25 Temmuz 2024 Perşembe

İmam Hasan ile Muaviye arasında yapılan anlaşma Neydi.__Barış Aydın

Anadolu Işığı - AlevilikAlevilikte Öze Dönüş Hareketi

  İmam Hasan ile Muaviye arasında yapılan anlaşma Neydi.

 Alevi kurumları ve Aleviler, İmam Hüseyin’in zalimlere karşı duruşunu desteklediklerini söyleyerek yalan beyanlarda bulunuyorlar. Tarihi çarpıtmaya çalışanları tarih asla af etmiyor ve hesap soruyor. İmam Hasan ve İmam Hüseyin tarihin hiçbir döneminde zalimlere karşı mücadele vermediler. Ve zalimle uzlaştılar.

·        Tarih ne diyor.

İmam Ali öldürüldükten sonra İmam Hasan ve Muaviye Halife olmak istediler . İmam Hasan’ın halife olmasını başta İslam ordusu, Söz sahibi olan Ulema, İslam din şurası ve Medine halkı, İmam Hasan’ın Halife olmasına karşı çıktılar . Muaviye’ye destek verdiler.

İmam Hasan’I destekleyen olmayınca İmam Hasan ile İmam Hüseyin yaşamlarını garantiye almak için Muaviye aracılar vasıtasıyla masaya oturarak bir anlaşma yaptılar.

·        İmam Hasan ile Muaviye arasında yapılan anlaşma neydi

1. Halifelik Muaviye’ye verilecek.

2. Muaviye’nin ölümünden sonra halifelik Hasan’a verilecek.

3. Ali’nin çocuklarına ve mal varlığına dokunulmayacak.

4. Her yıl devlet hazinesin den Hasan’a ve kardeşlerine 55 bin dirhem ödenecek.

 

Muaviye, İmam Hasan ile İmam Hüseyin'in bu şartlarını kabul etti. Muaviye İmam Hasan ve imam Hüseyin'e her yıl düzenli olarak hazineden 55 bin dirhem para ödemeyi imzaladı.

İmam Hüseyin’in duruşunu abartarak yalan söyleyen Alevi kurum ve kurum başkanlarına yöneticileri ne bir kez daha çağrıda bulunuyorum

Siz Muaviye ile İmam Hasan, İmam Hüseyin arasında yapılan bu anlaşmayı etik ve doğru buluyor musunuz?..

 

İmam Hasan ve İmam Hüseyin Muaviye ile bu anlaşmayı yaptıktan sonra Muaviye Halifelik tahtına oturdu. Halk ekonomik sıkıntılar içinde iken halk bir semte bile muhtaç iken, İmam Hasan ve İmam Hüseyin'in her yıl devlet Hazinesin de 55 bin dirhem almasını doğru buluyor musunuz?

İmam Hüseyin’in Muaviye’nin onayını alarak oğlu İmam Zeynel Abidin’i torpil ile Haremi şerif camisine (Hz. Muhammed’in mezarı bu caminin içindedir) imam olarak atamasını doğru buluyor musunuz?.

 

Halk açlık ve sefalet için de yaşarken Halktan alınan vergiler ile İmam Hasan ve İmam Hüseyin çalışmadan devlet hazinesinde he ryıl düzenli olarak 55 bin dirheM alıp saltanat sürmelerini doğru buluyor musunuz?

İmam Hasan eşi tarafında öldürüldükten sonra İmam Hüseyin’in Muaviye’nin iktidarın da 12 yıl 6 ay imamet olarak görev almasını doğru buluyor musunuz?

Aklınıza şu soru gelebilir. Yazdıklarınız doğru ise neden Yezit İmam Hüseyin’i öldürttü.?

·        Çok uzağa gitmenize gerek yok.

Ülkemizde bundan 25 yıl önce Tayip Erdoğan ile Fethullah Gülen beraber yan yana, kol kola aynı zihniyete sahip değiller miydi?.

Tayip Erdoğan ile Fethullah Gülen beraber yürüdük bu yolda şarkısını beraber söylemiyorlar mıydı?.

Ne istedin de vermedik demediler mi?

Tayip Erdoğan ile Fethullah Gülen daha sonra birbirlerini yok etmek için darbe yapmaya kalkmadılar mı?.

Fethullah Gülen veya Erdoğan öldürmüş olsaydı biz ölene Mazlum diyebilecek miydik?

·        iki yanlış bir doğru etmez.

İkisi arasındaki taht kavgasında mazlum çıkarmak mazlumlara yapılacak en büyük kötülük olur.

İmam Ali ile Muaviy’e, Yezit ile İmam Hüseyin arasında ki taht kavgasın da mazlum çıkartmak yanlıştır. Bunların arasındaki taht kavgasında mazlum aramak Alevi inancını kavramamaktır. Yezit ile İmam Hüseyin’in arasındaki taht kavgasında mazlum aramak hedef şaşırtmaktır. İmam Hüseyin de Yezit’e aynı zihniyete sahiptiler.

·        Senin yazdıkların doğru değildir diyenlere soruyorum

İmam Hüseyin Babası Hz. Ali öldürüldüğün de İmam Hüseyin 34 yaşında idi. İmam Hüseyin öldürüldüğünde ise 54 yaşında idi. İmam Hüseyin Öldürülmeden önceki 54 yaşına kadar yaşamını nasıl idame etti?

20 yıldır Alevi kurumlarına bu soruyu soruyorum 20 yıldır Alevi kurumların da cevap veren yok. Alev i kurumlarına bir kez daha çağrı da bulunuyorum

İmam Hüseyin’in yaşamı hakkında neden bilgi vermiyorsunuz?.

Ben söyleyeyim cevap vermezler.

Çünkü onlarda biliyor İmam Hüseyin'in Mazlum olmadığını. Ama çıkarları el vermediği için, anlatmıyorlar yazmıyorlar, ve yazmazlar.

Yazmaları için Alevilerin uykudan uyanması ve inancı üzerindeki bilgi kirliliği ile yüzleşmeleri gerekir.

Barış Aydın

Anadolu Işığı - Alevilik

 

 

23 Temmuz 2024 Salı

Kapitalist Toplumsal Bir Kırılma ve Yeniden Tarihi Yeni Bir Toplumsal Süreç_YusufKöse

Kapitalist emperyalist sistem, önceki bunalım ve çelişmelerinden farklı olarak,, kendisinin taşıyamayacağı ve çözemeyeceği sistem içi   yapısal ekonomik ve siyasal çelişmeler ile karşı karşıya kaldığı bir sürecin içine girmiştir. Bir taraftan yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkışıyla (ki, bu; kapitalizmin ala bildiğine gelişmesi, genişlemesi, üretimin ve sermayenin alabildiğine temerküzü ve de mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi sürecinin de ilerlediği anlamına gelir) kendini yeniden üretemez olan bir sürecin içine girmiştir.

Bunların neler olduğunu kısa olarak açalım:

Kapitalist sermaye birikimi, tarihsel sınırlarına dayanmıştır. Bugün kapitalizmin ulaşmadığı, tahrip etmediği dünya yüzeyinde herhangi bir toprak parçası, yerleşim yeri kalmamıştır. Üretim alabildiğine uluslararsılşmıştır. Artık tek tek emperyalist tekeller, sadece birkaç ülkede değil, nerede ne üreteceğini programlamakta ve üretimi daha da yagınlaştırmaktadır. Ama öbür yandan tekellerin birbirine karşı keskin ve ölümcül rekabeti, birbirine karşı gümrük duvarlarını da kaçınımaz olarak gündeme getirmekte ve serbest dolaşımı daraltmaya çalışmaktadır. Bu tavır, üretimin uluslararsılaşmasıyla çelişmektedir. Bir emperyalist tekel için ise, gelinen süreçte, üretimin uluslararsılaşmış haliyle ayakta kalabilir. Ya da bugün, kapitalizm, üretimin uluslararasılaşmış haliyle kendini varedebilir. Dar ulusal çitler içine kapitalizm kendini hapsedemez. O süreç, esas olarak, kapitalizmin emperyalist aşamaya gelmediği dönemin politikasıydı. Bu nedenle „sıkı gümrük duvarları ile korunma“ çok gerilerde kaldı.

Emperyalist rekabetin sermaye birikimine koşut olarak keskinleşmesi, sermaye yoğun üretimi de, yani teknolojik gelişmeyi de tetikleyici rol oynamaktadır. Sermaye yoğun üretim kar oranını azaltıcı bir yanı vardır. Emek yoğun üretimden her uzaklaşma ve sermaye yoğun üretimi kaçınımaz kıldığından, kapitalistin kar oranında yükselen bir azalma ortaya çıkmaktadır. Bu da burjuvaziyi daha fazla sermaye yoğun üretime (teknolojik gelişmeyi olabildiğince üst sınıra çekme eğilimi taşımakta) ve aşırı üretime itmektedir. Bu çıkmaz döngü, kapitalist krizleri daha da sıklaştırıcı bir rol oyanamaktadır. Özellikle 1980‘lerden sonra bu döngü sesas hale gelmiştir.

Kapitalizmin emperyalizme evrilmesi ve emperyalist sürecin (kapitalizmin  derinlemesine)  ilerlemesi ve gelişmesiyle, mülksüzleştirilmeyen köylü ya da küçük üretici neredeyse kalmamıştır, varsa da çok az kalmıştır. Toplum bütünüyle mülksüzleştirilerek, yaşam alanları, yani yaşamak için üretim yapacağı, yaşamını yeniden ve yeniden üreteceği bütün alanlar, sermaye sahiplerinin eline ve kontrolüne geçmiş ve kendi özel mülkiyetleri haline getirimişlerdir. Hatta, kapitalizm o denli vahşileşmiştir ki, Amazon ormanlarının derinliklerinde, kapitalizmin kontrolü dışında kalmış birkaç kabilenin bir avuç içi büyüklüğünde denebilecek yaşam alanlarına gözünü dikmiştir.  Şimdi sıra, mülksüzleştilenlerin mülksüzleştirilmesine gelmiştir. Mülksüzleştirilerek sermaye sınıfının emrinde işçi ordusu haline getirilenlerin sonuna gelinmiştir.  Bu süreç, aynı zamanda, kapitalizmin işçi sınıfı nüfusunu üretemez eğilimi içine girmesinin de beraberinde getirmiştir.

Her toplumsal sistem, doğuşunda, içinden çıktığı toplumdan daha ileri olması nedeniyle, kendi toplumsal nüfusunu üreterek ekonomi-politikasını devam ettirebilir. Toplumsal sistemin kendi nüfusunu üretmesi,[1] üretim  güçleri karşısında üretim ilişkilerini yürütebiliyor olmasından ileri gelir. Eğer toplumsal sistem kendini varettiği (toplumsal olarak kendini ürettiği)  toplumsal nüfusunu üretemez sürecine girmişse; üretim güçleri karşısında iyice gericileşen üretim ilişkilerini devam ettirememesinden ileri gelir. Ve bu aynı zamanda, meta üretiminin de sonuna yaklaşıldığının ve kapitalist meta üretim sürecinin tıkandığı anlamına gelir. Bu, kapitalist toplumsal yapının sürdürülebilir oluşunun temelinin bütünüyle tahribatı demektir. Bugün kapitalist-emperyalist sistem kendi toplumsal nüfusunu  (işçi sınıfı, kapitalizmin esas toplumsal nüfusudur) üretemez eğilimi içine girmiştir. Bu, kapitalist-emperyalist sistemin, toplumsal bir sistem olarak, son sınırına geldiğinin ve yeni bir toplumsal sistemin doğuş  sancılarını fazlasıyla çektiğinin göstergesidir. Kapitalizmin bitiş ve sistem olarak çöküş sınırı burasıdır. Şimdi, sıra mülksüzleştirilenlerin mülksüzleştirilmesine gelmiştir.[2] Ancak, bu da, onun kurtuluşu değil, tersine, kapitalist toplumun inkarı olan sosyalizmin doğuşunun kaçınılmazlığının habercisidir.

Sermaye birikiminin yoğunlaşması, kapitalistin kapitalisti mülksüzleştirilmesi sürecinin hızlanmasını da beraberinde getirir. Bu, Marx’ın söylemiyle: „mülksüzletirenlerin mülksüzleştirilmesi“ sürecidir. Sermaye birikimi elbette mutlak bir şekilde işçi sınıfından artı-değerin gaspıyla oluşur. Ancak, kapitalist birikimin hızlanması ve büyümesi, sermaye birikiminin daha az ellerde yoğunlaşmasını (temerküzünü) koşullar. Bunun anlamı; büyüklerin küçükleri yutması, tekeller arasındaki rekabetten dolayı, büyük tekeller arasında birleşme yoluyla diğer tekelleri yok etme, sermayenin sermayeye el koyarak temerküz   sürecinin hızlanması demektir. Bugün, bu süreç daha da hızlanmıştır. Bu, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesidir.[3] Bu devasa sermaye birikimi ve temerküzü, kapitalizmin tarihsel gericiliğini de en üst sınıra çekerek, can çekişmesini en üst noktasına, daha doğrusu, onu ölüm sınırına getirmiştir.

Kapitalizmin gericiliği sermaye birikimiyle koşuttur. Sermaye birikimi ve temerküzü arttıkça gericileşme ve toplumsal tahrip oranı da yükselir. İnsani tahrip, doğanın tahrip edilmesinden ayrı değildir. Kapitalizm işçi ve doğayı aynı oranda sömürür ve tahrip eder. Bugün gelinen aşama ise, doğanın kapitalist üretim tarafından tahribi, artık, tüm canlıların varlık-yokluk sorunu haline gelmiştir. Diğer etmenler ve tehlikeler bir yana, doğanın ekolojik dengesinin geri dönüşümsüz bir şekilde bozulması, canlı (insan da dahil) yaşamın yok edilmesi sürecine girilmiştir.[4]

Toplumun bütünüyle mülksüzleştirilmesi, toplumsal sistem olarak kendi nüfusunu üretemez oluşu, ve sıranın mülksüzleştirilenlerin mülksüzleştirilmesine gelmesi, doğanın ekolojik dengesinin bozulması ve tüm canlı yaşamın tehlike altında oluşu, esas olarak bütün bunlar nedeniyle kapitalizmin sürdürülebilir yanı kalmamıştır. Artık kapitalist-emperyalist sistemin ölüm çanları daha hızlı çalmaya başlamışır.

Dünyanın, 500 büyük emperyalist tekelin egemenliğinde oluşu, dünya ekonomisine (ve elbette siyasetine) bunların karar vermesi, mülksüzleştirilenlerin mülksüzleştirilme sürecinin en tipik gösterge olgusudur. Bu aynı zamanda kapitalizmin emperyalist evresinin bütünüyle dünyaya egemen olduğunu, emperyalist ekonominin yasalarının egemen kılınmasını da beraberinde getirmiştir.

Üretimin uluslararasılşaması ve kapitalizmin alabildiğine gelişmesi, yeni emperyalist ülkelerin de -kapitalist gelişmenin kendi diyalektiği içinde- her geçen gün çoğalarak ortaya çıkmasını da kaçınılmaz kılmıştır. Bugün dünyada 50‘yi aşkın emperyalist ülke vardır ve her geçen gün bunlara yenileri eklenerek devam etmektedir.

Yeni emperyalist ülkelerin doğuşu ve gelişmesi, emperyalist sermaye birikimi ve temerküzünün büyüklüğünden ayrı ele alınamaz.[5]  1960 yılında dünyanın GSYH toplam büyüklüğü 1 trilyon 390 milyar ABD doları iken, 2023 yılı sonu itibariyle 104 trilyon ABD dolarını aşmıştır. Yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkışı, kapitalizmin gelişmi ile doğru orantılı olurken, aynı zamanda emperyalistler arası çelişmeyi de keskinleştirmiş ve emperyalist kutuplaştırmaları artırmıştır. Hegomanya savaşı kıran kırana sürmektedir. Ve bu süreç, yeni bir emperyalist paylaşım savaşı tehlikesini artırmış ve hatta kaçınılmaz kılarken, aralarındaki  hegomanya çelişkisinin keskinliği, olası savaşı, atom savaşı düzeyine çıkarma olasılığını artırmıştır. Bu da  emperyalist sermaye birikiminin artık dünyayı yok etme eğilimi içine girdiğini ve emperyalistlerin „barış içinde birarada yaşama“ sürecin kapandığının işareti olarak görülmelidir. Özellikle „mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilme“ sürecinin hızlanması ve kapitalizmin kendi toplumsal nüfusu olan  işgücü nüfusunu üretememesi emperyalist sistemin birbiriyle „barış“ sürecini de kapatmıştır. Bu aynı zamanda kapitalizmin artık sürdürülemez oluşunun bir başka göstergesidir.

 Faşizm ve Göçmenlik

Emperyalist sistem, gelinen aşamada iyice gericileşmiş ve hemen hemen bütün ülkelerde faşizmi egemen kılmak için yoğun bir çaba harcamaktadır. Faşizmin merkezi bu kez salt Avrupa ile sınırlı kalmayıp ABD ve diğer ülkeleri de sarmışa benziyor. Emperyalist burjuvazinin ekonomik ve siyasl krizi aşmak için her zaman faşizmi desteklemiştir. Çünkü işçi sınıfı ve emekçileri baskı altına alarak, kendi sisyasal sistemlerini idame ettirme, krizleri aşma olasılığını ancak bu yöntemle çözebileceklerini sanıyorlar. İster istemez sınıfsal çıkarları onlara faşist rejimleri egemen kılma yolunu gösteriyor.

Emperyalist burjuvazinin gercileşmekten başka çaresi yoktur. Sermayenin temerküzü, keskinleşen rekabet, işgücü nüfusunu üretememe, ve dayandığı iki sömürü kayanağı olan doğa ve işçinin tükenmesi, onu daha da gericileştiren nesnel oluglardır.

Emperyalist burjuvazi, sermaye birikiminin yolunu ve kendi aralarındaki rekabet savaşını faşizme baş vurarak çözebileceğini sanıyor, ancak, işçi sınıfının nesnel devrimci oluşunu, üretici güçlerin en temel öğesi olduğunu ve üretimdeki yeri nedeniyle sistem ile uzlaşmaz bir çelişme içinde olduğunu unutuyor ya da gerici şiddetle her şeyi çözebileceğini sanıyor.

İşçi sınıfı ve kitlelerin büyük bir bölümü faşist demogojilerle bir yere kadar susturulabilir, ama esas olarak bu uzun vadeli olamaz. Faşizmin tekelci burjuvazinin hizmetinde olduğunu işçi sınıfı  ve emkçiler kısa zaman içinde anlayacaktır. Çünkü faşizm kitlelere refah değil, tekelci burjuvazinin refahı için, işçi sınıfı ve emekçilere baskı ve daha fazla yoksullaşmadan başka bir şey veremez. Başka kanıtlara gerek yok, tarihsel olarak bu bilinen bir acı gerçektir.

Faşizmin bölücü, kutuplaştırıcı, kriminalize edişi, kadın düşmanlığı, cinsiyetçiliği ve milliyetçiliği ile burjuvazi, kendi sistemini kurtaramayacaktır. Bugün, göçmenler üzerinden yürüttüğü faşist politikalar, özünde kendi beynine sıktığı kurşundan başka bir şey olmayacaktır. Çünkü, bütün emperyalist ülkelerin, gelinen aşamada (kendi işgücü nüfusunu üretemez oluşu nedeniyle) göçmenlere doğrudan gereksinimi vardır. Sadece ABD’de 13 milyon kaçak göçmen işçi çalıştırılmakatdır.[6] Göçmen olmazsa üretim için sermaye birikimi için yeterli işgücü de olmayacaktır. İşgücü potansiyelin olduğu ülkelere üretimin daha fazla kaydırılması tekeller için yeterli bir çözüm değildir. Emperyalist ülkelerdeki göçmenler, yoksullaşmanın, işsiz kalmanın nedeni değil, tersine kapitalist üretimin devamı için olmazsa olmazdır. Bunu bilmesine biliyorlar. Bu nedenle de dışarıdan işgücü çekmek için yasalarını değitiriyorlar. Örneğin, İtalya’nın faşist başbakanı Meloni, yeni 425 bin göçmen işçi almak için yeni yasa çıkarmıştır.[7] Çünkü kapitalist tekellerin yeni işgücüne gereksinmleri herzamankinden daha da fazladır. Alman burjuvazisi, ekonomilerini sürdürebilmek için  yılda en az birmilyon göçmene gereksinim duyduklarını ifade ediyorlar.[8]

Yeni emperyalist Türkiye gibi ülkeler dahi, yabancı işçiye gereksinim duyuyor ve bu nedenle Suriyeli, Afrikalı, Asyalı (daha çok da Afganlı) göçmen işçileri köle gibi çalıştırıyorlar. Öbür yandan ise, „işçiyi işçiye kırdırma“ politikası ile, göçmen (özellikle Suriyeli) düşmanlığı üzerinden iktidarlarını sürdürmeye çalışıyorlar.

Emepryalist burjuvazi „düzensiz göç“lerden rahatsızmış. 1960‘lardaki gibi „dişlerine bakarak“ almak istiyorlar. Ama, o süreçler çok gerilerde kaldı ve kapitalizmin tahribatı ve yıkımı her yerde kat be kat arttı. Mülksüzleştirilmiş, topraksız, işsiz ve yurtsuz bırakılmış kitleler dalgalar halinde oradan oraya savrulmaktadır.

Ve artık, esas olarak da emperyalist ülkeler, demografik yapı açısından hiç de 1930‘lardaki gibi „homejen“ değil, tersine giderek hetorejenleşen bir demografik yapıya sahipler.[9] Bunun, üretimin uluslararsılşaması, sermayenin temerküzü ve kapitalizmin kendi işgücü nüfusunu üretemez oluşuyla doğrudan ilgisi olduğu gibi, kapitalizmin bütün ülkeleri, esas olarak da yarı-sömürge ülkelerin doğal yapısını ve doğayı tahrip etmesi, bölgsel çatışma ve savaşları körüklemesiyle doğrudan ilişkisi vardır. Kapitalizm, kendi kozmopolit üretim yapısını ve ilişkilerini ülkelerin demogrofik yapısına yansıtması ve kendisine benzetmesi onun doğal bir eğilimidir.

Sosyalizm Yarından Da Yakın

Evet, kapitalizm tarihi bir toplumsal kırılma yaşarken, toplum bu çöküş ve bitişin üzerinde kendini yeniden, ama daha ileri bir noktada sosyalizmi inşa ederek kendini daha ileri bir noktada varedecektir.

Emperyalist sistemin taşıdığı çelişmeler 1917‘lerin çok çok ilerisindedir. O gün savaş ve ekonomik krizlerle kendi çelişmelerini çözebilecek üretim ilişkilerine sahip iken, yukarıda saydığım nedenlerle, bugün bunu yitirmişlerdir.  Ve uluslararası proletarya da dünün nicel olarak cılız proletarayası değildir. Üretimin uluslararsılaşmasıyla devasa bir uluslararsı sanayii proletaryası doğmuştur. Dün 1917 devrimin sesine güçlü ses veremediler. Ama bugün, üretimin uluslararasılaşmasıyla, birlik içinde hareket ederek kendi kaderlerini kendi ellerine alacak duruma gelmişlerdir. Bu devrimin uluslarası niteliğini daha da öne çıkarmıştır.

Dünya, özellikle, 2000‘lerin başından beri yoğun bir kitlesel mücadelelere tanıklık etmektedir. 2011 yılında Kuzey Afrika halklarının kalkışmasının üzerinden fazla bir zaman geçmeden, ayaklanmalar, zaman içinde, neredeyse dünyanın çoğu ülkelerine yayılmıştır. Emperyalist ülkeler ve emperyalizmin yıkıma uğrattığı ülke halkları ve işçi sınıfı, emperyalist yıkıma karşı ayağa kalkmışlardır. 2017 yıllarında Avrupa işçi sınıfı ve emekçikleri ayağa kalkarken, 2018 son ayları ve  2019 yılının başlarında da tam 40 ülkede[10] aynı anda ya da aynı aylarda ayaklanmalar olmuştur.

Kapitalizmin karamsarlığı içine gömülenler ya da ona teslim olanlar, kitlelerin bu devasa devrimci kalkışmalarını görmezden gelmeyi seçerek, ruhlarını burjuvaziye teslim ediyorlar. Neredeyse, „sosyalizm öldü yaşasın kapitalizm“ diyecekler. Oysa, ölen kapitalizmdir. Kapitalizm bu yüzyılı çıkaramayacaktır. Bütün ekonomik, siyasal ve sosyal gelişmeler bunun böyle olacağının göstermektedir.

Bütün bu gerçeklere rağmen, elbette kapitalizm kendiliğinden ölmeyecektir. Ölü yatağında insanlığı ve doğayı çürütmeye devam edecektir, ta ki, işçi sınıfı ve emekçiler tarafından mezarı kazılıp üstü toprakla kapatılana kadar…

Önümüzdeki süreç  zorlu kavgalara gebe. Emperyalistler arasındaki çıkması kaçınılmaz gibi gözüken savaş, dünyayı çok büyük bir tehlikenin -atom savaşı- içine sokacağı bir gerçektir. Diğer  yandan doğanın tahribatının yüksek olması ve ekolojik dengenin bozulması nedenyile, doğal felaketlerin canlı yaşamı yok etme düzeyine gelmesi, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin aciliyetini bir o kadar zorunlu kılmaktadır. Emperyalist burjuvazi, işçi sınıfının mücadelesine karşı ne kadar zora başvurursa vursun, uluslararsı işçi sınıfı emperyalist yıkımlar üzerinden yeni bir sosyalist dünya inşa edecek güce ve azime sahiptir.

20.07.2024

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/kapitalist-toplumsal-bir-kirilma-ve-yeniden-tarihi-yeni-bir-toplumsal-surec

 


[1]      Bkz. Yusuf Köse, „Dijitalleşme: İşçinin Üretim Sürecinin Denetleyicisi ve Düzenleyicisi Olacağı Tarih“, Nisan Yayımcılık, 2023

[2]      Bu konuda bkz. Yusuf KöseEmperyalist Türkiye,

[3]      https://www.pwc.com/gx/en/services/deals/trends.html. 2023 ve 2024 ilk altı ayında „satın alma ve birleşme“lerde 2021 yılına göre bir düşüş yaşanmasının nedeni ise, Rusya-Ukrayna savaşı ve emperyalist savaş tehlikesinin artmasının neden olduğu ileri sürülüyor. (YK) Ve ayrıca, dünya servet dağılımını incelediğimizde, mülksüzleştirilenlerin mülksüzleştirilmesi olayını daha net olarak görebiliriz. Bkz.  Dünya Servet Raporu 2024 (https://www.ubs.com/global/en/wealth-management/insights/global-wealth-report.html)

[4]      Bu konuda en iyi bilimsel kaynak: MLPD’nin çıkardığı, Stefan Engel’in „Die Globalle Katastrophe hat begonnen“ (Küresel Doğal Felaket Başlamıştır) araştırmasıdır.

[5]      Bkz. Stefan Engel, Yeni Emperyalist Ülkelerin Oluşumu, El Yayınları

[6]      https://budget.house.gov/imo/media/doc/the_cost_of_illegal_immigration_to_taxpayers.pdf

[7]      https://mediendienst-integration.de/artikel/italien-will-mehr-arbeitsmigranten-weniger-gefluechtete.html

[8]      Alman İşçi Ajansı başkanı Andrea Nahles (SPD eski başkanı ve eski çalışma bakanı); „yılda 400 bin işçi için en az bir milyon göçmene ihtiyacımız var“ dedi. https://taz.de/Jobaussichten-fuer-Arbeitnehmer/!5334558/

[9]      Federal Almanya İstatistik Dairesi, 2060 yılında, Almanya’da almanların azınlığa düşeceğini hesaplamış.

[10]     https://www.indyturk.com/node/dünya-alev-aldi-küresel-eylemlerle-ısınan-40-ülke-40-isyan-3

 

 

 

21 Temmuz 2024 Pazar

Prof. Dr. Korkut Boratav CHP’den Sermaye Sınıfıyla Hesaplaşmasını İstiyor...Halil Gündoğan

Marksist iktisat Profesörü Korkut Boratav, gazeteci İrfan Aktan’a verdiği mülakatta, sürece ilişkin gerçekten de çok değerli ve devrimci sol-sosyalist ve komünist politik öznelerce dikkate alınması gereken çok önemli siyasi ve iktisadi analizler yapıyor, saptamalarda bulunuyor. 

Örneğin kendisine sorulan şu soruya verdiği yanıtta olduğu gibi:

“Yoksulların, alt sınıfların bu kadar derin bir kriz yaşadığı dönemde nasıl oluyor da ideolojik hegemonyayı yine de iktidar sağlayabiliyor ve buna karşı güçlü bir sol alternatif çıkmıyor?” (abç)

“Somut bir teşhis yapmak zor. Bunun cevabını ne sen verebiliyorsun ne de açık-seçik ben verebilirim. Parlamenter sistemin bazı özellikleri var; devrimci örgütlenme sistemlerini dışlıyor, ister istemez kitle partilerine prim veriyor. Sosyalist ve devrimci partiler de bu zehrin içine giriyor. Ayrıntıya girmenin de isim vermenin de gereği yok ama kendisine Marksist diyen, devrimci veya Leninist olduğunu iddia eden legal üç-dört parti var; fabrikalarda ne kadar temsilcileri var? Galiba 2020 yılında, kargoculardan başlayarak, kendiliğinden sınıf hareketleri patlak verdi.

Migros depolarını yöneten sermayedarın evini buldular ve orayı kuşatmaya başladılar. Sınıf mücadelesi böyle yapılır. Ama hangi parti bunu sürükledi? Yok! Bunun cevabı yok, çünkü parti yok (okur hatırlayacaktır muhtemelen; konunun bu boyutu, gerek legal parti sorunu işlenirken kullanılan “ofis partileri” ve keza gerekse bir başka yazıda ki “tabela devrimciliği” ifadeleriyle, tarafımdan da dile getirilmişti. BN.) Meselenin bir diğer boyutu ise demin söylediğim ideolojik hegemonya. Kitleler kurtarıcı arıyorlar. Yani kişiler önem taşıyor. Parlamenter sistemin yapısı için de bile muhalif kitle lider arıyor, örgüt aramıyor, örgüt bulamıyor.”

“Sınıf mücadelesi”, “sınıf içinde örgütlenme”, “sınıfı örgütleme” ve “devrimci siyasal mücadele yürütme” iddia ve derdi olan her politik özne bakımından, Boratav hocanın bu sözleri yorum gerektirmeyecek açıklıkta olup, öğreticidir de.

Söz konusu böylesi değerli ve öğretici örnekler çok olduğundan, daha fazla örneklemeler yapmadan, doğrudan mülakatın kendisinden okunmasını salık vermek, sanırım çok daha isabetli olacaktır.

Tabii mülakatta maalesef ki her şey böyle düzgün ve de “kitabın ortasından” denilebilecek kadar doğru ve isabetli değil. Bunlar içinden belki de en öncelikli olarak öne çıkarılması gerekeni; “Bütün gidişata baktığınızda, önümüzdeki birkaç yılda emekçi sınıfların hayatı nasıl şekillenecek?” (abç) sorusuna verdiği yanıttaki şu belirlemesidir:

“Siyasette büyük ittifaklar gerekecek. Büyük ittifaklarda da Türkiye’nin devrimcilerinin aktif rol alması lazım. CHP içinde de DEM Parti içinde de… Bu iki büyük örgüt olmadan bir sınıf ittifakı mümkün değildir. Bu iki akımın da kendilerine özgü ideolojik saplantılarından arınmaları lazım.

Kürt hareketi için (…) bilgim yok. Ama CHP için; sınıf programı yapacaksan, sermaye sınıfıyla hesaplaşmayı göze alacaksın. İkincisi, emeğin kayıplarının telafisi için de hesaplaşmadan olmaz. Üçüncüsü, neo-liberal reçetenin sana sunduğu durgunlaşmayı aşmak için dinamik ve yine emeği gözeten bir inşa programına geçmelisin. (…)” (abç)

Sayın Boratav CHP’yi emekçi sınıflardan biri, birkaçı veya belki de tümünün partisi olarak mı görüyor acaba? Gerek yukarıda altı çizili olan ve gerekse birkaç paragraf yukarıda, bir başka soru vesilesiyle ifade ettiği; “… muhalefet sermayeyi ve uluslararası sermayeyi ürkütmeme derdinde.” (abç) şeklindeki bu sözleriyle, sanki de böyle görüyor gibi.

Acaba sayın Boratav da mı diğer bir takım küçük-burjuva sol hareketler ve keza kendilerini “sol-Kemalistler” olarak tanımlayan, örneğin bugün artık tamamen bir kontra hareketi olarak da özüne rücu etmiş olan Doğu Perinçek kliği gibi, Kemalist hareket ve iktidarını orta burjuvazinin hareketi ve iktidarı olarak değerlendiriyor? 

Şayet böyle görüyorsa, Marksist bir iktisatçı profesör açısından, dünü ve bugünüyle CHP gibi köklü bir devlet ve sistem partisine ilişkin böylesi bir sınıf temsiliyet analizi, sizce de çok vahim bir yanlış değil midir? 

Varsayalım ki tarih sahnesine çıkışı ve iktidarının o kısacık ilk dönemleri itibariyle, orta burjuvaziyi temsil ediyor olan CHP, sürecin sınıfsal güçler denkleminde, Mao Zedung’un yorumladığı kriterlere uyarlı olarak da “halk sınıf ve tabakaları kapsamında” olmuş olsun.

 Ama bir Marksist olarak Boratav Hoca bilir ki iktidarını oturtup, artık başta işçi ve köylüler olmak üzere tüm emekçiler ve keza başta Kürtler olmak üzere tüm diğer azınlık milliyetler ve farklı inanç grupları üzerinde tam bir ırkçı-faşist diktatörlüğe evrildiği o an itibariyle o artık halk sınıf ve tabakalarından biri olma özelliğinden sıyrılarak; halk sınıf ve tabakalarıyla arasında antagonist çelişkiler olan bir sınıfa veya sınıflar blokuna mensup olur.

Normal koşullar da “orta” da olsa, sınıf olarak o, emekçi sınıf ve katmanlar kategorisinde değil; emek-sermaye denkleminde, sermaye sınıfı kategorisindedir zaten. Sermaye sınıfı kategorisinde ilk başlarda sermaye büyüklüğü oranlaması üzerinden “orta sıklet burjuva” bir kesimin devlet iktidarını ele geçirip, tüm kamu imkanlarını kullanır hale geldikten sonra da hâlâ büyük burjuva statüsüne geçmeyerek, orta burjuvalığa devam ediyor olması, herhalde ki “hayatın olağan akışına ters bir durum” olsa gerek. (Sayın Boratav şayet böyle bir görüşe sahipse; bu, yine biraz Mao Zedung’un artık sosyalist inşa sürecinde olduklarını ilan ettikleri bir aşamada bile hâlâ o “orta/milli burjuva” olarak tanımladığı burjuva sınıfını halk saflarında ve iktidar ortağı olarak görme ve onun üzerinde herhangi bir tahakküm kurmayı reddetmesine benziyor demek, hiç de yanlış olmayacak.

Mao Zedung, tarihin bu kesitin de -ve belki biraz da SBKP 20. Kongresinde, sosyalizm koşullarında sınıf mücadelesinin ısrarla sürdürülmesi Leninist ilkesine karşı hâkim hale gelen “barış içinde bir arada yaşama” modern revizyonist akımın da etkisiyle- sosyalizmin inşa sürecinde hayati öneme sahip Leninist proletarya diktatörlüğü teorisiyle arasına koyduğu mesafenin bedelini, tarihin muhteşem ilklerinden biri olarak kayda geçen BPKD’ye de vesile olan, parti ve devlet iktidarını kapitalist yolcu revizyonist kliğe kaptırarak ödetti sınıfa, halka, partiye ve kendisine.)

Yani her halükârda CHP, iktidar partisi olarak hâkim güç haline evrildiği o tarihi süreç itibariyle artık hem bir “orta burjuva” ve hem de zaten halk sınıf ve katmanlarından biri olma vasfını aynı şekliyle koruyor olması, eşyanın tabiatı gereği, zaten mümkün de değildir. 

Geriye sadece CHP’nin daha sonradan büyük, halkımızın tabiriyle kodaman burjuvazinin, Kaypakkaya’nın tabiriyle “komprador burjuvazi ve büyük toprak ağaları sınıfının” diğer bazılarımızın ise artık buna; “işbirlikçi tekelci burjuvazinin” dediği burjuvazinin partisi olmaktan vaz geçip, kendisini halk sınıf ve katmanlarından biri, birkaçı veya tümünün temsilcisi olarak yeniden programlama ihtimali kalır. Peki böylesi bir dönüşüm yaşanmış mıdır?

Yadsınamaz bir gerçek ki olgular böyle bir savı desteklemiyor. Yani CHP dünüyle ve “değişim” şiarıyla gelen Özgür Özel dönemi olarak bugünüyle de sınıfına ihanet edip, halk sınıf ve katmanlarından biri konumuna geçmemişken; tekelci burjuvazinin bir kanadının has temsilcisi olarak varlığını devam ettirmekte olan CHP; nasıl olacak da halk sınıflarının çıkarına olacak şekilde bir “sınıf programı” yapması ve keza bu uğurda “sermaye sınıfı ile hesaplaşmayı göze alması” mümkün olabilecek acaba?

Kaldı ki CHP veya başka herhangi bir burjuva partisinin “neo-liberalizme” karşı çıkıp, kapitalist-emperyalist sistemin çıkarına hizmet edecek başka bir model veya sistem önermesi, bunun için halktan destek talep etmesi vs. vs, onu tekelci burjuva partisi olmaktan çıkarıp, halk sınıfları kapsamına taşımaz. Nitekim “neo-liberalizm” denilen sistemin uygulanmaya girişinin şunun şurasında 35-40 yıllık bir mazisi var, değil mi? Öncesinde uygulanan ve denenen diğer pek çok farklı model ve sistemler, acaba kapitalist-emperyalist sisteme içkin şeyler değil miydi?

Keza Kürt Özgürlük Hareketi de ismindeki “İşçi Partisi” sıfatına rağmen, sınıfsal bir hareket olmayıp, bünyesinde Kürt milli/orta burjuvazini de barındıran ve programsal olarak zaten kapitalist burjuva sisteminin esası da demek olan özel mülkiyet sistemini kaldıracağını öngörmeyen (gerek Öcalan ve PKK’nin mevcut “üniter devlet” içindeki bir çözümü öngören ‘yeni paradigmaları” ve gerekse de HADEP’in TÜSİAD’ı ziyareti ve onunla barış içinde bir arada yaşamaktan duyacakları memnuniyeti dile getirişleri biliniyorken) bu anlamıyla da esasen bir “orta burjuva” temsilcisi hareket gerçekliği söz konusuyken; kim ne adına CHP ve DEM Partiye  sınıfsal bir ittifak kurdurup, emekçi sınıflar çıkarını önceleyen bir “sınıf programı” hazırlatmayı mümkün görebilir, ilginç doğrusu. Bunu bir Marksist iktisat profesörünün öngörüyor olması ise, daha da ilginç. 

Alıntılar için bkz: 3.06.2024 tarihli artigerçek.com 

 

 

Temmuz 1942... Naziler bir futbol takımı kurup Ukrayna ile maç yapıyor.

    FACEBOOK paylaşımdan kaldırdı????

Temmuz 1942... Naziler bir futbol takımı kurup Ukrayna ile maç yapıyor. Kievliler sürekli kazanıyor tabii. Almanlar rahat durmayınca Dinamo Kiev'in eski kaptanı topluyor eskileri, "Hadi yeniden toplanalım da, şu Almanlara günlerini gösterelim" diyor. 

Yeni takım kuruluyor, yeni bir başlangıcı simgelesin diye de adı FC Start oluyor. Naziler'i yeniyorlar, yenilen pehlivan güreşe doymaz hesabı Naziler rövanş istiyor. Bu maçı tüm komutanlar izliyor, Alman askerleri falan hep orada. Tarih 6 Ağustos 1942. Saat 17.00...

https://www.youtube.com/watch?v=q3RMFwbAEcw


20 Temmuz 2024 Cumartesi

BİR DEVRİMİN DEĞERİ UĞRUNA ÖDENEN BEDELLERDEDİR, HER ŞEYE RAĞMEN BİR DEVRİM OLASILIĞI HALEN GÜNCELDİR/Fikret Karavaz


 BİR DEVRİMİN DEĞERİ UĞRUNA ÖDENEN BEDELLERDEDİR, HER ŞEYE RAĞMEN BİR DEVRİM OLASILIĞI HALEN GÜNCELDİR

Bir coğrafyanın, özellikle de bizim gibi yarı sömürge, yarı feodal bir coğrafyanın sınıf çelişkilerine, Ulusal sorun, inanç ve meshep çelişkileri de eklenmişse, doğrudan sosyalist olabilme ihtimali yok denilemese de çok zor olan o devrimin yolu çok çetrefillidir,o yolda dostan çok düşman vardır, hatta devrimcilere dost görünenlerin çoğu da keskin virajlarda, devrimin karşısına maskeli ya da maskesiz düşman olarak dikilir.


İstanbul'da bir anket yaparak işçi ve esnaf sayısını karşılaştırsak, belki de esnaf sayısı işçi sayısını ikiye katlar. Bu ne demektir?

Bu demektir ki bizde, Köylülüğün farklılaşmasından yalnızca işçi sınıfı değil, küçük burjuvazi, yarı proletarya ve Orta sınıflara kadar bir çok ara sınıf ve tabaka da türemektedir.


Bu durum, yalnızca işçi sınıfının dinamikleriyle bir devrim olasılığını handikaplı hale getirirken, Köylülüğün de çoğunlukla topraksız köylülük değil küçük ve Orta kötlülükten oluşması bir köylü halk savaşı stratejisinin de en önemli handikapıdır.

Buna karşılık, tarihsel olarak bir isyan geleneği olan Kürt milli meselesi etrafında, kendi kaderini tayin hakkı BAĞLAMINDA politize olmuş olan Kürt proletaryası ve Köylülüğü, eğer, rasyonel bir devrim programı etrafında sınıf dinamikleriyle Birleştirilebilirse, özellikle de bugün dünyanın yeni bir emperyalist yeniden paylaşım savaşına sürüklendiği bir siyasal konjonktürde, solun bütün dağınıklığına ve yetersizliğine rağmen bir devrim olasılığı, her şeye rağmen halen günceldir.

Fakat, her keskin virajda, devrimin karşısına maskeli ya da maskesiz düşmanlar olarak çıkan ve esasta, meshep ve ulusal çelişkileri kendine göre eğip bükmeye, kendilerine göre yönlendirip biçimlendirmeye eğilimli olan her iki milliyetten de üst ve Orta sınıflar ve hatta bu sınıflara ideolojik olarak yedeklenmiş olan, yarı proletarya, küçük burjuvazi ve hatta kimi proleter kitleler, böylesi keskin virajlarda, arabanın içinde değil ama etrafında konumlandıkları için  devrim arabasının merkez kaç kuvvetiyle dışa doğru savrulmasına neden olup hatta arabayı devirebilirler de...


Ki 12 Mart ve 12 Eylül süreçleri, öncesindeki ve sonrasındaki gelişmelere bu ifade etmeye çalıştığımız olgulara belge niteliğindedir.


Bunun içindir ki Kürt ve Türk halk sınıfları hangi meshepten olurlarsa olsunlar, kendilerinin, tıpkı, bir emperyalist balta ile kesilmiş bir kütükten hiç bir farklarının olmadığını ve o kütüğün ise onun üzerine oturmuş olan ve tıpkı kuluçkaya yatmış bir Anka kuşu gibi o kütüğün her ikisinden yeniden birleşik halk gücü yaratarak faşizmi ve emperyalizmi bu coğrafyadan def edecek tek güç olan komünist öncüye güvenirlerse, bugünkü bütün imkansızlıklar, bir anda bir anti faşist, anti emperyalist ve anti şovenist devrim için güçlü bir imkana dönüşebilir.


Her keskin virajda, bir devrim olasılığının karşısına maskeli ya da maskesiz olarak dikilen insan kılıklı akrepler, yılanlar ve maymunlar bilmelidirler ki tarih, böylelerinin bu insan kılıklı endamını da gün gelir ortadan kaldırır ve onları fiilen devrim karşında ne iseler o halde herkese tanıtır. Eğer, komünist öncü o kesilmiş kütüklerin üstünden bir kez kalkarsa, o küstüklerin üstünde de durabileceği bir mekan bulamaz ise o kütükler, o zaman emperyalizmin sobasında alev alev yanan bir odun yığını olmaktan kurtulamazlar!!...


Şimdi, bugünkü dünya konjonktüründe, Kürt ulusal hareketi de inanç ve kanaat öndeleri de irili ufaklı devrimci önderlikler de sivil toplum örgütleri ve demokratik kitle örgütleriyle birlikte, sendikalar ve bütün toplumsal muhalefet, coğrafyanın devrim süreci yeni bir keskin viraja doğru ilerlerken arabanın içinde mi dışında mı kalacaklarına, yakın bir gelecekte, bir sabah, takır takır değil gümbür gümbür emperyalist bir savaşa uyandıklarında ne yapacaklarına en kısa zamanda karar vermelidirler.


Bugün, emperyalizmi güçlü görenler, onların elindeki silahların ve teknolojinin olanaklarını abartanlar, bu emperyalist bloktaki derin yarılmanın yıkıcı niteliğini fark edemeyenler, bir dünya tekeli  Microsoft'un yazılım ve depolama sistemindeki bir arızanın, bankacılık, ulaşım ve enformasyon başta olmak üzere, bütün emperyalist sistemi nasıl dumura uğrattığını, emperyalizmin, bütün ihtişamlı görünümüne rağmen Mao'nun deyimiyle bir kağıttan kaplan olduğunu yeniden hatırlamalıdırlar!!...


ELLERİM BÖYLE BOŞ, BOŞ MU KALACAKTI


Emel Sayın tarafından kitlelere mal edilmiş eski bir şarkı vardır, hani... Elerim böyle boş, boş mu kalacaktı / Gözümde hep böyle yaş, yaş mı olacaktı dizeleriyle devam eden bu şarkı, sanki, bir zamanlar büyük kitleler için bir umut olan solun bugünkü halini önceler gibi değil mi?


Sana demedim... Sen üstüne alma...Sanki sana sitem etmişim gibi bakıyorsun son fotoğraflarından birinde... Yok, ben o lafları da şimdi burada yazdıklarımı da sana değil köy kurnazlığını devrimci siyasetin yerine ikame etmeye çalışan, kendileri, Oğuz Aral'ın Avni tiplemesi gibi siyaseten halen reşit olmadıkları halde ortalıkta "dıgıl dıgıl" diyerek dolaşarak kendilerini birilerinin kucağına almasını, kendilerine hamilik yapmasını uman sözde önderliklere söylüyorum. Sen iyi bir devrimci ve iyi bir insandın Orhan Savaşçı!!...Keşke herkes senin kadar bu coğrafyanın devriminin sorunlarına duyarlı olabilseydi... Bakıyorum da kimilerinin duruşu ne Mahirin, sanki dünya devriminin bütün yükünü omuzlarında hisseder gibi burjuva Mahkemelerilerindeki mağrur duruşuna, ne de senin, bu son fotoğrafındaki gibi solun bugünkü halinin sorumluluğunun en azından bir kısmını da olsa kendi üstüne alan mahçup duruşuna değil de sanki, her şeye muktedir bir Tanrı duruşuna benziyor.


Şimdi, başkalarının bilmem neyi ile konuşanların kendilerinde tanrısal bir şeyler keşfetmesi başka bir şeydir, coğrafyanın ve siyasal konjonkürün komünistlere yüklediği görev ve sorumluluklar ise başka bir şeydir. Bunlardan ilki bir temelsiz siyasal kibir ve kuruntuya, ikincisi ise komünizm davasına inanca karşılık gelir. 


Lafım, kendi eli, kolu, kafası ve bacakları olmayan, yılan gibi süründüğü halde kendisini yarı Tanrı ilan eden, hem biyolojik ve hem de sosyal evrimini tamamlamamış olduğu için hamilerinden destek almadan hiç bir şey yapamayan insan görüntülü sürüngenleredir ki böylelerinin de bunların hamiliğini yapanların da en büyük korkusu zaten Mahir Çayan'dı!!...


Bu devlet, Kürt, Ermeni ve alevi meseleleri üzerinden, 12 Mart darbesinden itibaren kendini yeniden üretmiş, hem ideolojik ve hem de yapısal olarak tahkim ederek yenilemiş, özellikle, gerek alevi ve gerekse sunni Türk milliyetinden Köylülüğü ve Köylülüğün halen devam eden farklılaşmasından türeyen proleter, yarı proleter ve küçük burjuvazinin büyük bölümünü ideolojik olarak kendisine yedeklenmiştir.


Kızıldere, Vartinik ve Nurhak sonrası süreç, solu Kürt, Ermeni, Rum ve alevi meseleleri üzerinden sol popülist kimlik siyasetine zorlayan provakasyonlar, sosyal ve örgütsel anarşi, solda örgüt enflasyonuyla karakterize, buna karşılık, Kürt ulusal hareketinin ise önce sosyal emperyalizme, onun iflasından sonra ise Avrupa ve Amerikan emperyalizmine yedeklendiği, böylelikle de Türkiye, Kürdistan ve Orta Doğu coğrafyasında bir toplumsal devrim olasılığının tasfiye edilerek, solun sınıfsal tabanından yalıtılarak toplumsal üst kimlik siyasetine yedeklendiği bir süreçtir.


Bugün, dünya, freni patlamış bir kamyon gibi rampa aşağı, hızla bir yeniden emperyalist paylaşım savaşına doğru hızla giderken solun bu kadar aciz bir durumda olmasının nedeni, ne kendisini Mahirci kabul edenlerin Mahirci, ne de kendisini İbocu kabul edenlerin gerçek anlamda İbocu olmayıp bu iki siyasal kimliğin birbirini tamamladığını, Mahirin anti emperyalist bir geniş tabanlı kitle çizgisi ile ibonunun uzun süreli köylü halk savaşı çizgisinin birbirinden ayrı düşünmeyeceğim halde, bu kimlikleri bir birinin karşısına koyup birbiriyle rekabete tutan ve buradan kendisine siyasal, ideolojik rant devşirmeyi amaçlayan köy kurnazı küçük burjuva önderlikler üzerinden, solun sayısız parçaya bölünerek, herkesin kendine göre Mahirci ya da İbocu geçindiği, ama bu siyasal örgütçüklerden hiç birinin ne Mahirin ne de İbonun tezlerine pratiğe uyalıyabilecek ve ne de bu tezleri birbiriyle ilişkisi içinde birleştirerek yeniden sentez edebilecek bir teorik ve pratik yeterliliği sahip olmadığı bir siyasal atmosferde, sol hareket, Maraş, Çorum provakasyonlarıyla önce 12 Eylül darbesine ezdirilirken, sonrasında ise Sivas provakasyonu ile başlatılan süreçte sol, popülist kimlik siyasetine zorlanmış ve bu sol popülizm, aynı zaman da devletin de kendisini sağ popülizm üzerinden ideolojik ve yapısal olarak yeniden tahkim etmesi ve yenilemesiyle sonuçlanırken, sol, gerçek sınıfsal tabanını devlete kaptırırken, güdük ve dar kimlik siyaseti içinde sıkışıp kalmış, sol popülizm zemininde, sağ popülizm tarafından ezilmiş ve marjinalize olmuştur.


Aynı zamanda, bu sol popülist üst kimlik siyaseti, solun olmazsa olmaz programatik ve ideolojik silahlarından biri olan anti emperyalizmin de en azından söylem ve propaganda olarak sağ popülizme terk edilmesine neden olmuştur. 


Ama her şeye rağmen hiç bir umut yok mu?


 Solun hayal gücü tükenirse her şeyi tükenir. Ama hayal gücünü pratiğe geçirebilecek, ne yaptığını bilerek yapan bir örgütlülük yoksa, devrim de imkansızdır. Yine de Sovyet devrimine olduğu gibi tarih, bazen, devrime, yetersiz örgütlenme şartlarında dahi olanak tanıyabilir ki bugün de bu konjonktürde, yani, dünyanın, sanki fteni patlamış bir kamyon gibi rampa aşağı hızla bir emperyalist yeniden paylaşım 

Savaşına gittiği bir süreçte, solun bütün yetersizliklerine rağmen, en azından Orta Doğu'da Filistin ve Kürt sorununu kalıcı olarak çözebilecek bir Demokratik devrim ve hatta bunun da ötesinde, Anadolu ve Kürdistan coğrafyasında bir sosyalist birleşik devrim olanağı mevcuttur. Bunun için bir tek hamle de yeterlidir.


Kürt ulusal hareketi eğer, Amerika ile yaptığı ve dün mecbur da olduğu ittifakı fesh ederek, Rusya ve müttefikleriyle bir ittifaka yönelirse, Amerika'yı Orta Doğu'dan çıkarmak ve OLASI bir genel savaşı kazanmak için Putin Rusya'sı, bu coğrafyada bir devrime de dünden razıdır. Çünkü, böyle bir devrimin Rusya ve müttefiklerine hiç bir zararı olmayacağı halde, Amerika ve NATO için ise genel bir savaşın daha başlamadan kaybedilmesi anlamına gelir. Emperyalist bir savaş, ancak devrim ya da devrimlerle engellenebilir ya da durdurulabilir. Giderek, daha da güçlü bir olasılık haline gelen böylesi bir emperyalist savaşı durdurabilecek bir devrim ise Bugünkü dünyada, ancak, Orta Doğu, Kürdistan ve Anadolu coğrafyasında gerçekleşmeye diğer coğrafyalardan çok daha elverişli toplumsal, siyasal ve örgütsel olanaklara sahiptir.


Şu anda, Rusya ve müttefiklerine karşı saldırgan pozisyonda olan ABD ve NATO'dur. Rusya ve müttefikleri olan Çin, Kuzey Kore, İran ve diğerleri ise BM Güvenlik Konseyinde,  ABD, Birleşik Krallık ve Fransa karşısında Rusya ve Çin 'İn üçe karşı iki gibi alehte durumunu değiştirmek ve BM dışında dünya siyasetine bir alternatif oluşturmak için çeşitli ekonomi politik, siyasal ve askeri hamle arayışındadırlar. 


Bugünkü dünya konjonktüründe Afrika' dan Güney Amerika 'ya, Orta Doğu' dan Asya'ya kadar çok geniş bir coğrafyada giderek yükselen yeni bir Anti Amerikan ve Anti NATO siyasetlerle karakterize yeni  bir anti emperyalist dalga şekillenmektedir. Sol sosyalist güçlerle birlikte Kürt Ulusal hareketinin bu olgunun bir an önce farkına vararak sol popülist alt kimlik siyasetinden ziyade, anti emperyalist bir siyasete yönelmesi ve bu siyasetin merkezine de ABD ve NATO karşıtı makro bir siyaseti koyması gerekir.


Oysa, bugünkü sol ve Kürt Ulusal hareketi, yerel ölçekli, sol popülist alt kimlik siyaseti içinde, mevcut olanakları yeterince kullanmak ve bir emperyalist Savaş Olasılığından devrim ve devrimler yaratabilme yeteneklerinden yoksun durumdadır.


Kürt ulusal hareketi ise Türkiye gibi eli ABD ve NATO karşısında Kendilerinden çok daha güçlü olan bir ülkeye karşı, yine bir NATO üyesi olan ABD ile dün mecbur olduğu ittifakta, bugün değişen dünya KONJONKTÜRÜnün ortaya çıkardığı yeni olasılık ve olanaklara rağmen ısrar etmekle Orta Doğu ve Kürdistan coğrafyasında hem kendi geleceğini ve hem de bir devrim olasılığını heba etmek ve bu nedenle de Kürt ve Orta Doğu halklarına, emperyalist tahakküm karşısında 21.yüzyılı da kaybettirebilecek bir siyasal öngürüsüzlükten malül bir görüntü vermektedir.


İbrahim Kaypakkaya'nın uzun süreli köylü halk savaşı stratejisi, bu coğrafyadaki Köylülüğün, 1930'ların Çin coğrafyası gibi büyük çoğunlukla topraksız köylülük değil ama ekseriyetle küçük ve Orta köylülük olması ve bu nedenle de toprak talebi etrafında geniş kitlelerin halk savaşına politizasyonunun mümkün olmaması nedeniyle sorunludur. Fakat, İbonun kendisi de bu durumun farkında olmasına rağmen, o, tarihsel olarak güçlü bir isyan geleneği olan Kürt köylülülüğünün kendi kaderini tayin hakkı etrafında her an komünist bir önderlik etrafında politize olabilme ihtimaline güvenerek, 12 Mart darbesine de Kürt coğrafyasından, Vartinik'ten karşılık vermek istemiştir.


Fakat, tarih, Kürt hareketini bir komünist önderlikle değil, küçük burjuva milliyetçi bir önderlikle buluşturunca, İbonun bu umutlarının gerçekleşebilmesi için şimdi başka şeylere ihtiyaç olduğunu fark etmek gerekir ki o  siyasal  ihtiyaç da çok uzak bir yerde değil, Mahir Çayan'ın anti emperyalizm tabanlı geniş kitleleri politize etmeye yönelik silahlı mücadele çizgisidir.


 Dolayısıyla, bu iki çizgi birbiriyle koordine edilerek yeniden sentezlenmeden bu coğrafyanın devrimci dinamiklerinin ne siyaseten ne de örgütsel birliği ve iradesi gerçekleştirilemez. Tarih, bugünün devrimcilerinden bu görevi yerine getirmelerini beklemektedir.


Yirmi yaşında bir gencin, Donal Tramp gibi emperyalist bir yeniden paylaşım savaşının en büyük provakatörlerinden birine karşı silahlı eylemi de dahil olmak üzere, dünya çapında, özellikle Amerikan ve NATO emperyalizminin militarizmine karşı halk kitlelerinde her geçen yükselen öfke ve tepki, böylesi bir savaş olasılığının, aynı zamanda yeni devrimlere de gebe olduğunu ifade etmektedir ki bu bağlamda, bizim solun da Filistin sorununa da tıpkı 68 devrimci kuşağı gibi yeniden duyarlı olmasını ve hatta, bunu, anti emperyalist, anti siyonist eylemlere en kısa sürede pratiğe geçirmesini gerektirmektedir. Çünkü, başka türlü, sanki bir mevta haline getirilmiş olan devrim paradigmasına yeniden hayat verebilmek de Kürt sorununu emperyalist güdümden bağımsızlaştırabilmek de mümkün değildir.


Bir devrimin değeri onun uğruna yaşanan acılar ve ödenen bedellerle ölçülebilir. Boş laflar ve dayanaksız kibir ve kuruntular, dar kafalı küçük hesapların, bir devrim ihtimali karşısında hiç bir değeri yoktur!!...


Komünist öncü bugün güçsüz değil yalnızdır. Komünist öncünün güçü kafa sayısıyla değil nesnel ve öznel çelişkilere hakimiyetiyle ölçülür. Komünist öncü, bugün nesnel çelişkilere hakim olduğu halde öznel çelişkilere hakim değilse, bunun sorumluları, devrimci solu parçalayanlarla, Ulusal hareketle, mezhep çelişkileri ve işçi sınıfı dinamikleri arasında porvakasyonlarla nifak yaratarak bir devrim olasılığını engellemek isteyen yılanlar, akreplerdir!!...


Komünist öncü, tarihten gelir ve tarihe yürür... Hiç bir komünist önder tesadüfen devrim önderi olmamıştır. Komünist önderlik belirli vasıflara sahip olmayı gerektirir. Komünist öncü, hiç bir savaşı kaybetmek için savaşmaz, kazanmak için savaşır. Dün olduğu gibi bugün de komünist öncüye, her şeye rağmen kararlılıkla sürdürdüğü savaşımı kaybettirmez isteyenler farkına varmalıdırlar ki Komünist öncü kaybederse, kendileri daha büyük kaybeder, insanlık 21. Yüzyılı da kaybeder. 


Selamlar...



19 Temmuz 2024 Cuma

ERGİN YILDIZOĞLU | Bir mermiyle birçok kuş

 Trump döneminde devlette ve toplumda, “Project 2025” doğrultusunda yaşanacak dönüşümleri, “faşistleşme” sürecini, Amerikan faşizmi MAGA hareketinin liderliğini, kim devralacak?---19 Temmuz 2024

Trump’ı hedef alan başarısız suikast girişimi ABD’de ve hatta dünyada yoğun bir tartışma başlattı, komplo teorilerini canlandırdı. O tetikçinin tüfeğinden çıkan mermi Trump’ı teğet geçti ama birçok kuşu birden vurdu.

“Süreç olarak faşizm” hızlandı

Trump’ın başkan yardımcısı olarak seçtiği J.D. Vance’ın “Biden kampanyasının temel önermesi, Başkan Donald Trump’ın ne pahasına olursa olsun durdurulması gereken otoriter bir faşist olduğudur. Bu söylem doğrudan Başkan Trump’a suikast girişimine yol açmıştır” sözlerine bakınca, ilk vurulan kuşun antifaşist direniş olduğunu görebiliriz. Şimdi Trump önderliğinde ilerleyen “süreç olarak faşizmin” projesine ilişkin siyasi gerçekleri açıklamaya çalışanlar “terörizmi kışkırtma” suçlamalarıyla karşılaşacaklar.

İkinci vurulan kuş, Biden’ın kutuplaşmayı, karşı tarafa taviz vererek, kapsayıcı olmaya çalışarak azaltabileceğine inanan söylemiydi. Trump’ın, korumak için üzerine kapanan, güçlü kuvvetli gizli servis ajanları arasından sıyrılarak, kanlı yüzüyle, sıkılmış yumruğu havada “kavga, kavga” (fight, fight) diye bağırması tüm birleştirici çabaların boşuna olduğunu, ABD toplumundaki kutuplaşmanın tehlikeli bir noktaya doğru koştuğunu gösteriyordu.

Bir kuş da tabii, Biden’ın Trump’la yarışabileceğine ilişkin iddiaydı. Kısa bir süre Trump’a danışmanlık yapmış, Anthony Scaramucci’nin deyimiyle, Biden “adeta canlı bir kadavra” gibiyken, Trump, yumruğu havada, bayrak önünde, kendisini zapt etmeye çalışan ajanlara rağmen ayağa kalkabilecek güce, cesarete ve tutkuya sahip olduğunu gösterdi.

O anı saptayan fotoğraf da dünya gazetecilik tarihine geçti. O fotoğraf seçim gününe kadar her gün, her an Trump’ın ne kadar canlı, Biden’ın ne kadar zayıf olduğunu kanıtlamak için kullanılacak.

Nihayet vurulan kuşlardan biri de genel olarak demokratik muhalefetin, zaten zayıf olan moraliydi. Biden’ın o tartışma fiyaskosundan sonra iyice zayıflayan, “Trump’ı durdurabiliriz” inancı yerle bir oldu. Biden’ı gönderme çabaları hızlandı. Şimdi iç çatışmalar daha da keskinleşecek.

Seçime Biden’la gidilse, gidene kadar kim bilir daha ne “fiyaskolar” yaşanacak ve seçmeni sandığa götürmek daha da zorlaşacak. Bu dinamik Trump’ın kazanmasını kolaylaştıracak. Kararsızların hızla Trump’a yönelmeye başladığı ileri sürülüyor.

Trump sonrası da tamam

Bu, Trump’ın anayasal olarak (ayrıca, kazanırsa dönemini 82 yaşında bitirecek) katılabileceği son seçimler. Peki ondan sonra? Trump döneminde devlette ve toplumda, “Project 2025” doğrultusunda yaşanacak dönüşümleri, “faşistleşme” sürecini, Amerikan faşizmi MAGA hareketinin liderliğini, kim devralacak?

Trump’ın Ohio’dan senatör J.D. Vance’ı başkan yardımcısı olarak seçmesi bu sorulara anlamlı bir cevap veriyor. J.D. Vance 39 yaşında bir “hedge fon” yöneticisi, Elon Musk, Peter Thiel gibi teknoloji-finans sektörü devlerinin desteğini alıyor. Daha önemlisi, Vance’ın büyük ilgi çeken ve Netflix tarafından uyarlanan “Hillbilly Elegy” (Türkçeye “Taşralının” ya da bir Trakya deyimiyle “Ağmaçyalının Ağıdı” -GPT de Ağmaçyalı sözcüğünün daha uygun olduğunda benimle aynı fikirde- olarak çevrilebilir) adlı biyografik romanının gösterdiği gibi Vance, faşist hareketin destekçisi beyaz/Hıristiyan işçi sınıfın, kır/küçük kasaba “alt sınıflarının” kültürüne, siyasi duyarlılıklarının ideolojisine, işsizlik, yoksulluk, tecrit edilmişlik, uyuşturucu bağımlılığı (Fentanyl) krizi gibi sorunlarının içinden gelerek yükselmiş biri. MAGA hareketi içinde çok saygı gören bir “faşist entelektüel”.

J.D. Vance, Heritage Foundation tarafından Trump döneminde devlette yapılacak dönüşümleri hazırlayan “Project 2025”i destekliyor. Vance, “İşçi Partisi yönetiminde İngiltere’nin nükleer silahlara sahip ilk İslamist devlet olacak” diyebilecek kadar fanatik bir faşist.

Ve Vance, “Sezar’ın diktatörlüğünden önceki döneme atıfta bulunarak ABD’nin Roma İmparatorluğu gibi bir ‘geç cumhuriyet’ döneminde” olduğuna inanıyor”… “Buna karşı koyacaksak, oldukça çılgın ve sıradışı olmamız, şu anda birçok muhafazakârın rahatsız olacağı bir yöne gitmemiz gerekecek” diyor (Washington Post). Belli ki Vance, Trump’a bakınca Mussolini’yi görüyor.

Ve böylece, “Project 2025” fiilen başlamış oluyor.

(Kaynak: Cumhuriyet. 18 Temmuz 2024)

 


“LÜTUF”A ÇEVRİLMEK ÜZERE YOL VERİLEN DARBE GİRİŞİMİ__Halil Gündoğan__16.07.2024

15 Temmuz’da, tam olarak şu oldu aslında: Her biri birer Pentagon projesi olan ve biri ta 1960’lı yıllarda “Yeşil Kuşak”, diğeri 2000’li yıllarda “Ilımlı İslam” adı altında oluşturulan siyasal İslam’ın iktidarı paylaşan iki kliğinden biri; tasfiye edileceği emareleri oluşunca, diğerine karşı, ordu ve yargı bürokrasisi içindeki gücünü kullanarak, askeri bir darbe tezgahladı. 

Bunun istihbaratına sahip olan diğer klik, darbeci kliği kontrollü bir şekilde, bir nevi “erken doğum” yapmaya zorlayarak, darbeyi, darbe girişimi olarak başarısızlığa uğratmayı hedefledi. Hesabı vardı; hem iktidarı tümden ele geçirmenin ve hem de devleti, başkanlık sistemi temelinde yeniden yapılandırmanın bulunmaz fırsatına çevirerek, kullanmak istiyordu. 

Nitekim durum kontrol altına alınır alınmaz, Tayip Erdoğan, büyük bir sevinç ve mutlulukla, bu sinsi niyet ve planlarını itiraf ve deşifre etti de: “Bu, Allah’ın bir lütfudur bize.” dedi.

Allah, kendilerine verdiği fırsatı değerlendiremeyip yüzüne gözüne bulaştırmış olan bu bir kısım mümin kullarına öfkelenmiş olmalıydı ki bu kez de diğer mümin kullarına bunu fırsata çevirmeyi lütfetmişti.

Tayip Erdoğan, iktidarını sürdürebilmek ve yeni hedeflerine ulaşabilmek için, siyasal İslamcı ortağının yerine, dumanlı havayı seven “kurt soylu” Türk milliyetçisi, ırkçı- faşist MHP’yi iktidar ortağı yaparak; Allah’ın kendisine bahşettiği lütfu, tam bir kanlı-irinli karşı-darbe olarak uygulamaya soktu.

Öyle ki sırf darbeci kliği ve fiili olarak darbeye katılan güçleri değil, Türkiye ve K. Kürdistan genelinde Olağanüstü Hal ilan edip, tüm yetkileri kendisinde toplayarak; Kanun Hükmünde Kararnameler ile “Hizmet Hareketi” ile bir şekilde ilişkilenmiş olan on binlerce sıradan sempatizan ve bunların yakın akrabalarına varıncaya dek ve hatta yine binlerce ilerici-demokrat memur ve işçiyi de aynı yafta ile yaftalayıp aylarca süren işkenceli sorgulamalardan geçirerek, tutuklayıp hapse attırdılar (ve bu operasyon hâlâ da devam ettirilmekte). İstinasız hepsinin işlerini ellerinden alıp, öylece orta yerde bıraktılar. Keza bu klikle bir şekilde ilişkilenmiş onlarcasının işyerlerine ve sermayelerine çöktüler; “devlette devamlılık esastır” prensibi gereği, tıpkı geçmişte Ermenilerin, Rum ve Yahudilerin mülk ve sermayelerine çöküldüğü gibi yani.

Özetle; Olup bitenin tüm öyküsünün de aslında tamamen bundan ibaret olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Osmanlı mirasçıları ya bunlar: Taht kavgaları kardeş kanı pahasınadır… Cumhuriyet sürecinde ise, klikler arası sert iktidar mücadeleleri, askeri darbeler şekline bürünür. Örneğin, yapılagelen askeri darbelerden sadece 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri devrimci mücadelenin ezilmesine yöneliktir. 1960 Darbesi de dahil, diğerleri tamamen klikler arası iktidar mücadelesinin araçları olarak gündeme gelmiştir.

Bugün de iktidarda olan klikler arasında bir süreden beridir süregelen sert dozajlı kapışmanın, benzeri şekilde, kanlı bir düelloya sıçrama olasılığı bir hayli fazla… Taraflar kesinlikle boş durmuyor ve böylesi bir olasılığa karşı alttan alta hummalı bir hazırlık içindeler. Devlet Bahçeli’nin 15 Temmuz günü Emniyet Özel Harekât Başkanlığını ziyaret edip, Başkana elini öptürmesi de kesinlikle asla spontane bir durum olmayıp, hasmına verilmek istenen özel mesajlardan bir diğeridir.

Ve tabii hayatın bunca sillesini yemişler olarak; “yesinler birbirlerini, bunda bizi alâkadar edecek bir yan yoktur.” diyemeyiz herhalde ki değil mi? Diyemeyiz, dememeliyiz de. Çünkü klikler arası bu tür çatışmalar hem “filler tepişir ayak altında çimler ezilir” misalinde olduğu gibi arada ayak altında ezilenler yine biz olacağımızdan, kayıtsız kalma lüksümüz maalesef ki yok ve hem de bu tür birbirlerine düşmeler kaçınılmaz olarak bir yönetim zafiyeti, yani bir iktidar boşluğu da oluşturacağından; bu, sınıf kavgasını yükseltmenin vesilesi yapılabilecek olmasından ötürü de kayıtsız kalınamayacak bir durumdur.

14 Temmuz 2024 Pazar

DİKTATÖR ‘REİS’ ÇIKIŞ ARIYOR…Halil Gündoğan_13.07.2024

Malum olduğu üzere T.C. Devleti, bizzat sistemin kendisinin yapısal olarak var ettiği ve artı olarak “Cumhur İttifakı” iktidarının uygulaya geldiği ‘popülist’ politikalar sonucu, uzunca bir süreden beridir emekçi halk yığınlarına hayatı çekilmez kıldıran ve keza kasayı adeta ‘tam takır’ sıfırlayan; çarkı döndürmek için ihtiyaç duyulan sermayeyi de bir türlü sağlayamayan ve bunun çaresizliğiyle ‘kirli para’ kaynaklarına yönelerek, uyuşturucu ticareti, insan kaçakçılığı ve kumar gibi ‘sektör’leri ellerinde bulunduran çeşitli çete ve   mafya gruplarıyla ‘gizli’ ittifak ve pazarlıklar kurmak suretiyle devleti de mafyatik yöntemlerle yönetmeye zorlayan çok ciddi bir ekonomik kriz sarmalında debelenmektedir.

Ekonomi ile siyaset arasında doğrudan organik bir bağ olduğundan; birbirleri üzerinde ki etkileri de dolaylı değil, direktir. Denklemde her ne kadar da alt yapının belirleyiciliği söz konusuysa da fakat bu etki asla tek taraflı olmayıp; üst yapının da alt yapının gelişimi üzerinde olumlu ve olumsuz olmak üzere iki yönlü etkisi illa ki söz konusudur.

Vardığı boyut ve kazandığı kronikleşme hali itibariyle ekonomik kriz, kaçınılmaz olarak iktidarı bir ‘yönetememe krizi’ ile de karşı karşıya bırakmış durumda. Bugün siyaset arenasında yaşanmakta olanlar da zaten bunun doğrudan tezahürüdür denirse; bu, hiçte yanlış olmaz.

Artık “bıçak kemikte” dedirten türden yaşatılan yoksunluğa, yoksulluğa ve derin sefalete karşı, halkın azımsanmayacak bir çoğunluğu, tepkisini, 31 Mart Yerel Seçimlerinde ortaya koyarak; bunun birinci dereceden sorumlusu olarak gördüğü Erdoğan’a güvensizliğini ilan ederek cezalandırmıştır. Bunu, çok bariz bir şekilde, özellikle de adeta varlık yokluk meselesine dönüştürüp, ne pahasına olursa olsun kazanma hırsıyla asıldığı ve devletin tüm imkânlarını da kullanarak alanlara doğrudan indiği İstanbul seçimlerinde görmek mümkün.

Yani ne yaparsa yapsın, ortaya çıkan yönetememe krizinin artık hem halkın büyükçe bir bölüğünün gündemine girdiğini ve hem de gerek parti ve gerekse iktidar ortağı parti ve çeşitli güç odakları arasındaki uyum ve iç birliği ciddi şekilde sarstığını ve keza yerel ve uluslararası sermayenin azımsanmayacak bir kesiminde oluşan büyük ürkü ve tedirginliği görüyor ve biliyor.

İşte 31 Mart sonrası içine girilen “normalleşme”, “yumuşama” ve “yeni anayasa yapalım” şeklindeki tüm bu yönelim, gayret ve atılan/atılacak olan taklalar; aslında tamamen, hem yerel seçimlerle alınan yenilgi ve güven yitimini ve hem de ‘iktidar erki’nde yaşanan yıkım ve itibar kaybını belli ölçülerde telafi etme arayışının ifadeleridir.

Yani özetle Erdoğan; kendisini iktidarda tutacak olan güçlerini yeninden tahkim etmek istiyor. Bunun için bir taraftan daha düne kadar olabildiğince sekter, kopuşturucu ve dışlayıcı davranarak “şeytanlaştırdığı” burjuva klikleri, ‘kanaat önderleri’, ayrı düştüğü eski yol ve dava arkadaşları, ölümüne rakip ve hasım gördüğü siyasi parti ve etki sahibi siyasi şahsiyetler ve çeşitli sermaye grupları arasında ‘normalleşme’ söylemiyle bir diyalog arayışına girerek; buradan bir güç devşirmeye çalışıyorken; eş zamanlı olarak diğer taraftan da özellikle “devletin bekası” histerisi etrafında bloklaşmış ırkçı faşist ‘derin devlet’ odaklarıyla ittifakını koruyup sürdürme adına ve keza halkta oluşan öfke patlaması tehdidine ve özgürlükçü Kürt siyasi hareketinin kontrol dışına çıkma potansiyeline karşı da ‘sopa’yı elden bırakmayarak; gayretle, daha baskıcı bir rotaya girmenin hazırlıkları ile meşgul.

Yani özetin özeti; olgusal gerçekliğin yalın ifadesi bundan ibarettir.

Bu da demek olur ki genel anlamda emekçi halk kesimlerini, Kürtleri, Alevileri, kadınları, ilerici demokrat, laik- seküler ve sol-sosyalist kesimleri daha da zor ve çetin günler bekliyor.

Bu bakımdan, bir iç savaş olasılığını da göz önünde bulundurarak, hiç zaman yitirmeden bütün bunlara karşı toplumu bilinçlendirerek hazırlamak ve sürecin öznesi öncü güçlerin kendi kuvvetlerini buna uygun olarak yeniden düzenleyip tahkim etmesi, zorunlu bir gereklilik olarak öne çıkıyor.

Halil Gündoğan

 

 

 

13 Temmuz 2024 Cumartesi

NATO, SAVAŞ KIŞKIRTICISI BİR ODAKTIR; DERHAL DAĞITILMALIDIR!____Yayınlandı: 2024-07-12

Başını ABD’nin çektiği, emperyalist bir saldırganlık paktı olarak kurulan ve icraatlarıyla bunun gereğince davranan NATO’nun 75. Kuruluş yıl dönümü vesilesiyle gerçekleştirilen zirvede, ABD Başkanı Biden, NATO’nun: “Saldırganlığa ve saldırganlık korkusuna karşı bir kalkan yaratma umuduyla kurulduğunu” söylüyorsa da ama tarihsel gerçekler bunun külliyen kaba bir yalandan ve de arsızca bir manipüle edişten ibaret olduğunu kolayca gözler önüne serer.

NATO, kuruluşundan sadece bir yıl kadar kısa bir süre sonra, saldırgan yüzünüdoğrudan, “Soğuk Savaş” sürecinin de ilk sıcak çatışması olan “Kore Savaşı”namüdahil olmasıyla gösterir. Ardından, bir ittifak gücü olarak özellikle de ABD’nin giriştiği Vietnam, Irak ve Afganistan gibi yerlere yönelik büyük savaş ve keza Küba, Şili, Nikaragua, Kuveyt, Bosna, Pakistan, Libya, Granada, Haiti ve Panama gibi yerlere yapılan operasyonlar şeklindeki tüm bu saldırganlıkların arkasında daima NATO desteği söz konusu olmuştur.

İnternette “NATO operasyonları” üzerine yapılacak kısa bir aramada, karşınıza şöyle bir liste çıkar:

“2011 Libya askeri müdahalesi, Afganistan Savaşı (2001-2021), Birleşik Koruyucu Harekâtı, NATO’nun Bosna-Hersek’e müdahalesi, Etkin Çaba Harekâtı, Kararlı Güç Harekâtı, Kızıldere Olayı, NATO’nun Korişa’da Arnavutları bombalaması, Okyanus Kalkanı Harekâtı, OperationEnduringFreedom- Horn of Afrika, SharpGuard Harekâtı, Trablus Muharebesi (2011), Zorunlu Hasat Harekâtı”Vb,vb.

İlginç olanı, bunların tamamına yakınının Soğuk Savaş sonrası dönemde, yani artık NATO’nun kuruluş gerekçesi olarak yukarıda ileri sürülen o karşı kampın herhangi bir saldırganlığının ve de saldırı tehdidinin söz konusu olmadığıbir süreçte yaşanmış olmasıdır. İşte bu bile, tek başına yeterlidir o kuruluş gerekçesinin nasıl koca bir yalandan ve arsızca bir manipülasyondan ibaret olduğunun anlaşılabilmesi için.

Ve fakat NATO’nun gerçek saldırgan yüzünü anlamak için, aslında hiç de dünde olanlara bakmaya gerek yok; SSCB’nin dağılması sonrası süreçte, Rusya’nın eski etki alanı yerlere leş kargaları misali nasıl bir aç gözlü saldırganlıkla üşüşerek oralarda genişleme stratejisi izlediği ve Rusya ve dolayısıyla da “baş tehdit” varsayılan Çin’i nasıl kuşatmaya çalıştığı, herkesin malumu bir durumdur. Nitekim Ukrayna’da yaşanmakta olan savaş da tamamen bu saldırganlığın bir sonucu değil midir?

Bugün Ukrayna sahasında süren savaşta sadece Ukrayna ile Rusya’nın karşı karşıya olduğunu, yani bu savaşın sadece Ukrayna ile Rusyasavaşı olduğunu kim iddia edebilir ki? Sırf, Rusya’nın Ukrayna ile savaşma gerekçesine bakıldığında bile, bu savaşın ardında ki gerçek aktörün, (esasen ABD ve İngiltere’nin kontrolü altında olan) NATO’nun olduğu rahatlıkla görülebilir.

75. kuruluş yıl dönümü Zirvesi’nde verilen mesajlara bakıldığında da NATO’nun çok provokatif bir şekilde savaş ortamını giderek daha fazla kızıştırmaya çalıştığı görülecektir. Örneğin NATO şefi Stoltenberg’in şu sözleri gibi: “Ukrayna’ya destek sadaka değildir. Bu bizim kendi güvenlik çıkarımız içindir.”

Paranoya gibi, değil mi?  Ama değil; bilinçli ve arsızca bir “oyun stratejisi” sadece! Örneğin Irak’ın işgaline gerekçe gösterilen; “Saddam’ın elinde ki kitle imha silahlarını yok etme” gerekçesi ne kadar gerçektiyse; işte burada ki “kendi güvenlik çıkarlarımız” gerekçesi de o kadar gerçek bir gerekçedir.

Yani aynı zamanda bununla denilmek isteniyor ki ola ki Ukrayna savaştan vazgeçip, Rusya ile barış isterse; NATO buna engel olacak ve savaşı “kendilerinin güvenliği için” sürdürmesi için Ukrayna’yı savaşta tutmaya zorlayacaktır. Nitekim İstanbul’da yapılan barış görüşmelerinde varılmak üzere olunan anlaşmayı İngiltere’nin müdahalesi engellememiş miydi?

Özetle, bunun tek bir anlamı var: NATO, savaşın son bulmasını istemiyor; tam aksine daha da tırmanmasını ve zamana yayılarak sürmesini istiyor: “Rusya, Çin, İran ve Kuzey Kore’nin artan ittifakına karşı koymak için” hem o ittifakı bu savaşla oyalamak ve yıpratmak gerektiğinin hesabı yapılıyor ve hem de kendi savaş hazırlıklarını tamamlayabilmek için zamana gereksinimleri var.

Yada: “ABD lideri, Rusya’nın savunma üretimi konusunda savaşa hazır bir durumda olduğunu ve ‘Çin, Kuzey Kore ve İran’ın yardımıyla’ silah, mühimmat ve araç üretimlerini ‘önemli ölçüdearttırdıklarını’ söyledi ve ‘İttifakın geride kalmasına izin veremeyiz’ mesajı verdi.” yorumunda olduğu gibi çeşitli gerekçelerle savaşı tırmandırmanın kılıfları oluşturuluyor ve kamuoyu, saldırgan tarafın karşı taraf olduğunave kendilerinin ise bunu engellemeye çalıştığına ikna edilmeye çalışılıyor. Yani aleni ve aynı zamanda da pespaye bir tiyatro oyunu sergileniyor.

Gerek bölgesel bir büyük savaşın ve gerekse bütünlüklü bir dünya savaşının karabulutları her geçen gün, bir önceki güne oranla, maalesef ki daha bir hızla toplaşmakta olduğu bir süreç yaşanıyor. Dünya barışı savunucuları veya emperyalist savaş karşıtları olarak; ısrarlı, kararlı ve de büyük öfke yüklü kitlesel karşı koyuşlar ile bu gidişatın önüne set oluşturulamazsa; korkunun ecele faydasının olmadığı bir kaçınılmazlıkla, doğanın ve insanlığın felaketi olacak bir süreç, kaçınılmaz olarak yaşanacak gibi görünüyor.

Teşhir ve tecrit kampanyalarında hedef tahtasına elbette ki öncelikli olarak savaşın baş kışkırtıcısı konumunda olan ve bu anlamıyla da dünya barışı ve halklarının baş düşmanı olarak NATO, ABD ve İngiltere emperyalist savaş odaklarının oturtulması gerekiyor.

Özgün sürecin şiarları son derece açık ve net olarak şunlar olabilir:

-Dünya halkları savaş istemiyor!

-Emperyalist savaşlara hayır!

-Her türlü işgal, ilhak ve halkları yerinden edici saldırganlıklar son bulsun!

-Rusya Ukrayna’dan, ABD Ortadoğu’dan, Fransa tüm sömürgelerinden, Çin Tayvan’ı anavatana katma ve Uygurları asimile etme sevdasından, İsrail Filistin’den ve Türkiye Kürdistan’dan kayıtsız koşulsuz derhal geri çekilsin!

-Başta nükleer silahlar olmak üzere, her türlü kitle ve doğa imha silahları üretimine derhal son verilsin, var olanlar imha edilsin!

-Saldırgan ve provokatif bir savaş aygıtı olan NATO başta olmak üzere, tüm diğer savaş ittifak odakları derhal dağıtılsın!

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/nato-savas-kiskirticisi-bir-odaktir-derhal-dagitilmalidir


 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)