Kapitalist
emperyalist sistem, önceki bunalım ve çelişmelerinden farklı olarak,,
kendisinin taşıyamayacağı ve çözemeyeceği sistem içi yapısal
ekonomik ve siyasal çelişmeler ile karşı karşıya kaldığı bir sürecin içine
girmiştir. Bir taraftan yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkışıyla (ki, bu;
kapitalizmin ala bildiğine gelişmesi, genişlemesi, üretimin ve sermayenin
alabildiğine temerküzü ve de mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi sürecinin
de ilerlediği anlamına gelir) kendini yeniden üretemez olan bir sürecin içine
girmiştir.
Bunların neler olduğunu kısa olarak açalım:
Kapitalist sermaye birikimi, tarihsel sınırlarına
dayanmıştır. Bugün kapitalizmin ulaşmadığı, tahrip etmediği dünya yüzeyinde
herhangi bir toprak parçası, yerleşim yeri kalmamıştır. Üretim alabildiğine
uluslararsılşmıştır. Artık tek tek emperyalist tekeller, sadece birkaç ülkede
değil, nerede ne üreteceğini programlamakta ve üretimi daha da yagınlaştırmaktadır.
Ama öbür yandan tekellerin birbirine karşı keskin ve ölümcül rekabeti,
birbirine karşı gümrük duvarlarını da kaçınımaz olarak gündeme getirmekte ve
serbest dolaşımı daraltmaya çalışmaktadır. Bu tavır, üretimin
uluslararsılaşmasıyla çelişmektedir. Bir emperyalist tekel için ise, gelinen
süreçte, üretimin uluslararsılaşmış haliyle ayakta kalabilir. Ya da bugün,
kapitalizm, üretimin uluslararasılaşmış haliyle kendini varedebilir. Dar ulusal
çitler içine kapitalizm kendini hapsedemez. O süreç, esas olarak, kapitalizmin
emperyalist aşamaya gelmediği dönemin politikasıydı. Bu nedenle „sıkı gümrük
duvarları ile korunma“ çok gerilerde kaldı.
Emperyalist rekabetin sermaye birikimine koşut
olarak keskinleşmesi, sermaye yoğun üretimi de, yani teknolojik gelişmeyi de
tetikleyici rol oynamaktadır. Sermaye yoğun üretim kar oranını azaltıcı bir
yanı vardır. Emek yoğun üretimden her uzaklaşma ve sermaye yoğun üretimi
kaçınımaz kıldığından, kapitalistin kar oranında yükselen bir azalma ortaya
çıkmaktadır. Bu da burjuvaziyi daha fazla sermaye yoğun üretime (teknolojik
gelişmeyi olabildiğince üst sınıra çekme eğilimi taşımakta) ve aşırı üretime
itmektedir. Bu çıkmaz döngü, kapitalist krizleri daha da sıklaştırıcı bir rol
oyanamaktadır. Özellikle 1980‘lerden sonra bu döngü sesas hale gelmiştir.
Kapitalizmin emperyalizme evrilmesi ve emperyalist
sürecin (kapitalizmin derinlemesine) ilerlemesi ve gelişmesiyle,
mülksüzleştirilmeyen köylü ya da küçük üretici neredeyse kalmamıştır, varsa da
çok az kalmıştır. Toplum bütünüyle mülksüzleştirilerek, yaşam alanları, yani
yaşamak için üretim yapacağı, yaşamını yeniden ve yeniden üreteceği bütün
alanlar, sermaye sahiplerinin eline ve kontrolüne geçmiş ve kendi özel
mülkiyetleri haline getirimişlerdir. Hatta, kapitalizm o denli vahşileşmiştir
ki, Amazon ormanlarının derinliklerinde, kapitalizmin kontrolü dışında kalmış
birkaç kabilenin bir avuç içi büyüklüğünde denebilecek yaşam alanlarına gözünü
dikmiştir. Şimdi sıra, mülksüzleştilenlerin mülksüzleştirilmesine
gelmiştir. Mülksüzleştirilerek sermaye sınıfının emrinde işçi ordusu haline
getirilenlerin sonuna gelinmiştir. Bu süreç, aynı zamanda, kapitalizmin
işçi sınıfı nüfusunu üretemez eğilimi içine girmesinin de beraberinde
getirmiştir.
Her toplumsal sistem, doğuşunda, içinden çıktığı
toplumdan daha ileri olması nedeniyle, kendi toplumsal nüfusunu üreterek
ekonomi-politikasını devam ettirebilir. Toplumsal sistemin kendi nüfusunu
üretmesi,[1] üretim
güçleri karşısında üretim ilişkilerini yürütebiliyor olmasından ileri gelir.
Eğer toplumsal sistem kendini varettiği (toplumsal olarak kendini
ürettiği) toplumsal nüfusunu üretemez sürecine girmişse; üretim güçleri
karşısında iyice gericileşen üretim ilişkilerini devam ettirememesinden ileri
gelir. Ve bu aynı zamanda, meta üretiminin de sonuna yaklaşıldığının ve
kapitalist meta üretim sürecinin tıkandığı anlamına gelir. Bu, kapitalist
toplumsal yapının sürdürülebilir oluşunun temelinin bütünüyle tahribatı
demektir. Bugün kapitalist-emperyalist sistem kendi toplumsal nüfusunu (işçi sınıfı, kapitalizmin esas toplumsal nüfusudur)
üretemez eğilimi içine girmiştir. Bu, kapitalist-emperyalist sistemin,
toplumsal bir sistem olarak, son sınırına geldiğinin ve yeni bir toplumsal
sistemin doğuş sancılarını fazlasıyla çektiğinin göstergesidir. Kapitalizmin bitiş ve sistem olarak çöküş sınırı burasıdır. Şimdi,
sıra mülksüzleştirilenlerin mülksüzleştirilmesine gelmiştir.[2] Ancak, bu da, onun kurtuluşu değil, tersine, kapitalist
toplumun inkarı olan sosyalizmin doğuşunun kaçınılmazlığının habercisidir.
Sermaye birikiminin yoğunlaşması, kapitalistin
kapitalisti mülksüzleştirilmesi sürecinin hızlanmasını da beraberinde getirir.
Bu, Marx’ın söylemiyle:
„mülksüzletirenlerin mülksüzleştirilmesi“ sürecidir. Sermaye
birikimi elbette mutlak bir
şekilde işçi sınıfından artı-değerin gaspıyla oluşur. Ancak, kapitalist
birikimin hızlanması ve büyümesi, sermaye birikiminin daha az ellerde
yoğunlaşmasını (temerküzünü) koşullar. Bunun anlamı; büyüklerin küçükleri
yutması, tekeller arasındaki rekabetten dolayı, büyük tekeller arasında
birleşme yoluyla diğer tekelleri yok etme, sermayenin sermayeye el koyarak
temerküz sürecinin hızlanması demektir. Bugün, bu süreç daha da
hızlanmıştır. Bu, mülksüzleştirenlerin
mülksüzleştirilmesidir.[3] Bu
devasa sermaye birikimi ve temerküzü, kapitalizmin tarihsel gericiliğini de en
üst sınıra çekerek, can çekişmesini en üst noktasına, daha doğrusu, onu ölüm
sınırına getirmiştir.
Kapitalizmin gericiliği sermaye birikimiyle
koşuttur. Sermaye birikimi ve temerküzü arttıkça gericileşme ve toplumsal
tahrip oranı da yükselir. İnsani tahrip, doğanın tahrip edilmesinden ayrı
değildir. Kapitalizm işçi ve doğayı aynı oranda sömürür ve tahrip eder. Bugün
gelinen aşama ise, doğanın kapitalist üretim tarafından tahribi, artık, tüm
canlıların varlık-yokluk sorunu haline gelmiştir. Diğer etmenler ve tehlikeler
bir yana, doğanın ekolojik dengesinin geri dönüşümsüz bir şekilde bozulması,
canlı (insan da dahil) yaşamın yok edilmesi sürecine girilmiştir.[4]
Toplumun bütünüyle mülksüzleştirilmesi, toplumsal
sistem olarak kendi nüfusunu üretemez oluşu, ve sıranın mülksüzleştirilenlerin
mülksüzleştirilmesine gelmesi, doğanın ekolojik dengesinin bozulması ve tüm
canlı yaşamın tehlike altında oluşu, esas olarak bütün bunlar nedeniyle kapitalizmin sürdürülebilir yanı kalmamıştır.
Artık kapitalist-emperyalist sistemin ölüm çanları daha hızlı çalmaya
başlamışır.
Dünyanın, 500 büyük emperyalist tekelin
egemenliğinde oluşu, dünya ekonomisine (ve elbette siyasetine) bunların karar
vermesi, mülksüzleştirilenlerin mülksüzleştirilme sürecinin en tipik gösterge
olgusudur. Bu aynı zamanda kapitalizmin emperyalist evresinin bütünüyle dünyaya
egemen olduğunu, emperyalist ekonominin yasalarının egemen kılınmasını da
beraberinde getirmiştir.
Üretimin uluslararasılşaması ve kapitalizmin
alabildiğine gelişmesi, yeni emperyalist ülkelerin de -kapitalist gelişmenin
kendi diyalektiği içinde- her geçen gün çoğalarak ortaya çıkmasını da
kaçınılmaz kılmıştır. Bugün dünyada 50‘yi aşkın emperyalist ülke vardır ve her
geçen gün bunlara yenileri eklenerek devam etmektedir.
Yeni emperyalist ülkelerin doğuşu ve gelişmesi,
emperyalist sermaye birikimi ve temerküzünün büyüklüğünden ayrı ele alınamaz.[5]
1960 yılında dünyanın GSYH toplam büyüklüğü 1 trilyon 390 milyar ABD doları
iken, 2023 yılı sonu itibariyle 104 trilyon ABD dolarını aşmıştır. Yeni
emperyalist ülkelerin ortaya çıkışı, kapitalizmin gelişmi ile doğru orantılı
olurken, aynı zamanda emperyalistler arası çelişmeyi de keskinleştirmiş ve
emperyalist kutuplaştırmaları artırmıştır. Hegomanya savaşı kıran kırana
sürmektedir. Ve bu süreç, yeni bir emperyalist paylaşım savaşı tehlikesini
artırmış ve hatta kaçınılmaz kılarken, aralarındaki hegomanya
çelişkisinin keskinliği, olası savaşı, atom savaşı düzeyine çıkarma olasılığını
artırmıştır. Bu da emperyalist sermaye birikiminin artık dünyayı yok etme
eğilimi içine girdiğini ve emperyalistlerin „barış içinde birarada yaşama“
sürecin kapandığının işareti olarak görülmelidir. Özellikle „mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilme“ sürecinin
hızlanması ve kapitalizmin kendi toplumsal nüfusu olan işgücü nüfusunu üretememesi emperyalist
sistemin birbiriyle „barış“ sürecini de kapatmıştır. Bu aynı zamanda
kapitalizmin artık sürdürülemez oluşunun bir başka göstergesidir.
Faşizm ve Göçmenlik
Emperyalist sistem, gelinen aşamada iyice
gericileşmiş ve hemen hemen bütün ülkelerde faşizmi egemen kılmak için yoğun
bir çaba harcamaktadır. Faşizmin merkezi bu kez salt Avrupa ile sınırlı
kalmayıp ABD ve diğer ülkeleri de sarmışa benziyor. Emperyalist burjuvazinin
ekonomik ve siyasl krizi aşmak için her zaman faşizmi desteklemiştir. Çünkü
işçi sınıfı ve emekçileri baskı altına alarak, kendi sisyasal sistemlerini
idame ettirme, krizleri aşma olasılığını ancak bu yöntemle çözebileceklerini
sanıyorlar. İster istemez sınıfsal çıkarları onlara faşist rejimleri egemen
kılma yolunu gösteriyor.
Emperyalist burjuvazinin gercileşmekten başka çaresi yoktur.
Sermayenin temerküzü, keskinleşen rekabet, işgücü nüfusunu üretememe, ve
dayandığı iki sömürü kayanağı olan doğa ve işçinin tükenmesi, onu daha da
gericileştiren nesnel oluglardır.
Emperyalist burjuvazi, sermaye birikiminin yolunu ve
kendi aralarındaki rekabet savaşını faşizme baş vurarak çözebileceğini sanıyor,
ancak, işçi sınıfının nesnel devrimci oluşunu, üretici güçlerin en temel öğesi
olduğunu ve üretimdeki yeri nedeniyle sistem ile uzlaşmaz bir çelişme içinde
olduğunu unutuyor ya da gerici şiddetle her şeyi çözebileceğini sanıyor.
İşçi sınıfı ve kitlelerin büyük bir bölümü faşist
demogojilerle bir yere kadar susturulabilir, ama esas olarak bu uzun vadeli
olamaz. Faşizmin tekelci burjuvazinin hizmetinde olduğunu işçi sınıfı ve
emkçiler kısa zaman içinde anlayacaktır. Çünkü faşizm kitlelere refah değil,
tekelci burjuvazinin refahı için, işçi sınıfı ve emekçilere baskı ve daha fazla
yoksullaşmadan başka bir şey veremez. Başka kanıtlara gerek yok, tarihsel
olarak bu bilinen bir acı gerçektir.
Faşizmin bölücü, kutuplaştırıcı, kriminalize edişi,
kadın düşmanlığı, cinsiyetçiliği ve milliyetçiliği ile burjuvazi, kendi
sistemini kurtaramayacaktır. Bugün, göçmenler üzerinden yürüttüğü faşist politikalar,
özünde kendi beynine sıktığı kurşundan başka bir şey olmayacaktır. Çünkü, bütün
emperyalist ülkelerin, gelinen aşamada (kendi
işgücü nüfusunu üretemez oluşu nedeniyle) göçmenlere doğrudan
gereksinimi vardır. Sadece ABD’de 13 milyon kaçak göçmen işçi
çalıştırılmakatdır.[6] Göçmen
olmazsa üretim için sermaye birikimi için yeterli işgücü de olmayacaktır.
İşgücü potansiyelin olduğu ülkelere üretimin daha fazla kaydırılması tekeller
için yeterli bir çözüm değildir. Emperyalist ülkelerdeki göçmenler,
yoksullaşmanın, işsiz kalmanın nedeni değil, tersine kapitalist üretimin devamı
için olmazsa olmazdır. Bunu bilmesine biliyorlar. Bu nedenle de dışarıdan
işgücü çekmek için yasalarını değitiriyorlar. Örneğin, İtalya’nın faşist
başbakanı Meloni, yeni 425 bin göçmen işçi almak için yeni yasa çıkarmıştır.[7] Çünkü
kapitalist tekellerin yeni işgücüne gereksinmleri herzamankinden daha da
fazladır. Alman burjuvazisi, ekonomilerini sürdürebilmek için yılda en az
birmilyon göçmene gereksinim duyduklarını ifade ediyorlar.[8]
Yeni emperyalist Türkiye gibi ülkeler dahi, yabancı
işçiye gereksinim duyuyor ve bu nedenle Suriyeli, Afrikalı, Asyalı (daha çok da
Afganlı) göçmen işçileri köle gibi çalıştırıyorlar. Öbür yandan ise, „işçiyi
işçiye kırdırma“ politikası ile, göçmen (özellikle Suriyeli) düşmanlığı
üzerinden iktidarlarını sürdürmeye çalışıyorlar.
Emepryalist burjuvazi „düzensiz göç“lerden
rahatsızmış. 1960‘lardaki gibi „dişlerine bakarak“
almak istiyorlar. Ama, o süreçler çok gerilerde kaldı ve kapitalizmin tahribatı
ve yıkımı her yerde kat be kat arttı. Mülksüzleştirilmiş, topraksız, işsiz ve
yurtsuz bırakılmış kitleler dalgalar halinde oradan oraya savrulmaktadır.
Ve artık, esas olarak da emperyalist ülkeler,
demografik yapı açısından hiç de 1930‘lardaki gibi „homejen“ değil, tersine
giderek hetorejenleşen bir demografik yapıya sahipler.[9] Bunun,
üretimin uluslararsılşaması, sermayenin temerküzü ve kapitalizmin kendi işgücü
nüfusunu üretemez oluşuyla doğrudan ilgisi olduğu gibi, kapitalizmin bütün
ülkeleri, esas olarak da yarı-sömürge ülkelerin doğal yapısını ve doğayı tahrip
etmesi, bölgsel çatışma ve savaşları körüklemesiyle doğrudan ilişkisi vardır.
Kapitalizm, kendi kozmopolit üretim yapısını ve ilişkilerini ülkelerin
demogrofik yapısına yansıtması ve kendisine benzetmesi onun doğal bir
eğilimidir.
Sosyalizm Yarından Da Yakın
Evet, kapitalizm tarihi bir toplumsal kırılma
yaşarken, toplum bu çöküş ve bitişin üzerinde kendini yeniden, ama daha ileri
bir noktada sosyalizmi inşa ederek kendini daha ileri bir noktada varedecektir.
Emperyalist sistemin taşıdığı çelişmeler 1917‘lerin çok
çok ilerisindedir. O gün savaş ve ekonomik krizlerle kendi çelişmelerini
çözebilecek üretim ilişkilerine sahip iken, yukarıda saydığım nedenlerle, bugün
bunu yitirmişlerdir. Ve uluslararası proletarya da dünün nicel olarak
cılız proletarayası değildir. Üretimin uluslararsılaşmasıyla devasa bir
uluslararsı sanayii proletaryası doğmuştur. Dün 1917 devrimin sesine güçlü ses
veremediler. Ama bugün, üretimin uluslararasılaşmasıyla, birlik içinde hareket
ederek kendi kaderlerini kendi ellerine alacak duruma gelmişlerdir. Bu devrimin
uluslarası niteliğini daha da öne çıkarmıştır.
Dünya, özellikle, 2000‘lerin başından beri yoğun bir
kitlesel mücadelelere tanıklık etmektedir. 2011 yılında Kuzey Afrika
halklarının kalkışmasının üzerinden fazla bir zaman geçmeden, ayaklanmalar,
zaman içinde, neredeyse dünyanın çoğu ülkelerine yayılmıştır. Emperyalist
ülkeler ve emperyalizmin yıkıma uğrattığı ülke halkları ve işçi sınıfı,
emperyalist yıkıma karşı ayağa kalkmışlardır. 2017 yıllarında Avrupa işçi
sınıfı ve emekçikleri ayağa kalkarken, 2018 son ayları ve 2019 yılının
başlarında da tam 40 ülkede[10] aynı
anda ya da aynı aylarda ayaklanmalar olmuştur.
Kapitalizmin karamsarlığı içine gömülenler ya da ona
teslim olanlar, kitlelerin bu devasa devrimci kalkışmalarını görmezden gelmeyi
seçerek, ruhlarını burjuvaziye teslim ediyorlar. Neredeyse, „sosyalizm öldü
yaşasın kapitalizm“ diyecekler. Oysa, ölen kapitalizmdir. Kapitalizm bu yüzyılı çıkaramayacaktır. Bütün
ekonomik, siyasal ve sosyal gelişmeler bunun böyle olacağının göstermektedir.
Bütün bu gerçeklere rağmen, elbette kapitalizm
kendiliğinden ölmeyecektir. Ölü yatağında insanlığı ve doğayı çürütmeye devam
edecektir, ta ki, işçi sınıfı ve emekçiler tarafından mezarı kazılıp üstü
toprakla kapatılana kadar…
Önümüzdeki süreç zorlu kavgalara gebe.
Emperyalistler arasındaki çıkması kaçınılmaz gibi gözüken savaş, dünyayı çok büyük
bir tehlikenin -atom savaşı- içine sokacağı bir gerçektir. Diğer yandan
doğanın tahribatının yüksek olması ve ekolojik dengenin bozulması nedenyile,
doğal felaketlerin canlı yaşamı yok etme düzeyine gelmesi, işçi sınıfı ve
emekçilerin mücadelesinin aciliyetini bir o kadar zorunlu kılmaktadır.
Emperyalist burjuvazi, işçi sınıfının mücadelesine karşı ne kadar zora
başvurursa vursun, uluslararsı işçi sınıfı emperyalist yıkımlar üzerinden yeni
bir sosyalist dünya inşa edecek güce ve azime sahiptir.
20.07.2024
https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/kapitalist-toplumsal-bir-kirilma-ve-yeniden-tarihi-yeni-bir-toplumsal-surec
[1]
Bkz. Yusuf Köse, „Dijitalleşme: İşçinin Üretim Sürecinin Denetleyicisi ve
Düzenleyicisi Olacağı Tarih“, Nisan Yayımcılık, 2023
[2]
Bu konuda bkz. Yusuf KöseEmperyalist Türkiye,
[3]
https://www.pwc.com/gx/en/services/deals/trends.html. 2023 ve 2024
ilk altı ayında „satın alma ve birleşme“lerde 2021 yılına göre bir düşüş
yaşanmasının nedeni ise, Rusya-Ukrayna savaşı ve emperyalist savaş tehlikesinin
artmasının neden olduğu ileri sürülüyor. (YK) Ve ayrıca, dünya servet
dağılımını incelediğimizde, mülksüzleştirilenlerin mülksüzleştirilmesi olayını
daha net olarak görebiliriz. Bkz. Dünya Servet Raporu 2024
(https://www.ubs.com/global/en/wealth-management/insights/global-wealth-report.html)
[4]
Bu konuda en iyi bilimsel kaynak: MLPD’nin çıkardığı, Stefan Engel’in „Die
Globalle Katastrophe hat begonnen“ (Küresel Doğal Felaket Başlamıştır)
araştırmasıdır.
[5]
Bkz. Stefan Engel, Yeni Emperyalist Ülkelerin Oluşumu, El Yayınları
[6]
https://budget.house.gov/imo/media/doc/the_cost_of_illegal_immigration_to_taxpayers.pdf
[7]
https://mediendienst-integration.de/artikel/italien-will-mehr-arbeitsmigranten-weniger-gefluechtete.html
[8]
Alman İşçi Ajansı başkanı Andrea Nahles (SPD eski başkanı ve eski çalışma
bakanı); „yılda 400 bin işçi için en az bir milyon göçmene ihtiyacımız var“
dedi. https://taz.de/Jobaussichten-fuer-Arbeitnehmer/!5334558/
[9]
Federal Almanya İstatistik Dairesi, 2060 yılında, Almanya’da almanların
azınlığa düşeceğini hesaplamış.
[10]
https://www.indyturk.com/node/dünya-alev-aldi-küresel-eylemlerle-ısınan-40-ülke-40-isyan-3