4 Temmuz 2024 Perşembe

İKİNCİ YÜZYILDA SÖMÜRGECİ-SOYKIRIMCI TÜRK DEVLETİNİN KENDİNİ TEKRARI – 1 Bozan Tekin

Sömürgeci, soykırımcı Türk devletinin hükümetinde, partilerinde önemli tartışmalar yaşanmaktadır. Bunları, tarihsel bir perspektifle değerlendirmekte yarar var. Sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin Önder Apo’ya karşı uyguladığı ağır tecrit ve peş peşe verilen disiplin cezaları, Kurdistan Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmeye yönelik yürüttüğü  diplomasi ve yine yeni anayasa çalışmaları, -ki özellikle özel savaş ve etkili ajanlık yasası-, yumuşama, normalleşme, Kürt soykırımını gerçekleştirmek için yapılan harcamalar, ekonomik kriz, açıklanan tasarruf tedbirleri, Kurdistan Özgürlük Gerillası’na karşı kullanılan kimyasal ve diğer yasaklı patlayıcılar, partiler arasında yürütülen görüşmeler, polemikler, Kobanê Kumpas Davası’nda verilen cezalar, Kuzey-Doğu Suriye’deki seçime yönelik engelleme saldırıları ve en son Colemêrg’te Belediye Eşbaşkanı M. Sıddık Akış‘a karşı gerçekleştirilen darbe ve onun yerine sömürgeci katil bir valinin kayyum atanması vb başlıklar normal bir zamanın konu başlıkları değildir. Birbirinden kopuk ve ayrı konular da değildir.

 Neler oluyor, olanları nasıl anlamak gerekir?

 Halklar, emekçiler, kadınlar, gençler ve egemenler 1990’lı yıllardan başlayarak miladi 21. yüzyılı tartışıyorlardı. Önder Apo da 21. yüzyılın kadın yüzyılı olacağını ve PKK’nin de kadın eksenli bir parti olduğunu söylemişti. Kürt kadınları dağda, şehirde, zindanda, siyasette, ekonomide askerlikte, sanatta, edebiyatta, özetle hayatın her alanında böyle bir inançla tarihi bir mücadele yürütüyor. Dünyanın bütün halklarından kadınlar ve insanlık herkes “Jin, Jiyan, Azadî” şiarını her fırsatta haykırmakta. Bir bütün olarak Kurdistan halkı, 21. yüzyılda Demokratik Ekolojik ve Kadın Özgürlüğü temelinde bir yaşamı kendi topraklarından başlayarak Ortadoğu ve dünyada yaşamın her alanında kurulması için çalışmayı esas almaktadır. Önder Apo 21. yüzyıl stratejisini böyle tanımlamış oluyor.

Kürt halkı cumhuriyetin ikinci yüzyılını Türk devleti tarafından uygulanan soykırım politikalarına son vererek, özgür Kurdistan, demokratik Türkiye stratejisi temelinde karşılamak istemektedir. Bununla, Türk, Arap ve Fars emekçileriyle eşitlik-özgürlük temelinde bir yaşamı kurmadaki kararlılığını her fırsatta dile getirmektedir. Ancak faşist şefler Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli ise Kürt soykırım stratejini, ‘Çöktürme Eylem Planı’ temelinde tamamlamak istemektedir. Buna karşılık Kurdistan halkı da amacına ulaşabilmek için önüne ‘Devrimci Halk Savaşı’nı koymuş bulunuyor. Sömürgeci, soykırımcı Türk devleti Kürt, Ermeni, Asuri, Keldani, Rum vb halklara karşı uyguladığı soykırım politikasını ikinci yüzyılda da sürdürmek istemektedir.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girmeden önce, sömürgeci, soykırımcı Türk devletinin resmi ideolojik, politik güçleri, ‘90’lı yıllardan itibaren 21. yüzyıl tanımlaması için tartışmalar yürütüyorlardı. Irkçı, faşist MHP’lilerden bazıları ‘21. asır Türk asrı olacaktır’ diyorlardı. Tanımlamaları netti. Hatta bunun için 100. Yüzyıl marşı bile hazırlanmıştı. Tıpkı soykırımcı devletin 10. Yıl marşı gibi, ırkçı, sömürgeci, Kürt’ü, Kurdistan’ı inkar eden içeriktedir. 10. Yıl marşı soykırımcı M. Kemal’in 10. Yıl nutkunun bir özeti ve onun notalandırılmış haliydi. 100. Yıl marşı da yeşil faşizmin temsilcisi Erdoğan’ın zihniyetini seslendirmişti.

2023 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü kuruluş yıldönümünden önce yürütülen tartışmalarda faşist iktidar, 21. yüzyılı, ‘Türkiye Yüzyılı’ olarak tanımladı. Muhalefet partilerinden de bu konuda farklı, alternatif bir tanım gelişmediğine göre, Türklük sözleşmesinde buluştukları anlaşılmaktadır. Yani bu eli kanlı Türk sömürgecileri ‘21. asır Türk asrı olacaktır’ hedefinde ortaklaşmaktadırlar. Eğer bunu ağır, yanlış görenler varsa, ikinci yüzyılda nasıl bir Türkiye-Kurdistan görmek istediklerini açıkça ortaya koymalı ve Osmanlı’da hille, oyun devşirme yoluna girmeden tavrını netleştirmelidir. Bunu yapmadıkları sürece, hepsini ‘Türk sözleşmesinin’ yeminli taraftarları  olarak tanımlamak gerekir.

 Türkiye Yüzyılı ne demek oluyor?

 Faşist şef Tayyip Erdoğan ve çevresinin yeni ‘Türkiye Yüzyılı’nı ideolojik, politik ve stratejik bir doğrultuya göre planladıkları kesinleşmiştir. Her şeyi buna göre yapmaya çalışacakları görülmektedir. Bunun en yalın anlamı ise sömürgeci soykırımcı Türk devletinin kuruluşunun ilk günlerinden başlayarak Kurdistan’da gerçekleştirdikleri katliam ve soykırımlardır. Yani Takrir-i Sükûn Yasası, İstiklal Mahkemeleri, İskan Yasası ve Şark Islahat Planı’nın güncellenmesi demektir! Bunu ne kadar başarırlar veya başarmazlar, o ayrı bir konu, ancak sonucu belirleyecek olan Kurdistan özgürlük mücadelesi ve stratejik müttefiklerinin örgütlülük ve direnme gücüdür.

Hala kana doymamış olacaklar ki, Kürt halkının kanını 21. yüzyılda da akıtmaya, sömürgeci soykırımcı stratejisini adım adım tamamlamaya ve bununla beslenmeye devam edecekleri anlaşılmaktadır. Türk halkının payına düşecek olan ise beka edebiyatını İslam ile cilalayarak, beyaz ve kara faşizmi yeşile boyayarak, tümden anti-demokratik, insan haklarına aykırı, her türlü baskı, zulmü geliştirerek Türkiye halkını açlık ve yoksulluğa mahkum etmek olacaktır.

Tayyip Erdoğan, 2002 yılından itibaren, Türk-İslam sentezi temelinde yeşil faşizmin tam kurumlaşmasını, ‘cumhuriyetin ikinci yüzyılının başında’ kurumlaştırmak istemektedir. Türkiye Yüzyılı demek, yeşil faşizmin kurumlaşması, Kürt soykırımının tamamlanması demektir. Bunun da Türkiye’de ve Kurdistan’da geçen yüzyılda kullanılan değişik yol ve yöntemleri aşan Kurdistan’a yağdırılan bombalar, kimyasal silahlar,  diplomatik ilişkiler, eğitim ve medya gücüyle gerçekleştireceği anlaşılmaktadır. En önemlisi de Önder Apo’ya olan yaklaşımlarında bu daha net olarak anlaşılmaktadır. Önder Apo üzerindeki tecridin çeyrek asır sürdürülmesini, son 40 aydan beridir de hiçbir biçimde Önder Apo’dan haber alınmamasını başka türlü tanımlamak mümkün değildir. 

Bir halkın Önderi’ne böyle yaklaşan bir devletin, halkına daha farklı yaklaşacağını beklemek, en hafif deyimle sömürgeci, soykırımcı Türk devletinden hiçbir şey anlamamak, tarih bilincinden yoksun olmak anlamına gelir. Nasıl ki, Şeyh Said’e idam, Kürt halkına soykırım ve Şark Islahat Planı olarak döndüyse, ‘İmralı’da Önder Apo’yu her gün, her saat, her dakika öldürme siyaseti’, şimdi de Kurdistan’da ‘Çöktürme Planı’ olarak dönmektedir. 

Yani sömürgeci AKP-MHP hükümeti anayasada, Kürt halkının varlığına, özgürlüğüne yer vermeyecektir. Kürdün dilinin, kültürününün yasaklaması ve asimilasyon politikalarına devam edilecektir. Anayasadaki ilk maddeler ve 66. Madde korunacaktır. Kurdistan’ın zenginliklerini talan etme, halkı açlığa, yoksulluğa mahkum etme, bu temelde Kurdistan’dan kaçısın zeminini oluşturma, bununla birlikte ajanlaştırma, fuhuş ve uyuşturucu ile yozlaştırma politikaları sürdürülecektir. Kurdistan topraklarına, tıpkı İsrail Siyonistlerinin Filistin’e Yahudileri yerleştirdiği gibi, Kurdistan topraklarına başka yerlerden getirilen Türkler, Araplar, Afganlar vb yerleştirerek demografik değişim politikası yürütülecektir. 

Kurdistan Özgürlük Gerillası’nı ise, yasaklı kimyasal silahlar, termobarik, taktik nükleer bombalar ile imha ederek ulusal soykırım poltikalarını tamamlama, askeri planlamalarının başında gelmektedir. Böylelikle Bakurê Kurdistan devrimini ve Rojava Devrimi’ni tasfiye ederek, Başûrê Kurdistan’da da tam hakimiyet sağlayarak Misak-ı Milli sınırlarına ulaşmak istemektedir. Böylece bölgede hegemonyasını güçlendirerek, Kuzey Afrika’da, Orta Asya’da egemenliğini yaymayı hedeflemektedir.

Sömürgeci-soykırımcı AKP ve onun faşist şefi Tayyip Erdoğan, öyle rastgele siyaset yapan, emanetçi birisi değildir. Bir ideolojik-politik doğrultuya dayanan, stratejik bir planlama temelinde hareket etmektedir. ‘70’li yıllardan beri, faşist ve İslamcı gençliğin örgütlendiği Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) gibi bir öğrenci teşkilatında, Milli Selamet Partisi (MSP), Refah Partisi (RP) gibi partilerde yer almış, İskender Paşa cemaatinde kalmış, RP adına İstanbul Belediye Başkanlığı yapmıştır.

 İstanbul gibi kapitalist modernitenin merkezlerinden birisinin belediye başkanı olarak, uluslararası sermaye güçleriyle, özelikle de ABD düşünce kuruluşları ve sermaye çevreleriyle ilişkilenmiştir. Sömürgeci Türk devletinin gerçekleştirdiği 28 Şubat askeri darbesinden sonra RP’de yaşanan tartışmalarda, kendisini ‘yenilikçiler’in lideri olarak konumlandırmıştır. 12 Eylül askeri faşist cuntası sürecinde cemaatlerle bağlantılı olarak iyice palazlanmış yeşil sermaye çevreleri, dünyada esen neo-liberal ekonomi rüzgarlarının da etkisiyle, önce Türkiye’nin klasik sermaye çevrelerinden alan kapma, giderek uluslararası sermaye ile bütünleşme peşindeydi. 2001 yılında AKP’yi kuran faşist Tayyip Erdoğan ve çevresi bu kesimlerin partileşme ihtiyaçlarına karşılık vermiştir. 2002 seçimlerinde seçilme yasağı olduğu için, seçime girmemiş olsa da kurduğu parti seçimi kazanmış, kendisi de özel bir yasayla yasağı kaldırıldıktan sonra seçilmiş ve 2003’te başbakan olmuştur.

İnkar, imha temelinde kurulan soykırımcı Türk devleti, 87 yıllık tarihinde Kürt soykırımını tamamlamak için her türlü insanlık dışı yol ve yöntemi kullanmasına rağmen, İnönü’sü, Menderes’i, Demirel’i, Nihat Erim’i Ecevit’i, Kenan Evren’i, Özal ve Erbakan’ı vb gelip geçmesine rağmen başaramamışlardır. Tam başardıklarını sandıkları ‘70’li yılların başında ise Rêber Apo’nun öncülüğünde PKK ortaya çıkmış ve Kürt halkının varlık-özgürlük mücadelesini sürekli yükselen bir tarzda ilerletmiştir. ‘90’lı yıllarda ise artık, yok sayılan Kürt halkı açısından, Önder Apo’nun deyimiyle ‘Diriliş başarılmış, sıra kurtuluşa gelmişti’.

Sömürgeci, soykırımcı Türk devletinin ve hükümetlerinin kullandığı, kimi yöntem farklılıkları gösteren özünde ise aynı olan, soykırım politikalarının yanı sıra, aynı zamanda iflas eden klasik Kemalist paradigma olmuştur. Reel sosyalizmin yıkılması, dünyada esen liberal politikalar, iktidarın dışında tutulan İslami kesimlerin özellikle 12 Eylül askeri faşist cuntasının geliştirdiği Türk-İslam sentezi politikasının oluşturduğu zeminde önü açılan, yaygınlaşan cemaat ve tarikatların holdingleşmesi yeşil faşizmin ekonomik zeminini oluşturmuştur. Bu kadar ekonomik güce ulaşan holdingler, artık sömürgeci devlet siyasetinde rol almak istediler ve bu temelde de partileştiler. ‘60’lı yıllardan gelen partileşme süreci, faşist askeri şef Kenan Evren, Turgut Özal ve ardından Refah Partisi iktidarlarıyla birlikte iyice güçlendiler. 

Özellikle Kemalist zihniyetli devlet çekirdeğinin politikalarının 2000’li yıllara dayandıklarında adeta Kurdistan özgürlük mücadelesi karşısında nefessiz kalması, İslam’ı bir iktidarlaşma aracı olarak gören kesimlere, ABD’nin de gelişen radikal İslam’a karşı ılımlı İslam projesini geliştirmesi kapsamında faşist Erdoğan’a iktidar yolunu açtı. Bu konuda ABD ile yapılan gizli, açık görüşmeler bilinmektedir. Özetle, Beyaz Türkçülüğün, beyaz faşizmin iflası sonucu yeşil faşizmin önü açılarak, Kurdistan halkının başına bela edildi.

 

Yeşil faşizm ne yapmayı düşünmekte, neyi planlamaktadır?

 

Önder Apo’nun 2010 yılında yaptığı tespitler, bu konuya ışık tutmaktadır. Önder Apo’nun AKP faşist yönetiminin nasıl bir yol izlediği ve bundan sonra da nasıl bir yol izleyebileceğine ilişkin yaptığı tespitler, güncel olarak çarpıcı bir biçimde doğrulanmaktadır.

AKP iktidarının ilk sekiz yılı CHP’nin ilk sekiz yılına (1923-1931) çok benzemektedir. İkisinde de tek partili rejim egemendir. Tıpkı 1931’den itibaren (M. Kemal’in Serbest Fırka denemesine rağmen) ağırlaşan İsmet İnönü ve Recep Peker faşizmi gibi, AKP’nin de 2011 seçimlerinden itibaren (Hitler’in 1933 seçimlerindeki konumuna oldukça benzemektedir) diktatoryasını yoğunlaştırma ve kendi anayasasıyla pekiştirme olasılığı yüksektir…

‘AKP’nin yeni hegemonik iktidar döneminde, Kürt varlığı ve özgürlüğünü tasfiye amaçlı özel savaş rejimi daha da güçlendirilerek yürütülecekti. Zaten AKP’nin ordu şahsında rejimin eski iktidar sahipleriyle yaptığı uzlaşmanın temelinde Kürt varlığının (ontolojik gerçeklik) ve özgürlüğünün (bilinç ve örgütlülük) tasfiyesi ve kültürel soykırımın sürdürülmesi yatmaktaydı. İktidar başka türlü AKP’ye teslim edilemezdi…Bu uzlaşma AKP döneminde sadece olduğu gibi kabullenilmekle kalmamış, İslâmî argümanlarla daha da güçlendirilerek devam ettirilmiştir.’

Soykırımcı CHP’nin ilk sekiz yılında neler olmuştu? Uzun uzadıya ayrıntılı anlatmak, bu yazının sınırlarını aşar. Satır başlarıyla hatırlatmakla yetineceğiz.

1923 yılının 29 Ekim’inde Kürt halkını yok etme, Kurdistan’ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirme stratejisi temelinde kurulan Türk devleti, 2023 yılının 29 Ekim’inden sonra da yine Kürt soykırımını devam ettirerek, kuruluş felsefesi ve planlamasını bire bir hayata geçirerek, tümden yok etmek istiyor? Tüm belirtiler, söylem ve atılan adımlar bunu fazlasıyla ortaya koymaktadır. Çünkü bugün dünden ve öncesinden hazırlanmıştır. Onun için de soykırımcı Türk devletinin kuruluş felsefesi ve yılları önemlidir.

 

Türk devletinin kuruluş felsefesi nedir ve kuruluş yıllarında olanlar neydi?

 

20. yüzyılın başlarında, ortada ayakta kalmakta zorlanan bir sömürgeci Osmanlı İmparatorluğu vardı. İngiliz. Fransız emperyalistleri bölge hakimiyetini elde tutmak, ticaret yollarını kontrol etmek ve gelişmekte olan Sovyet devrimini durdurup sınırlamak için, bu imparatorluğun enkazından, bir Türk ulus-devleti yaratmayı hedeflemişti. M. Kemal ve etrafındaki çeteler, bu soykırımcı sistem için adeta biçilmiş kaftanlardı.

Diğer halklar sömürgeci Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ulusal kurtuluş mücadelelerini yürütüp başarıya ulaştıkları ve Ermeni, Rum, Asuri-Keldani halklar soykırımdan geçirildiği için, M. Kemal’in ilk gittiği yerin Kurdistan olması tesadüf değildir. Çünkü gidebileceği, ayak basacağı ve kabul edileceği başka bir yer kalmamıştı. Onun için de Kürtlerin yanına gitmiştir. Giderken de Kürtleri kandırmak için ortak vatan, ortak devlet, ortak din, ortak kurtuluş ve ortak yönetim vb birçok vaatte bulunmuştur. Bunlar tarihi belgelerde fazlasıyla vardır. M. Kemal’in Kürt önde gelenleri karşısında döktüğü dil, verdiği vaatleri ve el-etek öpmeleri saymakla bitmez. Bunlar genellikle bilinen gerçeklerdir. Kürtlerin yanında kurulacak devletin, bir Kürt-Türk devleti olacağını da açıkça belirtiyordu. Onun bu söylemi, Lozan Antlaşması imzalanıncaya kadar sürdürülmüştür. Hatta Lozan’da bile, Kürtler söz konusu olunca, İsmet İnönü ve beraberindeki kendisi gibi Kürt soykırımcısı delegasyon ‘TBMM Hükümeti Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir; Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Milli Meclis’e girmiştir ve Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadır’ diyerek yalan söylemiş ve iki yüzlüce davranmıştır. Lozan konferansında, konferansın bütün maddeleri tek tek incelendiğinde, bin yılların halkı ‘tek kelime’ ile anılmamış, yok sayılmıştır. Türk devleti ile birlikte bu metne imza atan emperyalist devletler Türk devletinin ileride uygulayacağı soykırımın zeminini Lozan’da hazırlamıştır.

Rıza Nur denilen soykırımcı da Kürtlerin haklarının tartışıldığı oturumda, bin bir dereden su getirerek, yalan üstüne yalan, demagoji üstüne demagoji üreterek, Kürt’ün inkarında ve Kurdistan’ın parçalanmasında İsmet İnönü’den geri kalmamıştır.

Türk egemenlerinin, sadece zihniyetlerini değil, duygularını, hislerini de tanımak ve anlamak gerekir. Kürtler söz konusu olunca, genel insani ölçüler, duygu, vicdan, ahlak vb ile hiçbir ilgilerinin olmadığı tüm tarihi gerçeklerden açığa çıkmaktadır. M. Kemal’in 1919-23 yılları arasında hiçbir yoruma izin vermeyecek kadar Kürt’ü haklarıyla birlikte tanıyan sözlerinin hepsinin baştan sona taktik, takiye, yalan ve yanıltma olduğu anlaşılıyor.

Erdoğan da ‘düşünmezsen Kürt sorunu yoktur’ dedi. Daha sonra ‘Kürt sorunu benim sorunumdur’ dedi. Şimdi yine ‘Kürt sorunu yoktur, nerede bir Kurdistan kurulursa gider engellerim’ diyor. Bu kaç yüzlü bir insan hali ve davranışıdır? İnsan, dostuna, komşusuna değil, düşmanına karşı bu kadar taktik, takiye, gizli, sinsi hesap yapar. Peki, bunlar bu sözleri söylerken duygularını nasıl gizlediler, yüzlerine hangi maskeleri geçirdiler? Bu kadar yalan üretme, bu yalanları Kürtlerin yüzüne söyleyecek kadar, duygularını gizleme gereğini duymak, içlerindeki Kürt düşmanlığının derinliğini, sinsi plan sahibi olduklarını göstermiyor mu? O halde bundan sonra Türk egemenleri konuşunca, bir de bu açıdan bakmak gerekiyor. 

Her sözlerine, ister namus, şeref adına, ister hukuk, anayasa adına ister laiklik ister din adına, isterse de kardeşlik adına olsun; ne adına söylenirse söylensin inanmamak gerekir. Çünkü burada belirtilen kavramların hiçbirisi kendi doğal evrimi içinde, kendi yaşamlarından üretilmiş bir kavram değildir. Oradan buradan, çıkarları için devşirilmiş kavramlardır. Hele İslam ve din adına söylenenlere hiç mi hiç inanmamak gerekir. 

Çünkü kutsal İslam dinini, yayılmada Muaviye’nin savaşta mızrak uçlarına Kuran’ı Kerim sayfalarını taktırması gibi, sadece kullanmışlardır. Yezidlikte sınır tanımamışlardır. Halen de öyledir. Kürtlerin tarihi bir sözü vardır, hatırdan hiç çıkarılmamalı: Bextê Romê tune ye!

 

Lozan’dan hemen sonra ne yapıldı?

 Kürt soykırımcılarının başı M. Kemal’in yaptığı ilk iş, Büyük Millet Meclisi’ni bir erken seçime götürerek, içinde Kürtlerin ve sol, demokratik kesimlerin olmadığı bir meclis oluşturmak olmuştur. Seçimi öne almış, seçim kanunlarında kendi lehine gerekli değişiklikleri yaparak, hatta kimlerin meclise gireceğini tek tek tespit ederek bu amacını fazla zorlanmadan gerçekleştirmiştir. 1923 Ağustos ayında ise, Kurdistan’ı ve Kürt halkını yok sayan Lozan Antlaşması’nı oluşturdukları Kürtsüz meclisleri tarafından onaylatmıştır. Eylül ayında ise, M. Kemal soykırımcı Cumhuriyet Halk Fırkası’nı kurmuş ve kendisini de genel başkan olmuştur.

Böylelikle tek adamlığa giden yolda ilk adımı atmıştır. Kürt katili M. Kemal, 28-29 Ekim tarihlerinde ise muhalefetsiz tek partili ortamda 1921 Anayasası’nda yaptığı değişikliği meclisten hızla geçirmiş ve 1921 Anayasası’nda, Kürt halkını ve diğer halkları yok sayan, ‘Türk devletinin dili Türkçedir’ şeklinde değişiklik yapmış, böylece 29 Ekim’de yangından mal kaçırırcasına yaptığı hazırlıklar temelinde sömürgeci, soykırımcı ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan etmiştir. Hemen arkasından ise, Kürt soykırımcısı İsmet İnönü’yü başbakan olarak atamış ve soykırımcı katillerden oluşan bir hükümet kurmuştur. Tabii kendisini de tek şef ilan etmiş, var olan koşullar içinde kullanılabilecek tüm siyasi, askeri, hukuki, diplomatik, ekonomik, mali vb yetkilerle donatmıştır.

1924 Mart’ında çıkardıkları bir kanunla halifelik kaldırılırken, aslında Nisan 1924’de oluşturulan ve 24 Nisan 1924’te yürürlüğe giren 1924 Anayasası’nda bir çırpıda başta halkımız olmak üzere, Türkler dışında diğer tüm halklar yok sayılmıştır. ‘Türkiye Türklerindir’ deyişi, adına Türkiye dedikleri alanları, Türkleştirerek, sadece Türklerin kılınmak istendiği için, ‘Türkiye Türklerindir’ denilmiştir. Eğitim sistemi ve bakanlığı bu temelde oluşturulmuştur. Tabii ki, başta Kürtler ve diğer halklar sadece yok sayılmakla yetinilmemiş, ardından nasıl yok edileceği de stratejik bir planlamaya kavuşturulmuştur. Tüm bu yaptıklarına olası karşı çıkışları engellemek ve caydırmak için de var olan Hıyanet-Vataniye Yasası güncellenmiştir.

Özetle daha önce Kürt’ü yok etmek için oluşturulan strateji ve taktik doğrultusunda hareket edilmiştir. Kürtler dağınık ve örgütsüz olsalar da kendilerine yönelik geliştirilen planı derinlikli olmasa da fark etmişler ve boşa çıkarmak için bir arayış içine girmişlerdir. Azadî Örgütü’nü kurmaları bunun bir sonucudur. Ancak Azadî örgütlülüğü, düşmanın ideolojik, politik ve stratejik bakımından derin örgütlülüğünü ve hazırlığını ne yeterince görmüş ne de onu karşılayacak bir düzeyde örgütlülük geliştirebilmiştir. 

Bu gerçeklik, hareketin önderlerinden Cîbranlı Xalid’ın 1924 Aralık ayında düşmana esir düşmesinde daha net görülmektedir. İsyanı ancak iki ay sürdürebilmişlerdir. Soykırımcı Kemalist hareketin Teşkilat-ı Mahsusa’dan kalan yoğun istihbarat birikimi ve faaliyetleri sonucu Kürt halkı içindeki gelişmelerden önemli oranda bilgi sahibi olmuşlar ve hareketi provoke ederek, hareketin istediği zamanda değil de kendilerinin istediği zamanda harekete geçmelerini sağlamışlardır.

Şeyh Sait önderliğinde gelişen isyanda da görüldüğü gibi bir provokasyonla zamanından önce harekete geçmek zorunda kalan isyan önderliği, kısa süre içinde yenilgiyle yüz yüze gelmiştir. Güçlü bir örgütlü öncülüğe, hazırlığa, stratejiye, örgütlülük ve birliğe dayanmayan çıkışın daha farklı sonuçlanması da zaten mümkün değildi. Bu süreci adeta adım adım bir stratejik planlamaya tabi tutan ve ona göre hareket eden sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin yönetim çekirdeğinin hazırlıklarına, Kürtlere karşı besledikleri derin stratejik düşmanlığa karşılık, süreci doğru okuyamayan ve buna göre hazırlıklı olamayan Kürt öncülüğünün başarı şansı zaten yoktu.

24 Şubat günü ise, yani isyan başladıktan 10 gün sonra, sömürgeci Türk devletinin başbakanı Ali Fethi Okyar, meclise konu hakkında bilgi verir ve isyanı bastırmak için almış oldukları tedbirleri aktarır. Tedbirlerin ilki Kurdistan’da sıkıyönetim ilanı, ikincisi ise daha önce de var olan İhaneti-Vataniye Kanunu’nun güncellenmesidir. Her ikisi de oybirliğiyle kabul edilir. 

 Ancak kısa bir süre sonra 2 Mart günü, Cumhuriyet Halk Fırkası içinde bazı kesimler M. Kemal’in yönlendirmesiyle alınan tedbirleri yeterli görmez ve daha farklı siyasi, idari ve askeri tedbirler için de diretirler. Daha sonra da faşist şefin toplantıya katılmasında ısrarcı olurlar. Faşist soykırımcı şef de toplantıya katılır ve Kürt isyanına karşı alınan tedbirlerin yetersiz olduğunu söyler, ‘inkılabı başlatan tamamlayacaktır’ diyerek Kürtleri soykırımdan geçirmekten ve kendisine engel olmaktan çıkarmayı ifade eder. 

Bundan hareketle de hükümeti yetersiz kalmakla eleştirerek, daha farklı tedbirlerin alınmasına işaret eder. Bu durum karşısında ise A. Fethi Okyar, aldığı tedbirleri yeterli gördüğünü söyler, ardından da daha şedit tedbirlerle elimi Kürt kanına bulamak istemiyorum, mealinden sözlerle itirazını dile getirir ve istifa eder.

 

DEVAM EDECEK

https://serxwebun.org/ikinci-yuzyilda-somurgeci-soykirimci-turk-devletinin-kendini-tekrari-1/

 

 

ADİL OLAMASINI BECEREMEYECEKSEK; BU SİSTEMİ YIKMAYA NE GEREK VAR Kİ?

Bugün, Devletin “üst aklı” denilen birimlerince organize edilip, şeriat özlemcisi dinci yobaz karanlık güçlerce gerçekleştirilen Sivas-Madımak vahşetinin 31. Yıl dönümü. Tam iki gün sonra da yine devletin aynı karanlık derin güçlerinin bir şekilde yönlendirdiği besbelli olan bir başka vahşetin, Erzincan-Başbağlar katliamının 31. Yıl dönümü.

 

Her ne kadar da fiilen ilkini dinci yobazlar güruhu, ikincisini de Kürt Ulusal Hareketine bağlı güçler gerçekleştirmiş olsa da fakat şunu her seferinde net ve doğrudan ifade etmek gerekiyor ki bu her iki vahşetin asıl sorumlusu, bunları tertipleyip yaptıran irade olarak; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “üst aklı” denilen, o karanlık güçleridir: Yani MİT ve bir kontrgerilla oluşumu olan, Özel Harp Dairesi’dir.

 

Bir yıl önce; “Katliamının 30. Yılında Madımak ve es geçilen Başbağlar…” başlığı altında şöyle seslenmiştim: 

 

“Sözüm öncelikle komünist ve sol-sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte standartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman ‘bizim cenah’ dediğimiz kesimlerce de halka karşı işlenmiş ağır suçları tereddütsüzce kınayacağız?”

 

“Her 2 Temmuz’da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?”

 

“Oysa Başbağlar Köyü’nde de toplam 33 insanımız hunharca katledilmişti. (28 erkek kurşuna dizilerek, 5 kadın ise yakılan evlerden çıkamayarak, yanarak can vermişti.)”

 

“Burada şöylesi çok özgün bir yan var: Madımak katliamı ile Başbağlar katliamı aynı senaryonun birbirini tamamlayan iki perdesidir. Dolayısıyla da bu her iki katliam karşısında ‘tarafgirli’ bir pozisyon sergilenemez. Madımak katliamı yüreklerimizde nasıl dinmeyen bir sızı ve acı olarak anlam kazanıyorsa; Madımak ateşinde yakılarak kıyıma uğratılan Başbağlar’da ki 33 masum, günahsız halktan insanımız da aynı şekilde karşılık bulmak zorundadır. Aksi takdirde bizim hem vicdan terazimizde ve hem de adil olma desturumuzda sorunlu yanlar var demektir.”

 

Bugün başta Kürt Ulusal Hareketi bileşenleri olmak üzere, diğer pek çok sol-sosyalist ve komünist yapının gün vesilesiyle verdikleri demeçler, maalesef ki önceki yılların o, “vicdan terazimizde ve hem de adil olma desturumuzda sorunlu yanlar var demektir” ifadesinde dile gelen gerçeği doğrulayan demeçleriyle adeta birebir aynı. Yani yine Başbağlar katliamının sessizce es geçilmesi tercih edilmiş.

 

KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı, 1 Temmuz 2024 tarihli yazılı açıklamasında; “(…) Zaten Sivas Katliamı’nın tertiplenmesi esas olarak Kürdistan’da gelişen mücadeleyle Alevi toplumunun mücadelesinin buluşmasını önlemek içindir. Kürt halkının mücadelesini gören ve buna olumlu yaklaşan Alevi aydınları katledilerek bunun önü alınmak istenmiştir. Katliamın Sivas’ta tertiplenmesi ise son derece bilinçlidir, çünkü hem Kürt-Alevi halkının hem de Türk-Alevi halkının birlikte yaşadığı bir bölgedir.” dedikten sonra; “Tarihsel sorumlulukla hareket etme çağrısı” alt başlığı altında şöyle devam edilmekte:

 

“(…) Sivas Katliamı’nı andığımız böylesi bir dönemde bunun gereklerine göre hareket etmek, bu temelde halklar arasındaki ilişkileri güçlendirmek ve halkların kardeşliğine ve bir arada eşitçe yaşamasına dayalı birleşik mücadeleyi daha da geliştirmek tarihsel sorumluluğumuz gereğidir. (…)” (abç)

 

Bunların söylendiği bir durumda, doğal olarak, şöyle demek gerekiyor herhalde: Tamam, vicdan ve adil olma gereğiyle, altında PKK’nin imzası olan Başbağlar katliamının özeleştirisinin yapılması ve Madımak katliamının her yıl dönümünde, Madımak ateşinde yakılan Başbağlarlı o masum halktan insanların katli, tıpkı Madımak katliamının lanetlediği gibi, lanetleme olgunluğu ve sorumluluğu henüz oluşmamışsa şayet; o halde bari yapılan açıklamada ileri sürülen şu: “halklar arasındaki ilişkileri güçlendirmek ve halkların kardeşliğine ve bir arada eşitçe yaşaması”nı mümkün kılacak koşullardan biri olan, kendi adınıza “güven oluşturma”/”güven verme” gereğince o özrün dilenmesi ve her yıl dönümünde tıpkı Madımak için gösterilen duyarlılığın gösterilmesinden neden itinayla imtina ediliyor acaba?

 

Keza, madem samimi olarak Devletin “Sivas Katlimı”nı, Kürt ve Alevi mücadelesinin birleşmesini engellemek amacıyla ve keza farklı inanç ve uluslardan halkımız arasında düşmanlık geliştirmek için özel bir tercihle Kürt-Türk ve Alevi-Sünnilerin bir arada yaşadığı Sivas’ı tercih ettiği söyleniyorsa ve gerçekten buna inanılıyorsa; o halde bu çifte standart ve bu muazzam tutarsızlık niye?

Çünkü Başbağlar’ın yer aldığı Erzincan da bire bir aynı özellik ve hassasiyetlere sahip bir yer! Peki nasıl oluyor da Devletin Sivas’ta tertiplediği katliam, bahsi edilen amaca ve sonuçlara hizmet ediyor da aynı sonuçları fazlasıyla doğuran Başbağlar katliamı neden o aynı amaç ve sonuçlara hizmet etmiyor? 

 

Ettiği besbelli! O halde bari, çok çok geç kalınmış olsa da “zararın neresinden dönülürse kârdır” desturuyla; sırf düşmanın oyun ve tuzağının boşa çıkartılması ve halklar arasında oluşan o güven yıkımının, bir nebze de olsa onarılmasına zemin oluşturulması ve katkı sunulması adına neden bahsi edilen o “tarihi sorumluluğun gereği” yerine getirilmiyor acaba?

 

Aslında bu, sırf sorunun pragmatist ele alınışı boyutuyla bile böyle olması gerekirken; ama esas olarak, demokrasi ve özgürlükler mücadelesinin temel omurgasını oluşturan ve de olmazsa olmazı sayılan eşitlik ve adalet prensiplerinin gereğince yapılması gerekiyor. O çağrısı yapılan “tarihi sorumluluğun gereği” aslında tamda bu olmak zorundadır. Çünkü asıl güven ancak ki bu ilkesel duruş ve pratik tutumla oluşabilir.

 

Bunu bugünden bile beceremiyorsak; sahi, o halde yıkmak istediğimizden farkımız ne?  

Halil Gündoğan

Halil Gündoğan: ADİL OLAMASINI BECEREMEYECEKSEK; BU SİSTEMİ YIKMAYA NE GEREK VAR Kİ? (halilgundogan.blogspot.com)

 

 

30 Haziran 2024 Pazar

Sivas Mahkemesinden Umut Yok! Umut Halkın adeletinde ! 2TEMMUZ1993

2 Temmuz 1993'te 33 kişinin yakılarak öldürüldüğü Sivas Katliamı'nın 31. yıldönümü.TIKLA_VideoKlip


Sivas davası sanıklarını Kırşehir'den Ankara'ya götüren zırhlı cezaevi aracı, TİKKO militanlarının bombalı ve Kalaşnikoflu saldırısına uğradı. Aracın geçeceği yola park edilen bomba yüklü otomobil, patlatıldı. Biri kadın 4 militan da, aracı kurşun yağmuruna tuttu. Saldırıda cezaevi sürücüsü, iki jandarma ve bir tutuklu yaralandı.

Sıvas olayları davasında idam istemiyle yargılanan 8 sanığı, Kırşehir'den Ankara'ya götüren cezaevi aracı, dün Akpınar İlçesi yakınlarında bombalı, Kalaşnikoflu saldırıya uğradı. Yol kenarına park edilen eski bir otomobildeki patlayıcıların, cezaevi aracı geçerken patlatılmasıyla gerçekleştirilen saldırıda, 3 görevli ile 1 tutuklu yaralandı. Saldırıyı gerçekleştiren 1'i kadın 4 terörist, olay yerine TKPML-TİKKO flaması bıraktı.

Ankara DGM'de dün yapılacak duruşmada bulunmaları gereken sanıklardan Sıvas Cezaevi'nde tutulan Ekrem Kurt, Mevlüt Atalay, Halil İbrahim Düzbiçer, Osman Çıbıkçı, Yıldırım Yüksel ve Özay Karatürk çarşamba günü, Gürün Cezaevi'nde tutulan Durmuş Tufan ve Ali Kurt da perşembe günü Kırşehir E Tipi Cezaevi'ne getirildi. Sanıkları Ankara DGM'deki duruşmaya getirmek için Ankara'dan önceki gün Kırşehir'e gönderilen cezaevi aracı, dün sabah 08.00'de 8 sanığı alarak, 16 kişilik jandarma eskortu eşliğinde yola çıktı.

Sürücü Uğur Küçük yönetimindeki 06 YAT 36 plakalı zırhlı cezaevi aracı saat 09.20 sıralarında, Kırşehir'e 60 kilometre uzaklıktaki Akpınar İlçesi'nin Sofrazlı Köyü yakınlarına geldi. Cezaevi aracı geçerken, teröristler yol kenarına park ettikleri bomba yüklü 34 YVR 61 sahte plakalı 1990 model Şahin marka otomobile bağladıkları 50 metrelik fitili ateşleyerek, infilak ettirdi. Sürücü Küçük, ön kısmı hasar gören zırhlı aracı, olay yerinden 500 metre uzaklaştırmayı başardı. Böylece patlamanın hemen ardından cezaevi aracını Kalaşnikoflarla tarayan teröristlerin katliam yapmasını önledi. Ancak buna rağmen, sürücü Uğur Küçük, Jandarma Astsubay Kıdemli Başçavuş Faruk Akdoğan, jandarma onbaşı Hakan Turgut ve tutuklulardan Ali Kurt yaralandı. Diğer tutuklulara bir şey olmadı. Patlamadan hemen sonra 1'i kadın 4 terörist oldukları belirlenen saldırganlar Kalaşnikof tüfeklerle cezaevi aracını taradıktan sonra beyaz renkli bir otomobille Sofrazlı Köyü'ne doğru kaçarak izlerini kaybettirdiler.

Akpınar Jandarma Karakolu'ndan gelen jandarmalar, cezaevi aracının etrafını kuşatarak, tutukluların kaçmasını önledi. Yaralılar, Akpınar Sağlık Ocağı'nda ilk müdahaleden sonra Kırşehir Devlet Hastanesi'ne sevk edildi.

Kırşehir Vali Vekili Osman Gürbüz, yaralıların sağlık durumlarının iyi olduğunu, olaydan sonra bölgede geniş bir operasyon başlatıldığını söyledi. Gürbüz, ‘‘Bomba yüklü bir otomobil patlatılmış. Zırhlı aracın sadece ön kısmı hasar görmüş. 4 kişi bombanın parça tesirli olması nedeniyle yaralanmış'' dedi.

EYLEMİ TİKKO YAPTI

Kaçan teröristlerin, zaman zaman PKK ile ortak haraket eden TİKKO üyesi oldukları, geride bıraktıkları örgüt flamasından anlaşıldı. Eylem timinin Tokat'ın kırsal kesiminden ya da İstanbul'dan geldiği sanılıyor. Militanların bu olayla Sıvas'ta ölenlerin intikamını aldıklarını söyleyerek, laik- antilaik gerginliğini tırmandırmayı ve Sıvas'ı karıştırarak Alevi- Sünni çatışmasını körüklemeyi amaçlamış olabilecekleri kaydedildi. Bu arada Ankara 1 No'lu DGM'de dün görülen duruşmaya, tutuklu asker sanık Fatih Erdem ile iki sanık avukatı ve çok sayıda müdahil avukatı katıldı. Duruşma, sanıkların esas hakkındaki savunmalarının alınması için eylül başına ertelendi.

https://www.hurriyet.com.tr/gundem/cezaevi-otosuna-bomba-39257849 

29 Haziran 2024 Cumartesi

Kemalizmin karşı-devrimci karakterinin Stalin tarafından tahlil edilmesi

"KEMALİST BİR DEVRİM ÇİN'DE MÜMKÜN MÜDÜR?"

Ben bunu ihtimal dışı ve bu sebeple imkansız görüyorum.

Kemalist bir devrim, sadece Türkiye, İran ve Afganistan gibi, sanayi proletaryası hiç olmayan veya hiç denecek kadar az olan, köylülerin güçlü bir toprak devriminin gelişmediği ülkelerde mümkündür. Kemalist devrim, bir üst tabaka devrimidir, milli ticaret burjuvazisinin devrimidir. Bu devrime, yabancı emperyalistlerle karşı-mücadele içinde varıldı ve devrimin sonraki gelişmesi, esas olarak köylü ve işçilere karşı, evet toprak devrimi imkanlarına karşı yöneliyor.

Kemalist bir devrim Çin'de imkansızdır.

a ) Çünkü orada, Çin'de, köylüler arasında güçlü bir otoritesi olan, belli bir asgari sayıda, mücadeleci ve aktif sanayi proletaryası vardır.

b ) Çünkü orada, yolu üzerindeki feodal kalıntıları silip süpüren, gelişmiş bir toprak devrimi ilerlemektedir.

Bir çok eyalette şimdiden topraklara el koyan ve mücadelesine devrimci Çin proletaryasının önderlik ettiği milyonlarca köylü, işte bu Kemalist devrim adı verilen devrim imkanına karşı panzehirdir.

 

Kemalistlerin partisi ve Vuhan'daki sol Guodindang'ın partisi ayni kefeye konamaz. Tıpkı Türkiye ile Çin'in aynı kefeye konamayacağı gibi. Türkiye'de Sanghay, Vuhan, Nanking, Dienzin vb. gibi merkezler yoktur. Nasıl Ankara Vuhan ile boy ölçüşemezse, Kemalistlerin partisi de hiç bir zaman sol Guomindang ile boy ölçüşemez.

 

Çin ile Türkiye'nin uluslararası durum açısından farklarını da göz ardı etmemek gerekir. Türkiye ile ilgili olarak, emperyalizm başlıca isteklerinin birçoğunu zaten elde etmişti. Türkiye'nin elinden, Suriye, Filistin, Mezopotamya ve emperyalistler için önemli diğer bölgeler alınmıştı. Türkiye şimdi 10-12 milyon nüfuslu küçük bir devlet haline getirildi. Türkiye, emperyalizm için ne önemli bir pazar, ne de tayin edici bir yatırım alanıdır. Diğer sebeplerin yanında bu gelişme su sebepten dolayı olabildi: Çünkü eski Türkiye, milliyetlerin bir bileşiminden oluşuyordu ve yoğun bir Türk nüfusu sadece Anadolu'da vardı.

 

Çin'in durumu başkadır. Çin, bütün dünyada en önemli sürüm pazarı ve en önemli sermaye ihraç pazarı olan, bir kaç yüz milyon nüfusuyla bir milletin yoğun olduğu bir ülkedir. Emperyalizm orada, yani Türkiye'de, eski Türkiye içindeki Türkler ve Araplar arasındaki uzlaşmaz milli çelişmelerden yararlanarak, doğuda birçok büyük öneme sahip bölgeyi kopartmakla yetinebildiği halde, emperyalizm burada, yani Çin'de, eğer eski durumunu korumak veya en azından bu durumun bir kısmını elde tutmak istiyorsa, bıçağı milli Çin'in diri vücuduna saplamak, onu parçalara ayırmak ve bütün eyaletlerini elinden almak zorundadır.

 

Orada, yani Türkiye'de emperyalizme karşı mücadele, Kemalistlerin cılız kalan anti-emperyalist devrimiyle sona erebildi. Buna karşılık burada, Çin'de emperyalizme karşı mücadele, gerçek bir halk karakteri, tam anlamıyla milli bir karakter almak, adım adım derinleşmek, emperyalizme karşı şiddetli savaşlara yönelmek ve hatta bütün dünyada emperyalizmin temelini sarsmak zorundadır.

 

Muhalefetin ( Zinovyev, Radek, Trocki ) en büyük hatası, Türkiye ve Çin arasındaki bütün bu farkları göremeyişinde, Kemalist devrimi toprak devrimi ile karıştırmasında ve hepsini ayırmadan bir sepete atmasındadır.

 

Çin milliyetçileri arasında Kemalizm taraftarlarının olduğunu biliyorum. Kemal'in rolüne talip olan şimdi orada az değildir. Bunların arasında en başta geleni Can Kay-sek'tir. Bazı Japon gazetecilerinin, Cay Kay-sek'i Çin'in Kemal'i olarak görme eğiliminde olduğunu biliyorum.

 

Fakat bütün bunlar rüyadır, korkuya kapılan burjuvazinin hayaletidir. Çin'de, ya sonradan toprak devriminin darbesi ile yıkılmak üzere Cang Zo-lin ve Cang Zu-can gibi Çin Mussolinileri kazanacaktır, ya da Vuhan kazanacaktır. Bu iki kamp arasında orta yolu tutmaya çabalayan Can Kay-sek ve hempaları, kaçınılmaz olarak devrilmek zorundadırlar ve Cank Zo-lin ile Cang Zun-can'in kaderini paylaşacaklardır."

 

Josef STALİN,

13 Mayıs 1927

 

Burada Kemalist devrimin açıkça:

 

1 - Bir "üst tabaka devrimi" olarak kaldığı (yani bir halk devrimi karakterini alamadığı, proletaryanın ulusal kurtuluş savaşına önderlik edecek güçte olmamasından dolayı ulusal kurtuluş savaşının önderliğini eline geçirebilen ticaret burjuvazisini iktidara getiren bir devrim olduğu) saptıyor.

 

2 - Devrimin sonraki gelişimi içinde Kemalist iktidarın açıkça "esas olarak köylü ve işçilere karşı" hatta bir toprak devrimi olasılığına karşı bir devrim olarak geliştiğini ortaya koyuyor, yani Kemalist iktidarın burjuva demokratik devrim anlamında bile kısır kalan, burjuva tutucu ve özellikle ekonomik özü bakımından karşı-devrimci niteliği, işçi ve köylü düşmanı niteliğini açıkça saptıyor.

 

3 - Çin'in Türkiye olmadığı, Çin'in sadece küçük bir üst tabakayı iktidara getiren Kemalist devrim tipinde "cılız bir anti-emperyalist devrim"le yetinemeyeceği, proletaryanın önderlik ettiği bir halk devriminin ve özellikle büyük bir köylü yani toprak devriminin gündemde olduğu Çin'de Çin burjuvazisinin, Çan Kay Şeyk ve onu destekleyen emperyalist çevrelerin Kemalist tipte yalnızca ticaret burjuvazisini iktidara getiren bir üst tabaka devrimi yapma hayallerinin Çin'deki sınıflar arasındaki nesnel güç dengeleri gereği suya düşmeye mahkum olduğu saptanıyor. Daha da ilginci ve önemlisi, Çin'de ulusal kurtuluş mücadelesini ellerine geçirerek Kemalist tipte bir devrim yoluyla köylü devrimi olasılığını ortadan kaldırarak iktidarlarını kurmak isteyen burjuva unsurlar açıkça "Çin'in Mussolini'leri" olarak karakterize ediliyor.

 

Emperyalist işgalcilere karşı ulusal kurtuluş savaşının sözkonusu olduğu 20'lerin Çin'inde bu mücadeleye katılan "Çin'in Mussolinileri"nin yani Çinli faşist burjuva unsurların, Kemalist devrimden esinlenmeleri, iktidar umutlarını bu tip bir devrim yapma hayallerine bağlamaları karakteristiktir. Stalin'e göre komünistler Kemalist tipte bir işçilere ve köylülere karşı, toprak devrimine karşı savaş hükümeti kurmak isteyen Çin'in Mussolini'lerine karşı bir ölüm kalım savaşı vermekten başka hiçbir şey yapamazdı.

 

Stalin Çin ve Kemalizm karşılaştırması yaptığı tek konuşması bu değildir.

 

Yine 1917'de Komünist Enternasyonal Yürütme Konseyi'nin Çin Devriminin tartışıldığı bir toplantısında Stalin bu konuyu ele alır. Burada, Komünistlerin de katıldığı Çin'deki Wuhan hükümetini Kemalist olarak niteleyen ama ona en enerjik şekilde destek verilmesini savunan Zinovyev'e karşı Stalin açıkça şunları söyler:

 

"... Zinovyev Wuhan'daki Kuomintang' 1920'lerdeki Kemalist hükümet tipinde bir hükümet olarak karakterize etti. Ama bir Kemalist hükümet işçilere ve köylülere karşı savaşan bir hükümettir, Komünistlere hiçbir yer olmayan ve olması da mümkün olmayan bir hükümettir. Wuhan hükümetinin böyle bir karakterizasyon'dan yalnızca tek bir sonuç çıkarılabilir: Wuhan'a karşı kararlı bir mücadele, Wuhan hükümetinin alaşağı edilmesi." ["... Zinoviev characterised the Kuomintang in Wuhan as a Kemalist government of the 1920 period. But a Kemalist government is a government which fights the workers and peasants, a government in which there is not, and cannot be, any place for Communists. It would seem that only one conclusion could be drawn from such a characterisation of Wuhan: a determined struggle against Wuhan, the overthrow of the Wuhan government."] (Stalin, Çin'de Devrim ve Komintern'in Görevleri, 24 Mayıs 1924, http://www.marx2mao.com/Stalin/RCTC27.html)

 

Yani Stalin'e göre 20'lerdeki Kemalist hükümetin ayırdedici özelliği, karakteristik özelliği, onun işçi ve köylülere karşı üst tabakanın çıkarları ve iktidarı için savaşan bir hükümet olmasıydı. Temel karakteri bu olan bir hükümete karşı komünistler tek bir tutum alabilirdi, onu ne yapıp yapıp alaşağı etmek için kararlı bir mücadele!

 

Stalin dönemindeki tüm Sovyet yayınlarında Kemalizmin işçi ve köylü düşmanı karakteri, hiçbir demokratik özgürlüğü tanımayan karakteri açıkça vurgulanmıştır. Stalin'den sonraki Sovyet literatürü ise tam tersi bir tutum almıştır, Kemalizme övgülerle doludur, Stalin sonrası dönemde yazılanlar şu anda resmi Kemalist tarihçiliğin en önemli dayanakları arasındadır.

 

Stalin'in dediği gibi; "Acaba bu bir tesadüf müdür yoldaşlar? Hayır, bu kesinlikle bir tesadüf değildir."

ALINTI_İnternet

 

“TÜRKİYE YÜZYILI MAARİF MODELİ” VE KÜRTLERİN İRADESİNİN GASPI KARŞISINDA CHP’NİN LAİSİZM VE HUKUK SINAVI. Halil Gündoğan 29.06.2024

İslamo-faşist Erdoğan diktatörlüğünün, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” ile yapmaya çalıştığının, tam olarak, eğitim ve öğretim sisteminin Sunni İslamcı dini esasları üzerine oturtulması olduğu, daha önceki iki yazıda ve keza Kürtlerin iradesine karşı bir sömürge siyaseti olan kayyum uygulaması da bir başka yazıda özetlenmişti.

Toplumun ilerici-demokrat, laik ve seküler yaşam savunucusu çeşitli kesimleri, bu model ile amaçlananın ne olduğunun bilincinde olarak, buna karşı itiraz sesleri yükseltip, örgütlü bir direniş hattı kurmaya çalışırken; laisizm ve seküler yaşamın, kırmızı çizgileri olduğunu ileri süren ve iktidar taliplisi ana muhalefet partisi CHP’nin ve özel olarak da mevcuttaki yönetiminin, bizzat doğrudan kendisinin örgütleyip organize etmesi gereken bu toplumsal itiraz ve direniş karşısında ve keza kayyuma karşı ayakta olan Kürtlerin direnişi karşısında kendi konum ve misyonunu; “yanınızdayız, destekliyoruz” olarak ortaya koyması, daha başka bir çok sebeple birlikte, tabii ki esasen, söylemde üst perdeden ifade ettiği hukuk, demokrasi ve özgürlükler karşısındaki tutarsızlığı, tipik, liberal burjuva iki yüzlülüğü ve de mücadele tarzındaki oportünizmiyle alakalıdır.

 

Kurum olarak CHP’nin zaten tarihinin hiçbir döneminde bütünlüklü bir laisizm savunucusu olmadığı, bilakis ta Cumhuriyetin kuruluş süreciyle birlikte, bizzat Atatürk’ün öngörmesiyle, bir taraftan burjuva demokrasisi adına hilafet ve şeriat kaldırılırken; ama öte taraftan da bunun yerine tercih edildiği söylenen ve demokrasinin olmazsa olmazlarından olan laisizm, dini kamunun dışına çıkarmayıp, doğrudan bir devlet kurumu olarak yapılandırılan Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla, devletin toplumu yönlendirip yönetmesinin bir diğer önemli aracı olarak kullanımda tutularak iğdiş edildiği, tarihi olgusal bir gerçektir.

Dolayısıyla da denilebilir ki CHP’nin laisizmi, zaten oldum olası çarpık ve esasen de kısmi olduğundan, onun kararlı, tutarlı ve de bütünlüklü bir laisizm savunusu içinde olması, doğallığıyla, pek de olası değil aslında.

Keza, dinin kamu alanı dışında tutulması temel ilkesi üzerinden sorgulandığında, T.C. Devlet sisteminin hiçbir döneminde de laisizm gerçek anlamıyla uygulanmamıştır.

CHP kendisini “ortanın solu” ve daha sonra da sosyal demokrat olarak dönüştürdüğünü iddia ettiği süreçlerin hiçbir kesitinde de gerçek anlamıyla bir laisizm istemcisi olmamış, devam edegelen statükoya uyum sağlamıştır.

CHP ve devlet içindeki Kemalist asker ve sivil bürokrat kesimin laisizm hassasiyetleri ancak ki o çarpık ve kısmi laisizmleri siyasal İslamcılar tarafından ciddi biçimde tehdit edilmeye başlandığı dönemlerde (yani “eldeki topal ve bir gözü kör, bir kulağı sağır katırdan da mahrum kalma” ciddi riskinin baş gösterdiği dönemlerde) kendisini gösteriyor. Bunun dışında onların derdi değildir Anayasalarında; “T.C. Devleti laik bir devlettir” hükmüne rağmen, Sunni-İslami dini değerlerin basbayağısından devlet dini olması. Keza onların derdi değildir bir devlet dini olarak Sünni-İslam’ın farklı inanç sistemleri ve de herhangi bir din mensubiyeti bulunmayan milyonlarca insan üzerinde kurmuş olduğu dinci-gerici baskı ve tahakküm. Keza onların derdi değildir demokrasinin en temel ilkelerinden olan “inanç ve düşünce özgürlüğü”nün bununla ayaklar altına alınmış olması. Keza onların derdi değildir ve de laisizmlerine herhangi bir kara leke de düşürmez, Diyanet İşleri Başkanlığı’ bütçesinin ve çatısı altındaki yüzbinlerce “dini misyonerler” ordusu mensubunun maaşlarının halktan toplanan vergilerle karşılanıyor olması. Vs. vs. İşte genel olarak T.C Devleti’nin ve özel olarak da CHP’nin laisizmi bu kadardır ve bundan ibarettir denilirse, bu, asla yanlış olmaz.

CHP’nin, İslamo-faşist Erdoğan iktidarının devlet ve toplum düzeninin önemli oranda dini esaslar temelinde reorganize etme doğrultusunda, uzunca bir sürece yayılı olarak yaptığı ardışık hamlelerinden belki de en tayin edicisi olan, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” karşısında gösterdiği reaksiyon, elde var olan o çarpık, yarım yamalak laisizminin, bu kez gerçekten de tümden yitiriliyor olma durumunun ortaya çıkmasından ötürüdür.

Ama pratikte de görüldüğü gibi bu tepki ve itiraz kuru sözden öteye geçmiyor. Öyle ki önemli bir çoğunluğu kendi seçmenlerinden oluşan “Müfredatı Geri Çekin Platformu”nun organize ettiği direniş hareketinin doğrudan bir bileşeni dahi olmayıp, sadece “destekleyeni” konumunda kalmayı yeğleyecek kadar, düşük profilli bir itirazla yetiniyor. Muhtemelen bu tavrı domine eden arka plan düşüncesi (tıpkı Taksim’in 1 Mayıs Alanı olarak açılması istemi karşısında söyledikleri gibi), şöylesi bir şeydir: “Nasılsa yakında iktidar olacağız, o zaman bu müfredatı kaldırıp atarız.”

Elbette teorik olarak bu mümkün; ancak sadece bir olasılıktan ibaret olan böylesi bir gerekçeye sığınmak hem anın realitesi içinde ortaya çıkan siyasi sorumluluğundan kaçmaktır ve hem de toplumda oluşan ve mobilize olan kitlesel itiraz ve başkaldırının pasifize olmasının psikolojik zeminin oluşmasına hizmet etmektir. 

Evet, CHP’nin yaptığı tamda budur. Çünkü hem CHP’nin demokrasi ufku zaten normal bir burjuva demokrasisinin çok çok gerisindedir ve hem de CHP’nin temsil iddiasında bulunduğu burjuva demokrasisi, emperyalist aşamayla birlikte, kaçınılmaz bir sonuç olarak; genel, gerici bir karakter edinmiştir. Hele ki 3.Dünya savaşı tamtamlarının kuvvetle çaldığı ve “demokrasinin beşiği” olarak addedilen birçok yerde savaş hazırlıkları kapsamında, hızla “iç faşistleşme” sürecine girildiği böylesi bir konjonktürde CHP, zaten vadettiği ve de edeceklerinin sınırında dolaşıyor; ondan bunun ötesi bir şeyler beklemek, aslında bir bakıma onun gerçek karakterini kavramamak demektir de.

Peki böyledir diye CHP, yakıcı bir şekilde güncel olan, örneğin söz konusu müfredat somutunda, dinci-gericilik tehdidi karşısında laikliği sahiplenip, savunmaya; keza Kürtlerin seçim iradelerine atanan ve bir sömürge hukuku olan kayyum somutunda normal burjuva hukukunu savunup, sahiplenmeye zorlanamaz mı?

Olguların diliyle konuşulacaksa; bu pek âlâ da mümkün. Ancak bunu, onun bugün yakıcı bir şekilde laisizm talep eden seçmen tabanının ve de oylarına ihtiyaç duyduğu/duyacağı ve yakıcı bir şekilde demokrasi talep eden Kürtlerin yaratacağı güçlü taban basıncı mümkün kılabilir.

İşte bunun bir olasılıktan çıkarılıp, gerçekliğe dönüştürülebilmesi için, bugünün somutunun en keskin bu iki sorunu zemininde toplumsal bir direnişin örgütlenmesinin başarılması halinde, bu, hem CHP ve diğer ikircikli ara güçler, direniş platformuna katılmaya zorlayabilir ve hem de böylece daha da büyüyüp genişleyen toplumsal bir karşı koyuşla, iktidara geri adım attırmak daha bir olanaklı hale gelebilir.     

Halil Gündoğan

 

 

27 Haziran 2024 Perşembe

PROLETARYA PARTİSİ’NİN LAİKLİK VE DİNE YAKLAŞIMI

İşbölümünün gelişmesi ve buna paralel kafa emeği ile kol emeğinin ayrılması sürecinden bugüne, şu veya bu biçimde insanların yaşamında motif ve ritüellerde (davranış kalıplarında) din olgusu var olmuştur. Asırlardır din olgusu tartışılmaktadır; günümüzde hala tartışmalara konu olmaktadır. Bizler de sürecin özellikleri ile birlikte MLM bakış açısıyla bu konuyu incelemeye çalıştık.

Din değişik dönemlerde çeşitli özgünlüğü ile tartışma gündemine gelmiştir; hatta yeniden ve yeniden keşfedilmiştir. Post-modernizmin yeni din ve yeni ruhçuluk “keşifleri”, radikal-gelenekçi kesimlerin dini yeniden kalıba sokmaları veya ılımlı hale getirilen dinler ile bu “keşiflerin” alanı genişlemiştir. Bizim bu konuyu tekrar ve geniş bir şekilde gündemimize almamızı gerektiren ise; birincisi sosyalizmin geçici yenilgisinin geniş halk kitlelerine yansıması olan sosyal emperyalist Rusya’nın ve buna bağlı modern revizyonist iktidarların yıkılması süreci ile başlayan tasfiyeciliğin bir dizi sapmayı ortaya çıkarmasıdır.

Bu süreçle birlikte, amiyane tabirle, her taraf yeşillenmiş, hatta morlaşmıştır. Bundan dolayı dine, MLM bakışı sunmak bir kez daha gerekli olmuştur. İkincisi ise 1839’dan günümüze, Türk hâkim sınıflarının kendi içlerinde yaşadığı çatışmayı, halka “ilerici-gerici”, “dinci-laik” gibi, gerçek olmayan biçimde yansıtmalarıdır. Bununla birlikte de açlığın, sefaletin, yoksulluğun, sömürünün üstünün örtülmesi de başarı ile yapılmaktadır. Ne yazık ki bazı devrimci demokrat çevreler de şu veya bu şekilde buna alet olmaktadır.

Gelinen süreçte bu iki nedenden dolayı dini MLM bakışı ile tekrar incelemeye ve Proletarya Partisi’nin bu konudaki tavrını ortaya koymaya ihtiyaç hissedilmiştir.

Laiklik Tartışmalarına Proletarya Partisi’nin Yaklaşımı

Tüm kavramların ilk kavramsallaştırılmaları ve sonradan farklılaşmaları tarihsel ve toplumsal koşullara paralel olur. 1789 Fransız Burjuva Demokratik Devrimi ile laiklik kavramlaştırılmıştır. Burjuvazi aristokrasiye karşı savaşırken, halk kesimlerini de bayrağı altında toplamıştır. O tarihsel süreçte burjuvazi devrimciydi. Toplumun gelişmesinin önündeki çürümüş sistem yıkılıyordu; bu süreçte, devrimin teorisi ve felsefesi de yapılmıştır. Ne zaman ki burjuvazi aristokrasiyi alt etti, feodalizmi yıktı; işler değişti. Burjuvazi iktidara oturduktan sonra, artık iktidarını güçlendirme ve sağlamlaştırmaya çalıştı.

Yeni laiklik, aristokrasinin yıkılması için aristokrasi ile ittifak içinde olan kiliseyi de karşısına almaya zorunluydu. Başka türlü emekçi halkın desteği alınamazdı. Devletle dinin özdeşliğine son verildi; hepsi bu kadardı. Bundan ilerisi burjuvazi için de tehlikeliydi. Burjuvazi bu durumu algılamada gecikmedi. 1848 Alman Burjuva Demokratik Devriminde bu durum yaşanmadı; çünkü tarih sahnesinde açık bir şekilde proletarya, yerini almıştı. Dolayısıyla Prusya devrimi, burjuvazinin aristokrasiyle ittifakıyla yukarıdan aşağıya doğru oluşmuştur. Yani burjuvazi için artık tehlike proletaryadır. Fransız devriminin halkçılığı vardır, proletarya bağımsız talepleri doğrultusunda harekete geçememiş, burjuvaziyle birlikte hareket etmiştir.

Ama Almanya’da durum aynı olmamıştır. Laiklik, Fransız Burjuva Demokratik Devriminin ürünüdür ve burjuvazinin iktidarı alana kadar kullandığı argümandır. Laikliğin kavramsallaştırılması da tarihsel süreçle evrimleşmiştir. Devrimci burjuvazinin laiklik tanımı: “Din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.” Din, bu dünyadan geçici bir dönem bile olsa sürülmüştür. Hâkim yönetici burjuvazinin tanımı hemen değişmiş ve “din ile devlet işlerinin ayrılması” şekline evrilmiştir. Yani kovulan din, tekrar içeri alınmıştır. Devlet “laik” olmalıdır; ama halka din lazımdır! Günümüzde ise bunların hepsi aşılmış, “devlet, dinlere eşit uzaklıktadır ve din ile vicdan özgürlüğü esastır” şeklini almıştır. Burjuvazinin yönetimdeki ihtiyaçlarına paralel şekil almıştır, laiklik. Yani, her dönem burjuvazinin iktidarını güçlendirme aracı olmuştur.

Laiklik, burjuvaziye ait bir kavramdır; Fransa’da devrimin ilk yılları haricinde burjuvazinin din karşısındaki gerçek tavrını gizleme argümanı olmuştur. Dine karşı olmak, yalnızca dini yabancılaşmaya karşı olmakla çözülecek bir sorun değildir. Ekonomik yabancılaşmaya temel olan özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ile çözülecek olan bir sorundur. Bu hedefle birlikte dini yabancılaşmaya karşı olmak bir anlam taşımamaktadır. Bu olmadığı sürece tek yanlı ve ikiyüzlüce bir söylemdir. Zaten öyle olduğunda, laiklik diye kavramsallaştırmaya ihtiyaç olmayacaktır.

Burjuvazi iktidarı aldıktan sonra dinin kurumsal olarak devletle iç içe olma durumuna son vermiştir. Teokratik devlet son bulmuştur. Ama sınıf niteliği kaynaklı dini direkt karşısına almamıştır; kendi çıkarları doğrultusunda çizdiği sınırlarda hareket etmesini sağlamıştır. Zaten sermaye, birikimini artırmak için meta üretimini artırıp, tüketimi körükler. İktisadi bir yabancılaşma tüm toplumu sarar. Böylesi bir ortamda, bireyin iç dünyasını oluşturan dini yabancılaşma da körüklenir. En azından körüklenmesinin zemini genişler.

Sermayesine sermaye katmak için bu durumu burjuvazi kullanır. Ama gerçek yüzünü laiklik ile gizleyerek. Yani burjuva demokratik devrimlerden sonra da din hâkim sınıfların çıkarına hizmet etmeye devam etmiştir. Üretim ilişkilerinden kaynaklı burjuvazi ikiyüzlü bir sınıftır. İktidarı alana kadar devrim talepleri dillendirilirken iktidarı aldıktan sonra her şeyi sermayesini genişletmek için yeniden düzenlenmiştir.

Laikliğin, burjuvazinin bu ikiyüzlülüğünü gizleyen, sermayesini genişletmeye yarayan bir araçtan öte anlamı yoktur. Bu durum burjuva demokratik devrimini yapmış ülkelerde de aynıdır, feodal, yarı-feodal ülkelerde de aynı işleve sahiptir. Feodal, yarı-feodal ülkelerin burjuvazisi güçsüzlüğü kaynaklı dini daha açık bir şekilde halkı kandırmada kullanır. Dolayısıyla dini argümanların devletin çeşitli kurumlarında ve burjuva-feodal politika alanında sıkça kullanıldığını görürüz. Ama oynadığı fonksiyon, kapitalist-emperyalist ülkelerde de aynıdır; feodal-yarı-feodal ülkelerde de aynıdır.

Dinin varlığını sürdürmesini sağlayan koşullara karşı mücadele aynı zamanda, dinin sönümlenmesine karşı bir mücadeledir. Bu mücadele olmayınca ne “din ile dünya işlerinin ayrılmasının” bir anlamı vardır; ne “dinle devlet işlerinin ayrılmasının”, ne de “dinlere eşit mesafede olmanın”. Bu söylemler, en iyi durumda bile iyi niyet beyan etmeden öte anlam taşımamaktadır. Ekonomi yasaları karşısında iyi niyet beyan etmenin de hiçbir önemi yoktur.

Söylemde ne denirse densin, sermaye karşısında güçsüzleşen insan, bu güçsüzlüğünü daha fazla dini argümanlara sarılarak ortaya koyar. Burjuvazi de iktidarını güçlendirmek için boyun eğmeyi, sabrı, bu durumun kader olduğunu vaaz eder. Bundan hareketle din, kurumları ve söylemleri ile burjuva-feodal sınıfın hizmetindedir. Bu gerçeklikte, dinle devlet işlerinin sözde ayrılmasının da bir anlamı kalmamıştır.

Laikliği savunmanın, halkı laik düzen için mücadeleye çağırmanın, halkı burjuvazinin bayrağı altına toplamaktan öte bir anlamı yoktur. Tarihsel süreç içinde kilisenin kurallarının devlete doğrudan egemen olması durumunda feodalizmin yıkılması için geçici bir süre anlamlı niteliğe sahip olan laiklik, emperyalizm ve proleter devrimler çağınca gerici bir nitelik kazanmıştır. Laiklik, gelinen süreçte bazı çevrelerce, gerçek ve sahte şekilde ayrıştırılmaktadır. Bu da burjuvazinin değişik tarihsel süreçlerde yaptığı tanımlamalar referans alınarak yapılmaktadır. O tarihsel süreçler geçmiştir. Tüm insani yabancılaşmalara yol açan ekonomik yabancılaşmayı, özel mülkiyeti ortadan kaldıracak olan proletarya, tarihteki yerini almıştır. Laikliğin, “gerçeği”, sahtesinin anlamı kalmamıştır.

“Gerçek laiklik”, laikliğin günümüzde burjuvazice genel kabul edilen tanıma göre devletin hiçbir şekilde dine müdahale etmemesi şeklinde anlaşılmaktadır. Devletin ekonomiye müdahale etmeyeceği, etmediği ne kadar gerçekçi ise dine müdahale etmemesi de o kadar gerçekçidir. Eğer dini sadece vicdanlara, ibadethanelere hapsetmek mümkün olsaydı; eğer devletin varlığı bir sınıfın tahakkümüne dolayısıyla manipülasyona dayanmasaydı ve eğer dinin kutsal örtüsü kaldırılınca siyaset ve sınıf savaşımı ortaya çıkmasaydı, elbette “gerçek laiklik” bir hayal ürünü olmaktan çıkabilirdi.

Laiklik de din gibi sınıf savaşımını, devletin özünü örten ve manipüle eden bir niteliğe sahiptir. Laiklik, yaşam tarzlarını moderniteye göre düzenleyince her şeyin çözüleceğinin propagandasını yapmaktadır. Burada “ufak bir ayrıntı” atlanıyor. Yaşam tarzlarını var olan ekonomik şartlarda nasıl düzenleyeceğimiz bir tarafa, düzenleyince de ekonomik sömürü ortadan kalkmıyor; tersine, ekonomik sömürüyü gizliyor.

Ekonomik ilişkilere göre şekillenen yaşam tarzı laiklerce tersten yorumlanıp yaşam tarzının insanın ekonomik durumunu ve ilişkisini değiştirecekmiş gibi yanılsama yaratılıyor. “Gerçek laiklik” anlayışı devletin bilimsel tahlilini yok sayan bir anlayışın ürünüdür. Laikliğin tarihsel gelişim sürecini ve bilimsel devlet tahlilini yok sayarak yapılan laiklik teorileri -gerçeği ve sahtesiyle-, halka başka bir şekilde sömürüye boyun eğmeyi kabullendirmenin teorisidir.

Burjuva devletin din işlerine karışmaması, doğası gereği, terstir; imkânsızdır. Vicdanların bile metalaştırılıp, alınıp satıldığı bir sistemde devletin dine karışmayacağı, dinle devlet işlerinin ayrışacağını söylemek ya sistemi tanımamak ya da halkı kandırmaktan öte bir anlam taşımaz. Kapitalistin, asılacağı ipi bile sattığı, ağacı satamazsa, gölgesini satmaya çalıştığı bir sistemde, dinin de metalaştırılmadığına kim inandırabilir bizi!… O zaman laikliğin ne anlama geldiği daha berrak bir şekilde ortaya çıkıyor. Laiklik de sermaye birikimini sağlayan, yardım eden araçlardan biridir.

Bu coğrafyada hâkim sistem, sermaye birikimini artırmak ve halkı yönetmek için hem laikliği hem de dini çok iyi bir şekilde kullanmıştır ve kullanmaya devam etmektedir. İki argümanın kullanılmasında, sistemin özünü halkın gözünden gizlenmesi ve halkın sistem içinde tutulması başarı ile yapılmıştır. Halkın bir kesimi şeriat vaadiyle kaldırılıp gerçek sistem halkın gözünden gizlenmiş, diğer bir kesimi ise şeriata karşı laiklik söylemi ile sisteme, başarı ile yedeklenmiştir. Bu süreç, 1839 Tanzimat Fermanı ile başlamış ve bugün AKP-CHP burjuva kliklerince devam ettirilmiştir.

Üretim ilişkilerindeki yerlerine göre sınıfların ilericiliği gericiliği belirlenir. Bundan ayrı olarak, ekonomik ilişkilerin belirleyici olmasına karşın, insanların bilinçlenme-farkında olma durumları önemlidir. Halkın ilericiliğinin de gericiliğinin de ideolojik ve politik olarak ayrıştırılması gerekmektedir. İdeolojik konumlanış politik konumlanışla her zaman çakışmamaktadır. Bundan da öte ilericiliğin ve gericiliğin, bir yaşam tarzı ile örtüşmesi de olmamaktadır. Baskı ve sömürüye uğrayan insanların ve buna karşın mücadele eden insanların giyim-kuşamının bir önemi yoktur.

Elbette dünyayı yorumlama şekline göre bir giyim ve yaşam tarzı olabilir. Ama onlar sömürüye uğrayanları ve sömürenleri ayırmada bir kıstas olamaz. Bugün, Afganistan, Irak ve Filistin’de, katliama uğrayan halkın yaşam tarzının ne önemi vardır? Katliamcıların yaşam tarzının bir önemi olmadığı gibi… Onun için halkın giyim-kuşamının önemi yoktur; önemli olan sömürüye karşı konumlanmaktır. Bundan dolayı halkın giyim-kuşamıyla uğraşılması ve uğraştırılmasında bizler taraf değilizdir. Elbette biz bir taraf, bu sistemin karşı tarafıyız. Bu bağlamda olmak üzere dinin de laikliğin de karşısındayız.

Bu tartışmalara dâhil olmayı, sınıf mücadelesini yükseltmek için yapılacaklara yoğunlaşmak olarak kavramalıyız. Sömürünün nedenlerini ve bu bağlamda sömürücü sınıfların ikiyüzlülüğünü tüm konularda olduğu gibi bu iki konu özgülünde de teşhirini yaparak, halka gerçek kurtuluşlarının, burjuvazinin bir kliğinin peşine takılarak değil, Proletarya Partisi saflarında örgütlenerek olacağının propagandasını yapmalıyız. Bunun devamında, örgütleme çalışmalarına hız vermeliyiz. Komprador burjuvazinin halkı, “laik-şeriatçı” diye kamplaştırmasının karşısına, ezenler-ezilenler, sömürülenler-sömürücüler, hâkim sınıflar-işçi ve emekçiler şeklindeki gerçek ayrışımı göstermeliyiz.

Bütün bunlarla birlikte baskı ve sömürüye uğrayan emekçi Sünni halkımızın mücadelesinin de yanında oluruz; emekçi Alevi halkımızın da. Emekçi Alevi halkımızın, tarihsel süreç içinde Osmanlı’dan günümüze hâkim sınıflar tarafından katliamdan geçirilmesi ve sonra da ikiyüzlü bir şekilde laiklik şemsiyesi altında düzen içine çekilmesi çabalarının teşhirini yaparız. Emekçilerin dini inançlar ve mezhepleri laiklere ve şeriatçılara, dincilere ve dinsizlere bölünmesinin ancak hâkim sınıfların çıkarına hizmet ettiğinin propagandasını yaparız. Sünni halkımıza da dini inançlarına devletin nasıl müdahale ettiğini; imamları, hocaların maaşını devletin vermesinin arkasında dine devletin müdahalesinin yattığının teşhirini yaparız. Devletin isteği dışına çıkılınca yasak ve baskının nasıl geldiğinin teşhirini yaparız.

Proletarya Partisi’nin Dine Yaklaşımı

“Din halkın afyonudur”. Marks’ın bu veciz sözü MLM’nin dine yaklaşımının köşe taşıdır. MLM, günümüzde burjuvazinin, gerici özüne uygun olarak, dinleri ve dini örgütlenmeleri kendi çıkarı için kullandığını ortaya koyar. Komünistler, bütün dünya görüşlerini bilimsel sosyalizm üzerine, yani MLM üzerine inşa ederler. MLM’nin felsefi temellerini diyalektik materyalizm oluşturur. Materyalizm kesinlikle ateisttir ve her türden dine karşı, ideolojik ve felsefi açıdan, mutlak düşmandır. Yine komünistler, Marks’ın şu belirlemesini referans alır: “Din, aile, devlet, hukuk, bilim, sanat vb. sadece tikel üretim tarzlarıdır; genel yasaya uyarlar. İnsan hayatına sahip çıkılması anlamında özel mülkiyetten olumlu şekilde aşılması, böylece, bütün yabancılaşmaların olumlu şekilde aşılması demektir, yani insanın, dinden, aileden, devletten vb. kendi insani, yani toplumsal var oluş tarzına dönmesi demektir. Dini yabancılaşma yalnızca bilinçlilik alanında, insanın iç hayatındadır; oysa iktisadi yabancılaşma gerçek hayattaki yabancılaşmadır.” (K. Marks, 1844 El Yazmaları, Birikim Yayınları, Sf: 112)

Yani temel sorun, ekonomik yabancılaşmaya son verilerek çözülecektir. Bu da ancak özel mülkiyete ve insanın emeğine yabancılaşmasına son verilerek mümkün olacaktır. Esas kavranması gereken halka da burasıdır. Bundan dolayı dine karşı mücadeleyi gündemin başına almak doğru değildir. Öylesi bir durumda dinin varlığını sürdürme ve gerçek sömürünün kaynaklarına karşı mücadele silikleşir. Yine Marks’ın dediği gibi “Sosyalizm artık dinin ortadan kaldırılması aracılığı ile meydana gelmeyen, insanın olumlu bir şekilde kendi bilincine varışıdır ve aynı şekilde gerçek hayat insanın, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması aracılığıyla, komünizm aracılığıyla meydana gelmeyen olumlu gerçekliğidir.” (K. Marks, age, Sf: 123)

Yeni kurulacak toplum ateizm aracılığı ile kurulmayacaktır. Toplum, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması aracılığı ile kurulacaktır ki bu ateizmi de içinde barındırır. Bundan dolayı diyalektik materyalizm, dine karşı mücadeleyi soyut ve teorik olarak her zaman aynı kalan bir propaganda şeklinde değil, günlük yaşamda olan ve her şeyden önce kitleleri en iyi eğiten, somut bir temelde, sınıf mücadelesi temelinde alır. KP’nin görüşleri MLM bilimsel dünya görüşüdür. Bu yüzden zorunlu olarak dini karanlığın gerçek tarihi köklerinin açığa kavuşturulmasını bir görev bilir. Bu kapsamda araştırma ve incelemeler yapar, yayın organlarında buna yer verir.

Proletarya Partisi için din, özel bir sorun değildir. Proletarya Partisi işçi sınıfının kurtuluşu için sınıf bilinçli, ileri savaşçıların birliğidir. Böyle bir birlik, cehalet ve dini imanın dogmaları karşısında kayıtsız davranamaz ve davranmamalıdır. Dini karanlığa karşı, düşünsel ve teorik silahlarla, basınımızla, sözümüzle mücadele etmek için dini kurumların-kuruluşların devletten tamamen ayrılmasını isteriz. Buna karşı yürütülen mücadelenin, aynı zamanda, sınıf mücadelesinin bir parçası olduğunu ve devrim sorunu olduğunun bilinciyle hareket ederiz. Proletarya Partisi başka şeylerin yanı sıra işçi ve emekçi halkın gerçek kurtuluşu, insanlığın kurtuluşu için kurulmuştur. Buna işçilerin ve emekçi halkımızın dini uyuşturulmasından kurtulması mücadelesi de dâhildir. Proletarya Partisi için dinle mücadele özel bir sorun değildir.

Din ve dinlerin tutarsızlığı ile mücadele, komünistler için kaçınılmaz bir görevdir. Ama bu, asla din sorununun, kesinlikle hak etmediği birinci sıraya oturtulmasını gerektirmez. Politik önemini yitirmiş daha gerilerde yer alacak bir sorun için güçlerin ve enerjinin bölünüp çarçur edilmesi doğru olmaz. Proletarya Partisi için esas görev, dine karşı savaş örgütlemek değil, onun sönümlenmesini getirecek olan devrim için sabırla, proletaryayı-emekçi halkı aydınlatmak ve örgütlemek için çalışmaktır.

Materyalistlerin dine karşı mücadele yürütmelerinin gerçekliği ortadadır; fakat bu mücadelenin nasıl olacağı tarihsel ve toplumsal koşullarda şekillenir. İlk önce kitlelere dini inancın ve dinin kökenlerinin diyalektik ve tarihsel materyalist anlayışla anlatmakla başlanmalıdır. Dine karşı mücadele, dinin sosyal kökenlerini ortadan kaldıracak olan Proletarya Partisi’nin somut pratiği ile bağlantılandırılmalı, sadece doğruların söylenmesinden ibaret olmamalıdır.

Sisteme karşı mücadeleyi örgütlemek halkın sömürücüler karşısında kendini güçsüz görüp çaresizleşmesine karşı vurulan en büyük darbe olacaktır. Korku ve çaresizlik dini yaratır; varlığını sürdürmesini sağlar. O zaman sistemin çaresizliğe sürüklediği, sömürdüğü, ezdiği ve kendisine bağımlı kıldığı kitlelere, dinin bu zeminine-köküne, bütün biçimleriyle sermayenin egemenliğine karşı birleşik, örgütlü, planlı, bilinçli bir şekilde mücadele etmeyi örgütlemedikçe, broşürlerin, nutukların ve söylemlerin anlamı yoktur.

Yani ateist propaganda, KP’nin temel görevine sömürülen kitlenin, sömürücülere karşı yürüttükleri sınıf mücadelesine tabi edilmek zorundadır. Türkiye özgülünde halk savaşı mücadelesine tabi edilmelidir. Bir görev için örgütleme yaparken ateizm propagandası değil, inançlı olan ve olmayan işçilerin greve katılımını örgütlemek önemlidir. Öyle bir durumda işçileri inanan ve inanmayan diye ayırmak, din adamlarının ve kapitalistlerin çıkarına hizmet eder. Onların istedikleri de böyle bir ortamın yaratılmasıdır. Köylülük içinde yürütülen mücadelede de durum aynıdır. Önemli olan köylülüğü örgütleyip sisteme karşı savaştırabilmektir.

Somut olarak bir gerilla birliğinin, bir köye gittiğinde köylülerden ilk isteği düşmanla işbirliği yapmamaları, ihbarcı olmamalarıdır. İnanç, ilk başta gerillanın gündeminde değildir. Gerillanın görevi halkı aydınlatıp yürütülen savaşa katılmalarını sağlamak; inanç farklılığından dolayı, düşmanın ajanlaştırma, işbirlikçileştirmesinin önüne geçebilmektir. Bu bağlamda böyle bir köyde ilk başta salt ateist propaganda gereksiz ve zararlıdır. Bu geri kitleleri ürküteceği için değil, var olan burjuva feodal toplum koşullarında Müslüman köylüler için, çıplak ateist propagandadan daha olumlu olan, komünizme ve ateizme götürecek olan sınıf mücadelesinin gerçek ilerlemesi, ilerletilmesi olacağı gerçeğinden kaynaklanır.

Dine karşı mücadelede iki uç sapma vardır; birincisi somut durumdan kopuk, sistemle bağını kopararak, dinin gelişim zeminini yok sayan sol oportünist yaklaşımdır. Yani ateizm propagandasını birincil plana alan yaklaşımdır. Bu daha çok devrimci mücadelenin kabarma koşullarında ortaya çıkar. Türkiye özgülünde 1980 öncesi süreçte açıkta görülmüştür. Bazı devrimciler, kendilerini ilk başta sömürüye karşı olmakla değil, ateist olarak ifade etmiştir.

İkinci sapma ise, dinle mücadeleyi bilinmeze bırakan, “yaşa, yaşat” şeklinde yansıyan, sözde kimseyi dıştalamak/ürkütmek istemeyen, küçük hesaplar yapan, liberal aydın tavrı, yani sağ oportünist yaklaşımdır. Bu ikinci sapma daha çok, günümüzde olduğu gibi, devrimci mücadelenin gerilediği, yenilgi aldığı dönemlerde görülür. MLM’ler bu iki yaklaşımın da sınıf mücadelesi için tehlikelerine işaret eder. Bu sapmalara düşmemeleri için saflarını ve devrimci kitleyi uyarır, geri kitlelerde, dinle ilgili sorunlarda bilinçli ve ilkeli bir tutum geliştirirler. Dinin, bilimsel olarak araştırılması için ilgi uyandırmaya çalışırlar.

KP, işçi sınıfının ve emekçi halkın en ileri unsurlarını üye yapmak için çalışır. Bunların dine inanıp inanmamaları kıstas değildir. İstenen, KP’nin programatik görüşleri doğrultusunda, tüzük hükümlerine uygun mücadele etmesidir. Bu anlamı ile dine inanıp inanmamak, üye olmak için kıstas olmasa bile, bir dizi tüzük hükmü ile çelişen bir durum, eşyanın doğası gereği olur. Örneğin KP’nin tüzüğünün, üyelerin görevi bölümündeki şu istemlerle çatışır; “MLM’yi eylem kılavuzu olarak kavramak”, “MLM karşıtı tüm düşünce ve akımlara karşı mücadelede uyanık, kararlı ve amansız olmak…”, “Burjuva-feodal değer yargılarına karşı mücadele etmek” vs.

Kişi bunları samimi bir şekilde kabul ediyorsa, üye olmada problem yoktur; gerisi program ve tüzük görüşleri doğrultusunda eğitebilmekten geçer. Bunu başardığımızda problem ortadan kalkar. Parti içinde programa karşı aktif mücadele edilip hizip örgütlenmeyeceğine göre KP için bu kapsamda dini inançların önemi yoktur. Önemli olan programatik görüşler doğrultusunda savaşmasıdır. Diyalektik materyalizmi, kişinin, inancı ile bütünleştirmesi, birleştirmesi, kişi açısından başlı başına bir problem olduğu aşikârdır.

Tanrı düşüncesi, tarihi olarak günümüzde, her şeyden önce gerek dışsal doğanın, gerekse sınıfsal baskıların yol açtığı, “bilinçlilik alanında, insanın iç hayatında” yaşanan yabancılaşmadır. Bu durumun boğucu etkisi insanın ezilmişliğinin ürünü ve onu geliştiren, sınıf mücadelesini uyuşturan komplike bir düşüncedir.

Burjuvazi tarih sahnesine çıktığı zamanki devrimciliğini yitirmiştir. Devletle dini kurumlar neredeyse iç içe girmiş durumdadır. Emperyalist-kapitalist, feodal, yarı-feodal tüm ülkeler için durum aynıdır. Tüm burjuva devletlerde ve TC’de hâkim sınıfların çıkarları dini kurum ve kuruluşları tarafından propaganda edilmektedir. Emperyalistler arası çelişmelerde bile dini kurumlar etkin olarak kullanılmaktadır. Ortodoks kilisenin merkezinin neresi olacağı, Katoliklerle Ortodokslar arasındaki mücadele, İslam Kalkınma Örgütü’nün başına kimin geçeceği vb. hepsi, devletler arası çıkar çatışmasına göre şekil almaktadır. Bazı dini cemaatler dini görünüm altında ilgili ülkenin nüfuz alanını genişletmek için çalışmaktadır. Fethullah Gülen cemaatinin, ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda misyonerlik faaliyeti yapması en iyi örneği oluşturmaktadır.

Türkiye’de “laik” devletin diyanet işleri fetvaları, MGK’nın kararları doğrultusunda hazırlanmaktadır. Özellikle Türkiye Kürdistanı’nda, ulusal kurtuluş hareketine karşı Genelkurmayın bildirileri gibi fetvalar hazırlanarak nereden yönetildiği açığa çıkmaktadır. Burjuva-feodal sistemin ikiyüzlülüğü, özellikle Türkiye Kürdistanı’nda yürütülen haklı savaşla ortaya çıkmıştır. Dincisi de laikçisi de tek hedef için birleşmiştir. Sözde en laik kurum olarak gösterilen Genelkurmay ile AKP’nin ittifakı bir tarafa, Genelkurmayın Hizbullah’la işbirliği, bunların ne yaman laik olduğunu ortaya koymaktadır. CHP’nin Alevi halkı kandırmak için aslan kesilmesi ancak Sivas’a kadar geçerlidir; oradan ötede kedi olmakta, ikiz kardeşi AKP ile kol kola girmektedir.

İşçi sınıfı içerisinde dini söylemlerle, sınıfı bölen, sömürüye boyun eğmesi için uyuşturan dini söylemli sendikanın varlığı da ortadadır. Sarı sendikalar gibi bu sendikanın da kime hizmet ettiğinin, işçi sınıfına ve emekçi halkımıza anlatılması, komünistlerin görevidir.

“Modern demokrasi” olarak gösterilen “din işleri ile devlet işlerinin ayrıştırılması” veya devletin tüm dinlere karşı eşit olduğu söylemi, burjuvazinin halkı kandırmak için söylediği içi boş laflardır. Pratik yaşamda hiçbir anlamı yoktur. Bugün dini cemaatlerin dini faaliyetler dışında her şeyi yaptığı, sistemin hangi legal ve illegal kurumu tarafından yönetildikleri bilinemez olgular değildir. Harun Yahya diye ortalıkta dolaşan şarlatanın paraları nereden aldığı bilinmez değildir. Bütün bunlar kitlelere teşhir edilmelidir. İlk hedefe, dini görünümleri değil, fonksiyonları koyulmalıdır. Bu kapsamda yürütülecek çalışmalarda bağımsız dürüst bilim adamlarının yaptığı çalışmalar, incelenmeli, halka önerilmeli ve yayınlanmalıdır.

Komünistler halka uygulanan her türlü baskıya karşı en ön saflarda mücadele eder. Din konusunda da her türlü baskıya karşı en ön saflarda mücadele ederler. Alevilikle kurulan ilişki bu temeldeki inançlara karşı uygulanan baskıya karşıdır. Komünistler, şeriatçı-laik ekseninde burjuva klikler arasında yürütülen mücadelede de halkı peşlerine takmak için, özelikle “devletin” bölünmez bütünlüğü eksenli, “tek dil, tek millet, tek din” söylemleri kapsamında yürütülen anti-demokratik uygulamalara karşı mücadele etmeli; bu mücadeleyi genel mücadelenin bir parçası olarak ele almalıdır. Bu kapsamda teşhirler yapılmalı; bu mücadele için örgütlenmeler oluşturulmalıdır.

Din adına yapılan baskıların çözümü laiklerden; laiklerce yapılan baskının çözümü dini kılıklı kliklerden beklenmektedir, onlar bu süreci yönetmektedir. Sorunların yaratıcısı olan bu iki burjuva klik, halkı suni gündemlerle uğraştırıp, onlara sözde çözümler sunarak halkı kolayca yönlendirebilmektedir. Bunların demokratlığı sahte ve ikiyüzlüdür; ikisinin ortak amacı, sömürünün artırılması, sermaye birikiminin devamının sağlanması, emperyalist talanın ve sistemin devamıdır. İşçiler ve emekçi halkımız gerçek sorunlar etrafında örgütlenmedikçe halkımız bu iki kliğin insafına terk edilmiş olacaktır. Halkın laik-şeriatçı olarak bölünmesinin bir amacı da faşist diktatörlüğün halkın gözünde sınıflar üstü görünmesini sağlamaktır.

Kürtlere sınıf bilinci taşındığı oranda burjuvazinin manipülasyonları kırılacaktır. Geçmişte de Osmanlı’nın torunları provokasyon yaparak Alevi-Sünni çatışması yaratmış, sınıf mücadelesini yolundan saptırarak, halkın katılımını engellemiştir. Bugün de benzeri bir durum yaratılmaya çalışılmaktadır. Çeşitli farklılıklar kaşınarak halk, burjuvazinin bayrağı altına toplanmak istenmektedir. Komünist ve devrimcilerin yetersizliğinde bunu sorunsuz yaptıkları söylenebilir. Bu kapsamda yapılan bir dizi kıyım ve katliamın Özel Hareket Dairesi’nin planları dâhilinde hayata geçtiği, bugün teşhir olmuş durumdadır. Geçmişte Alevi ve Sünni halkımızın birbirine karşı düşman edilmek için Ecevit ve Türkeş’in yaptığını, bugün, Erdoğan ve Baykal benzer bir konuda yapmaktadır.

Şundan kuşku olmasın ki AKP ne kadar dinci ise CHP de o kadar dincidir; CHP ne kadar Kemalist ise AKP de o kadar Kemalist’tir. Kemalizm de, din de, laiklik de burjuvazinin çeşitli dönemlerdeki çıkarlarına göre yeniden tanımlanıp piyasaya sürülmektedir. Özü, hâkim sınıfların çıkarları ve halkın yönetilmesi için konjonktürel durumda gerekli olanların iyi tespit edilip burjuva politikalarca yeniden biçime sokulmasıdır. Dikkat edersek, Fethullahçılarda dini ritüeller, Müslüman yaşamı yeniden biçimlendirilirken, Kemalizm de laikler tarafından tekrar tanımlanıp üretilmeye çalışılmaktadır.

Devrimci-demokratik çevrelerin bile “gerçek laiklik elden gidiyor”, “şurada içki yasaklanıyor”, “burada bu oluyor…” gibi söylemlerin peşinden gitmeleri sürecin doğru tarzda kavranmadığının göstergesidir. Önemli olan bu iki burjuva kliğin işçi sınıfı ve emekçilerin sorunları ile Kürt ulusal sorunu karşısında ortaya koymuş oldukları tavırdır.

Din ve laiklik konusunda komünistlerin yaklaşımı bu temeldedir. Bu kapsamda, diğer bir sorun da dünyada ve coğrafyamızda din mahreçli/kaynaklı gelişen, gelişecek olan hareketlere tavrın ne olacağıdır. Dine karşı tavrımızla din mahreçli olarak mücadele yürüten örgütlere ilişkin tavırlar birebir aynı olmaz. Öncelikle din mahreçli örgütlerin; siyasi talepleri, sisteme karşı duruşları, devrimcilere ve komünistlere karşı tavırları, genel amaçları incelenerek karar verilir.

Dini ideoloji ile her koşulda mücadele yürütmekle yükümlüdür komünistler. Ama ideolojik tavırla politik tavır her zaman birebir aynı olmaz. İdeolojik tavrımızın politik alana birebir indirgenmesi doğru değildir. Tarihsel süreç incelendiğinde komünistlerin bu konuyu ayrıştırdığı görülecektir. Dini bir sistem kurmak isteyen hareketlerle, dini referanslarla hareket edip esas mücadelesi farklı olan hareketler de vardır. Bunlar da ayrıştırılmak zorundadır.

Somut olarak T. Kürdistanı’nda ulusal taleplerle ortaya çıkan, önderliğini dini bir cemaatin şeyhinin yaptığı ve adını da ondan aldığı Şeyh Sait İsyanı vardır. Öncelikle bu hareket, şeriat düzeni getirmek için ayaklanmamıştır. Bu yönlü söylemler TC’nin ulusal talepli ayaklanmanın özünü gizlemek için uydurulan yalanlardır. Bu konuda Kaypakkaya yoldaşın tavrı açık ve nettir. Kaypakkaya’nın ardılları için bu referans olmak zorundadır. Yine Lenin’in Afgan Emiri’ne ilişkin tavrının hatırlanmasında fayda vardır.

Haklı bir taleple, baskıya karşı olan ulusal talepler, sömürüye karşı olmak gibi ortaya çıkmış hareketler, komünistlerce desteklenir. Komünistler Şeyh Sait İsyanı’na feodal beylerin ayaklanması olarak bakmaz. Ulusal baskıya karşı ulusal istemlerle harekete geçmiş bir isyan olarak bakar. Bu temelde de emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı bir harekettir. Günümüzde Lübnan Hizbullah’ı ve Filistin’de Hamas ulusal mücadele yürüten dini temelli örgütlerdir. Bunların yürüttüğü mücadele haklı bir mücadeledir. Nesnel olarak emperyalizme darbe vurduğu için desteklenmelidir. Komünistler için kriter emperyalizme objektif olarak darbe vurmasıdır. Bu desteğimiz, onların ideolojik ve politik niteliklerini bilmediğimiz, onları eleştirmediğimiz (ve eleştirmeyeceğimiz) anlamına gelmez.

Dini örgütler, anti-kapitalist değildir. Özlerinden dolayı da olamazlar. Bundan dolayı belirli tarihsel koşullarda emperyalizme darbe vurmalarına rağmen son tahlil, emperyalist-kapitalizmle uzlaşmalarını beraberinde getirir. Ama politika verili koşullar içinde yapılır. Yani bugün var olan duruma göre politika belirlenir, ama ideolojik tavır elbette bu şekilde olmaz. Bu gerçeklikle baktığımızda Hizbullah’ın da Hamas’ın da bağımsızlık kazanamayacaklarını rahatlıkla söyleyebiliriz; ama bugünkü, emperyalizme karşı duruşları önemlidir.

Günümüzde Afganistan, Irak, Lübnan ve Filistin’de, emperyalizme karşı savaşan dini mahreçli hareketler vardır. Bunları özel olarak incelemeye ihtiyaç vardır. Bunların yanında emperyalizm güdümlü olduğu muhtemel olan El-Kaide’den bahsetmekte fayda vardır. Bu örgütü anlamak için daha kapsamlı incelemeye ihtiyaç olmakla beraber, eylem çizgisinin halka dönük olduğu, emperyalizme meşrutiyet kazandıracak tarzda olduğu açıktır. Dolayısıyla bu örgütün desteklenmeyeceğini söyleyebiliriz.

Türkiye’de de İslami mahreçli hareketlerin neredeyse tamamı ya fiili olarak ya da politik olarak TC’ye bağlı veya TC’nin çıkarları paralelinde çalışmaktadır. Hizbullah ve İBDA-C en bilinenleridir. Özce, komünistler dine karşı ideolojik mücadeleyi, doğası kaynaklı her koşulda yürütür. Din eksenli hareketleri ise somut koşullardaki belli kriterlerle değerlendirir.

G.SONUÇ

Yoksulluk ve işsizliğin arttığı bir süreçte halkın daha fazla dine sarılması ve bunun tersi bir gelişme olarak da şeriat korkusu temelinde laik söylemlerin artması, bu durumun burjuva kliklerce bilinçli olarak körüklenmesi, sınıf mücadelesinin de ivmesinin yetersiz oluşu, halkın sınıf bilincini engelleyen güncel olgulardır. Bu konudaki diyalektik materyalizm tahlili, güncel gelişmelerle birlikte değerlendirip güncel politikalar etkin kılınmaktadır. Tüm çalışmalarımızda din ve laikliğin etkilerini, oluşturulacak politikalarımızı da göz önünde bulundurmalıyız.

Hâkim sınıfların kendilerini yeniden üretimi, ekonomik olduğu kadar, ideolojik olarak da mümkün olmasa, sistem yaşayamaz. Bu bağlamda, din ve laiklik, burjuva-feodal sistemin ideolojik olarak yeniden üretmesinde iki önemli araçtır. Dolayısıyla sistemi krize sokmak, var olan krizi derinleştirecek bir yolda, bu iki aracı ellerinden almaktan geçer. Kitlelerin bilinçlendirilmesi ve sınıf mücadelesine aktif katılımların sağlanması zorunludur. Din ve laiklik konusunda, komünistlerin teorik berraklığa sahip olmaları, kitlelerin bilinçlendirilmesi ve örgütlenmesinde önemli bir rolü olduğu unutulmamalıdır.

https://www.tkpml.com/din-sorunu-yabancilasma-post-modernizm/7/

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)