elbette “büyük bir kadirşinaslık”la(!) ve “iki taraflı olarak” mahkum ediyor…

Bir süreci belirleyeninden ayırdığınızda aslında o süreci yok saymış olursunuz. ST’nin yaptığı budur.Yıllar önce bu yöntemi “Komutan Nihat” özgülünde uyguladılar. “Komutanın Cesedine Lanet, Ruhuna Fatiha” başlıklı yazımızda bu özelliği teşhir etmiştik.

Yazının yayımlandığı tarihteki “duygusal” ortam belki dikkatli bir okumayı engellemiştir. Yeniden ve şimdiki ortamda okumak faydalı olabilir…

ST darbe sürecini “grupçuluk” ile açıklamakta, doğal olarak “kişiler”, “klikler” etrafında bir anlatım ve yorum geliştirmektedir. Oysa sorun, temelde önder[1]lik ve partinin birliği sorunudur. Birlik, henüz gerçek[1]35 ST darbe sürecini “grupçuluk” ile açıkla[1]makta, doğal olarak “kişiler”, “klikler” etra[1]fında bir anlatım ve yorum geliştirmektedir. Oysa sorun, temelde önderlik ve partinin birliği sorunudur. leşmişken ve öz itibarıyla sorunluyken “grupçuluk” ya[1]kınmasında bulunmak gerçeklikle zaten örtüşmez. O dönemin üyelerini bu nedenle eleştirmek haksızlık olur.

Asıl sorunu ortaya koymadığınızda sıralayacağınız her türden zaaf, eksiklik ve hata doğru kavranmamış olacaktır. Kimin ne dediğinin, ne yaptığının, ne savundu[1]ğunun, sonradan ne olduğunun, bu meseleyi çözmek için fazla bir önemi yok. Konu tüm açıklığıyla, kesinliğiyle belirtilmelidir:

Parti iradesine karşı suç işlenmiş midir? Evet!

Bu nasıl bir suçtur ve sorumlusu olan çizgiyi kimler temsil etmektedir? Yani mesele ne klik olmak, farklı görüşler savunuyor olmak, iktidar hırsı taşımak ne de başka bir çizgiye tahammülsüzlük olarak açıklanabilir. Bunlar bilimsel açıklamalar değildir, çünkü gerçeklere dayanmamak[1]tadır. Şüphesiz tüm bu saydıklarımız ve bunlara ben[1]zer pek çok sayamadığımız mevcuttu; bu redde[1]dilemez. Ancak bunlar önceden de, belki başka biçim[1]lerde ama vardı; gene başka biçimlerde bugün de var[1]dır, yarın da olacaktır… Tartıştığımız “ayrılma”, somut olarak gerçekleşen darbeye ve bu darbenin partide egemenlik kurmasını engellemeye dayalıdır.

 Darbeyi, darbecileri, parti iradesi üzerinde tahakküm kurma girişimi nedeniyle mah[1]kum edip parti dışına itenler ne onlar gibi farklı görüşleri “ayrılık gerekçesi” yapmışlar ne de sonradan ST’nin çokça sözünü ettiği monolitik parti anlayışını savunmuşlardır. Herhangi bir farklı görüşü, rakip çiz[1]gisine aykırı gördüğü için lanetlemek ve onu savunan[1]ları parti dışı ilan etmek bu partinin bir özelliği değildir… Konu darbedir. Suç darbedir. Bir arada olunamaz olan darbedir. Gerektiği ölçüde mahkum edilemedi[1]ğinde sorun olmaya devam edecek olan da darbedir.

 ST, II. MK toplantısına, o toplantının örgütlenme amacına ve sonuçlarına, parti çoğunluğunun konferans istemine, dolayısıyla darbeye hiç değinmeden değerlendirmeyi noktalıyor:

 “Maoist Komünistlerin 1. Kongre’de onaylanan ve 2. Kongre’de bazı eksikleri giderilen muhasebe belgesindeki ayrılık süreci incelendiğinde görülecektir ki ayrılık nedeni ne “mafyacılık” nede “darbecilik”tir.

Birlik anlayışını kavramamış iki grubun birbirini alt etme anlayışı sonrasında bütün partiyi etkisi altına alarak bölmeleri meselesidir. Maalesef başta komünist kadrolar olmak üzere, tüm partinin her iki kanadının da grupçulukta ve ayrılıkta tartışmasız payı vardır.

” (Ags, Sf: 37)

Bu açıklama hiçbir şey söylememekle, dolayısıyla darbeyi onaylamakla eş anlamlıdır. Biz gene de bu açıklamanın nasıl bir subjektivizme dayandığını gösterelim… ST “genel olarak birlik anlayışı” hakkında açıklamalarda bulunurken I. Kongreye kadar “geçmiş birlik ve ayrılık savunucuları”nın, görüşlerini “temel ilkelere dayanarak ortaya koymadıkları”nı özellikle vurgulama gereği duymuştur.

 Kendi tarihimiz açısından bu tespiti doğru bulmuyoruz. Ancak “gerçekleşen birliği” oportünist değerlendirdik ve “bozulmasını” da içinde taşıdığı “darbe”ciliğe bağladık. Kuşku yok ki bununla beraber birlik sürecindeki “partiye yakışmayan” diğer olumsuzlukların da altını çizdik. Kendi başına darbeye yaklaşımda, kimi ikircikli tutumlar hakkındaki tespitlerimiz bile buna örnek verilebilir.

Ki darbeye tavırdan sonra da önemli yanlışlara, dar[1]beye tekabül eden tutumlara, bunlarla mücadelede başarısızlıklara dair karar altına alınmış değerlendirmeler bulunmaktadır. Eminiz ki, bu olumsuzluklar tamamen yok olmadı ve olmayacaklar. Sonuçta birliğin oportünist karakterine, “birlik anlayışını kavramamış iki grubun” diyerek ve aynı zamanda “temel ilkelere dayanan birlik anlayışının birinci parti kongresine kadar ortaya konamadığını” ifade eden ST de değiniyor (Evet değiniyor ama üzerinde durmuyor.)

 Buna rağmen o, birliğin bozulmasını “grupçuluk” eleştirisiyle açıklamayı sürdürüyor. Bu durumda “sonu belli olan birliği” eleştirmektense sonucu eleştirmek, kadroları “grupçu” diye mahkum etmek ne derece haklı olabilir?

Temel ilkelere dayanmayan bir birlik, birlik anlayışını kavramamış iki grup, ayrılıkçı kültür…

Sonuç olarak ST bu şekilde süreci siyasal olarak açıklamış oluyor! Birlik anında ve sürecinde var olanları sıralamak “ayrılığı” açıklamaya yetiyor onlara göre.

 Bu subjektif bir yaklaşımdır.

Ayrılık denen olay[1]daki somut gelişmeler, tartışmalar veya genel olarak “değişimler” esas olarak göz ardı ediliyor veya gözden ırak tutuluyor… ST daha önce bunu “kişiler ve klikler” merkezli yapıyordu. Şimdi “gruplar” merkezli yapıyor!

“Tarihi Muhasebe” denen belgede iki kliğin neden olduğu ayrılık olumsuzlanıyordu; darbe özellikle korunuyordu. Yaklaşım özünü koruyarak devam ediyor. Zaten bizede “Tarihi Muhasebe”yi eleştirel bir gözle okumayı tavsiye ediyor.

Öyle ki tarihi muhasebenin ilgili bölümünde, ’94 ayrılığı hakkındaki kısmın bilimsel bir yön[1]temle yazılmadığına dair kararları bile bulunmaktadır. II. Kongre “muhasebe belgesindeki hatalar” konusunda ikinci maddede şunu kararlaştırmıştır:

“Partimizdeki ’94 ayrılığının sadece askeri komisyon kliği ile (…) kliği arasındaki çekişmeye bağlanması yanlıştır. Yaşanan ayrılıktan esasta partinin önderliği başta olmak üzere tüm partiyi sorumlu tutmak yerine sadece iki isime ve etrafındaki kliklere bağlamak yanlıştır, bu yönüyle muhasebe belgesinin bilimsel yöntemiyle de örtüşmemektedir.

 Bazılarının birinci derecede rolü olsa da, ayrılıktan MLM kadroların da dahil olduğu önderlik başta olmak üzere tüm parti sorumludur.” (ST, Sayı 12, Sf. 26)

Şimdi durup bize dediklerine göre “ne yapacağımızı” gözden geçirelim: ’94 ayrılığını kavramak için temel ilkeleri doğru anlatılmış birlik anlayışını okuyacağız. Sonra eleştirel bir gözle “bilimsel olmayan bir yöntemle” yazılmış ve yanlış biçimde salt bir çekişmeye bağlanmış muhasebedeki ’94 ayrılığı hakkındaki bölümü okuyacağız!..

Sizce de bir tuhaflık yok mu burada?

Darbe konusunda yazdıklarımızın yok sayıldığı bu bilimsel olmayan belgeden ve temel ilkelere dayanmayan birlik savunuculuğundan ne öğrenmemiz isteniyor?

Subjektivizm aynı zamanda böyle bir şeydir:

 Kerameti kendinden menkul! O öğretir ama sen öğrenemezsin!...

ÖZELEŞTİRİDEN MUAFİYET… ST

Bizi süreci sadece darbe ile açıklayıp, hiçbir özeleştiri yapmamakla da suçluyor. Zaten ona bakılırsa tamamen özeleştiri özürlüyüz!

Şöyle suçluyor ST bizi;

 “94 ayrılığına ya da diğer ayrılıklarında yapılan darbeler, şiddet uygulamaları, grupçuluklar, ticaret gibi insanlık suçu ve daha sayabileceğimiz onlarca eksiklik olmasına karşın Maoist komünistlerin dışında bir tek özeleştiriye rastlamak mümkün değildir.” (ST, Sayı 13, Sf. 40)

Bu suçlama hakkında çok ağır ifadeler kullanabilirdik ama herkes kabul edecektir ki, bu bizlerin en son ihtiyaç duyduğu şeydir.

 Polemiklerde uygun bir düzey yakalamak ve sürdürmek sorumluluk ve hatta görevdir. Gerçeği uluorta, her şeye rağmen ve güven duygusunu yerle bir edecek denli çarpıtmak inanılır gibi değil.

Subjektivizmin, oportünizmin, kimi ilkelerden yoksunluğun sonucu olumsuzluklar başkadır, apaçık gerçeklerin reddi başka! Ticaret meselesi uzun süre çok kötü bir eleştiri, suç[1]ama malzemesi olarak kullanıldı. Öyle ki kimliğimiz bununla tanımlanır oldu arkadaşlarca. Şimdi de yukarıda alıntıladığımız suçlamanın öz olarak aynı amacı taşıyor olması, “nereden nereye kadar gelinebildiğini” somutlaştırıyor. Bu mesele ile ilgili özeleştiri verilmiş ve olay kimliğimizle bağdaşmaz kabul edilmiştir.

Bu özeleştiri kitlelere de sunulmuştur.

 Bu suçlama, amacı itibarıyla çirkindir. ST’nin bu suçlamasına konu ettiği olaylar bir tarafa, bahsi geçen süreçlere dair değerlendirmeler ve kuşku yok ki eleştiriler, özeleştiriler de vardır.

Örneğin darbeye karşı tavırda yeterli bir bütünlük oluşturulamaması, darbeye karşı açık ve güçlü bir mücadelenin geliştirilememesi, partinin yeniden örgütlenmesi esnasındaki hatalar, vs. eleştirilmiş, bunlardan dersler çıkarılmıştır. Bunları tek tek yazmak ne anlamlı ne de doğrudur.

ST’nin bu suçlaması gerçeklerden değil, onun somut süreçten kopuk değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır. Grupçuluk tanımı hakkında ST’nden farklı olan değerlendirmemizi sunarak bu faydasız ve gereksiz tartışmayı sonlandıralım.

GRUPÇULUK…

“Grupçuluk” tespiti ya da tanımı ST’nin ortaya koyduğu “genel” olumsuz anlamının dışında tartışılan dönemdeki somut görünümü ve hatta esas olarak bu anlamıyla ele alınmalıdır. Soruyu şöyle sormak gerekir:

Ne için, nasıl bir “grupçuluk”?

ST darbe sürecine, darbeye gözünü kapadığı için “grupçuluğu” somut olarak anlamaya hiç yönelmiyor… Süreci kabaca tanımlarken “belli bir aşamadan sonra birlik sürecinin ‘birlik karşıtı’olarak geliştiği”ni ve “kısa bir süre sonra bir kanadın çeşitli, biçim ve yöntemlerle zayıflatılması ve belli bir anlayışın hemen her alanda kendi dayatması”na dönüştüğünü ifade etmiştik.

Bu bir tasfiye sürecidir. ST’ni “tasfiyeci” olarak değerlendirirken onun kökenlerinin burada ve hatta DABK’ın çıkış sürecinde olduğunun bilincindeyiz. Grupçuluğu tanımlarken biz bu tasfiye amacını, darbe sürecini görmezden gelmenin sonucu siyasal bir hata olduğunu belirtiyoruz.

Tasfiye amacını net olarak gördükten ya da tasfiye amacı net olarak açığa çıktıktan sonra “birlik” adı altında bir arada olanların çeşitli zaaflar taşımakla birlikte “grup” tavrı göstermeleri kaçınılmazdır. Buna olumsuz manada “grupçuluk” demek siyasetten, birlik içindeki siyasi durumdan bihaber davranmaktır.

 Bir tasfiye ortamında bulunurken, darbe gelişirken, bir taraf adamakıllı zayıflatılırken “grup” tavrına olumsuz anlam yüklemek gidişata göz yummak olur. Kuşkusuz saflaşmada yanlışlar, usulsüzlükler, gerilikler vardı.  Ama bunlar bütünü görmemeye neden olmamalıdır. Parçadaki zaaflar belirleyici değildir. Bu zaaflara dair eleştiriler parçalarda oldukları ölçüde yapılır.

Özeleştiriler de esas olarak bunlara dairdir. ST ile bütün hakkında farklı düşünüyoruz. Dolayısıyla özeleştiriye yaklaşımımız da, özellikle grupçuluk konusunda farklıdır. ST’nin eleştirisi bahsettiğimiz “ortam” dahilinde bize Troçki’nin “fraksiyonsuzculuk” tavrını hatırlatıyor. Lenin’in “en kötü fraksiyonculuk” olarak tanımladığı fraksiyonsuzculuk! Söz konusu ortamda tavırlar ve buna göre grupçuluk şöyledir:

Darbeye göz yummuş “merkezcilik/MK’cı[1]lık” ve darbeye karşı birliği amaç edinen “çoğunlukçuluk/konferansçılık”.

Burada ST’nin genelleştirerek suçladığı grupçuluk esas olarak Marksist-Leninist[1]Maoist tavırdır. VI. Konferans değerlendirmesine göre ST’nin tanımıyla grupçuluk ama doğru tanım olarak “darbeye karşı birleşme ve mücadele” en başından itibaren açık biçimde gerçekleştirilmeliydi.

 Bu konuda yeterli birlik ve cüret gösterilememiştir. Bunun nedenleri de ortaya kondu konferansta ve zaten kısa bir süre içinde partide bu açıdan sorunun daha da büyük olduğu görüldü!..

Parti ilkelerini korumada, darbeye, tasfiyeciliğe karşı mücadelede “grupçuluk” olumludur ve burjuva tarzdaki yönelimlerden farklıdır. Buna “grupçuluk” denmemelidir. Bu bir gruplaşmadır, taşıdığı kaygı ve amaç onu “parti birliğini doğru temelde koruma çabası” olarak adlandırmayı gerektirir.

İşte ST ile burada anlaşamıyoruz. Bizim için iyi onlar için kötü bir konumlanma!.. ST “muhataplarınca görmezden gelinen” ama “kitlesinde ve devrimci kamuoyunda önemli yansımalar bulduğu”nu iddia ettiği, birlik önerisini/yazılarını aynı zamanda bir iki çizgi mücadelesi olarak değerlendirdiğini belirtmektedir. Onun temel tezi şudur:

Esasta aynı çizgi ve programı savunan “Türkiye ve Kuzey Kürdistan” siyasal coğrafyasında parti, grup, çevre ve bireyler birleşmelidir. Bunun için özel bir politika belirlenip ısrarla uygulanmalıdır. Zira mesele dönemsel değil stratejiktir. Kaba görünüşü pek doğru ve “karşı çıkılamaz” bu tez biraz incelendiğinde hiç de gerçeklere uygun ve muhataplarını ciddiye alan bir içerikte olmadığı görülmektedir.

O, gerçekleri ters yüz ederek olguları-olayları bulunduğu yere göre tanımlayarak ilerlemeyi benimsemektedir. Çoğunlukla meseleleri basitleştirmekte, muhatabını bunun üzerinden suçlu kılmakta ve sonra da ona amansızca saldırmaktadır. “İyi niyetini” sorgulamayı işimiz görmeyip şunu hatırlatmak isteriz:

Hiçbir şey gerçekliğinden koparılıp değerlendirilemez ve de değiştirilemez. Eğer bir şeyi değiştirmek istiyorsanız o şeyle gerçekten ilişkilenmeli, onu olduğu gibi kavramalısınız. Yoksa “kirlenen kültür, örgütlerin tartışma adı altında birbirlerini karalama, iftira atma, abartı, ‘bitirme’, deşifrasyon” gibi yöntemler kaçınılmaz bir biçimde sizin araçlarınız olurlar. Unutmayın, insanlar doğuştan kötü değildir. Koşullar ve düşünüş biçimleri onları belirler…

 Bu yazınızda daha baştan dikkat çekip “Eleştirilerimizin yöntemi, dili, tarzı ve üslubu Maoistlerin açık mücadele anlayışı ile hedeflerine uygun olmalıdır” (ags, sf. 6) dediğiniz halde aynı zaaflardan kendinizi kurtaramamışsınız!

Aynı soruna “Tarihi Muhasebe” ve önceki “birlik mektubu”nda da rastlamıştık… “Birlik” konusunda sonuçta kendi çapınızda haklısınız:

Aynı örgütlenmelerde/yerlerde bulunan komünistlerin birliğini sağlamak stratejik bir görevdir. Eğer komünist kabul ettiğiniz parti, grup, birey var ise onlarla birleşmek birincildir. ST bu amacını açıkça ortaya koymuş ve bunun için çalışmaktadır.

 Bizi ilgilendiren kısım da bundan sonra başlıyor:

ST nasıl bir çalışma yürütmektedir? Kavramlarından ithamlarına, eleştirilerine kadar izlediği yöntem bize sorunlu görünmektedir.

İKİ ÇİZGİ MÜCADELESİ—devami var

  https://partizanarsiv8.net/file/2018/03/partizan_sayi_71.pdf

İKİ ÇİZGİ MÜCADELESİ…

Bu bölüme ST’nin iki çizgi mücadelesi üzerine yazdıklarının kısa bir eleştirisiyle başlamak istiyoruz.

“Ay[1]rılık noktaları” hakkında ST bir dizi konuya değinirken bu meseleye de özellikle yer vermiştir.

Önceki bölümlerde “çizgi” kavramının “ikili” tanımına vurgu yapmıştık. Hem bir hizbin niteliğini belirtmek üzere kullanılan, hem de partinin karşıtların birliği olduğunu açıklayan kavram bağlamında “iki çizgi mücadelesi”ndeki “çizgi” tanımı.

Birinde “her görüş bir çizgi olarak görülemez” denilip “süreklilik” olmadığı ileri sürülebilecekken diğerinde “her görüş bir çizgiye tekabül eder” denilip “süreklilik” olduğu kabul edilir.

 ST’nin bu “ikili” tanımı göz ardı edip eksik, dolayısıyla yanlış bir eleştiri yaptığını açıklamıştık. Eleştirisindeki kısmi doğruluğa (iki çizgi mücadelesinin sürekliliğinin kavranmadığı eleştirisinin doğruluğu) rağmen ST hem bunun geçmişteki bir zaaf olduğunu bilmelidir hem de bu yazı[1]sında ortaya koyduğu “iki çizgi mücadelesi” anlayışının önemli bir zaaf taşıdığını…

Çünkü anlayışları komünist partisini tasfiyeyi içeren bir mantık barındırmaktadır.

 İki çizgi mücadelesi hakkında yazdıklarıyla ST bize bir ölçüde farklı bir tartışma alanı sunmuştur. O, iki çizgi mücadelesini tüm topluma, dünyadaki her fikir ve davranışa ilişkin bir kavram olarak kullandığında bizim kavrayışımızdan farklı bir yaklaşım da sergilemiş oluyor.

Doğrusu böyle bir yaklaşım kaçınılmaz olarak bizimle birlik önerisini de “iki çizgi mücadelesi” olarak tartışacaktır.

Bundan daha doğal bir şey olamaz! ST diyor ki; “İki çizgi mücadelesi ilerici veya gerici her hareketin yaşadığı doğru-yanlış mücadelesidir.

 Dün[1]yada her fikir ve her davranış kendi zıddını (proletarya ya da burjuva çizgileri) içerisinde taşır.” (Sf. 9) Biz ise iki çizgi mücadelesini komünist partilerdeki bir mücadele, daha doğrusu tüm komünist bünyeler[1]deki bir mücadele olarak kavrıyoruz.

 

 Çünkü komünist çizgiyi, proleter ideolojiyi kendiliğinden hareketin bir ürünü olarak değil, ancak onun kavranmış ve sistemleştirilmiş hali olarak algılıyoruz.

 Bu algılayış her fikir ve davranışta burjuva ve proleter çizginin mücadelesi olduğunu kabul etmez. Herhangi bir fikrin veya davranışın nihayet haklı ve doğru olması; ona tekabül etmesi onu bir çizgi ilan etmemizde yeterli değildir.

Bunun olabilmesi için bu fikir veya davranışın tekabül ettiği, nihayet denk düştüğü “çizgi”nin gelişme ve egemen hale gelme olanağı olmalıdır.

Aksi halde sözde bir mücadeleden, değiştirme gücü ve olanağı olmayacak bir “çizgi”nin varlığından bahsedilmiş olunur. Toplumda, komünist unsurların dışında proleter çizginin varlığından söz edemeyiz. Toplumda doğru yanlış arasındaki mücadele de bir çizgi mücadelesi olarak yaşanmaz. Eğer çizgi mücadelesi olarak yaşansaydı kendiliğinden devrim mümkün olurdu; kendiliğinden hareket komünist partiye evrilirdi; proleter ideoloji sınıfın trade unioncu, kendiliğindenci örgütlerinden çıkardı…

Oysa biliyoruz ki, proleter ideoloji, proletaryanın burjuvazi ile karşılaşması ya da bir arada olmasının kendiliğinden sonucu değildir. Proletaryanın kendiliğinden bir sınıf olmaktan kendi için bir sınıf olarak varolmaya geçmesi salt sınıf mücadelesinden gelen deneyimi değil ilkeleri Marks ve Engels tarafından ortaya konmuş kuramı da gerektirir.

 

Marksist öğreti bilimsel olarak açıklanmış, tahlil edilip sentezlenmiş sınıf mücadelesidir. Proletarya ideolojisi ancak Marksist öğretiyi içerdiğinde tamamlanmış olur. Bu yüzden proleter ideoloji denildiğinde akla kendiliğinden/trade unioncu sendikalist mücadele değil …..

Marksizm-Leninizm-Maoizm gelir/gelmelidir.

Marksist tarih,

 toplumsal yapıları sınıf mücadelesi ve devrimciler bilimi proleter ideoloji öğelerdir. Bu nedenle Marksist kuramı içermeyen ideolojiyi burjuva ideolojisine alternatif görmek yanlıştır.

Proleter ideolojiyi diğer ideolojilerden nitelik olarak farklı kılan da onun bilimsel olmasıdır; bunu Marks’a borçlu olduğumuz bilinir.

Kuşkusuz bunu Marks ancak proletaryanın varlığında başarabilirdi. Ne tek başına proletaryanın sınıf mücadelesinden bahsedebiliriz ne de bilimden; proleter ideolojisi dediğimizde ikisinin bileşiminden bahsede[1]riz. Marks bilimsel olarak sınıflar mücadelesini açıklamak, kapitalizmi sentezlemek için muazzam bir çalışma ortaya koydu. Bunu proletaryanın ayaklanmasına hazırlıklı bir bilinç için zorunlu gördü. O yaşamı boyunca proletaryayı “çizgi”si ile birleştirmenin, bilimsel ideolojisi ile kaynaştırmanın çabasını vermiştir.

 

Keza, Lenin’in KP anlayışı da tamamen bunun üzerinden şekillenmiştir. O proletaryaya sınıf bilinci[1]nin/proleter ideolojinin dışarıdan götürüleceğini ve bu nedenle sağlam,sürekliliği olan, sınıf disiplinine sahip, her üyesi profesyonel bir partiye ihtiyacı ısrarla savunmuş ve onu da yaratmıştır. Tarihine baktığımızda hiç[1]bir kendiliğinden proleter hareketin komünist partiyi yaratmadığını ve devrimlerin de kendiliğinden olmadığını görürüz…

 

Neden böyle?

Bunun nedeni proletaryanın varlık alanının her bakımdan burjuvazi tarafından belirleniyor oluşudur. Egemen ideoloji, sınıfın kendiliğinden bilincini (sıradan proleter bilinci) belirlemektedir. Ona karşıt olmakla beraber nihayet ona boyun eğmesinin nedeni de budur.

Proletaryanın MLM’ye ilgisinin nedeni kurtuluşu orada görmesidir ve elbette ondan da önce kendini onda görmesi ve burjuvaziyle mücadeleyi nihayet onda kavramasıdır. MLM başardığı sürece proletaryanın ideolojisi olacaktır. Toplumsal gerçeklikte “sınıf mücadelesi” yerine “iki çizgi mücadelesi”nden söz etmek, ideolojik mücadeleyi komünist parti dışındaki bir olgu olarak tanım[1]lamak, çizgi ve ideoloji kavramlarının tartışılmasını gerektirir. Bu tartışma kendiliğinden mücadelenin sınırlarını ister istemez gündeme getirir.

Elbette sınıfa bilincin dışarıdan götürüleceği ve dolayısıyla komünist partinin misyonu da bu tartışmanın konusu olur… ST anladığımız kadarıyla bu konularda aykırı görüşler savunmuyor. Ama o iki çizgi mücadelesinin tüm toplumda, dünyada, her fikir ve davranışta mevcut olduğunu iddia ederken üstelik bunun iki sınıfın, proletarya ve burjuvazinin ideolojik mücadelesi olduğunu savunurken, bu esaslardan uzaklaşmaktadır.

 

 “İki çizgi mücadelesi” proleter ideolojinin gerçekten var olabildiği, egemenlik sağlayabildiği komünist partilerinde geçerlidir. Ki burada kavram proleter ideolojisinin varlığına dikkat çekmekten çok, burjuva ideolojisinin varlığına dikkat çeker. Komünistleri “sürekli” olarak burjuva ideolojinin partiyi, bünyeyi ele geçirme çabasına karşı uyarır.

ST iki çizgi mücadelesini tüm fikir ve davranışlarda tanımladığında, proleter ideoloji ve komünist partisini komünist bilinç dışında tanımlamış olmaktadır. Biz buna itiraz ediyoruz. O, toplumdaki sınıf mücadelesini “iki çizgi mücadelesi” olarak tanımlayarak kavram karmaşasına neden olmakla kalmıyor, aynı zamanda komünist partisi ve komünist bilincin toplum içindeki özgün durumunu, proleter ideolojiyi temsil yeteneğini ve devrime önderlik misyonunu kavramadığınıda göstermiş oluyor.

Somutlaştırdığımızda, kavramlara dair şu tespitleri yapmak gerekir:

Sınıf mücadelesi toplumsal yaşamın her alanında baştan sona daima hüküm sürer, bunun için bilimsel bilgi şart değildir. Oysa ideolojik mücadele sınıf mücadelesinin bir alanı/düzeyi olarak toplumsal yaşamın her alanında gerçekleşmez. İdeolojik mücadele için proletaryanın sınıf bilincinin geliştirilmiş, örgütlenmiş olması gerekmektedir.

Marks’ın proletaryaya kazandırdığı bu olmuştur. Marks ve Engels’e kadar proletarya burjuva ideolojisinin sınırlarını aşamadı. Proleter ideoloji yalnızca proletaryanın varlığı ile değil, aynı zamanda ekonomik[1]politik, felsefe ve devrim bilimindeki nitel gelişmelerle ve nihayet sosyalizm bilincinin bunlarla birleşmesiyle (ütopik sosyalizmden bilimsel sosyalizme) açıklanabilir.

 Bunların bütünleştiği, bir konsept oluşturduğu yer komünist bilinçtir; proleter ideoloji orada tamamlanır. İdeolojinin henüz proletaryanın ilk zamanlarındaki varlığı, onun “ideoloji” olarak tanımlanmasına, bu nedenle “iki çizgi mücadelesinin” bir öğesi olarak kavranmasına uygun değildir.

Proletaryanın kendiliğinden bilinci burjuva bilinci aşamaz, onun için “dışarıdan taşınan” komünist bilinç ile donatılması gerekecektir. İki ya da çoklu çizgi mücadelesi her şeyin çelişki barındırması anlamında, elbette her yerde ve her şeyde vardır.

Ancak her iki çizgi “proleter ideoloji ile burjuva ideoloji” olarak tanımlanamaz. Bu ancak proleter ideo-lojinin olduğu yerde, komünist unsurun bulunduğu bünyede mümkündür.

Bununla beraber, kavramın özel karakter, anlam kazandığı yer de komünist oluşumlardır.

“Çelişki”

 kavramının veya “zıtların mücadelesi” kavramının yerine ikame edilen/olan bir kavramdan değil, bu kavramların komünist durumlardaki özel halinden bahsetmiş olmaktayız, iki çizgi mücadelesi derken. ST tüm bunları karıştırmaya uygun hale getirmektedir. O, bu haliyle, tanımadığı şeyleri birbi[1]rine benzeten, hatta aynılaştıran “yeni öğrenen”lere benzemektedir.

Oysa Japonlar özü itibarıyla Çinlilere benzemez. İki çizgi mücadelesini, komünist bünyenin/oluşumun varlık koşulu olarak saptadıktan sonra da ST ile anlaşmazlığımız devam ediyor.

 O, iki çizgi mücadelesini bir kez “bu biçimde” kavradıktan sonra “gereksiz ayrılıkların” olmayacağını ya da geçmişte henüz “bu biçimde” bir kavrayış olmadığı zamanlarda “birçok küçük grubun” ortaya çıktığını savunmaktadır:

 

“Nitekim ’92 birlik ve ’94 ayrılığı ve sonrasında birçok küçük grubun her iki tarafta da ortaya çıkması bunun en açık örnekleridir”

 (Sf. 10) İki çizgi mücadelesini kavramak ve komünist partiden ayrılmanın yanlışlığını savunmak hiç kuşku yok ki, “gereksiz ayrılık”ları engeller. Ne var ki, tartışma konusu olan zaten iki çizgi mücadelesini kavramamak, bu anlamda uygulayamamak ve ayrılma yanlışına yol açan siyasi yetmezliktir.

Yani burada tartıştığımız zaten “gereksiz ayrılık” ilan edenlerdir.

ST “parti ile bütünleşememiş”, “ona rağmen var olan” ve “olumsuz tarzıyla varlığını sürdüremez hale gelmişlerin” ayrılmalarını partide iki çizginin kavranamaması olarak açıklarken esasen yanılgı içindedir. Zira komünist partisi ayrılıkları olumlayan bir tutumdan çok, olumsuzlayan bir tutum içinde olmuştur.

 DABK ayrılığı, Komün ayrılığı, :L

darbe hep olumsuzlanmıştır; parti anlayışını kavramadıkları için eleştirilmiştir. Bu ayrılıkların gerekliliği tamamen onları gerçekleştirenlerin tasarrufundaki bir olgudur. Buradan hareketle “gereksiz ayrılık”lar nedeniyle ST’nin partiyi eleştirmesi ve iki çizgi mücadelesini benimsememiş olmakla itham etmesi, olana şaşı bakmaktır.

 

Eğer ayrılığın “gereksiz” olduğu tespit ediliyorsa bundan nihayet ayrılanlar sorumludur.

 

Bunu ters yüz etmek neden? Bununla beraber iki çizgi mücadelesini partinin gelişim dinamiği olarak kavrayamamak, parti içinde ideolojik düzeyde sürekli var olan burjuva çizgiye karşı  mücadelede zayıf kalmak, bu anlamda sürekli bir komünistleşme pratiği sergileyememek, üyelerin dönüşümünü, gelişimini büyük oranda sağlayamamak, politik seviyeyi geliştirememek ve ayrılığı tercih edenlerin de “zaaflı kalması”ndan dolayı eleştiriler esasen ve hatta neredeyse tamamen haklıdır.

 Bu, partideki komünist bilincin, proleter ideolojinin yetmezliğini, güç[1]süzlüğünü işaret eder. Bunlardan öğrenmesini bilmek gerekir.

Bütün bunlar iki çizgi mücadelesinin kavranmamış olmasına tekabül eder.

 Çünkü iki çizgi mücadelesinin perspektifi “gereksiz ayrılık”ları engellemek değildir. -Bu siyasal suçu işleyenler parti ilkelerinden mahrumdurlar- Onun perspektifi, partinin ideolojik düzeyde proleter karakterinin burjuva karaktere karşı sürekli mücadele içinde sağlamlaşması ve politik seviyesinin aralıksız yükselmesidir.

 

ST iki çizgi mücadelesini “gereksiz ayrılık”ları engelleyici bir unsur olarak görürken kısmen haklıdır ancak esasen haksızdır.

Haklı olduğu yan, “gereksiz” ayrılıkların, parti içinde eğitilmemiş, ideolojik olarak burjuva yanlarından yeterince arındırılamamış ve partiye bağlı hale gelememiş unsurların eseri olmasıdır.

ST “gereksiz” ayrılıkların parti ilkelerinden mahrum oluşlarını esas almayarak, burjuva ideolojiye uygun olarak yaptıkları tercihlerden ve verdikleri zararlardan dolayı partiyi suçlarken haksızdır…

 

İKİNCİ ÇİZGİYE ŞİDDET…


 

27 Mart 2024 Çarşamba

Yeni Politika Arayışlarına Eleştirel Bir Katkı- 1-2-3

Bilginin, sermayenin kendisine, hatta üretim aracına dönüşmesiyle evden çalışma yoluyla kendi üretim aracının sahibi olan, teknokrat bir sınıfın artık faşizmin yeni sosyal dayanağını oluşturduğu bir çağda herşey karmaşıklaşmaktadır.

 

 

Bu makalede gazetemizin yazarlarından Sayın Muzaffer Oruçoğlu’nun; “Kazanılmış Haklar ve İttifaklar” başlıklı yazısında ifade ettiği görüşlerinin değerlendirilmesini esas almaya çalışacağız.

Öncelikle belirtmemiz gerekirki siyaset bilimimizin gelişimi ve açıklanmasını bekleyen olguların çözümlerinin saklı olduğu pandoranın kutusunu parçalayabilecek bir güce erişebilmesi için başka araçlara da ihtiyacımız olduğunu hatırlamak gerekir.

Reel bir politik tasarımın, toplumun mevcut ekonomik yapısının gerçekçi bir tarifi ve sosyolojik ilişkilerinin analizi üzerinden yükselmesi gerektiği açıktır. Tabiki politik, psikolojik, kültürel ve tarihsel başka toplumsal yapı taşlarıda iyice incelendikten sonra sürece dahil edilmelidir. Geniş ittifaklara dayanmayan, kapalı kapıcı ve ben merkezci bir sınıf mücadelesinin güçlenme ve başarma şansının zayıf olduğunu belirten Oruçoğlu; devrimci, demokrat, liberal ve anti komünist olmayan islami çevrelere kadar tekellerin baskısı altında ezilen kesimlerle geniş bir ittifakı önermektedir.

 

Oruçoğlu’nun buraya kadar tarifini yaptığı politik yelpazenin sınıfsal örüntüsü görünür ve net olduğu için faydalı bir önerme gündeme getirdiğini rahatlıkla belirtebiliriz. Biz burada yazarın bu konuda eksik bıraktığını düşündüğümüz bir hususu hatırlatmak istiyoruz.

Sahadaki sosyalist, demokratik kuvvetlere geniş ittifak ve yayılma siyaseti öneren Oruçoğlu’nun bu politik ve örgütsel açılımı sağlayan araçların devrimci ideoloji ve felsefeyle ilişkisini yeterince tarif etmesi de daha faydalı olurdu. Çünkü içinde bulunduğumuz dönemin insan toplumları üzerindeki postmodernist etkisi hesaba katılırsa, ideolojik bağlamla ilgili bilinçsel farkındalılığı kitleselleşme çabalarından koparmamanın bizleri daha güçlendireceği açıktır.

 

Zaten Oruçoğlu’nun; komünist hareketin bir kısım kadro ve taraftarının reformizme ve Kemalizme sempati duymaya başladığı toplumsal ortamın kendisini zaten biz tarif etmeye çalışıyoruz. Mesala son cumhurbaşkanlığı seçiminde, içinde devrimci kesimin de bulunduğu ileri kitlelerin önemli bir bölümünün yazarın deyimiyle, “denize düşen yılana sarılır” misali altılı masaya doğru hücum etmesinin önemli nedeni, ülkede güçlü bir komünist hareketin olmamasıdır. Ama bu etkiyi yapan gücün de esen postmodern kültür ve ideolojik rüzgarlar olduğunu görmemiz gerekir. Bilinçlere bir karabasan gibi çökmüş olan postmodern zihniyet herşeyi dumura uğratmakta ve doğasından uzaklaştırarak bulanıklaştırmaktadır.

Yazar, günümüz devrimcilerinin Hamas ve Taliban gibi güçlerin yeterince desteklenmemesinden yakınmaktadır. Ve yanılmıyorsak bu türden emperyalizmle çelişmesi olan güçlerin bu geniş ittifak yelpazesinin bir parçası olarak görülmesini ummaktadır. Yazar, burada referans olarakta kendi devrimci gençlik kuşağının dünyasında bu tür olgulara karşı ortaya çıkan politik reflekslere bir gönderme yapıyor.

 

Günümüzde devrimci öznelerinin aynı refleksi göstermediğini sorgulamaya çalışıyor. Aslında Oruçoğlu, değişen bu tutumun nedenlerini daha önceki tezlerinde, kapitalist modern çağın ideolojik bir salgını olan “Medeniyetler çatışması” gibi kategoriler içerisinde haklı olarak aramaya çalıştı. Bu beklentiden postmodern bir etkileşimin izlerini aramak ve bu konuda şüpheye düşmeye açık bir alan olduğu da ayrı bir gerçektir. Ama gördügümüz, sayın Oruçoğlu’nun bu düğümü tam istediği gibi açılmamış olan konuya birde böyle bir paradigma ile bakmasıdır.

İdeolojinin kendisi de tarih içerisinde ekonomik ve sosyal değişkenlik parametreleriyle ilişki içerisinde değişime uğramaktadır. Nasıl ki biz, komünistler açısından Maoizmi çağın koşullarıyla ilişkisi içinde yeniden kavramak ve doğmakta olan toplumun tarihsel değişken parametreleri yeterince olgunlaştıktan sonra onu tamamen aşmak olanak dahilinde görülüyorsa, aynı şekilde proleter olmayan ideolojilerde başka yönlere doğru değişim içerisindedir.

 

Burada asıl belirleyici olan şey ekonomik ilişkilerin sürekli bir değişim içerisinde olmasıdır. Bu durum günümüzdeki bir politik hareketin siyasal denklemdeki rolünü, onu ortaya çıkaran geçtiğimiz yüzyıldaki koşullardan farklı kılmaya itimlemektedir. Biz, eğer eski yüzyılın ittifak politikasını ve toplumsal görüngülerden yola çıkarak mekanik bir şekilde harekete geçmesi gereken refleksler toplamını bir makine işleyişi gibi içinde bulunduğumuz yüzyıla uygulamaya kalkarsak, kaba mekanik bir felsefenin içinde kendimizi bulabiliriz.

 

 Nasıl ki 19. yy’daki İngiliz İşçi Partisi günümüzde artık devrimci değil, kapitalist devletli bir uygarlığın parçası haline dönüştüyse, Ortadoğu’da günümüzde ortaya çıkan bazı dinci hareketlerde geçmiş yüzyılda Kuzey Afrikalı müslümanların kurtuluş gücü olan ve Senusi tarikatının mensubu Ömer Muhtar hareketi gibi olmayabilir. Çünkü sömürgeci güçlere karşı Afrika müslümanlarının soluğunu daima diri ve taze tutan bir çok tarikatın niteliği, ekonomik nedenlerlen günümüzde değişmiş olmalıdır.

 

 En azından günümüz Libyasında, Senusi tekke ve şeyhlerinin kültürel devamcılarının hangi durumda oldukları, yani bağımsız ulusal bir çizgide mi yoksa bir bölge gücünün etkisi altında nitelik değiştiripi değistimediği incelenmeye muhtaç bir durumdadır.

Mesala İngiliz İşçi Partisi’ni ve Alman Sosyal Demokrasi Partisi’ni dönüştüren maddi zemin, başlangıçta işçi aristokrasisiydi. Yani ulusun egemen gücü olan emperyalist sınıfın savaş, sömürü ve soygundan kendi bir kısım işçisine verdiği pay, alt yapıda iş gördü. Zamanla bu güç sermaye ve iktidar ortaklığı şeklinde palazlandı.

 

Bernstein’in Marksizmi olumsuz yönde revize ederek başlattığı çizgi, zamanla evriminde ilerleyerek günümüzde Ukrayna’daki savaşı besleyip, kaşıyan bir devlet gücüne dönüştü. Artık zamanında işçi sınıfı temsilcisi olan bu güçlerle karşı karşıya gelmek İngiltere ve Almanya devletiyle karşı karşıya gelmek anlamına geliyor. Bu işçi aristokrasisini besleyen, eskideki kırıntılar zaten revizyonizmi besleyen bir nedendi aynı zamanda.

 

 Biz en azından Şeyh Said ya da Ömer Muhtar zamanında dünyada İtalya, Fransa, Türkiye ve benzeri ülkeleri kapsayan ya da etkileyen bir küreselleşme eğiliminin henüz başlamadığından eminiz en azından. Bu küresel çapta sermaye hareketlerinin doğasıyla beraber değişiminin ulusal pazar, politika, ilişkiler ve kültür üzerindeki etkilerinin henüz ortaya çıkmadığı bir dünyanın politik öznelerinin hareketlenmelerini bir şema gibi bu yüzyıla aynen uygulayabilirmiyiz acaba?.

Bilginin, sermayenin kendisine, hatta üretim aracına dönüşmesiyle evden çalışma yoluyla kendi üretim aracının sahibi olan, teknokrat bir sınıfın artık faşizmin yeni sosyal dayanağını oluşturduğu bir çağda herşey karmaşıklaşmaktadır. İşte zurnanın zırt dediği yer, aslında tamda buradan başlıyor. Biz, eğer politik tasarımlarımızı oluşturan bütün tikel olguların tümel ile ilişkisi bağlamında diyalektik ve tarihsel materyalist felsefe ile bağını kurmaya kalkarsak o zaman kavramların ve ilişkilerin doğası görünür olacaktır. Yazarın bu son ifade ettiği eleştirel soru bu minvalde tartışılmaya devam ederse, bu konuda ortak bir yeni senteze varmak mümkün olacaktır.

 

 Böyle bir önermenin başlangıçta toptan bir şema gibi algılanılıp, uygulanması ya da toptan reddi de yanlış olacağı kanaatindeyiz. Yani, yazarın dile getirdiği öneri yeterince tartışılmaya değer bir konudur. Uluslararası ilişkilerde gelişen bir olgunun hangi yönünün desteklenip, hangi yönünün desteklenmeyeceğine dair analitik bir politika belirleme imkanı zamanın değişen bilgilerinin ışığında yapılacak bir tartışma sürecinden sonra daha daha görünür olacaktır…

 

 

Yeni Politika Arayışlarına Eleştirel Bir Katkı- 2

 

Siyasetten uzaklaşan ya da siyaset dışı bir sosyal faaliyetle politik erke yaklaşmak ütopik bir yönelim olabilir. Lenin’in benzer bir şekilde “Belediye Sosyalizmi”ne dönük eleştirilerinde ifade ettiği gibi; bu yol ve yöntemin siyasal mücadelenin kendisi yapılması durumunda işçi sınıfının dikkati burjuva devlet, iktidar ve ekonomi politiğinden uzaklaşarak siyaset dışına sürüklendiği koşulda merkezi politik iktidarın alınması süresiz ertelenmiş olacaktır.

 

·         

·         

 

 

İnsanın doğa, toplum ve iktidar ile arasındaki ilişkilerini henüz çözememiş olan küçük burjuva anlayışların, postmodern ilizyonik ortamın sarhoşluğuyla kendisini siyasal ve örgütsel ortama dayattığı bir tarihsel dönemden geçiyoruz. Cinsiyet, din, dil, etnik köken ve alt kültürden beslenen kimlikleri keşfeden bu sorunlu kesimler, yeni bir kıta bulmuş gibi heyecana kapılmaktadırlar. Politik ürünlerini doğa ve toplum ile diyalektik ilişki temelinde tanımlamaktan kaçınan basit meta üretiminden türemiş bilinçler, kendi yaratımlarının zamandaki gücüne yaslanmadan pespaye politik varoluşlarını ucuz yöntemlerle kanıtlanma yolunu tercih etmektedirler.

Bahsettiğimiz bu ortam bireyi ve toplulukları tüketim ve gösteri toplumunun birer paçavrasına dönüştürmektedir. Ara sınıfların siyasette aynı zamanda bahtı kara sınıfları temsil ettikleri birer gerçektir. Burjuva reformist bataklığın içine saplanmak ya da esen postmodern rüzgârlara karşı tutunamayarak, bir yaprak gibi savrulmak bu bahtsız sınıflar için bir alın yazgısı gibidir. Burjuvalaşan toplumsal ortamın insan çoğunluğu tarafından keşfedilmeyi bekleyen bir pırlanta madeni olduğuna yönelik anlayışların günümüzde güçlendiği aşikârdır.

 

 Aslında proletarya nezdinde burjuvalaşmış politik ortamlar aktörleriyle beraber pırlantadan çok atomları yapay nesnellikten oluşmuş çakma bir gerçekliği andırmaktadırlar. Politik ortamı etkileyen toplumsal ana rüzgârların proletaryanın aleyhine estiği bu özgün dönemde yeni politika arayışlarına dair saflarımızdaki öneri ve tartışmalar ayrı bir anlam kazanmaktadır. Kanaatimize göre yeni politik tasarımlar, onların uygulanmaya konulacağı koşullar ile beraber ele alındığında gerçek anlamına kavuşacaktır.

Bu anlamda Sayın Muzaffer Oruçoğlu’nun demokratik siyaset alanı için önerdiği legal parti benzeri bir dizi örgütsel ve politik açılım projesinin içinde bulunduğumuz tarihsel şartların ışığında irdelenmesi gerekmektedir.

Başlangıçta anlattığımız, bizleri çevreleyen politik dünyanın kaba ve belirgin hatlarıyla genel tablosudur. Ürettiğimiz politik orjinli ürünler bu tablo içerisinde bizlerin sınıf ihtiyaçları için bir anlam kazanacaktır. Marksizm’e göre nesnel gerçeklik içsel ilişki parçalarından oluşur ve bu parçalarda genişletilebilinir ilişkiler ağlarından meydana gelirler.

Hatta bir olgunun koşullarıyla ilişki temelinde kavranmasının ötesine geçen Marksizm; bir şeyin varlığının koşullarını o şeyin ne olduğunun bir parçası olarak ele almaktadır. Bu anlamda legal parti gibi devrimin dolaylı araçlarından bir tanesi onu ortaya çıkaran tarihsel koşulların tarifi üzerinden politik denklemdeki yerini bulacaktır.

Sayın Oruçoğlu, Türkiye’de legal parti kurma hakkının kazanılmış bir hak olarak görülmesi taraftarıdır. Gazete Patika’da 14 Şubat tarihinde çıkan “Birlikte Israr Etmek, İttifakı Genişletmek” adlı makalesinde, kazanılmış tarihsel imkânların yeterince değerinin bilinmediği bir politik ortamın eleştirisini yapmaktadır. Bu hakkı ortaya çıkaran geçmişteki acıların yeterince hissedilmediğini düşünen yazar bu durumu; “Ürettiğimiz malların bize yabancılaşması, fetiş haline gelmesi gibi bir durumdur bu.” diyerek açıklamaktadır. Bugün elde olan demokratik hakları sadece kazanılmış ve hep çizgisi ileriye doğru akan pozitif araçlar olarak görmek siyaset bilimimizi yeterince güçlendirmeyebilir.

Evet, Oruçoğlu buraya kadar haklıdır belki ama kanımızca bu olgunun görünmeyen bir yönü bulunmaktadır. Ve tabi ki aydınlatılmaya muhtaç bir durumdadır. Bazen bilim açıklamakta zorlandığı konulara açıklık getirmek için soru sormayı sever. Bir mantık örüntüsünün anlatamadığı ya da açamadığı bir kapıyı bir soru açabilir belki.

Biz şimdi Sayın Oruçoğlu’na şöyle bir soru sormak istiyoruz.

Bugün eldeki kısmi demokratik haklarımızı devlet bir çırpıda geri almak istese onu engelleyecek ya da geri adım attıracak bir toplumsal gücümüz var mı?

Devrimci hareketin bu kadar dibe vurduğu ve hatta neredeyse birçok şeye takatinin kalmadığı bir dönemde beyaz rejim bu kısmi hakları neden geri almamaktadır?

Biz eğer bu sorulara gerçekçi cevaplar aramaya başlarsak eldeki bazı demokratik kırıntıların burjuva sınıfı için nasıl bir politik silaha dönüştürülmek istendiğini de belki anlamaya başlayabiliriz. Kanımızca legal parti ya da yerel iktidarlara gelme hakkı burjuvazi için devrimci hareketi reformizme ederek düzen içine kafeslemenin bir aracına dönüşme imkânı verdiği için şimdilik yasalar buna müsaade etmektedir.

 Yani burjuvazi sınıflı uygarlığın tecrübesinden damıtılan sentezlerle öyle bir yönetsel şeytana dönüştü ki; hiçbir olgu boşlukta ya da ortada duramamakta ve sihirli bir el tarafından adeta sahibine doğru dönen bir bumeranga dönüşmektedir.

Yani Sayın Oruçoğlu’nun belirttiği gibi sadece ürettiğimiz malların bizden uzaklaşarak fetişistleşmesi değil, aynı zamanda bir bumeranga dönüşerek bizlere doğru dönmesi durumu da vardır.

 İşte Kaypakkayacı demokratik hareket böyle bir toplumsal ortamı kavramaya başlayarak yeni politik konseptini oluşturmalıdır. Tabi buraya kadar anlattıklarımız, bizim sosyalist demokrasi süreçlerinde legal parti ve benzeri araçları her koşulda ret etmemiz gereken lanetli araçlar olarak gördüğümüz anlamına gelmiyor.

 Geleneğimiz saflarında mekanik bir zihniyetle legal parti önermesinin bağlamından koparılarak reformizmi çağrıştıran sonuçlarıyla algılandığını biliyoruz. Bu konuda haklı endişeleri olmakla birlikte bilimsel kavramlaştırma yeteneğindeki gerilemeler nedeniyle politik tutum alma noktasında önemli oranda insan kaynaklarımızın zorlandığı gözlemlenmektedir.

 

Makalemizin gelecek bölümünde bu konuyu etraflıca işlemeye çalışacağız. Marksist siyaset bilimine göre eğer politik yaşamın bütünü ya da kendisi legalleşiyorsa ideolojik sorunlar baş gösteriyor demektir. Ya da başka bir ifadeyle; taktik siyaset eğer politik yaşamın kendisine dönüşüyorsa biz burada artık tasfiyeciliği gündemimize alıp konuşabiliriz demektir.

 Ama “Legal Parti” adını duyduğumuzda bir boğanın matadorun elindeki kırmızı bezi gördüğünde gösterdiği tepkiyi vermek anlamsızdır.

Sayın Oruçoğlu’nun yeni politik konsepte ilişkin gündeme getirdiği bazı önermelerde tabi ki eleştiriyi hak etmektedir. Yazar yerel iktidarların alınmasını halkı merkezi iktidarın alınmasına hazırlamak olduğunu söyleyerek bir paradoksa yol açıyor. Enternasyonal proletaryanın gerek yazılı metinleri ve gerekse de deneyimleri yereldeki burjuva kamu kuruluşlarını halkın iktidarının bir embriyosu ya da biçimi olarak görmüyor.

 

Yani burjuva kamu hizmetinin böyle tarihsel bir karşılığı yok.

Sanırız Sayın Oruçoğlu,

burada legal partiyle, proletarya partisinin birbirine karıştırılmasına yol açacak sözler sarf etmiş farkında olmadan. Bu bölümü daha açık ifadelerle yazmış olsaydı iyi olurdu. Eğer kastettiği kurulacak legal partinin önce yerel iktidarları fethedip sonra merkezi iktidara yürümesi hadisesiyse, bu yükselişin parlamento sınırlarında son bulacağını kendisi de bilmektedir. Zira geleneğimiz saflarında değerli bir aydın olarak Marksist devlet teorisini en fazla kurcalayan bir yazar olduğunu hepimiz biliyoruz.

 

“Yerelde şu ya da bu şekilde iktidar olamayan bir güç merkezi iktidar olamıyor zaten.” diyen Sayın Oruçoğlu, aslında belediyelerin proletaryanın portatif ya da hücre devleti anlamına gelen kızıl siyasi iktidarlar olmadığını kendisi de bilmektedir.

 

“Merkezi iktidar alınsa bile yerel deneyimi olmayan yönetemiyor onu” diyen Oruçoğlu, merkezi yönetimin tıpkı belediyeler gibi demokratik yollardan mı yoksa başka tarihsel yasaların yardımıyla mı alınabileceğini belirtmesi konuyu daha anlaşılır yapardı. Eğer legal parti merkezi iktidarı alırsa bunun adı zaten işçi egemenliği olmayacaktır. Zaten bir dahaki seçimlerde iktidarı burjuvazinin diğer kazanan partilerine geri vereceği için burjuva diktatörlüğüne ve devletin varlığıyla birlikte şiddet tekeline hiç bir zaman dokunamayacaktır.

 

Yok, eğer Oruçoğlu’nun söylemek istediği; biz komünistler şimdilik demokratik yöntemlerle yerel yönetimleri yönetmenin tecrübesini kazanalım bu devrim sonrası merkezi işçi iktidarını yönetmeye bize lazım olacak diyorsa ayrı bir tartışma alanına kapı açıyor demektir.

 

 Bu ise; Lenin yoldaşın 1895 deneyiminden çıkardığı dersler ışığında; yerellere hapsolmuş bir komünist hareketin merkezi iktidar araçlarından yoksun kalacağı tespitinde somutlaşan gerçeklikten başka bir şey değildir.

Zaten Oruçoğlu’nun kendisi de son makalelerinde belediye faaliyetinin devrimci bir çalışma olarak görülmemesi gerektiğini ifade ediyor.

 

Parti faaliyeti ya da devrimci bir çalışma olmayan burjuva kamusal hizmet sektörü yoluyla merkezi bir politik iktidar arasında çok güçlü diyalektik bağlar yoktur. Siyasetten uzaklaşan ya da siyaset dışı bir sosyal faaliyetle politik erke yaklaşmak ütopik bir yönelim olabilir.

 

Lenin’in benzer bir şekilde “Belediye Sosyalizmi”ne dönük eleştirilerinde ifade ettiği gibi; bu yol ve yöntemin siyasal mücadelenin kendisi yapılması durumunda işçi sınıfının dikkati burjuva devlet, iktidar ve ekonomi politiğinden uzaklaşarak siyaset dışına sürüklendiği koşulda merkezi politik iktidarın alınması süresiz ertelenmiş olacaktır.

 

Sonuçta Sayın Oruçoğlu:

 

“Derinleşmeyi ve genişlemeyi esaslı bir şekilde yürütmenin, yerel ve merkezi iktidarı almanın en etkili aracıdır parti.” diyerek kurulmasını istediği legal partinin sadece burjuva belediyeleri değil, bizzat burjuva devletini de yönetmesi gerektiğini ifade etmiyor herhâlde?

 

Eğer Oruçoğlu’nun dediği gibi; politik çalışma bütün çalışmaların can damarı oluyorsa, bunun belediye gibi bir hizmet sektöründe zaman geçirilerek nasıl yapılacağını da yeterince tarif etmelidir.

Her ne kadar yazar kentte ve köyde işçiler arasında çalışmak esastır şeklinde bir doğru tespitte bulunuyorsa da yasal sınırlara hapsolmuş bir partinin işçi sınıfının olası politik istemlerine nasıl öncülük yapabileceği konusunu yeterince kavramlaştırmalıydı.

Sonuç olarak Oruçoğlu;

 

“Eldeki sınırlı güçle arzunun sesine uyarak genişlemenin sorun yaratacağı açıktır.” demektedir. Ama bizce sorun yaratacak olan eldeki gücün nicelik olarak az olmasından çok ideolojik ve siyasi donanımın yetersiz olmasıdır. Zira taktik politik alanda son yıllarda daha yeni yeni tecrübe kazanmaya başlayan politik geleneğimiz bu alanda hala ciddi oranda ideolojik ve siyasi yetmezlikler yaşamaktadır. 

Genişleme ve derinleşmede tahkimatın şart olduğunu belirten Oruçoğlu, bu örgütsel ve kadrosal tahkimatın hangi ideolojik esaslara göre düzenlenmesi gerektiğini de etraflıca tarif etmesinde fayda vardır…

https://gazetepatika22.com/yeni-politika-arayislarina-elestirel-bir-katki-1-150869.html

https://gazetepatika22.com/yeni-politika-arayislarina-elestirel-bir-katki-2-151244.html

Tali alanlarda kuluçkaya yatmış, proleter bir embriyon eğer emekçi kitleler içinde hücreler öremiyorsa ve herşeyden önemlisi elinde tuttuğu nispeten geri mevzileri büyük politik söylemlerin bir aracına dönüştürecek yaratıcı yeteneği gösteremiyorsa, zamanla devrimci niteliğini yitirerek sönecektir.

 

Ortaçağ cadı kazanından ortalığa saçılan arkaik kalıntı ve hurafeleri bir zenginlik olarak keşfeden ara katmanların kapitalist toplumun değişen ihtiyaçlarının yardımcı bir bileşenine doğru evrildiği zamanlardayız. Bu sorunlu sınıflardan beslenen politik eğilimler; geçmiş ve gelecekle ilgilenmeyen, bütünlüklü bir teorik açıklama kaygısı duymayan ve yerel motifli anlık ve değişken inanç karmaşasına yaslanan bir sosyal eğilime doğru sürüklenmektedirler.

 

Küçük burjuva toplumsal siyasal, modern dönemin geleceği kuran rasyonel bireyciliğinden çok, zamanı önünde bulduğu gibi hazır yaşayan ve alt kültürel kimliklerden ideolojik açıklamalar yapmaya çalışan bir karmaşa yumağına doğru sürüklenmektedir. Kapitalist toplumun postmodern restarasyon ile yaşamış olduğu parçalanmanın ürettiği şeyleşmelere küçük burjuva devrimciliğinin büyük bir iştah kabarttığı gözlemlenmektedir.

 

Teknolojinin gelişmesine paralel olarak iş örgütlenmesinde meydana gelen değişimler sonucu toplumsal yaşam ve dolayısıyla ulusal kültürlerin de değişime uğradığını biliyoruz.

Küresellleşme eğilimlerine giren kapitalist pazarın sonucu olarak yerelliğin ve alt kültürel kimliklerin hortlaması durumu sosyalist demokrasi mücadelesi süreçlerinin siyasal dokusuna sirayet etmektedir.

 

Küçük burjuva sosyalistleri, küresel ekonomik gelişmelerin toz altında kalmaya başlamış olan yerelliği diriltmesi sonucu ortaya çıkan büyüye kendisini, öbek öbek kaptırmaktadırlar. Bu kesimlerin demokratik siyaseti, hatta ideolojinin kendisini yerellerde tarihsel uykuya çekilmeye başlamış ortaçağ kent efsaneleriyle yeniden örmek istedikleri bir politik ortam bizleri kuşatmaktadır.

Bu durum, bir kısım gelenek ardılının Dersim’deki yerel seçimler politikasına düşen hemşerilicilik, mezhepçilik, kent yurttaşlığı ve mahalli efsanelerin gölgesiyle ete kemiğe bürünmektedir.

Toplumsal süreci anlamak yerine toplumsal sürecin ortaya çıkardığı rüzgarlara kapılmak böyle bir zeminde gelişmektedir.

Bu anlamda Sayın Muzaffer Oruçoğlu’nun sosyalist kamuoyunda gündeme getirdiği yeni politik konsepte dair bazı önermeler, ideolojik zemin yoklaması yapılmadan sahaya sürüldüğü taktirde burjuva toplumunun bir bileşenine ya da üreticisine dönüşme ihtimali barındırmaktadır.

İçinden geçtiğimiz zamanın dünyasının sağ tasfiyeci dalganın etkisinde olduğunu biliyoruz.

Günümüzde asıl tehdit ve tehlike sağ tasfiyeciliktir.

Devrim dalgasının geriye çekildiği, düzene karşı koyuşların yerini düzen içine eklemlenmenin aldığı bir dönemde devletin yasalarının izin verdiği ölçüde bu tahribatı en aza indirgemek ne kadar mümkün olabilir; bunu henüz bilemiyoruz.

 

Herşeyden önce sosyalist devrimin çeşitli araç ve biçimleri konusunda yeterli bir bilgi birikimi ve ideolojik donanıma sahip olmayan önemli orandaki politik pratisyenin varlığı bu konuda endişe etmeye yeterli kanıt sunmaktadır.

Sosyalist demokrasi mücadelesinin araç, yol ve yöntemlerini ustaca birleştiremeyen örgütsel toplulukların, burjuva ana akımın güçlü olduğu bu tarihsel dönemde savrulma ihtimalinin bulunduğunu akıllarda tutmakta fayda vardır.

Evet risk alan bazı mücadele biçimlerinden korkmamak gerekiyor belki, ama yeterli ideolojik ve siyasi hazırlık yapmadan tasfiyeciliğin ulus aşırı bu kadar güçlü estiği koşullarda “Midyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak.” Özdeyişinde olduğu gibi bir sonuçla karşılaşmak da ihtimal dahilindedir.

Biz, tabiki ilke olarak hiç bir mücadele biçiminin yalnız başına fetişleştirilmesinden taraf değiliz. Bizce, “legal parti” belli tarihsel ve ekonomik koşullarda beliren sınıf mücadelelerinde proletaryanın ihtiyaç duyduğu geçici araçlardan birisidir.

 

 

Stratejiye dair tarihin zorunlu yasalarının gözetimindeki temel mücadele yöntemleri esas olarak ortadan kalkmaz ama, bazı özgün tarihsel koşullarda tali mücadele biçimleri geçici olarak ön plana çıkabilmektedir. Özellikle ağır yenilgiye uğramış politik güçlerin fırsat bulduğunda geri ya da tali mücadele mevzilerinde kuluçka durumu anlaşılır bir haldir.

 

Bizlerin öğrenilmiş alışkanlıklarını ve yerleşmiş sağduyularını inciten gerçek dünyanın nesnelliğinden damıtılmış, real politikaları anlamadan bir siyasi hareketi pasifizm, sağcılık ya da reformizm ile yaftalamak bir küçük burjuva hastalığıdır.

 

Kaldı ki …..

 

proleter sınıf örgütlerinin geçmişte soldan tasfiyesi de mümkün olmuştu. Lenin yoldaşın “Sol Komünizm bir çocukluk hastalığı” diye tanımladığı tasfiyeci çizginin özelliği, illegal mücadele biçiminin fetişleştirilerek onun dışındaki bütün araç ve biçimleri sağcı olduğu gerekçesiyle hor görmekti.

 

 

Eğer tarihi yapacak olan halk ise halka gidebilmenin bütün biçimleri komünist büyük bir planın varlığında, devrimci olmaktadır. Yalnız içinde bulunduğumuz dönemde sağ tasfiyeci gerici dalga uzun bir süredir devam ediyor olduğu için yeni politik ve örgütsel bir konsept oluştururken dikkatimizi bu yöne vermekte fayda vardır.

 

Bu anlamda Sayın Muzaffer Oruçoğlu’nun gündeme getirdiği legal parti önermesi böyle tarihsel bir koşulun parçası yapılmadan bu düzlemde oluşturulmak istenen hareketin yönünün, ne yöne doğru gidebileceği kestirilemiyecektir.

 

Bize göre bir hareket stratejik örgütlenme, merkezi bir politika ve Rus devrimci atılımı ile Amerikan zekasından müteşekkil olmuş kadro tahkimatında kendisini yeterince güçlü hissediyorsa böyle bir örgütsel politikayı hayata geçirip denemelidir.

 

 Sayın Oruçoğlu, bu önermeyi gündeme getirirken, içinde bulunulan dönemin epistomojisi, dünyaya nasıl bir anlam yüklüyorsa öyle bir dünya içinde rahatlıkla biçimlenmeye hazır, küçük burjuva sosyalizminden müzdarip, politik ve örgütsel atmosferi de hesaplamalıdır kanımızca.

 

Tali alanlarda kuluçkaya yatmış, proleter bir embriyon eğer emekçi kitleler içinde hücreler öremiyorsa ve herşeyden önemlisi elinde tuttuğu nispeten geri mevzileri büyük politik söylemlerin bir aracına dönüştürecek yaratıcı yeteneği gösteremiyorsa, zamanla devrimci niteliğini yitirerek sönecektir.

 

Doğanın ve toplumun yasalarının işleyişinin postmodern yorumu sonucu dönemin epistomojisinin sınıfsız ve ideolojisiz siyaseti toplumsal çoğunluğa kabul ettirdiği koşullarda devrimci, işçi sınıfının çeşitli politik silahlarından birisi olan legal partinin yolunu nasıl bulacağı da ayrı bir tartışma konusudur.

 

En azından kendisini burjuva toplumunun üreticisine dönüşmekten neredeyse kimsenin kurtaramadığı bir toplumsal ortamda kadro tahkimatının ne kadar önemli olduğunu belirtmek isteriz.

 

Kurucu olanın bütünlüklü teori değil birey olduğu yönündeki postmodern parçalanma hali devrimci siyasetin doğasını bozup bulanıklaştırmaktadır. Hatta devrimci siyasetin önemli bir bölümünün postmodern yapısal bir dönüşüme uğradığını söylemek abartılı bir tespit olmayacaktır.

 

İktisadi program ve bazı işçi örgütlerinin ideolojik bir konu olmaktan çok toplumsal yaşamın teknik bir konusuymuş gibi algılanması bazı devrimci örgütlerde yankısını bulmakta ve içinde bulunduğu örgütü toplumsal fabrikanın bir parçası gibi görme eğilimleri güçlenmektedir.

 

Proleter istihkamı yeterince güçlenmemiş politik hareketlerin bu ilizyonik toplumsal süreç içerisinde doğalarının, bozulup dönüşmesi olanak dahilindedir. İdeolojik yelpazenin zıt kutuplarında bulunan ideolojilerin birbirine yaklaşmaya başladığı, dünyanın tek bir anlamının bulunmadığına dair inancın güçlendiği ve her bireyin keyfi yaratımı kadar çoklu gerçekliğin olduğu yönündeki bir toplumsal ortamın tarifini yapmaya çalışıyoruz…

 

·         30 Mart 2024 

 

 

 

 

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)