23 Temmuz 2024 Salı

Kapitalist Toplumsal Bir Kırılma ve Yeniden Tarihi Yeni Bir Toplumsal Süreç_YusufKöse

Kapitalist emperyalist sistem, önceki bunalım ve çelişmelerinden farklı olarak,, kendisinin taşıyamayacağı ve çözemeyeceği sistem içi   yapısal ekonomik ve siyasal çelişmeler ile karşı karşıya kaldığı bir sürecin içine girmiştir. Bir taraftan yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkışıyla (ki, bu; kapitalizmin ala bildiğine gelişmesi, genişlemesi, üretimin ve sermayenin alabildiğine temerküzü ve de mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi sürecinin de ilerlediği anlamına gelir) kendini yeniden üretemez olan bir sürecin içine girmiştir.

Bunların neler olduğunu kısa olarak açalım:

Kapitalist sermaye birikimi, tarihsel sınırlarına dayanmıştır. Bugün kapitalizmin ulaşmadığı, tahrip etmediği dünya yüzeyinde herhangi bir toprak parçası, yerleşim yeri kalmamıştır. Üretim alabildiğine uluslararsılşmıştır. Artık tek tek emperyalist tekeller, sadece birkaç ülkede değil, nerede ne üreteceğini programlamakta ve üretimi daha da yagınlaştırmaktadır. Ama öbür yandan tekellerin birbirine karşı keskin ve ölümcül rekabeti, birbirine karşı gümrük duvarlarını da kaçınımaz olarak gündeme getirmekte ve serbest dolaşımı daraltmaya çalışmaktadır. Bu tavır, üretimin uluslararsılaşmasıyla çelişmektedir. Bir emperyalist tekel için ise, gelinen süreçte, üretimin uluslararsılaşmış haliyle ayakta kalabilir. Ya da bugün, kapitalizm, üretimin uluslararasılaşmış haliyle kendini varedebilir. Dar ulusal çitler içine kapitalizm kendini hapsedemez. O süreç, esas olarak, kapitalizmin emperyalist aşamaya gelmediği dönemin politikasıydı. Bu nedenle „sıkı gümrük duvarları ile korunma“ çok gerilerde kaldı.

Emperyalist rekabetin sermaye birikimine koşut olarak keskinleşmesi, sermaye yoğun üretimi de, yani teknolojik gelişmeyi de tetikleyici rol oynamaktadır. Sermaye yoğun üretim kar oranını azaltıcı bir yanı vardır. Emek yoğun üretimden her uzaklaşma ve sermaye yoğun üretimi kaçınımaz kıldığından, kapitalistin kar oranında yükselen bir azalma ortaya çıkmaktadır. Bu da burjuvaziyi daha fazla sermaye yoğun üretime (teknolojik gelişmeyi olabildiğince üst sınıra çekme eğilimi taşımakta) ve aşırı üretime itmektedir. Bu çıkmaz döngü, kapitalist krizleri daha da sıklaştırıcı bir rol oyanamaktadır. Özellikle 1980‘lerden sonra bu döngü sesas hale gelmiştir.

Kapitalizmin emperyalizme evrilmesi ve emperyalist sürecin (kapitalizmin  derinlemesine)  ilerlemesi ve gelişmesiyle, mülksüzleştirilmeyen köylü ya da küçük üretici neredeyse kalmamıştır, varsa da çok az kalmıştır. Toplum bütünüyle mülksüzleştirilerek, yaşam alanları, yani yaşamak için üretim yapacağı, yaşamını yeniden ve yeniden üreteceği bütün alanlar, sermaye sahiplerinin eline ve kontrolüne geçmiş ve kendi özel mülkiyetleri haline getirimişlerdir. Hatta, kapitalizm o denli vahşileşmiştir ki, Amazon ormanlarının derinliklerinde, kapitalizmin kontrolü dışında kalmış birkaç kabilenin bir avuç içi büyüklüğünde denebilecek yaşam alanlarına gözünü dikmiştir.  Şimdi sıra, mülksüzleştilenlerin mülksüzleştirilmesine gelmiştir. Mülksüzleştirilerek sermaye sınıfının emrinde işçi ordusu haline getirilenlerin sonuna gelinmiştir.  Bu süreç, aynı zamanda, kapitalizmin işçi sınıfı nüfusunu üretemez eğilimi içine girmesinin de beraberinde getirmiştir.

Her toplumsal sistem, doğuşunda, içinden çıktığı toplumdan daha ileri olması nedeniyle, kendi toplumsal nüfusunu üreterek ekonomi-politikasını devam ettirebilir. Toplumsal sistemin kendi nüfusunu üretmesi,[1] üretim  güçleri karşısında üretim ilişkilerini yürütebiliyor olmasından ileri gelir. Eğer toplumsal sistem kendini varettiği (toplumsal olarak kendini ürettiği)  toplumsal nüfusunu üretemez sürecine girmişse; üretim güçleri karşısında iyice gericileşen üretim ilişkilerini devam ettirememesinden ileri gelir. Ve bu aynı zamanda, meta üretiminin de sonuna yaklaşıldığının ve kapitalist meta üretim sürecinin tıkandığı anlamına gelir. Bu, kapitalist toplumsal yapının sürdürülebilir oluşunun temelinin bütünüyle tahribatı demektir. Bugün kapitalist-emperyalist sistem kendi toplumsal nüfusunu  (işçi sınıfı, kapitalizmin esas toplumsal nüfusudur) üretemez eğilimi içine girmiştir. Bu, kapitalist-emperyalist sistemin, toplumsal bir sistem olarak, son sınırına geldiğinin ve yeni bir toplumsal sistemin doğuş  sancılarını fazlasıyla çektiğinin göstergesidir. Kapitalizmin bitiş ve sistem olarak çöküş sınırı burasıdır. Şimdi, sıra mülksüzleştirilenlerin mülksüzleştirilmesine gelmiştir.[2] Ancak, bu da, onun kurtuluşu değil, tersine, kapitalist toplumun inkarı olan sosyalizmin doğuşunun kaçınılmazlığının habercisidir.

Sermaye birikiminin yoğunlaşması, kapitalistin kapitalisti mülksüzleştirilmesi sürecinin hızlanmasını da beraberinde getirir. Bu, Marx’ın söylemiyle: „mülksüzletirenlerin mülksüzleştirilmesi“ sürecidir. Sermaye birikimi elbette mutlak bir şekilde işçi sınıfından artı-değerin gaspıyla oluşur. Ancak, kapitalist birikimin hızlanması ve büyümesi, sermaye birikiminin daha az ellerde yoğunlaşmasını (temerküzünü) koşullar. Bunun anlamı; büyüklerin küçükleri yutması, tekeller arasındaki rekabetten dolayı, büyük tekeller arasında birleşme yoluyla diğer tekelleri yok etme, sermayenin sermayeye el koyarak temerküz   sürecinin hızlanması demektir. Bugün, bu süreç daha da hızlanmıştır. Bu, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesidir.[3] Bu devasa sermaye birikimi ve temerküzü, kapitalizmin tarihsel gericiliğini de en üst sınıra çekerek, can çekişmesini en üst noktasına, daha doğrusu, onu ölüm sınırına getirmiştir.

Kapitalizmin gericiliği sermaye birikimiyle koşuttur. Sermaye birikimi ve temerküzü arttıkça gericileşme ve toplumsal tahrip oranı da yükselir. İnsani tahrip, doğanın tahrip edilmesinden ayrı değildir. Kapitalizm işçi ve doğayı aynı oranda sömürür ve tahrip eder. Bugün gelinen aşama ise, doğanın kapitalist üretim tarafından tahribi, artık, tüm canlıların varlık-yokluk sorunu haline gelmiştir. Diğer etmenler ve tehlikeler bir yana, doğanın ekolojik dengesinin geri dönüşümsüz bir şekilde bozulması, canlı (insan da dahil) yaşamın yok edilmesi sürecine girilmiştir.[4]

Toplumun bütünüyle mülksüzleştirilmesi, toplumsal sistem olarak kendi nüfusunu üretemez oluşu, ve sıranın mülksüzleştirilenlerin mülksüzleştirilmesine gelmesi, doğanın ekolojik dengesinin bozulması ve tüm canlı yaşamın tehlike altında oluşu, esas olarak bütün bunlar nedeniyle kapitalizmin sürdürülebilir yanı kalmamıştır. Artık kapitalist-emperyalist sistemin ölüm çanları daha hızlı çalmaya başlamışır.

Dünyanın, 500 büyük emperyalist tekelin egemenliğinde oluşu, dünya ekonomisine (ve elbette siyasetine) bunların karar vermesi, mülksüzleştirilenlerin mülksüzleştirilme sürecinin en tipik gösterge olgusudur. Bu aynı zamanda kapitalizmin emperyalist evresinin bütünüyle dünyaya egemen olduğunu, emperyalist ekonominin yasalarının egemen kılınmasını da beraberinde getirmiştir.

Üretimin uluslararasılşaması ve kapitalizmin alabildiğine gelişmesi, yeni emperyalist ülkelerin de -kapitalist gelişmenin kendi diyalektiği içinde- her geçen gün çoğalarak ortaya çıkmasını da kaçınılmaz kılmıştır. Bugün dünyada 50‘yi aşkın emperyalist ülke vardır ve her geçen gün bunlara yenileri eklenerek devam etmektedir.

Yeni emperyalist ülkelerin doğuşu ve gelişmesi, emperyalist sermaye birikimi ve temerküzünün büyüklüğünden ayrı ele alınamaz.[5]  1960 yılında dünyanın GSYH toplam büyüklüğü 1 trilyon 390 milyar ABD doları iken, 2023 yılı sonu itibariyle 104 trilyon ABD dolarını aşmıştır. Yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkışı, kapitalizmin gelişmi ile doğru orantılı olurken, aynı zamanda emperyalistler arası çelişmeyi de keskinleştirmiş ve emperyalist kutuplaştırmaları artırmıştır. Hegomanya savaşı kıran kırana sürmektedir. Ve bu süreç, yeni bir emperyalist paylaşım savaşı tehlikesini artırmış ve hatta kaçınılmaz kılarken, aralarındaki  hegomanya çelişkisinin keskinliği, olası savaşı, atom savaşı düzeyine çıkarma olasılığını artırmıştır. Bu da  emperyalist sermaye birikiminin artık dünyayı yok etme eğilimi içine girdiğini ve emperyalistlerin „barış içinde birarada yaşama“ sürecin kapandığının işareti olarak görülmelidir. Özellikle „mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilme“ sürecinin hızlanması ve kapitalizmin kendi toplumsal nüfusu olan  işgücü nüfusunu üretememesi emperyalist sistemin birbiriyle „barış“ sürecini de kapatmıştır. Bu aynı zamanda kapitalizmin artık sürdürülemez oluşunun bir başka göstergesidir.

 Faşizm ve Göçmenlik

Emperyalist sistem, gelinen aşamada iyice gericileşmiş ve hemen hemen bütün ülkelerde faşizmi egemen kılmak için yoğun bir çaba harcamaktadır. Faşizmin merkezi bu kez salt Avrupa ile sınırlı kalmayıp ABD ve diğer ülkeleri de sarmışa benziyor. Emperyalist burjuvazinin ekonomik ve siyasl krizi aşmak için her zaman faşizmi desteklemiştir. Çünkü işçi sınıfı ve emekçileri baskı altına alarak, kendi sisyasal sistemlerini idame ettirme, krizleri aşma olasılığını ancak bu yöntemle çözebileceklerini sanıyorlar. İster istemez sınıfsal çıkarları onlara faşist rejimleri egemen kılma yolunu gösteriyor.

Emperyalist burjuvazinin gercileşmekten başka çaresi yoktur. Sermayenin temerküzü, keskinleşen rekabet, işgücü nüfusunu üretememe, ve dayandığı iki sömürü kayanağı olan doğa ve işçinin tükenmesi, onu daha da gericileştiren nesnel oluglardır.

Emperyalist burjuvazi, sermaye birikiminin yolunu ve kendi aralarındaki rekabet savaşını faşizme baş vurarak çözebileceğini sanıyor, ancak, işçi sınıfının nesnel devrimci oluşunu, üretici güçlerin en temel öğesi olduğunu ve üretimdeki yeri nedeniyle sistem ile uzlaşmaz bir çelişme içinde olduğunu unutuyor ya da gerici şiddetle her şeyi çözebileceğini sanıyor.

İşçi sınıfı ve kitlelerin büyük bir bölümü faşist demogojilerle bir yere kadar susturulabilir, ama esas olarak bu uzun vadeli olamaz. Faşizmin tekelci burjuvazinin hizmetinde olduğunu işçi sınıfı  ve emkçiler kısa zaman içinde anlayacaktır. Çünkü faşizm kitlelere refah değil, tekelci burjuvazinin refahı için, işçi sınıfı ve emekçilere baskı ve daha fazla yoksullaşmadan başka bir şey veremez. Başka kanıtlara gerek yok, tarihsel olarak bu bilinen bir acı gerçektir.

Faşizmin bölücü, kutuplaştırıcı, kriminalize edişi, kadın düşmanlığı, cinsiyetçiliği ve milliyetçiliği ile burjuvazi, kendi sistemini kurtaramayacaktır. Bugün, göçmenler üzerinden yürüttüğü faşist politikalar, özünde kendi beynine sıktığı kurşundan başka bir şey olmayacaktır. Çünkü, bütün emperyalist ülkelerin, gelinen aşamada (kendi işgücü nüfusunu üretemez oluşu nedeniyle) göçmenlere doğrudan gereksinimi vardır. Sadece ABD’de 13 milyon kaçak göçmen işçi çalıştırılmakatdır.[6] Göçmen olmazsa üretim için sermaye birikimi için yeterli işgücü de olmayacaktır. İşgücü potansiyelin olduğu ülkelere üretimin daha fazla kaydırılması tekeller için yeterli bir çözüm değildir. Emperyalist ülkelerdeki göçmenler, yoksullaşmanın, işsiz kalmanın nedeni değil, tersine kapitalist üretimin devamı için olmazsa olmazdır. Bunu bilmesine biliyorlar. Bu nedenle de dışarıdan işgücü çekmek için yasalarını değitiriyorlar. Örneğin, İtalya’nın faşist başbakanı Meloni, yeni 425 bin göçmen işçi almak için yeni yasa çıkarmıştır.[7] Çünkü kapitalist tekellerin yeni işgücüne gereksinmleri herzamankinden daha da fazladır. Alman burjuvazisi, ekonomilerini sürdürebilmek için  yılda en az birmilyon göçmene gereksinim duyduklarını ifade ediyorlar.[8]

Yeni emperyalist Türkiye gibi ülkeler dahi, yabancı işçiye gereksinim duyuyor ve bu nedenle Suriyeli, Afrikalı, Asyalı (daha çok da Afganlı) göçmen işçileri köle gibi çalıştırıyorlar. Öbür yandan ise, „işçiyi işçiye kırdırma“ politikası ile, göçmen (özellikle Suriyeli) düşmanlığı üzerinden iktidarlarını sürdürmeye çalışıyorlar.

Emepryalist burjuvazi „düzensiz göç“lerden rahatsızmış. 1960‘lardaki gibi „dişlerine bakarak“ almak istiyorlar. Ama, o süreçler çok gerilerde kaldı ve kapitalizmin tahribatı ve yıkımı her yerde kat be kat arttı. Mülksüzleştirilmiş, topraksız, işsiz ve yurtsuz bırakılmış kitleler dalgalar halinde oradan oraya savrulmaktadır.

Ve artık, esas olarak da emperyalist ülkeler, demografik yapı açısından hiç de 1930‘lardaki gibi „homejen“ değil, tersine giderek hetorejenleşen bir demografik yapıya sahipler.[9] Bunun, üretimin uluslararsılşaması, sermayenin temerküzü ve kapitalizmin kendi işgücü nüfusunu üretemez oluşuyla doğrudan ilgisi olduğu gibi, kapitalizmin bütün ülkeleri, esas olarak da yarı-sömürge ülkelerin doğal yapısını ve doğayı tahrip etmesi, bölgsel çatışma ve savaşları körüklemesiyle doğrudan ilişkisi vardır. Kapitalizm, kendi kozmopolit üretim yapısını ve ilişkilerini ülkelerin demogrofik yapısına yansıtması ve kendisine benzetmesi onun doğal bir eğilimidir.

Sosyalizm Yarından Da Yakın

Evet, kapitalizm tarihi bir toplumsal kırılma yaşarken, toplum bu çöküş ve bitişin üzerinde kendini yeniden, ama daha ileri bir noktada sosyalizmi inşa ederek kendini daha ileri bir noktada varedecektir.

Emperyalist sistemin taşıdığı çelişmeler 1917‘lerin çok çok ilerisindedir. O gün savaş ve ekonomik krizlerle kendi çelişmelerini çözebilecek üretim ilişkilerine sahip iken, yukarıda saydığım nedenlerle, bugün bunu yitirmişlerdir.  Ve uluslararası proletarya da dünün nicel olarak cılız proletarayası değildir. Üretimin uluslararsılaşmasıyla devasa bir uluslararsı sanayii proletaryası doğmuştur. Dün 1917 devrimin sesine güçlü ses veremediler. Ama bugün, üretimin uluslararasılaşmasıyla, birlik içinde hareket ederek kendi kaderlerini kendi ellerine alacak duruma gelmişlerdir. Bu devrimin uluslarası niteliğini daha da öne çıkarmıştır.

Dünya, özellikle, 2000‘lerin başından beri yoğun bir kitlesel mücadelelere tanıklık etmektedir. 2011 yılında Kuzey Afrika halklarının kalkışmasının üzerinden fazla bir zaman geçmeden, ayaklanmalar, zaman içinde, neredeyse dünyanın çoğu ülkelerine yayılmıştır. Emperyalist ülkeler ve emperyalizmin yıkıma uğrattığı ülke halkları ve işçi sınıfı, emperyalist yıkıma karşı ayağa kalkmışlardır. 2017 yıllarında Avrupa işçi sınıfı ve emekçikleri ayağa kalkarken, 2018 son ayları ve  2019 yılının başlarında da tam 40 ülkede[10] aynı anda ya da aynı aylarda ayaklanmalar olmuştur.

Kapitalizmin karamsarlığı içine gömülenler ya da ona teslim olanlar, kitlelerin bu devasa devrimci kalkışmalarını görmezden gelmeyi seçerek, ruhlarını burjuvaziye teslim ediyorlar. Neredeyse, „sosyalizm öldü yaşasın kapitalizm“ diyecekler. Oysa, ölen kapitalizmdir. Kapitalizm bu yüzyılı çıkaramayacaktır. Bütün ekonomik, siyasal ve sosyal gelişmeler bunun böyle olacağının göstermektedir.

Bütün bu gerçeklere rağmen, elbette kapitalizm kendiliğinden ölmeyecektir. Ölü yatağında insanlığı ve doğayı çürütmeye devam edecektir, ta ki, işçi sınıfı ve emekçiler tarafından mezarı kazılıp üstü toprakla kapatılana kadar…

Önümüzdeki süreç  zorlu kavgalara gebe. Emperyalistler arasındaki çıkması kaçınılmaz gibi gözüken savaş, dünyayı çok büyük bir tehlikenin -atom savaşı- içine sokacağı bir gerçektir. Diğer  yandan doğanın tahribatının yüksek olması ve ekolojik dengenin bozulması nedenyile, doğal felaketlerin canlı yaşamı yok etme düzeyine gelmesi, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin aciliyetini bir o kadar zorunlu kılmaktadır. Emperyalist burjuvazi, işçi sınıfının mücadelesine karşı ne kadar zora başvurursa vursun, uluslararsı işçi sınıfı emperyalist yıkımlar üzerinden yeni bir sosyalist dünya inşa edecek güce ve azime sahiptir.

20.07.2024

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/kapitalist-toplumsal-bir-kirilma-ve-yeniden-tarihi-yeni-bir-toplumsal-surec

 


[1]      Bkz. Yusuf Köse, „Dijitalleşme: İşçinin Üretim Sürecinin Denetleyicisi ve Düzenleyicisi Olacağı Tarih“, Nisan Yayımcılık, 2023

[2]      Bu konuda bkz. Yusuf KöseEmperyalist Türkiye,

[3]      https://www.pwc.com/gx/en/services/deals/trends.html. 2023 ve 2024 ilk altı ayında „satın alma ve birleşme“lerde 2021 yılına göre bir düşüş yaşanmasının nedeni ise, Rusya-Ukrayna savaşı ve emperyalist savaş tehlikesinin artmasının neden olduğu ileri sürülüyor. (YK) Ve ayrıca, dünya servet dağılımını incelediğimizde, mülksüzleştirilenlerin mülksüzleştirilmesi olayını daha net olarak görebiliriz. Bkz.  Dünya Servet Raporu 2024 (https://www.ubs.com/global/en/wealth-management/insights/global-wealth-report.html)

[4]      Bu konuda en iyi bilimsel kaynak: MLPD’nin çıkardığı, Stefan Engel’in „Die Globalle Katastrophe hat begonnen“ (Küresel Doğal Felaket Başlamıştır) araştırmasıdır.

[5]      Bkz. Stefan Engel, Yeni Emperyalist Ülkelerin Oluşumu, El Yayınları

[6]      https://budget.house.gov/imo/media/doc/the_cost_of_illegal_immigration_to_taxpayers.pdf

[7]      https://mediendienst-integration.de/artikel/italien-will-mehr-arbeitsmigranten-weniger-gefluechtete.html

[8]      Alman İşçi Ajansı başkanı Andrea Nahles (SPD eski başkanı ve eski çalışma bakanı); „yılda 400 bin işçi için en az bir milyon göçmene ihtiyacımız var“ dedi. https://taz.de/Jobaussichten-fuer-Arbeitnehmer/!5334558/

[9]      Federal Almanya İstatistik Dairesi, 2060 yılında, Almanya’da almanların azınlığa düşeceğini hesaplamış.

[10]     https://www.indyturk.com/node/dünya-alev-aldi-küresel-eylemlerle-ısınan-40-ülke-40-isyan-3

 

 

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)