Malum olduğu üzere T.C. Devleti, bizzat sistemin
kendisinin yapısal olarak var ettiği ve artı olarak “Cumhur İttifakı”
iktidarının uygulaya geldiği ‘popülist’ politikalar sonucu, uzunca bir süreden
beridir emekçi halk yığınlarına hayatı çekilmez kıldıran ve keza kasayı adeta
‘tam takır’ sıfırlayan; çarkı döndürmek için ihtiyaç duyulan sermayeyi de bir
türlü sağlayamayan ve bunun çaresizliğiyle ‘kirli para’ kaynaklarına yönelerek,
uyuşturucu ticareti, insan kaçakçılığı ve kumar gibi ‘sektör’leri ellerinde bulunduran
çeşitli çete ve mafya gruplarıyla ‘gizli’ ittifak ve
pazarlıklar kurmak suretiyle devleti de mafyatik yöntemlerle yönetmeye zorlayan
çok ciddi bir ekonomik kriz sarmalında debelenmektedir.
Ekonomi ile siyaset arasında doğrudan
organik bir bağ olduğundan; birbirleri üzerinde ki etkileri de dolaylı değil,
direktir. Denklemde her ne kadar da alt yapının belirleyiciliği söz konusuysa
da fakat bu etki asla tek taraflı olmayıp; üst yapının da alt yapının gelişimi
üzerinde olumlu ve olumsuz olmak üzere iki yönlü etkisi illa ki söz konusudur.
Vardığı boyut ve kazandığı kronikleşme hali itibariyle
ekonomik kriz, kaçınılmaz olarak iktidarı bir ‘yönetememe krizi’ ile de karşı
karşıya bırakmış durumda. Bugün siyaset arenasında yaşanmakta olanlar da zaten bunun
doğrudan tezahürüdür denirse; bu, hiçte yanlış olmaz.
Artık “bıçak kemikte” dedirten türden yaşatılan
yoksunluğa, yoksulluğa ve derin sefalete karşı, halkın azımsanmayacak bir
çoğunluğu, tepkisini, 31 Mart Yerel Seçimlerinde ortaya koyarak; bunun birinci
dereceden sorumlusu olarak gördüğü Erdoğan’a güvensizliğini ilan ederek
cezalandırmıştır. Bunu, çok bariz bir şekilde, özellikle de adeta varlık yokluk
meselesine dönüştürüp, ne pahasına olursa olsun kazanma hırsıyla asıldığı ve
devletin tüm imkânlarını da kullanarak alanlara doğrudan indiği İstanbul
seçimlerinde görmek mümkün.
Yani ne yaparsa yapsın, ortaya çıkan yönetememe krizinin
artık hem halkın büyükçe bir bölüğünün gündemine girdiğini ve hem de gerek
parti ve gerekse iktidar ortağı parti ve çeşitli güç odakları arasındaki uyum
ve iç birliği ciddi şekilde sarstığını ve keza yerel ve uluslararası sermayenin
azımsanmayacak bir kesiminde oluşan büyük ürkü ve tedirginliği görüyor ve
biliyor.
İşte 31 Mart sonrası içine girilen “normalleşme”,
“yumuşama” ve “yeni anayasa yapalım” şeklindeki tüm bu yönelim, gayret ve
atılan/atılacak olan taklalar; aslında tamamen, hem yerel seçimlerle alınan
yenilgi ve güven yitimini ve hem de ‘iktidar erki’nde yaşanan yıkım ve itibar
kaybını belli ölçülerde telafi etme arayışının ifadeleridir.
Yani özetle Erdoğan; kendisini iktidarda tutacak olan
güçlerini yeninden tahkim etmek istiyor. Bunun için bir taraftan daha düne
kadar olabildiğince sekter, kopuşturucu ve dışlayıcı davranarak
“şeytanlaştırdığı” burjuva klikleri, ‘kanaat önderleri’, ayrı düştüğü eski yol
ve dava arkadaşları, ölümüne rakip ve hasım gördüğü siyasi parti ve etki sahibi
siyasi şahsiyetler ve çeşitli sermaye grupları arasında ‘normalleşme’
söylemiyle bir diyalog arayışına girerek; buradan bir güç devşirmeye
çalışıyorken; eş zamanlı olarak diğer taraftan da özellikle “devletin bekası”
histerisi etrafında bloklaşmış ırkçı faşist ‘derin devlet’ odaklarıyla
ittifakını koruyup sürdürme adına ve keza halkta oluşan öfke patlaması
tehdidine ve özgürlükçü Kürt siyasi hareketinin kontrol dışına çıkma
potansiyeline karşı da ‘sopa’yı elden bırakmayarak; gayretle, daha baskıcı bir
rotaya girmenin hazırlıkları ile meşgul.
Yani özetin özeti; olgusal gerçekliğin yalın ifadesi
bundan ibarettir.
Bu da demek olur ki genel anlamda emekçi halk
kesimlerini, Kürtleri, Alevileri, kadınları, ilerici demokrat, laik- seküler ve
sol-sosyalist kesimleri daha da zor ve çetin günler bekliyor.
Bu bakımdan, bir iç savaş olasılığını da göz önünde
bulundurarak, hiç zaman yitirmeden bütün bunlara karşı toplumu bilinçlendirerek
hazırlamak ve sürecin öznesi öncü güçlerin kendi kuvvetlerini buna uygun olarak
yeniden düzenleyip tahkim etmesi, zorunlu bir gereklilik olarak öne çıkıyor.