23 Ocak 2024 Salı

Komintern’in Kemalizm tahlili ve Tarihsel TKP’nin hiçleşmesi

Komintern, Sovyet dış politikasının bir aygıtına dönüştükçe, Kemalizm tahlilleri yaparken Kemalizm’i olumlamayı neredeyse hiç terk etmedi. Kemalizm’i sert eleştirdiği dönemlerde dahi Komintern’in resmi görüşü, Kemalizm’i tekelci burjuvazinin, komprador-işbirlikçi burjuvazinin siyasal temsilcisi olarak tanımlamadı.

“Deney gösterdi ki, tüm ülkeler için uluslar arası bir merkez bulunmamalı. Bu Marx’ın zamanında, Lenin’in zamanında ve şimdi görüldü.”(1)

J. Stalin, Mayıs 1943.

Tarihsel TKP’nin bütün siyasetlerinin ve yönelimlerinin ardında Komintern’in resmi tezleri bulunmaktadır. Şunu açıklıkla söyleyebiliriz: Genel olarak Tarihsel TKP’nin siyasal yaklaşımlarında hiçbir özgünlük bulunmamaktadır. Tarihsel TKP’nin olumlu ve olumsuz bütün eylemlerinde Komintern’in resmi tezlerinin izi vardır.

 

Bu nedenle Komintern’in Kemalizm değerlendirmeleri Türkiye komünist hareketi açısından yaşamsal, hatta daha doğru bir ifadeyle ölümcül bir öneme sahiptir. On Beşlerin katlini başlangıç kabul edersek, Komintern’in Tarihsel TKP’yi değil de, her zaman için Kemalizm’le sürdürdüğü siyasal ilişkiyi esas aldığı görülecektir. Tabii, Komintern’in bu siyasal pratiği, Komintern yöneticileri tarafından, muhtelif dönemlerde ideolojik-teorik bir gerekçeyle izah edilmiştir. Hatta belli dönemlerde TKP, bizzat Komintern yöneticileri tarafından “Kemalizm kuyrukçusu” olarak itham edilmiş ama aynı dönemde Sovyetler Birliği ile Kemalistlerin ittifakı sürmeye devam etmiştir.

 

Önemli ve belirleyici olan siyasal pratiktir. Yoksa her eyleme teorik-ideolojik bir gerekçe bulunabilir. Biz Komintern’in Kemalizm’e yaklaşımını da bu esasa dayanarak değerlendireceğiz.

 

Bunun dışında, Komintern’in Kemalizm tahlili yalnızca tarihsel değil, güncel anlamda da önem taşımaktadır. Çünkü Komintern’in herhangi bir meseleye ilişkin tutumu, birçok güncel tartışmaya da, hâlâ tarihsel referans olma niteliği taşıyor. Milliyetler meselesinden, siyasal ittifaklar meselesine kadar; Tarihsel TKP’yi Kemalizm karşısında hiçleştiren geleneksel tutum, bugün de Türkiye komünist hareketi içinde, hiç de zayıf olmayan bir biçimde kendisine güncel temsilciler bulabiliyor.

 

Bu nedenlerden dolayı, yazı boyunca sürdüreceğimiz tartışma; hem Komintern’in Kemalizm saplantısının Türkiye komünistlerinin siyaseten hiçleşmesinde ana nedeni olduğu iddiasını temellendirmeyi hem de komünist hareketin geçmişten gelen Kemalizm saplantısına karşı güncel bir hesaplaşma çağrısı yapmayı hedeflemektedir.

 

***

 

Komünist Enternasyonal, III. Enternasyonal ya da Komintern; II. Enternasyonal önderlerinin birinci emperyalist savaşta, ulusal-emperyalist hükümetlerini desteklediklerinden ötürü ve Ekim Devrimi’nden sonra dünya devrimini sürdürmek için 2 Mart 1919’da, Moskova’da kuruldu.

 

Lenin 1916’da yayınlanan Emperyalizm eserinde proleter devrimin Avrupa dışına kaydığını saptadı. Çünkü emperyalistler sömürgelerden elde ettikleri kârlarla kendi işçilerinin bir kısmını ihya ettiler. Engels’in 1844’te tespit ettiği, işçi sınıfı içinde işçi aristokrasisinin gelişmesi olgusu, Avrupa işçisini muhafazakârlaştırdı ve devrimci iddiadan uzaklaştırdı. Lenin bu yeni durum eşliğinde, 1917 yılında, Nisan Tezleri’nde yeni bir enternasyonalin gerektiğine işaret etti. Yeni duruma uygun, Avrupa’nın çeperlerinden ve yarı-sömürgelerden yükselecek devrimci hareketi yönetecek bir dünya devrimci partisi gerekiyordu.

 

Aslında Komintern’in kuruluşu eli kulağında olarak görülen Avrupa Devrimi nedeniyle aceleye geldi. Beklenen dünya devriminin derhal örgütsel bir yapıya kavuşması gerekliydi.

 

Komintern’in kurucu temsilcilerinin çoğunluğu Sovyetler Birliği Komünist Partisi(SBKP) üyesiydi.(2) Bu durum Komintern lağvedilene kadar değişmedi. Komintern’de her dönem, Zinovyev’den Dimitrov’a uzanan bütün süreçlerde SBKP ağırlığını korudu.

 

1919’da dünya devrimi ne denli yakın gibi gözüküyorsa da, Komintern başlangıçta zayıf ve sınırlı bir örgüttü. Rusya dışında Avrupa’da hesaba katılacak tek komünist güç, Alman komünistlerinin gücüydü. Ancak Alman komünistler de henüz olgunlaşmamış buldukları bu kuruluşa karşı olduklarını ortaya koyuyorlardı.(3)

 

Bu sırada, başta Lenin olmak üzere, bütün Bolşevik önderler gözlerini Almanya’dan ya da Fransa’dan gelecek devrim haberine dikti.

 

Lenin 22 Kasım 1919’da Bolşevik Parti’nin merkez bülteninde şunları söyledi:

 

“Çok açık bir gerçek ki, kesin zafer ancak dünyanın tüm ileri ülkelerindeki proletarya tarafından kazanılabilir. Biz Ruslar, Fransız ya da Alman proletaryasının sağlamlaştıracağı bir işe başlıyoruz. Ama ezilen tüm sömürge uluslarının, hepsinin önünde de Doğu uluslarının emekçi halklarının yardımı olmaksızın zafer elde edemeyeceklerini de biliyoruz.”(4)

 

Aslında Lenin devrimci dinamiğin gelişmesine ilişkin öncelik sıralaması yapıyordu, dünya devrimci ilerleyişine bir denklem sunuyordu. Rusya’daki hareket devrimin yürütücüsüydü ama dünya devrimi Fransız ya da Alman proletaryasının başarısına bağlıydı. Doğu’nun komünistlerine verilen görevse yardımcılıktı. Lenin’in ortaya koyduğu devrimci denklemde, Doğu’daki komünistlerin rolü taliydi.

 

Maalesef bu rol, Doğu’nun komünistleri Komintern’in dışında devrimci bir yol açana kadar, 1949’da Çin Devrimi olana kadar değişmedi.

 

1919 yılının hemen başında Almanya’daki Spartakist Ayaklanması yenilgiye uğradı. İngiltere ve Fransa’daki Komünist Partiler parlamentarizm tartışması nedeniyle bölünme tehlikesi yaşadılar. Yine aynı yıl, Macaristan ve Bavyera Sovyetleri yıkıldı. İtalya’daki işçi hareketi ağır darbeler aldı.

 

Kızıl Ordu iç savaşı kazandı ama 1920 yazında Kızılordu’nun Varşova yönündeki ilerleyişi durduruldu.

 

Dünya devrimini sürdürecek olan asıl devrimci dinamiklerden üst üste yenilgi haberleri gelmesiyle birlikte Bolşevikler Avrupa Devrimi’nden umudu kesmeye başladılar.

 

Batı’dan kesilen umutlar Doğu’daki ulusal kurtuluş savaşlarını daha da önemli hale getirdi. Zinovyev 1 Eylül 1920’de Bakü’de toplanan Doğu Halkları Kurultay’ında, devrimin devamlılığı için Doğu halklarını Batılı emperyalistlere karşı kutsal savaşa çağırdı.(5)

 

Bu tarihselliğin ertesi, aynı zamanda Türkiye komünist hareketinin de doğum gününe denk geldi. Tarihsel TKP 10 Eylül 1920’de, yani Avrupa’daki komünist hareketin ağır yenilgiler yaşamasının ardından kuruldu ve Kemalistler karşı koyduğu için kuruluş kongresini Türkiye’de değil, Bakü’de toplayabildi.

 

Doğu Halkları Kurultayı’nın düzenlenmesi ve TKP gibi Doğulu komünist partilerin doğuşunun hızlanması Batı’daki beklenmedik yenilginin siyasal pratik sonucuydu. Bu nedenle Doğu Halkları Kurultayı’ndan aylar önce düzenlenen Komintern’in II. Kongresi tam da bu siyasal pratiğin değerlendirilmesi üzerinden biçimlendi.

 

II. Kongre Temmuz 1920’de yapıldı. Kongreye damgasını vuran Hint delege Roy’la Lenin’in arasında geçen “ulusal sorun ve sömürgeler sorunu” üzerine yapılan tartışmaydı. Lenin anti-emperyalist bir karakter taşıyorlarsa burjuvazinin önderliğinde bile olsalar ulusal kurtuluş hareketlerinin desteklenmesi gerektiğini savunuyordu. Roy ise anti-emperyalist savaşta milli burjuvaziye güven olmayacağını, gerçek anti-emperyalist savaşı yapacak olanın işçiler ve köylüler olduğunu söyleyerek Lenin’e karşı çıktı. Roy kongredeki egemen anlayışın aksine, Doğu’daki devrimlere komünistlerin önderlik edebileceğini savunuyordu.

 

Lenin Roy’un görüşlerini dikkate alarak; Doğu’da komünist hareketin bağımsızlığını koruması ve milli burjuvaziye şartlı destek gibi yaklaşımları da ekleyerek, tezlerinde bazı değişiklikler yaptı. Roy’un görüşleri kongrede tamamlayıcı tezler olarak kabul edildi.(6)

 

Ancak Komintern’in siyasal pratiği Roy’un savunduğu siyasal hattın bütünüyle önemsizleştiği bir biçimde gelişti. Komintern dünya devriminden uzaklaştıkça, Sovyetler Birliği’nin dış politika aracına dönüşüyordu. (7)

 

Lenin 14 Temmuz 1920’de şöyle diyecekti:

 

“Komünist Enternasyonal, sömürge ülkelerdeki ulusal burjuva-demokratik hareketleri bir koşulla desteklemelidir. O koşul şudur: bu ülkelerde komünistliği yalnızca sözde kalmayacak olan gelecekteki proleter partilerin öğeleri birlikte ortaya çıkarılacak ve kendi özel amaçlarını, yani kendi ulusları içindeki burjuva-demokratik hareketlerle savaşım amaçlarını anlayacak biçimde yetiştirilmiş olacaktır. Komünist Enternasyonal, sömürge ve geri ülkelerdeki burjuva demokrasisiyle geçici bir ittifaka girmeli, ancak onlarla kaynaşmamalı, henüz ilk adımlarını atıyor olsa bile proleter hareketin bağımsızlığını kesinlikle yeğ tutmalıdır.”(8)

 

Lenin bu haklı uyarıyı yaptıktan yaklaşık sekiz ay sonra Kemalist terör, 28 Ocak 1921’de, Tarihsel TKP lideri Mustafa Suphi ve yoldaşlarını katletti. Katliamdan sonra ne Komintern ne de Sovyetler Birliği Kemalistleri uyarmadı, herhangi bir kınama mesajı yayınlamadı. Aksine, mesele sümen altı edilerek Sovyetler Birliği ile Kemalist Türkiye arasındaki ilişkiler hiç sarsılmadan devam etti.

 

***

 

On Beşlerin katliamı Sovyetler Birliği ile Kemalizm arasında hiçleşen TKP için bir başlangıçtı. Komintern’in TKP’ye uygulanan Kemalist terör politikasına karşı sessiz kalma “politikası” sonraki on yıllarda da hiç değişmedi.

 

1923 Ekim’inde devrimci hareketin Almanya’daki yenilgisi, Komintern’in “sosyalist anavatanı” savunma düşüncesine daha güçlü bir zemin hazırlamıştı. Komintern artık dünya devriminin değil, Sovyet vatanını savunmanın, “tek ülkede sosyalizmi inşa etmenin” dış politika aracına dönüşmeye yüz tutmuştu. Komintern’in III. Kongresi’nde alınan Batı’da sosyal demokratları destekleme kararı da rafa kalktı. Hatta sonraki süreçte sosyal demokrasi “faşizmin kanadı” olarak ele alındı. Bu karar ileride tekrar değişecekti, sosyal demokrasi yeniden ittifaklar açısından ele alınacaktı. Sosyal demokratlarla ilgili siyaset değişikliği olsa da, ulusal kurtuluş savaşları siyasetinde hiçbir değişiklik olmadı. Komintern’in Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren “ulusal burjuvazileri destekleme” siyaseti değişmediği gibi daha da güçlendi.

 

Komintern açısından Türkiye, İran ve Afganistan’daki anti-emperyalist ulusal mücadeleler, emperyalist saldırganlığa karşı set görevi görüyordu.(9) Bu nedenle Komintern ve Sovyetler Birliği bu ülkelerde komünist mücadeleyi siyasal pratik açısından tali gördü.

 

Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye olan ilgisinin en önemli nedeni, Türkiye’nin emperyalist Fransa, İngiltere ve Yunanistan’a karşı verdiği mücadelenin Ankara’yı aynı düşmanla savaşan ve böylece aynı türden bir karşıtlığı paylaşan Sovyetler Birliği’nin doğal müttefiki hâline getirmesiydi.(10)

 

1918’den 1930’a kadar Sovyetler Birliği Dışişleri Halk Komiseri olan Çiçerin, İran ve Afganistan’ın yanı sıra Türkiye’nin de “Sovyet Rusya için Batılı devletlere karşı potansiyel bir savunma duvarı” olduğunu dile getirdi.(11)

 

Yine Sovyetler Birliği Merkez Yürütme Komitesi’ne bağlı faaliyet yürüten Şarkiyatçılar Derneği Türkologlarından olan Pavlovich de, Türkiye’nin Müslüman kitleler açısından önemine vurgu yapıyordu. Pavlovich’e göre, Müslüman dünyasında büyük saygınlığı olan Türkiye’nin devrimci-milliyetçi zaferi, sömürgeleştirilmiş bütün Müslüman ülkelerindeki(Cezayir, Fas,Tunus, Trablus, Mısır, Hindistan) kapitalist güçlerin egemenliğini temelden sarsacaktı.(12)

 

Komintern’in 1928 yılında düzenlenen VI. Kongresi’nde Türkiye ile ilgili bir tartışma yaşandı. Komintern yöneticisi Kuusinen Türkiye’yi en geri (feodalizm öncesi) ve devrim beklenmeyecek ülkeler kategorisinde değerlendirince, TKP temsilcisi Ali Cevdet buna karşı çıktı. Ali Cevdet Türkiye’de kapitalizmin hiç de küçümsenmeyecek bir yol aldığını temellendirmeye çalıştı.(13)

 

Tabi, Ali Cevdet’in savunması Komintern’in Kemalizm siyasetini değiştirmedi. Komintern’in resmi görüşüne göre Kemalizm milli burjuvazinin siyasal temsilcisiydi ve milli burjuvazi feodal sınıflara ve tekelci burjuvaziye karşı, devrimci bir sınıftı.

 

***

 

Kemalistlerin Sovyetler Birliği’nden uzaklaşıp bütünüyle yüzlerini Batılı emperyalistlere döndükleri dönemler de dahi, yani Komintern’in Kemalizm’e ağır eleştiriler yönelttiğinde de Kemalizm tekelci-komprador burjuvazinin temsilcisi olarak görülmedi.

 

Bu Komintern açısından Kemalizm’in hiçbir dönem asıl düşman olmadığı anlamına geliyordu. Hatta Komintern’in resmi tutumunu Türkiye’ye uyarlayan TKP önderliği, Kemalistleri değil de burjuva muhalefetini asıl düşman ilan etti.

 

Örneğin; TKP lideri Şefik Hüsnü 14 Eylül 1926’da kaleme aldığı bir makalede “Komünistlerin görevi, bütün güçleriyle burjuva muhalefetine karşı mücadele etmektir.” diye yazıyor.(14) Şefik Hüsnü aynı makalede Kemalizm’i halka terör uygulayan bir diktatörlük olarak tanımlarken, diğer yandan da Kemalizm’den yaptığı hatalardan dönmesini bekliyordu.

 

Şefik Hüsnü, bu makaleden önce, eylül ayı başında yazdığı makalede de, burjuva muhalefetini komprador-işbirlikçi burjuvazi olarak tanımlarken, Kemalistleri milli burjuvazi olarak görüyordu. Şefik Hüsnü’ye göre Terakkiperver Parti İngiliz emperyalizminin, İttihatçılar ise Alman emperyalizmin partisiydi.(15) Bu nedenle emperyalist burjuvazinin uşaklarına karşı milli/Anadolu burjuvazisini destekliyordu. İlginç olan ise Şefik Hüsnü aynı yazıda “Kemalistler bir gecede banker, sanayici ve büyük tüccar oldu.” da diyordu.(16)

 

Burada dikkat çekici olan şudur: Şefik Hüsnü’nün burjuva muhalefeti hedef alan ve onu komprador burjuvazinin siyasal temsilcisi olarak gören yaklaşımı özgün değildir. 1921’de Mihayl Pavloviç Komintern dergisinde Hürriyet ve İtilafçıları büyük burjuvazi olarak tanımlarken, Kemalistleri küçük ve orta ticaret burjuvazisinin temsilcisi olarak değerlendiriyordu.(17) Zaten sonrasında Stalin de, Kemalizm’i ulusal ticaret burjuvazisinin siyasal temsilcisi olarak tanımlayacaktı.

 

Ş. Hüsnü Kemalistlerin emperyalist burjuvaziyle uzlaştığını tespit ettiği(18), CHP’nin büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının partisi olduğunu ifade ettiği makalelerinde dahi, hâlâ Kemalistleri milli burjuvazi olarak görmekteydi. (19)

 

Şefik Hüsnü’nün yazıp söylediği her şey Komintern siyasetine uyumludur. Yeri gelmişken belirtmekte fayda var. Şefik Hüsnü Komintern’de uzun zaman yönetici olarak çalıştı. Bu nedenle TKP kimliğinden daha belirgin olan kimliği Komintern kimliğidir. Şefik Hüsnü’nün eylem ve söylemleri “Sovyetler Birliği’nin varlığının esas, TKP’nin devrim yapma iddiasını tali” olduğu resmi görüşünün sağlaması gibidir.

 

Çarpıcı olması açısından bir örnek daha verelim. Komintern’in ÇKP’yi hiçleştiren Guomindang siyaseti, Çan Kay Şek’in ÇKP’ye ağır darbeler indirmesiyle birlikte yerle bir oldu. Mayıs 1927’de Stalin, Moskova’daki Sun Yat-Sen Çin Emekçileri Komünist Üniversitesi’nin öğretim üyeleri ve öğrencileriyle bir araya geldi. Burada “Çin’de Kemalist Devrim mümkün müdür?” tartışması başladı. Stalin’in meşhur Kemalizm tanımı bu tartışmaya ilişkindir. Stalin’e göre; Kemalist Devrim, ulusal ticaret burjuvazisinin, yabancı emperyalistlere karşı mücadelesinde gerçekleşen, yukarıdan devrimdir, sonraki evresi, esas olarak köylülük ve işçi sınıfıyla toprak devriminin olanaklarını hedef almaktaydı. Stalin üç ay sonra Türkiye ile Çin’i kıyaslarken, Kemalist Devrim’in gelişim aşamasının sınırlarını belirledi:

 

“Türk Devrimi’nin(Kemalizm) karakteristik özelliği, ilk adımda, yani gelişiminin ilk aşaması olan burjuva kurtuluş hareketinin sınırlarına, gelişimin ikinci aşaması olan toprak devrimine geçmeyi bile denemeden, sıkışmış olmasıdır.”(20)

 

Stalin’in Çin’deki tartışmalar üzerine yaptığı Kemalizm tahlili sonrası, Şefik Hüsnü 23-26 Mayıs’taki Komintern yürütme komitesi VIII. genel toplantısında “Çin Meselesi” üzerine bir konuşma yaptı ve Çin’deki durum ile Türkiye’deki durumu kıyasladı.

 

Şefik Hüsnü konuşmasında Kemalistleri “milli burjuvazinin radikal sol kanadı” olarak tanımladı:

 

 “Türkiye’de devrimci köylü hareketinin ve halkın sevgisini kazanmış Komünist Partisinin tasfiyesi işi, milliyetçilerin sağ kanadı tarafından, tutucu burjuvazi tarafından değil, tersine milli burjuvazinin radikal sol kanadı tarafından yürütüldü.” (21)

 

Şefik Hüsnü’nün konuşması tamamen Stalin’in Kemalizm tezlerini haklı çıkarmaya yönelikti. Milli burjuvazinin sol kanadı belirlemesi de bununla ilgiliydi. Stalin öncesinde, Kemalist partiyi sol-Guomindang partisiyle karşılaştıranları ve bu vesileyle Türkiye ile Çin arasında paralellik kurmaya çalışanları, bu yanlış değerlendirmeden kaçınmaya çağırdı.(22)

 

Şefik Hüsnü Haziran 1927’de bu fikirlerini Komintern dergisinde yazılı olarak da ifade etti.

 

Görüldüğü üzere TKP lideri Şefik Hüsnü’nün Komintern’in resmi Kemalizm tezlerinin dışına çıkan bir tezi bulunmuyor.

 

***

 

Komintern, Sovyet dış politikasının bir aygıtına dönüştükçe, Kemalizm tahlilleri yaparken Kemalizm’i olumlamayı neredeyse hiç terk etmedi. Kemalizm’i sert eleştirdiği dönemlerde dahi Komintern’in resmi görüşü, Kemalizm’i tekelci burjuvazinin, komprador-işbirlikçi burjuvazinin siyasal temsilcisi olarak tanımlamadı.

 

Eleştiri dozajının arttığı, Komintern VI. Kongresi’nde “ulusal burjuvazi ulusal devrime ihanet etti”(23) saptamasının yapıldığı dönemlerde dahi Kemalizm’le bütün bağlar koparılmadı.

 

Örneğin; bu tespit yapıldıktan dört yıl sonra İsmet İnönü 1932 yılında, Sovyetler Birliği’nde, “ulusal ve devrimci Türkiye’nin temsilcisi” karşılandı.(24)

 

Komintern’in Sovyet dış politikasına göre değişkenlik gösteren ama hiçbir zaman Kemalizm’i açık düşman olarak görmeyen resmi yaklaşımı, TKP’yi; sürekli Kemalist teröre uğramasına rağmen, Sovyet dış politikasından dolayı Kemalistleri baş düşman ilan etmeyen bir çizgiye hapsetti.

 

Tarihsel TKP’nin Kemalizm belirlemeleri bu nedenle ciddiyetten uzaktır. Çünkü Sovyet dış politikasının Kemalizm’e yaklaşımı iniş çıkışlıdır. Bu dengesizlik yalnızca Şefik Hüsnü’nün yazı ve konuşmalarına değil, bütün TKP kadrolarında gözlemlenmektedir. TKP, Kemalizm karşısında, varlığını Sovyet dış politikasına feda etmiştir.

 

Biraz daha öncesine giderek bir örnek verelim. Sadrettin Celal’in Komintern’in IV. Kongresi’nde yaptığı konuşma ortaya koyduğumuz dengesizliğin kaynağı olması bakımından oldukça çarpıcıdır:

 

“TKP daha kurulduğu anda iki düşmanla karşı karşıyaydı: Emperyalizm ve milliyetçi burjuvazi. Parti, en büyük düşman olan emperyalizme karşı mücadelenin daha önemli olduğuna inandığından, hükümeti emperyalizme karşı mücadele ettiği sürece desteklemeye karar verdi.”(25)

 

Daha ilginç olanı, Sadrettin Celal aynı konuşmasında “Kemalistler Londra Konferansı’ndan beri devrimci değildir.” demiştir. Yine aynı konuşmada emperyalizme karşı mücadele için TKP’nin kendi hedefinden geçici olarak fedakarlık yaptığını da itiraf etmiştir. (26) Yani TKP yola çıktığı aşamadan itibaren çelişik bir siyasal dayanak üzerinden hareket ediyor.

 

Bu nedenle yukarıda Şefik Hüsnü’de de gördüğümüz çelişkiler silsilesi, Sadrettin Celal’de de görülüyor. Aslında bakılırsa TKP, Komintern politikalarını savunma konusunda oldukça tutarlıdır ama Komintern’in Kemalizm tahlilleri ve Kemalizm’e yaklaşımı dönemlere göre değiştiği için tutarsızlığın kaynağı Sovyet dış politikasına göre değişen Komintern tahlillerinin bizzat kendisidir.

 

Sadrettin Celal bu konuşmayı yaptıktan iki hafta sonra Komintern görevlisi tarafından kaleme alınan TKP raporu, “Türkiye’deki milli devrim bir olgu olarak karşımızda duruyor.” diye başlıyor. Halbuki, henüz iki hafta önce Kemalizm’in artık devrimci olmadığı saptanmıştı. (27)

 

***

 

Peki, Komintern’in TKP’ye yönelttiği haklı ve düzeltici hiç mi eleştiri ya da müdahale yok? Elbette var ancak bu haklı müdahalelerin sonu da tutarsızlığa çıkıyor.

 

Örneğin; Komintern yöneticisi Manuliski, 1924’te, Komintern kongresinde TKP’yi legal Marksizm’e kaymakla, yabancı sermayeye karşı milli sermayeyi desteklemekle eleştiriyor. (28)

 

Haklı ve yerinde bir eleştiri oluğunu görüyoruz. Aradan tam olarak bir yıl bile geçmeden bir başka Komintern yöneticisi S. Birike, 13 Mart 1925’te, Pravda’da kaleme aldığı makalede İsmet İnönü’nün işçi sınıfıyla ittifak yapacağı beklentisine giriyor. (29) Böylelikle Manuliski’nin haklı müdahalesi boşa düşmüş oluyor. Çünkü Brike’nin savunduğu çizgi, muhtelif dönemler yalpalamalar olsa da, esas olarak Komintern’in hiçbir dönem terk etmediği Kemalizm yaklaşımını temsil ediyor.

 

***

 

Bu yazının doğrudan konusu değil ama Komintern’in Kemalizm tahlillerinin siyasal pratik açısından en ağır sonucu milliyetler sorunu, özel olarak da Kürt sorununda karşımıza çıkıyor. Bu mesele ayrı bir tartışmayı ve yazıyı hak ettiği için şimdilik kısaca değineceğiz.

 

Şeyh Said isyanından Dersim katliamına kadar, bütün Kürt isyanlarında Komintern meseleye dolaysızca dahil olmuştur. Hatta TKP’ye direkt müdahale de etmiştir. Komintern 27 Nisan 1931 yılında, “Türk KP Elemanlarına Mektup” başlıklı bir müdahale mektubu yolluyor. Mektup, Kürt isyanının esas amacının Türkiye’yi Sovyet karşıtı bloğa itmek olduğu saptamasıyla başlıyor ve şu şekilde sürüyor:

 

“Kürtlerin isyanı, İngiliz ve Fransız emperyalistleri tarafından hazırlanmış ve örgütlenmiştir. Bu hareket aynı zamanda SSCB’ye karşı yönelmiştir, zira İngiliz emperyalizmi, bu isyan yardımıyla, SSCB sınırları yakınlarında karşı-devrimci bir çarpışma alanı yaratmaya çalışmıştır.” (30)

 

Görüldüğü gibi Komintern, TKP’ye ne yapması gerektiğini söyleyerek uyarmıştır. Bu yazılı uyarı Ağrı İsyanı’ndan sonra kaleme alınmıştır. TKP’nin de, en azından Kürt sorununun siyasal değerlendirilişi açısından, Komintern rotasından çıkma eğilimi gösterdiği isyan Ağrı İsyanı’dır. Yine bunun sebebi de Sovyetler Birliği ile Kemalistler arasındaki gerilimin artmasıyla ilgilidir. Bu zaman aralığı Kemalistlerin Batılı emperyalistlerin siyasal kulübü olan Milletler Cemiyeti’ne girmek üzere olduğu bir dönemdir.

 

Yaşanan kriz TKP’ye yansımaktadır. TKP bu dönem Sovyetler Birliği-Türkiye geriliminin sınırlarını aşmayacak şekilde, Kemalistlere yönelttiği eleştiri dozajını arttırmıştır. Bunun yanı sıra, TKP lideri Şefik Hüsnü; Komintern’in resmi çizgisinin genel hatlarını aşmadan, Kemalist diktatörlüğün uyguladığı teröre karşı Kürt ulusunun isyanını haklı bulmuştur.

 

TKP, Ağrı İsyanı’ndaki isyanındaki tutumuyla kıyasla Dersim Katliamı’nda çok geri, hatta sosyal-şovenist olarak tanımlanacak bir tutum almıştır. Bu siyasal tutum değişikliği de Sovyetler Birliği’nin dış politikasıyla uyumludur. Zaten Dersim Katliamı’ndan bir yıl önce, Komintern, TKP’nin “Kemalizm’e karşı sistemli olumsuz davranışlarını ve sekterliğini” gerekçe göstererek, TKP hakkında separat ya da desantralizasyon(merkezden ayrılma) kararı verdi ve TKP faaliyetlerini durdurdu.(31) Yükselen faşizme karşı halk cephesi siyasetine dönen Komintern, TKP’ye CHP ve Halkevleri içinde çalışmasını salık verdi. İşte Dersim Katliamı sonrası TKP tarafından yapılan açıklamanın gerici bir siyaseti temsil etmesinin “gizemi” de bu gelişmelerle ilişkilidir.

 

***

 

TKP’nin doğumundan separat kararına ve hatta sonrasına da; TKP’nin açıklamalarına, yazılarına ve söylemlerine damgasını vuran ana perspektif Komintern’in Kemalizm tahlilleridir, daha somut ifadeyle Sovyetler Birliği’nin dış politika ihtiyaçlarıdır.

 

TKP’nin; Bakü’de kurulduğu günden 1925 Akaretler Kongresi’ne, Akaretlerden 1951 tutuklamalarına kadar asıl görevi Sovyetler Birliği’ni savunmaktı. TKP varlığını Türkiye işçilerinin, yoksul köylülerinin ve ezilen milliyetlerinin kurtuluşuna değil, “sosyalist anavatanın” varlığına adadı. TKP’nin trajik serüveninin özeti budur.

 

***

 

Bugünden baktığımızda; Komintern’in değişken ve çarpık Kemalizm tahlillerinin ardından karşımıza dört önemli sonuç çıkıyor:

 

Birincisi; Komintern dünya devrimi partisi olma iddiasını yitirdiği anda Rus partisinin dış politika aracına dönüştü. Özellikle 1928’den sonra durum daha da kurumsallaştı. Yalnız TKP değil, Batı’da ve Doğu’da birçok komünist parti Sovyet dış politikasına göre hareket etme refleksiyle devrim iddiasını yitirdi ve siyaseten hiçleşti.

 

İkincisi; devrimci iddiası olan bir komünist partinin örgütsel olarak bağımsız olması gerekliliği ve yalnızca emekçi halka karşı sorumlu olması gerektiği hakikati demlenmiş ve sınanmış bir hakikattir.

 

Üçüncüsü; özellikle Mustafa Suphi’yi ayırıp, Şefik Hüsnü’yü hedef alan ve Şefik Hüsnü’yü hedef alırken de Komintern’i devre dışı bırakan her yaklaşım tahrifatçılıktır ve kurnazcadır. Şefik Hüsnü ya da TKP eleştirilecekse, ideolojik olarak mahkum edilecekse, öncelikle hesaplaşılması gereken Komintern’in tutarsız Kemalizm tezleridir.

 

Dördüncüsü; Şefik Hüsnü’nün ve Tarihsel TKP’nin en büyük ve tayin edici hatası Komintern’e olan koşulsuz sadakattir. Şefik Hüsnü’nün bütün geri tutumlarının ve TKP’nin hiçleşmesinin ardındaki hakikat bu sadakattir. Mao Zedong ve Ho Şi Minh gibi devrimci önderler Komintern’e sadakat göstermedikleri ve kendi ülkelerinin özgün koşullarına göre devrimci bir yol izledikleri için başarılı oldular. Şefik Hüsnü ve Tarihsel TKP’yi hakikatli bir şekilde eleştireceksek, öncelikle “Komintern’e neden isyan etmediler?” diye soracağız. Asıl sorulması gereken budur. Çünkü TKP Kemalist burjuvaziyle kavgayı esas alan bir parti inşa etmediyse, ezilen Kürt ulusunun değil de Kemalistlerin yanında saf tuttuysa bunun tek açıklaması Komintern’e olan koşulsuz sadakatidir.

 

Kaynakça

 

Günlük-2, Georgi Dimitrov, Ç: Rüstem Aziz, TÜSTAV Yayınları, sy. 288, 1. Baskı, 2004, İstanbul.

Komünist Enternasyonal(1919-1943), Serge Wolikow, Ç: Erden Akbulut, Yordam Kitap, sy.40, 1.Basım, 2016, İstanbul.

Age, sy.39.

Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, V.İ. Lenin,Ç: Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, sy.322, 2. Baskı, 1993, Ankara.

Şark Şurası ve Şark İli Mecmuası, Yavuz Aslan, TÜSTAV Yayınları, sy.34, 1. Baskı, 2020, İstanbul.

Türkiye Solunda Üç Tarz-ı Siyaset, Mustafa Şener, Yordam Kitap, sy. 41, 2. Basım, 2015, İstanbul.

Komünist Enternasyonal(1919-1943), Serge Wolikow, Ç: Erden Akbulut, Yordam Kitap, sy.34, 1.Basım, 2016, İstanbul

 Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, V.İ. Lenin,Ç: Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, sy.337, 2. Baskı, 1993, Ankara.

Age, sy. 356.

Komünizm Gözünden Kemalizm, Vahram Ter-Matevosyan, Ç: Gözde Yılmaz, İletişim Yayınları, sy.115, 1. Baskı, 2023, İstanbul.

Age, sy.116.

Age, sy.126.

Türkiye Komünist ve İşçi Hareketi, Ç: Fatma Bursalı, Aydınlık Yayınları, sy. 201, 1. Baskı, 1979, İstanbul.

Şefik Hüsnü-Komintern Organlarındaki Yazı ve Konuşmalar, Aydınlık Yayınları, sy. 67, 1. Baskı,  1977, İstanbul.

Age, sy. 58.

Age, sy. 54.

Türkiye Komünist ve İşçi Hareketi, Ç: Fatma Bursalı, Aydınlık Yayınları, sy. 41, 1. Baskı, 1979, İstanbul.

Şefik Hüsnü-Komintern Organlarındaki Yazı ve Konuşmalar, Aydınlık Yayınları, sy. 66, 1. Baskı,  1977, İstanbul.

Age, sy. 217.

Komünizm Gözünden Kemalizm, Vahram Ter-Matevosyan, Ç: Gözde Yılmaz, İletişim Yayınları, sy.135, 1. Baskı, 2023, İstanbul.

Şefik Hüsnü-Komintern Organlarındaki Yazı ve Konuşmalar, Aydınlık Yayınları, sy. 142, 1. Baskı,  1977, İstanbul.

 Komünizm Gözünden Kemalizm, Vahram Ter-Matevosyan, Ç: Gözde Yılmaz, İletişim Yayınları, sy.145, 1. Baskı, 2023, İstanbul.

Age, sy.153.

Age, sy.162.

Türkiye Komünist ve İşçi Hareketi, Ç: Fatma Bursalı, Aydınlık Yayınları, sy. 68, 1. Baskı, 1979, İstanbul.

Age, sy.76.

Age, sy.92.

Age, sy.119.

Komintern, TKP ve Kürt İsyanları; Erden Akbulut-Erol Ülker, Yordam Kitap, sy.129, 1. Basım, 2022, İstanbul.

Age, sy.198.

Cumhuriyetin İlk Yıllarında TKP ve Komintern İlişkileri, Bilal Şen, Küyerel Yayınları, sy.107, 1. Basım, 1998, İstanbul.

https://gazetepatika22.com/kominternin-kemalizm-tahlili-ve-tarihsel-tkpnin-hiclesmesi-148786.html

 

 

20 Ocak 2024 Cumartesi

U. Töre Sivrioğlu yazdı | Afganistan Tartışmaları Üzerine (M. Oruçoğluna Yanıt)

M. Oruçoğlu’nun Sovyetler Birliği’nin Afgan devrimcilere yardım göndermesi ve bu yardımın şeklini tartışmaya açması elbette meşru bir girişimdir. Ancak sosyalizm tarihinde Sovyetlerin çeşitli ülkelerin devrimcilerine yardım göndermesi kadar göndermemesine de itiraz edildiğini biliyoruz.

 https://gazetepatika22.com/u-tore-sivrioglu-yazdi-afganistan-tartismalari-uzerine-m-orucogluna-yanit-148675.html

12 Ocak 2024-GazetePatika

 

1980 öncesinde Afgan cihadının “anti-emperyalist” bir bağımsızlık savaşı olduğu iddiası çok sayıda sol grupça paylaşılan bir söylemdi. Bu yayınlar içinde Muzaffer Oruçoğlu tarafından Niğde hapishanesinde hazırlanan, o dönemde Partizan’ın özel sayısı olarak yayınlanan[1] ve şimdilerde farklı bir isimle yeniden basılan Rus Sosyal Emperyalistlerinin Afganistan’ı Sömürgeleştirmesi başlıklı metin üzerinde durmaya değerdir. Bu çalışmanın yeniden basımı sırasında yapılan tanıtımlarda kitabın çok titiz bir kaynak taraması sonucu yazdığına dair iddiaları birçok yerde tekrarlandı.

 İkinci baskının önsözünde M. Oruçoğlu kaynak tarama aşamasını şu şekilde aktarmaktaydı: “Sovyet işgali başlayınca, zerreciklerim harekete geçti, hemen araştırma çabaları içine girdim. Dergi, gazete, radyo, ansiklopedi, ne tür kaynak bulduysam, kim ne biliyorsa, not aldım. Sineğin kanadından yağ çıkarma işiydi.” [2]

 

Oruçoğlu’nun söz ettiği kaynaklara bakıldığında –ki hapishaneye girebilen yayınlar da düşünüldüğünde- bütünüyle Afgan cihadını destekleyen İslamcı dergilerden ve CIA ile ilişkili olan Amerikalı uzmanların çalışmalarıyla karşılaşıyoruz. Örneğin; Oruçoğlu’nun ‘Afganistan/İslam uzmanı etnolog’ olarak tanıttığı[3] Michael Barry aynı zamanda deneyimli ve birinci sınıf bir CIA ajanı ve anti-komünist teorisyenlerden biriydi.[4] M. Oruçoğlu’nun diğer kaynakları da Tercüman gazetesi ve Yankı dergisi gibi anti-komünist, İslamcı yayın organlarıydı. Karşı tarafın hatta bağımsız kaynakların ne dediği ise bu kitapta yer almamaktaydı. Bu belki yazarın 1979’da hapishane koşullarında ulaşabildiği kaynaklarla ilgili bir eksiklik sayılabilirdi. Ancak kitabın aynı şekilde 2021’de yeniden basılması ve 40 yıllık düşünce tutarlılığının bir abidesi gibi sunulması bu açıklamayı da geçersiz kılmaktadır.

 

Oruçoğlu’nun Afganistan kitabı bu ülkede 1978-91 arasında yaşananlar konusunda bütünüyle taraflı ve kimi zaman kullandığı kaynaklardan da dolayı İslami romantizmden de bütünüyle etkilenmiş bir metin. Örneğin Oruçoğlu Yankı ve Tercüman gibi yayınlardan yaptığı alıntılara dayanarak Afganistan Demokratik Halk Partisi (ADHP) militanları ve Rus danışmanların sadece ibadetlerini özgürce yerine getirmek istemekten başka bir isteği olmayan masum Müslümanlara eziyet etiklerini ileri sürmekte. Oruçoğlu’na göre o yıllarda Afganistan’da “Tanrısına hamdu senada bulunmak ve camileri yıktığı için Taraki’ye bela okumaktan başka hiçbir günahı olmayan masum imamlar cezaevlerine doldurulmakta, parmakların tespih çektiği, dudakların ilahiler okuduğu, kulakların vaaz dinlediği bir anda bir Rus’un pür silah camiye girmesi nedeniyle halkın ayaklanmaktan başka çaresi kalmamaktaydı.”[5]Afgan pilotları ibadet sırasında camileri napalmle bombalıyor, namaz kılmak yasaklanıyor, camileri yıktığı için hükümete beddua etmekten başka bir suçu olmayan yurtsever imamlar tutuklanıyor, ‘kafir Ruslar ve onların işbirlikçisi ruhunu şeytana satmış ADHP militanları camileri basıyor ve Allah’ın evine saygısızlık ediyorlar vb.[6]

 

Burada ilginç olan Oruçoğlu’nun İslami medyada ne yazdıysa şüphe ve eleştiri süzgecinden geçirmeden doğru kabul etmesiydi. Gerçek yaşamda ise ADHP liderleri camileri yakıyorlar propagandasını boşa çıkarabilmek için sınırlı bütçelerini yüzlerce camiyi restore etmek, yenilerini inşa etmek, din adamlarını maaşa bağlamak, hacca gidenlerin masraflarını karşılamak gibi kalemlere ayırmaktaydılar. Hatta onların bu dinsel seremonileri çeşitli Marksist çevrelerin ağır eleştirisine de sebep olmaktaydı. Terakki her konuşmasına Bismillah’la başlamakta, ADHP üyeleri toplu namazları kaçırmamaktaydılar. Buna rağmen daha iktidara gelmelerinden çok önce, ADHP militanları ve genel olarak tüm Afgan solu zaten Kuran yakmakla, dinsizlikle, münafıklıkla vb. suçlanıyorlardı. 

 

Afganistan mollalarının gözünde ‘din düşmanı’ olmanız için çok büyük bir çaba içine girmeniz de gerekmiyordu. Kız çocukların eğitimi için köylerde yapılan eğitim kampanyaları, 1920’lerde de olduğu gibi dini değerlere meydan okunması olarak yorumlanmıştı. Başlık parasının kaldırılması, çocuk evliliklerinin yasaklanması, hatta toprak reformu dahi özel mülkiyeti koruyan İslam hukukuna aykırı olduğu gerekçesiyle mollalarca dine saldırı olarak görülmekteydi. Mollalar için kadınların başı açık gezmesi, erkeklerin pantolon giymesi de din karşıtı isyandı. Afgan cihadı denilen olaylar dizini boyunca sokaklarda siyasetle hiçbir ilgisi olmayan çok sayıda genç kadın ve erkek batılı kıyafetler giydikleri için öldürüldüler. Herat ayaklanmasında sadece kravat taktığı için sokakta öldürülen erkekler oldu. Radyoda şarkı söyleyen kadın sanatçılar bıçaklandılar. Afgan milli hokey takımının tüm sporcuları ‘kafirlerin olimpiyatlarına’ katıldıkları gerekçesiyle mücahitlerce kurşuna dizildiler.  Tarihsel gerçekler hakarete uğramış masum dindarların çok ötesinde bir duruma işaret etmekteydi.

 

Öte yandan Oruçoğlu bunlardan söz etmiyordu ve biz sadece ibadeti engellenen masum Müslümanlar ile camileri yakan ADHP militanlarını okuyorduk. Bu iddiaların gerçek olup olmadığını yazar 2021’de de hiç sorgulama zahmetine girmemişti. Halbuki İslamcılar her Müslüman ülkede komünistlerin, solcuların Kuran yaktıklarını, cami bombaladıklarını tekrar edip durular. Demek ki M. Oruçoğlu 1970’lerdeki Türkiye’nin tarihini kaleme alacak olsa okuyucular “Maraş olaylarının komünistlerin camileri bombalamaları sonucu başladığını öğrenmiş” olacaklardı.

 

1980’de Oruçoğlu, Afgan cihadının en gerici ve emperyalizme en göbekten bağlı hareketi olan Hizb-i İslami’ye ve onun lideri Hikmetyar’ı övmekteydi (2021’de en azından bu yorumlar için bir özeleştiri gerekmez miydi?). 40 yıl önce Oruçoğlu, Hikmetyar liderliğindeki Hizb-İslami’nin “emperyalizmden bağımsız hareket edebildiğini, anti-komünist bir hareket olmadığını, Amerikan yardımı almadığını, silahlarını Ruslardan ganimet yoluyla temin ettiğini” ileri sürmekteydi.[7] Ya da bunları ileri, süren yayınları hiç sorgulamadan kaynak olarak kullanmaktaydı. Hâlbuki Hikmetyar, adını ilk kez Maocu öğrenci lideri Osman Landey öldürülmesi olayına karışarak duyurmuş çekirdekten yetişmiş anti-komünist bir militandı. Öğrenciyken işlediği bu cinayet sonucu Pakistan’a kaçmış ve orada yetiştirilmiş bir tür ‘Ogün Samast’tı. Yaşamı boyunca Maocu gruplarla çatışan ve 1986’da Afganistan’ın en önde gelen Maocu lideri Faiz Ahmed’i yoldaşlarıyla birlikte kurşuna dizdiren Hikmetyar’ın Türkiyeli Maocu bir yayın tarafından bu şekilde övülmesi herhalde Afganistan’la ilgili yazılıp çizilenler arasında en ilginç örneklerden biridir. Afganistan’da sayıları az da olsa mücadele etmekte olan Maocu gruplar bu yazılardan haberdar olsalar ne düşünürler acaba?

 

Diyelim ki yazar 1980’de bu durumu fark edemedi. Ancak kendisi de adını andığı Faiz Ahmed[8] ve yoldaşlarının Hikmetyar tarafından Pakistan’da katledilmesinden seneler sonra bu kitap yeniden yayınlanırken de bu konu hakkında bir özeleştiri yapılması gerekmez miydi? Bu kitapta halen Hizbi İslami anti-komünist değil[9] saptaması altına bir yanılgı açıklaması konulması yanlış mı olurdu? Gerçi yazar dün Hizb-i İslami’ye yaptığı övgünün benzerini bugün Taliban için tekrarladığından bu durum kendi içinde tutarsızlık yaratmış olurdu o da ayrı mesele.

 

Oruçoğlu, Hizb-i İslam’inin Amerikalılardan ve emperyalistlerden yardım almadığını silahlarını Sovyet-Afgan ordusundan ganimet yoluyla elde ettiğini ileri sürmekteydi. Gerçekte ise Hikmetyar grubu CIA’den en çok destek alan hareketti. Afgan cihadı sırasında silahların dağıtım üssü Peşaver’di ve burası Hizb-i İslami’nin en güçlü olduğu bölgeydi. Bu sebeple Amerika’nın sağladığı silahlar öncelikle bu gruba dağıtılmaktaydı ve bu durum diğer mücahit grupların şikâyetlerine neden oluyordu. 1990’ların ortasında Rus gazetecilere röportaj veren Cemiyet-i İslami liderlerinden Ahmed Şah Mesud, yardımların eşit dağıtılmadığını, kendilerine çok az yardım ulaştığını, 900 kadar stinger füzesinden kendilerine 8 tane ulaştığını belirtiyordu. [10] Mücahitlerin elindeki Sovyet silahlarının Mısır ve İsrail kanalı üzerinden CIA tarafından mücahitlere dağıtılma hikayesi Charlie Wilson’ın Savaşı gibi filmlere de konu olacaktı. Gerçi bu yardımlar o yıllarda da bilinmekteydi[11] ama bu gerçekler her nedense göz ardı edilmekteydi. Oruçoğlu kitabında, kitle desteği %5’i bile bulmadığı halde dış yardımların %90’ınını kendinde toplayan[12] Hikmetyar’ın Hizb-i İslamî’sini Afganistan halkının temsilcisi olarak göstermeye gayret etmekteydi. Aynı hatalı çıkarımı şimdi de Taliban için yapmaktadır o da başka bir konu…

 

Oruçoğlu: “Uzayan savaş, (Sovyetlerde) ekonomiyi sarstı, tarımı atıl hale getirdi, ihtiyaç maddelerini daralttı, bürokratlar ile teknotratlar arasındaki çelişkiyi kızıştırarak, sistemdeki çürümeyi derinleştirdi; Doğu Avrupa, Kafkas ve Orta Asya uluslarının bağımsızlık arzularını güçlendirdi ve giderek, Sovyetlerin çöküşü ve parçalanmasında rol oynayan temel etkenlerden biri haline geldi”[13]  demekte.

 

Anadolu Ajansı’ndan alınmış gibi[14] duran bu cümlelerin her birini düzeltmek yazının sınırlarını aşar. Yukarıdaki paragraf hiçbir bilimsel veriye dayanmayan sübjektif değerlendirmeler toplamıdır. Afgan savaşının Orta Asya’da ayrılıkçı eğilimleri tetiklediği bir Soğuk Savaş propagandasıydı. 1991’de Sovyetler Birliği’nin devam edip etmemesi üzerine halk referandumu yapıldığında da birliğin devamı yönündeki en kararlı oylar Orta Asya’dan çıkmıştı. [15] Savaşın uzamasının Sovyet ekonomisine zarar verdiği de gerçekçi bir iddia değildir. Afgan savaşına Sovyet savunma bütçesinin %2 si ayrılmıştı. Bu da bu savaşa, tüm Sovyet bütçesinden %0,5-%1 arası bir pay ayrıldığı anlamına gelmektedir. Diğer yandan Sovyetlerin Afgan savaşından zarar değil kâr elde ettiği, buradaki maddi kayıplarını Afganistan doğalgazını dünya piyasa fiyatlarının çok altında fiyatlara satın alarak örttüğü; hatta kâra geçtiği de iddia edilmiştir.[16] Nitekim M. Oruçoğlu da Sovyet sosyal emperyalizminin Afganistan’ın kaynaklarını acımasızca sömürdüğünü belirterek bu çelişkili yaklaşımı desteklemiş olmaktaydı. Yani yazar hem Afganistan’ın Sovyet sosyal emperyalizmi tarafından acımasızca sömürüldüğünü hem de Afgan savaşının Sovyetlere büyük zarar verdiğini aynı anda savunmaktaydı.

 

Sovyetlerde yaşanan bürokratikleşmenin, tarımsal verimsizliğin Afganistan’daki savaşla ne ilgisi olduğu konusunda da M. Oruçoğlu hiçbir açıklamada bulunmamaktaydı. Sovyetler Birliği, Afganistan’a müdahale etmeden önce de zaten tarım sektörü krize girmiş, kendi kendini besleyemeyen, Amerika’dan buğday ithal etmek zorunda kalan bir ülkeydi. O vakitler Sovyetlerin Afganistan’ı büyük iştah ve şevkle yutmaya çalıştığı propagandası hayli güçlüydü. Oysa, Afganistan meselesi ile ilgili açılan arşivler Sovyetler Birliği’nin bu ülkeye müdahale konusunda ne kadar isteksiz olduğunu açık biçimde göstermektedir. [17] Sovyetler Herat ayaklanması sırasında aileleriyle birlikte yüz kadar Sovyet vatandaşının öldürüldüğü provokasyon sonucunda bile Afganistan’a müdahale kararı alamamıştı. Müdahale kararı alındığında ise Genel Kurmay Başkanı olan Mareşal Nikolay Orgakov (1917-1994) bu kararı kızgınlık ve şaşkınlıkla karşılamış ve bu operasyona karşı olduğunu belirtmişti. Günümüzde Amerikalı uzmanlar Sovyetleri adeta kendilerinin başarılı operasyonları sonucunda Afganistan bataklığına çekmeyi başarmakla övünmektedirler.[18]

 

M. Oruçoğlu’nun Sovyetler Birliği’nin Afgan devrimcilere yardım göndermesi ve bu yardımın şeklini tartışmaya açması elbette meşru bir girişimdir. Ancak sosyalizm tarihinde Sovyetlerin çeşitli ülkelerin devrimcilerine yardım göndermesi kadar göndermemesine de itiraz edildiğini biliyoruz. Örneğin; Angola ve Afganistan meselesinde Sovyetler askeri yardım yaptıkları için, İspanya ve Yunanistan iç savaşlarında da yeterince yardım yapmadıkları için eleştirilmişlerdir. Nitekim Oruçoğlu, Lenin döneminde Afganistan’a yapılan askeri yardımları dostluk nişanesi olarak görürken; Kruşçev dönemindekileri sosyal emperyalist yayılımın araçları olarak kabul etmektedir.[19] Kanıt olarak da Kruşçev döneminde altı iki kez çizilmek üzere Afganistan’a “faizli kredi verildiğini” söylemekte[20]ve bu şekilde Afganistan’ın kapitalist sömürü altına alındığı kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Halbuki bu %2’lik göstermelik bir faizdi.

 

Yazar ayrıca Afganistan’da Sovyetlerin tüm projelerinde kendi mühendislerini teknisyenlerini kullandığını iddia etmekteydi.[21] Bu tamamıyla yanlış bir bilgidir. Afganistan’da yerel teknisyen ve mühendisler yetişmesi için Politeknik Üniversitesi’ni kuran Sovyetler Birliği’ydi (Körfez ülkeleri sadece İlahiyat Fakülteleri açılmasına destek olmuş Amerikalılar da etnoloji, filoloji bölümlerini desteklemişlerdi). Bu üniversiteden yetişen minerolog, jeolog ve mühendisler günümüzde bile bu ülkede bu alanda eğitim vermekteler. Sovyetler Birliği ayrıca 20.000 Afgan gencine Sovyetlerde teknik eğitim verdi ki mücahitler bu olayı çocuk kaçırma ve beyin yıkama faaliyetleri olarak görüyorlardı. Ancak mücahitler iktidara geldikten sonra ülkenin elektrik hatlarını, barajlarını ve inşaat sektörünü ayakta tutmak için Sovyetlerde eğitim alan bu sınıftan yararlanmak zorunda kaldılar. Sovyetlerin gizli niyetleri hakkında burada kehanetler sunacak değilim ancak Afganistan’da madencilik, jeoloji, arkeoloji, baraj inşaatları gibi alanlarda yerli mühendislerin çalışıyor oluşu nesnel bir gerçektir.

 

Öte yandan Afganistan üzerine yazdığı son yazı olan “İt Dalaşı”nda M. Oruçoğlu’nun dün olduğu gibi bugünde Afganistan tarihi ve kültürü hakkındaki yüzeysel bilgilerle keskin çıkarımlarda bulunduğunu ve okuyucuyu yanılttığını görmekteyiz. M. Oruçoğlu şunları söylemektedir: “(Taliban) siyaseti, temsil ettiği sınıfın gerçekliğinden, hâkim Afgan tarihinden, kültüründen ve yaşam tarzından kopuk değildir. Bu, bölgede yükselen ve emperyalistler tarafından da pompalanan siyasal İslam’ın etkisi ile şeriat olarak biçimlendi. Şeriat zaten orta çağ kalıntılarından henüz kurtulamamış bu ülkenin 1400 yıllık inancına özgü bir yönetim biçimiydi. Bu bakımdan ona pek yabancı da değildi.”[22]

 

Bu paragrafa da itiraz edebilirim. Afganistan tarihini hiçbir döneminde (Gazneliler, Selçuklular, Timuriler veya Babürler devrinde) şeriata dayalı katı bir İslami geleneğin hüküm sürdüğü bir ülke olmamıştı; tam aksine Afganistan’da şeriat veya şeriata dayalı kültürün egemenliği veya etkisi diye bir şey varsa bu ancak son iki asırda oluşmuş bir eğilimdir ve bu oluşumda Britanya’nın ve Afgan şeriatçılarına 60 yıldır milyarlarca dolarlık yardımlar yapan Körfez Arap krallıklarının, Pakistan rejiminin özel bir rolü vardır. Bu müdahalelerin olmadığı zamanlarda Afganistan “şeriatçı” bir ülke değildi; geleneksel aşiret kültürü ile tasavvuf kültürünün hâkim olduğu; modern yaşama da açık bir ülkeydi. 1960’ların Afganistan’ı, Suudi/Pakistan destekli Vahhabilerin sızmasından önce gençlerin Ahmad Zahir, Sarban ve Hangama gibi müzik ikonlarına hayranlık duydukları, hippielerin Katmandu’ya giderken hiçbir korku duymadan gezdikleri bir ülkeydi. Zaten Afganistan gibi büyük bir müzik kültürü olan, düğünlerinde günler boyunca kesintisiz müzik çalınıp dans edilen bir ülkenin kültürünü, müziği günah sayan, müzik aletlerini kıran Taliban’a uygun görmek büyük bir haksızlıktır.

 

Afganistan, klasik kültürü Taliban gibi bir hareketin pratiğiyle taban tabana zıttır. Farsçanın ilk kadın şairi Rabia-ı Belhi (10. Yüzyıl) ve Gülbeden (16. yüzyıl) gibi büyük kadın yazarların yetiştiği bir ülkenin kültürel mirasıyla, kadınların eğitim almalarına izin vermeyen Taliban’ı uzlaştırmamız zor. Taliban’ın yüzlerce türbeyi yok ettiğinde halk kültüründen büyük bir parça da koparmış oldu. Tıpkı bütün Orta çağlar boyunca korunan ve şairlerce güzellik simgesi olarak görülen Buddha heykellerinin (divan şiirindeki ‘put gibi güzel’ tanımı Buddha heykellerinin güzelliğinden kaynaklanmıştır) dinamitlenmesi sırasında halkın yaşadığı üzüntü de olduğu (ki Hazara halkı Buddha heykellerinin yıkıldığı günü ulusal matem günü olarak anmaktadır) gibi. Ya da Afganistan halkının binlerce yıldır kutladığı Nevruz Bayramının, Şiîlerin bin yılık Aşura törenlerinin Taliban tarafından yasaklanmasında yaşanan şaşkınlık da olduğu gibi.

 

Taliban’ın 1400 yıllık yerel kültürle uyumlu olduğunu iddia etmek “Herat Rönesansı” olarak bilinen akımın temsilcisi olan ressam Behzad’ın (15. yüzyıl) yetiştiği bir ülkede Taliban’ın resmi ve fotoğrafı yasaklamasının tuhaflığını reddetmek anlamına gelir. Tanınmış ve sevilen bir edebiyat ustası olarak M. Oruçoğlu’nun, Babür’ün, Ali Şir Nevai’nin ve Hüseyin Baykaraların şarap meclislerinden, sazlı sözlü eğlencelerinden haberdar olmadığını sanmıyorum. Oruçoğlu ayrıca Afganistan’ın bir zamanlar bütün güzel sanatların, şiirin, felsefenin en önemli merkezlerinden biri olduğunu, Taliban’ın hiç hoşlanmadığı Mevlâna Celaleddin Rumî’nin Afganistan’da doğduğunu biliyor olamaz. Afganistan tarihini şeriatla özdeşleştirmeden önce Ekber Şah devrinde (1556-1605) Afganistan’da kadınların da devlet memuru olarak çalışıp maaş alabildiklerini, küçük yaşta evliliğin yasaklandığını, isteyen Müslümanlara, tarihte ilk kez başka bir dine geçme hakkı tanındığını, yine İslam tarihinde ilk olarak köleliğin lafı-ı güzah olarak değil gerçekten yasaklandığını, meyhanelere vergilerini ödemek şartıyla serbestlik tanındığını hatırlamak gereklidir. Son dört yüzyıldır bu ülkedeki yüksek kültürün nasıl yok edildiğini, Britanya’nın bu amaçla nasıl uğraştığını bilmeden “Afganlar zaten 1400 yıldır böyleydiler demek” doğru bir analiz değildir.

 

M. Oruçoğlu bana göre oryantalist bir bakış açısıyla bağlamından koparılmış tarihsel örneklerle, mesela bundan 100 sene önce İtalyanlara karşı savaşmış Ömer Muhtar’dan veya 200 yıl önceki Şeyh Şamil isyanlarına gönderme yaparak Taliban’ı meşru ve haklı göstermeye çalışmaktadır. Bu hareketlerin dinsel niteliklerini hatırlatarak Taliban’ı meşrulaştırmak istemektedir. Yani doğuda zamanın donduğuna inanan oryantalist bir bakış açısını tekrar etmektedir. Bundan 400 sene önce Pir Sultan Abdal, İran Şahına olan övgüleriyle devrimci/isyancı bir tutum takınmış olabilir, aynı Pir Sultan 1970’lerde Şah’ı övseydi her halde devrimci bir tutum takınmış olmayacaktı. Kendi zamanlarında Kuzey Afrika’da Sünnisilikten, Sudan’da Mehdicilikten, Dağıstan’da Müridlikten veya kabile dayanışmasından başka bir ideolojik donanıma sahip olmayan hareketlerin otantik ve bağımsız yapılarıyla her türlü istihbarat örgütü ve sermaye grubu tarafından kontrol edilmeye alışmış günümüz dünyasındaki İslamcıların hibrit ideolojilerini, yaşam tarzlarını ve politik hedeflerini/ilişkilerini yan yana getirmek ne kadar doğrudur bilemiyorum. Ki aslında 19. yüzyıldaki bu türden dini hareketlerin hiçbiri de aslında sömürgecilikten bağımsız değillerdi.  Her biri ‘sömürgeciler arasındaki rekabetten yararlanırlardı’. Fransızlara isyan eden Britanya yardımı alırdı ya da tersi…

 

Oruçoğlu, Hizb-i İslam ve Taliban gibi örgütleri desteklemesini Lenin’in Emanullah Han’a destek vermesiyle meşrulaştırmaya çalışmıştı. Emanullah Han modernist bir hükümdardı ve bugünde Afganistan’da İslami hareketin herhalde en çok nefret ettiği figürlerden biridir. O nedenle Oruçoğlu’nun bu örneğinin tezini kanıtlamak için hedefini bulduğunu sanmıyorum.

 

Oruçoğlu’nun Hizb-İslam ve Taliban savunusunu temellendirirken baş vurduğu bir ilginç nokta da her türlü işgale karşı vatan savunusu olarak yorumladığı savaşlara verdiği destektir. Halbuki Marx’ın Osmanlıya karşı Yunan ve Sırp bağımsızlık savaşlarını desteklemediğini biliyoruz. Zira Sırp ve Yunan bağımsızlık savaşları o günlerin koşullarında Marx’ın en büyük gerici ideoloji olarak gördüğü Panslavistlerce organize edilmekteydi. Nitekim Oruçoğlu, ‘devrimci’ Napolyon orduları karşısında Kutuzov’a sahip çıkan bakış açısının[23] “Marksist” bir çözümleme olduğunu söyleyemeyiz. Marx yaşamı boyunca proleter devrimlerin ve gerçek ulusal kurtuluş hareketlerinin en büyük düşmanı olarak gördüğü Çarlık Rusya’yı gerileten her adımı desteklemişti. Bolşevikler de Çarlık Rusya’nın girdiği her savaşta yenilmesini arzu ederken benzer bir bakış açısına sahiptiler. Bolşevikleri Çarlık rejimi tarafından yönetilse de işçileri anavatanı savunmaya çağıran Menşeviklerden ayıran da buydu zaten. Bu sebeple M. Oruçoğlu’nun işgale karşı Kutuzov’u sahiplenmesi bu türden bir anavatancılık olarak görülebilir ve Aydınlık’ın bu yazıya genel olarak sahip çıkışı da[24] oldukça anlamlıdır. [25]

 

Napolyon ve I. Aleksander arasındaki savaş neticede emperyal paylaşım savaşıydı. Bu Marksistlerin bir taraf tutmasını gerektirecek bir çarpışma değildi. Öyle olsaydı 1. Dünya Savaşı’nda da Marksistler Almanya’nın saldırısı karşısında İtilaf devletlerinin yanında yer alırlardı. Hatta Bolşeviklerin de Alman saldırısı karşısında Çar’ın yanında yer almaları gerekirdi. Amerikan İç Savaşı’nda Konfederasyon desteklenirdi, Pasifik Savaşı’nda Amerika haklı ve desteklenen taraf olurdu vb. o halde ‘kim sınırı ilk kez geçip karşı tarafın ülkesine girerse o haksızdır’ gibi tuhaf bir mantık bulup huzura erebilirdik. Afganistan gibi zayıf bir ülkeyi Sovyetlere ve Amerika’ya karşı desteklemenin kendince bir mantığı olabilir. Ama Kutuzov Rusya’sını dahi haklı bulmak büyük güçler arasındaki mücadelede gereksiz bir tarafgirlik anlamına gelir. Ki aslında Devrimci Fransa’ya savaş ilan eden de Rusya’ydı. Napolyon’la savaşı başlatan Rus tarafıydı. Napolyon’unki aslında bir karşı saldırıydı. Bu durumda Oruçoğlu mantığına göre Kızıl Ordu, 1944’te artık Alman topraklarına girdiğinde haklı olanlar Berlin’i ve anavatanlarını savunan Nasyonal-Sosyalistler olurdu. Tarihte böylesi illiyetler kurulduğunda tuhaf sonuçlar karşımıza çıkabilir.

 

Çok çetrefilli bir konu olduğu için bu eleştiri yazısını bu konu başlıklarıyla sınırlı tutuyorum. Netice olarak Afganistan Sovyet İşgali adlı kitabın, çok farklı açılardan ‘güncellenmesi’ daha faydalı olurdu. Eldeki ikinci baskı bana göre birinci baskıdaki temel bazı soru işaretlerine cevap vermemektedir.

 

[1] Muzaffer Oruçoğlu,“Rus Sosyal Emperyalistlerin Afganistan’ı Sömürgeleştirmesi”, Partizan Sayı 11,1980.

 

[2] Muzaffer Oruçoğlu, Afganistan Sovyet İşgali, Sancı Yayınları, 2012, İstanbul, s.5. Oruçoğlu Rus Sosyal Emperyalistlerinin Afganistan’ı Sömürgeleştirmesi kitabını 51 yıl önce yazdığını söylüyor. Bu bir dizgi hatası olmalıdır. Doğrusu 41 yıl önce olacaktır.

 

[3] Oruçoğlu, age.s.21,53.

 

[4]M.Barry için bkz: https://www.buzzfeednews.com/article/aramroston/new-nsc-intel-chief-once-worked-on-a-cia-assassination; https://en.wikipedia.org/wiki/Michael_Barry_(U.S._official).

 

[5] Oruçoğlu, 2021 s.53-64.

 

[6] Oruçoğlu, 2021, s.53-64.

 

[7]Oruçoğlu,1980 s.87.

 

[8] Oruçoğlu 2021, s.68.

 

[9] Oruçoğlu 2021, s.65.

 

[10]ИнтервьюАхмадШахаМасудакорреспонденту «Совершенносекретно» М. Маркелову в 1997 году, https://www.youtube.com/watch?v=f44Hl4dJAIY&t=738s

 

[11] Oruçoğlu 2021, s.75.

 

[12] Raşid, a.g.e.126. Hikmetyar katıldığı son seçimde (2019) %1 oy almıştır.

 

[13]http://www.muzafferorucoglu.net/makale.asp?id=285

 

[14]https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/sovyetlerin-afganistan-hezimeti-ve-odenen-agir-bedel/1065078; https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/-afganistan-isgali-olumcul-hatanin-38-yil-donumu/1016149

 

[15]1991’deki referandumda halkın %77’si birliğin devamından yana oy kullanmıştı. Birlikten yana olan en düşük oy Ukrayna’da (%71) çıkmıştı. Rusya’da %73 oranında birlikten yana oy kullanılmıştı. Birlik yanlısı en yüksek oylar ise Orta Asya’dan gelmekteydi. Bu oran Özbekistan’da %94,Kırgızistan ve Kazakistan’da %95, Tacikistan’da %96, Türkmenistan’da ise %98’di.

 

[16] M. Siddieq Noorzoy“Soviet Economic Interest in Afghanistan” Problems of Communism May-June 1987 s.45-54.

 

[17] Sovyet Politbürosunda Afganistan meselesine karışma konusundaki isteksizlik ve Genelkurmay Başkanı Mareşal Nikolay Orgakov’un (1917-1994)  muhalefeti için bkz: A.A. Lyhakovski, Inside the Soviet Invansion of Afghanistan and the Seizure of Kabul, Cold War International History Project, Washington, 2007.

 

[18] Ayrıntılar için bkz: Bruce Riedell, Ne Kazandık? Amerika’nın Afganistan’daki Gizli Savaşı, Oxford University Press Oxford/New York  2011.

 

[19] Oruçoğlu, 2021, s.24-29.

 

[20] Oruçoğlu, 2021, s.27,31.

 

[21] Oruçoğlu, 2021, s.27,32.

 

[22]https://muzafferorucoglu.wordpress.com/2021/08/19/it-dalasi/

 

[23]http://muzafferorucoglu.org/articles-detail.php?lng=tr&cid=809

 

[24]https://aydinlik.com.tr/orucoglu-nun-taliban-analizi-abd-emperyalizmine-karsi-hakli-savas-yuruttuler-258075

 

[25]Bolşevikler Kutuzov gibi karakterlere II. Dünya Savaşında halkı işgale karşı morallendirmek için sahip çıktıkları doğru. Ancak bu sahiplenme, artık Çarlık Rusya’nın  varolmadığı, Kutuzovların da tarihsel  karakterlere dönüştüğü farklı bir zaman diliminde yaşanmaktaydı. Kutuzovlar iktidarken Bolşevikler asla onlara sahip çıkmamışlardı. Bu basite alınamayacak bir nüanstır.

 

Yazan / U. Töre Sivrioğlu

 

SENTEZ | Lenin’in Parti Anlayışı

"Partinin belirlediği ve aldığı kararlar öncü müfrezenin organlarında yer alan kadroları, parti üyeleri, parti militanları üzerinden mücadelede hayat hakkı bulur. Bir başka deyişle bu belirlenmiş teorinin, siyasetin örgüt üzerinden pratikte yerine getirilmesidir"

16 Ocak 2024

Uluslararası emperyalist sistemin girdiği girdap derinleşmiş, bunun sonucu halklara karşı yönelik saldırıları tırmanmış durumdadır. Baskı ve sömürü daha agresif bir hal almıştır. Buna karşın ezilen ve sömürülen halkların tepkileri de artmış, bu durum kimi zamanlarda parçalı ve kendiliğinden hareketlerin yükselişine yol açmıştır.

 

Yani işçi sınıfı ve tüm ezilen halkların mücadelesinin objektif koşulları daha olgunlaşmıştır. Bu ve daha fazla olguyu yan yana getirdiğimizde mevcut konjonktür -öznel gücü oluşturan- proletarya partisinin önderliğinde (tüm dünyada) mücadeleyi daha zorunlu kılmaktadır.

 

Parti inşasında Lenin ve ideolojik-politik-teorik mücadele

 

Ölümünün yüzüncü yılında andığımız Lenin ve yoldaşları, yaşadığı dönemde devrimi zorunlu gördü. Ancak devrimin proletarya partisinin önderliğiyle mümkün olacağını şart koştu. Çünkü ona göre proletaryanın öncü müfrezesi olan partiden yoksun bir şekilde devrimin gerçekleştirilmesi mümkün değildi. Bunun sonucu Rusya’da partinin inşasında ve devrime önderliğinde baş rolü oynamıştır. Devrime önderlik eden parti, -o zamanki adıyla RSDİP- Lenin’in önderliğinde ideolojik, politik, pratik ve de teorik yanlışlara karşı mücadele ederek gelişmiş ve giderek işçi sınıfı, köylülük ve diğer halk kesimleri içerisinde etkin olmuştur.

 

Lenin daha parti kurulmadan evvel ideolojik mücadelesini köylü devrimini savunan Narodniklere karşı verdi. Ve Narodnizme karşı ideolojik ve siyasi üstünlük sağladı. Ardından 1898 tarihinde 1. Kongre ile RSDİP (Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi) kuruldu. Ancak RSDİP 1. Kongre sonrası pratikte henüz devrime önderlik edecek vasıflara sahip değildi.

 

Partinin henüz programı, tüzüğü yoktu. Marksizm’in Narodizm üzerinde ideolojik zafer sağlaması ve işçi sınıfının -kendiliğinden de olsa- eylemlerinin giderek artması, özellikle gençlik içinde Marksizm’e sempatiyi artırmıştı. Ancak RSDİP ilk başlarda, Marksizm’e sağa-sola çeken çizgilerle hesaplaşmamış, yukarıdan aşağıya tutarlı örgütlenmeyi oluşturamamış, programdan ve tüzükten de yoksun olduğu için oynaması gereken önderlik görevini yerine getirememiştir. Dolayısıyla bu durum parti içinde ideolojik ve örgütsel birliğin oluşturulmasına ve kitlelere önderlik edilmesine engel teşkil ediyordu.

 

Bunun sonucu politik arenada anti-Marksist görüşler öne çıkmıştı. Legal “Marksist” eğilim, ekonomizm, trade-unionizm (salt-sendikacılık), reformizm gibi anti-Marksist akımların etkinliği vardı. Ve bu anti-Marksist hareketler işçi sınıfı, gençlik, köylülük gibi kitleler içine yayıldı. Ayrıca bu akımlar, RSDİP içine de yansımıştı. Partinin bazı organlarına, yerel parti örgütlerine, tabana kadar sirayet etmiş ve belli bir etkinlik oluşturmuşlardı. Bu hareketler partinin oluşturulmasını ve parti önderliğinde mücadeleyi gereksiz görüyorlardı. Sorunların “çözümünü” hakim sistem içinde mümkün olacağını savunuyorlardı.

 

Bu duruma karşı Lenin, başını ekonomistlerin çektiği bu reformist hareketlere karşı ideolojik ve politik mücadeleyi zorunlu görüyordu. Öncü partinin önderliğinde, öncü teorinin yol gösterdiği devrim perspektifiyle mücadeleyi, devrime önderlik edecek Marksist ideolojiyle donanmış ve örgütlenmiş bir parti olmadan devrimin mümkün olmadığını savunuyordu. Partinin öncü müfreze rolünü oynayabilmesi için kendi içine kadar sızan anti-Marksist akımlara karşı mücadele edilmesi ve parti içindeki etkinlikleri aşılmak zorundaydı.

 

Bunun üzerine Lenin başta hem ekonomizme karşı hem de parti önderliğini yadsıyan ve kendiliğinden işçi hareketini savunan trade-unionizm ve reformizme karşı ideolojik mücadele verdi. Bu akımlara karşı Marksizm’e tekabül eden teorik görüşlerini “Ne Yapmalı?” eserinde ortaya koydu. Böylece Marksizm’in önünü açarak gelişimini sağladı ve parti örgütlenmesinin temelini attı.

 

Daha sonra 1903’ün Temmuz ayında RSDİP’in 2. Parti Kongresi gerçekleştirildi. Kongre gündemi parti programı, tüzüğü ve sağlam parti oluşturulması üzerine idi. Parti programında Lenin’in getirdiği azami programı kapitalizmin yıkılması, sosyalizmin inşası ve proletarya diktatörlüğünün uygulanması konusu oluşturdu. Asgari programda ise ele alınan konu daha sosyalizmin inşasına geçmeden önce Çarlık rejiminin yıkılması, demokratik cumhuriyetin kurulması, işçilerin sekiz saatlik çalışması, kırda serfliğin kalıntılarının tümden tasfiye edilmesi, toprak ağalarının el koyduğu toprakların köylülere devredilmesi üzerine olmuştur. Lenin’in getirdiği bu konular üzerine en çok tartışılan mevzu, proletarya diktatörlüğü tezi olmuştur. Ancak bu gündem, Kongre çoğunluğu tarafından kabul edilmiştir. Böylece partinin azami-asgari resmi programı belirlenmiş oldu.

 

Kongrede esas tartışma parti tüzüğünde yer alan önemli gündem maddelerini oluşturan partinin niteliği, işlerliği, oynayacağı rol, partinin bileşimi, partiye üye olan kişinin taşıması gereken nitelik vb. konuları içeren formülasyonlar üzerine olmuştur.

 

Lenin Yyoldaşın formülasyonu, parti üyesi olacaklar için şu şartlara sahip olmalarını gerektiriyordu: Partiye üye olacak yoldaşların devrime önderlik edecek partinin programını kabul etmesi, partiyi maddi olarak desteklemesi, parti örgütlerinden birinde örgütlü olarak yer alması, parti faaliyetlerinde yer alması. Buna karşın Martov’un formülasyonu, parti üyeliği için parti programının kabul edilmesini ve maddi desteği kabul ederken; Parti örgütlerinden birinde örgütlü olarak yer almasını, örgütsel faaliyetlerde örgüt mensubu olarak pratikte yer almasını şart koşmuyordu.

 

Lenin partiyi, üye olacak parti üyelerinin parti disiplinini tanıyan ve parti faaliyetlerine katılan kişilerden oluşan örgütlü müfreze olarak görürken, Martov ise partiye üye olanların parti faaliyetlerine katılmalarını ve parti disiplinine uymalarını şart koşmuyordu.

 

 

 

Lenin’in tezini destekleyenlerin yanında, Martov’un tezini destekleyenler de vardı. Hararetli tartışmalar sonucunda Martov’a destek veren Bundcu ve ekonomist çizgide ısrar eden ekonomist delegeler, sınıf örgütlenmesini ve siyasi iktidar mücadelesini reddederek 2. Kongre’den ayrıldılar. Böylece hararetli tartışmalar sonucu tamamlanan 2. Kongre, Lenin yoldaşın ve onun tezlerini savunanların zaferiyle sonuçlandı. Bunun sonucu Lenin ve yoldaşlarına parti içinde çoğunluğu oluşturduklarından Bolşevik, azınlığı oluşturan Martov ve yandaşlarına da Menşevik denildi.

 

Böylece RSDİP 2. Kongresi ile -ileride SBKP adını alacak olan- parti tarihinde önemli bir adım atılmış oldu. Parti programa, tüzüğe ve parti işlerliğine sahip oldu. Ayrıca parti kongresi en üst organ olarak belirlendi. Kongrede alınan kararların, bir sonraki kongreye kadar partinin resmi ve bağlayıcı kararları olduğu kabul edildi. Bu işleyişe bağlı olarak birey partiye, azınlık çoğunluğa, alt kademeler üst kademelere, tüm parti Merkez Komitesine, o da parti kongresine tabi kılındı.

 

Lenin yoldaş 2. Kongre’de alınan kararları “Bir Adım İleri, İki Adım Geri” adlı çalışmasında kaleme dökmüş, Menşeviklerin görüşlerini mahkum etmiştir.

 

Lenin partiyi işçi sınıfının öncü müfrezesi olarak gördü. Ancak partinin öncü rolünü oynayabilmesi için devrimci teoriye, nesnel durumu tahlil eden ve yol gösteren siyasete, izlenecek devrim hattının belirlenmesine, partiye kumanda edecek doktrine ihtiyacı vardır. Ancak diyalektik materyalizmi özümsemiş, ideolojik olarak sağlam, siyasetle donanmış bir öncü müfreze işçi sınıfına ve emekçi halka öncü rolünü oynayabilir. Bu, kapitalizme ve burjuvaziye alternatif tek sınıf olan proletaryanın sınıf karakterini yansıtan teoridir.

 

Lenin yoldaş partiyi işçi sınıfının örgütlü müfrezesi olarak gördü. Sınıf mücadelesine ideolojik-politik hatta önderlik eden komünist partisi aynı zamanda örgütsel hatta da önderlik etmelidir. Belirlenmiş siyaset ve teori örgütlü müfreze ile pratiğe geçirilir.

 

Partinin belirlediği ve aldığı kararlar öncü müfrezenin organlarında yer alan kadroları, parti üyeleri, parti militanları üzerinden mücadelede hayat hakkı bulur. Bir başka deyişle bu belirlenmiş teorinin, siyasetin örgüt üzerinden pratikte yerine getirilmesidir. Parti tarafından teori ve pratikte önderlik ancak o zaman yerine getirilebilir. Lenin’in deyimiyle “öncü savaşçı rolünü ancak bir öncü-teorinin kılavuzluk ettiği bir partinin yerine getirebileceğine işaret etmek istiyoruz.” (Seçme Eserler, c. 2)

 

Lenin, partiyi sınıf örgütünün en yüksek biçimi olarak görmüştür. Parti hem siyasi, hem örgütsel, hem pratikte egemen sistemi bir bütün olarak hedef alan en ileri müfrezedir. Ama parti işçi sınıfının tek örgütü değildir. Parti dışında başka örgütsel yapılar da vardır. Parti dışında, bir ihtiyacın ürünü olarak oluşturulan sendikalar, kooperatifler, meslek örgütlenmeleri ve başka kitle örgütlenmeleri vardır.

 

Sınıf çelişkileri ve siyasi baskılar örgütlerin maddi koşullarıdır. Ve bu kitle örgütleri düzen sınırları içinde yer alan örgütlenmelerdir. Öncü müfreze olarak en ileri örgüt olan parti ile, bu kitle örgütlenmelerinin çoğu arasında örgütsel ve siyasi bağ yoktur. Bu kitle örgütleri, partiyle kitleler arasındaki volan kayışlarıdır. Bu örgütlenmeler içinde çalışma yapılmalı ve onlarla bağ kurulmalıdır. İşçi sınıfı ve diğer emekçi sınıflarla bu örgütler üzerinden bağ kurulmalıdır.

 

Parti ayrıca devrim sonrası proletarya diktatörlüğünün aracı rolü oynar. Bugüne kadar devrimin yapıldığı ülkelerde demokratik halk diktatörlüğü ve proletarya diktatörlüğü uygulanmıştır. Devrim öncesi, devrime önderlik eden proletaryanın öncü müfrezesi, yani parti, devrim sonrasında da varlığını devam ettirmiştir. Ancak buradan yola çıkarak proletarya diktatörlüğünü parti ile eş tutmak doğru değildir. Çünkü parti devrime önderlik ettiği gibi, devrim sonrası proletarya diktatörlüğünün yürütülmesinde araç rolü oynar. Diğer bir deyişle parti, proletarya diktatörlüğünün aracıdır.

 

Lenin oportünizme, revizyonizme ve tüm anti-Marksist akımlara tavır almıştır. Burjuvaziye karşı tutarlı ve kararlı mücadele yürüten Lenin, kendilerini “Marksizm”, “devrim”, “sol” vb. kisvelerle kamufle eden anti-Marksist yapılara ve görüşlere karşı da kararlı ve tutarlı ideolojik mücadele yürütmüştür. Yukarıda değindiğimiz 2. Kongre’de Menşeviklere karşı verdiği mücadeleyi, daha sonra ortaya çıkan yanlışlara karşı da yürüttü. RSDİP’in ilk dönemlerinde ekonomistlere, reformistlere, Menşeviklere karşı verdiği mücadele ile parti perspektifini geliştiren Lenin, daha sonra da ortaya çıkan oportünistlere, tasfiyecilere, hiziplere karşı da mücadeleyi devam ettirmiştir.

https://ozgurgelecek51.net/sentez-leninin-parti-anlayisi/

    

Bir Sol Liberal Aydının Ezilen Ulus Milliyetçiliği Eleştirisi

yusufkose@hotmail.com

Ulusal Sorun ve Oruçoğlu'nun Gerici Ulusalcılık Hayranlığı

 Oruçoğlu, devrimci saflara katılmasından bu yana MLM olamadı ve böyle bir derdi ve kaygısı da hiç olmadı. 

Kaypakkaya ile birlikte PDA'dan ayrıldığında da gönlü orada kaldı dense yeridir. Zaten bir çok konuşma ve anılarında, Kaypakkaya'nın „ısrarı“ sonucu ve onu „kıramayışı“ nedeniyle TKP-ML saflarında yer aldığını da belirtir, kendisi.

 Bunun konumuzla ilgisi, Marksizmi-Leninizmi içten benimsememiş, onu burjuvazinin dünya görüşüne karşı işçi sınıfının dünya görüşü olarak ele almamasıyla yakından ilgilidir. Bu nedenle, Oruçoğlu'nun bugünkü görüşleri, salt bugüne ait değil, PDA saflarından kalma düşünce yapısını, kendi içinde tutarlı ve de kararlı bir şekilde sürdürmeye devam etmektedir. Çelişki gibi gözüken şey, kendini, ideolojik içeriğine temelden karşı çıktığı saflarda göstermeye gayret ediyor olmasıdır. Bu, onun çelişkisi değil, onu böyle görmek ve de göstermek isteyenlerin ideolojik tutarsızlıklarıyla doğrudan ilgilidir.

 

 

Oruçoğlu'nda işçi sınıfına bakış açısı, reformist sol liberal ve sınıf uzlaşmacıdır. Ancak, sınıf uzlaşmacılığında, Oruçoğlu'nun terazisinin kefesinde proletaryanın sınıf çıkarları yer almaz, esas olarak gerici ulusal burjuvazinin çıkarları yer alır. Onun “haklı”, “haksız” kavramları içinde, sınıf bakış açısı ve devrimci sınıfın genel çıkarları, dünya sosyalist devrimin genel çıkarları yoktur.

 

 Böyle olunca da, onun “komünistliği”, ayakları yere basmayan, toplumsal sınıf çatışmalarından soyutlanmış bir küçük burjuva hayalci -bu, Avrupa'nın bazı şehirlerine serpiştirilmiş ve burjuvaziye hiç bir zarar vermeyen, tersine, burjuvazinin hoşgörüsünü kazanan- anarşist komünalciliği olarak kendini göstermektedir. Mülkiyete karşı gibi yapar, ama mülk sahibi, ya da bütün ülkenin mülküne el koymak amacıyla hareket eden ezilen ulus burjuvazisinin bu amaçlı mücadelesini, sınıfsız toplum mücadelesi veren sınıftan daha üstün tutuğu için, kutsar. Bu bağlamda da Oruçoğlu, proletaryanın devrimci istemlerine karşı, adeta, arkaik dönemlerin kararlı savunucusu durumuna düşmüştür.

 

 

Önce, Oruçoğlu'nun adı geçen makalesindeki bazı iddialarını alıp işçi sınıfının dünya görüşü olan MLM penceresinden değerlendirelim. Komünistler açısından orta bir yol yoktur. Orta gibi gözüken yollar da genelde burjuva sınıfı tarafına meyil eden düşünce ve buna bağlı olan tavırlardır. Bu nedenle ML nettir. Ve sorunlara tarihsel materyalizm ve diyalektik materyalizm temelinde yaklaşırlar.

 

 

Oruçoğlu şöyle diyor:

 

“Bizim desteğimizi tayin eden şey, harekete önderlik eden sınıfın niteliği değil, hareketin demokratik içeriği ve haklılığıdır. Bu önderlik, kendi direniş sahası içinde komünist partisinin örgütlenmesine müsaade etsin veya etmesin, emperyalizme darbe vursun veya vurmasın bu gerçek değişmez.”2

 

 

Oruçoğlu için, uluslararası proletaryanın büyük öğretmenleri olan Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao bir referans kaynağı olmadığından, onların düşünceleri ve onlardan aldığımız alıntılarla onun görüşlerini eleştirmek, onun kale alacağı düşünce sistematiği olmayacaktır. Buna rağmen, elbette onların düşünceleri ışığında soruna yaklaşacağız. Bizim referans kaynağımız, ne emperyalist burjuvazinin “yeşil kuşak projesi”yle besleyip büyüttüğü gerici, dinci, faşist örgütlerin ideolojik izleri olabilir ne de ezilen ulus burjuvazisinin burjuva ideolojisi olabilir.

https://yusuf-kose.blogspot.com/2024/01/bir-sol-liberal-aydnn-ezilen-ulus.html


 

17 Ocak 2024 Çarşamba

OCAK AYI | SÖYLEŞİ_1_2_3_4_5


 

 “Mücadele bize kişilik kattı, bize onur kattı, bize vicdan verdi, insanlık verdi”(1)

Devrim ve Komünizm şehitlerini andığımız Ocak ayında, 70 ve 80'li yılların ilk dönemlerinde ölümsüzleşen Partizanlara ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdik.

Bilindiği üzere Ocak ayının son haftası 1978 yılından bu yana devrim mücadelesinde ölümsüzleşenler ve proleter hareket saflarında komünizm uğruna toprağa düşen komünist devrimcilerin anıldığı bir zaman dilimi olarak ele alınıyor.

 

Ocak ayı içinde Alman burjuvazisi tarafından Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, coğrafyamız komünist hareketi açısından ise TKP’nin kurucusu ve önderi Mustafa Suphi ve 15 yoldaşı ile Maria Suphi,  Halk ordusunun ilk komutanı Ali Haydar Yıldız, proletarya partisinin ilk kadın şehidi Meral Yakar,  Atilla Özkan ve daha pek çok devrimci ve komünist mücadele bayrağını ardıllarına devrederek ölümsüzleşmiştir.

Ekim devriminin komünist önderi, Marksizm’in ustası Lenin 14 Ocak 1924’te ölümsüzleşmiştir.

Ocak ayı, devrim ve komünizm şehitlerini anma çalışmaları bu yıl, ölümsüzlüğünün 100. yılı dolayısıyla dünya işçi sınıfı ve halklarının yaşayan önderi Lenin’e atıfla yapılmaktadır.

 

Bu süreç içinde gerçekleştirilen ziyaret, anma ve etkinliklerde devrim ve komünizm şehitlerini anarken, yaşam ve ideallerinden öğrenmeyi esas alıyoruz. Yarattıkları değerlerin büyüteceğine dair de sözümüzü de yinelendiğimiz bir süreç olmaktadır.

 

Ölümsüzlüğünün 100. yılında Komünist usta Lenin’in mücadele yaşamı, Rusya’da gerçekleştirilen devrimin önemi ve anlamı, Lenin yoldaşın Marksizm’e katkıları, komünist parti anlayışı, emperyalist savaşlara ilişkin analizi ve daha pek çok başlıkta bir araştırma ve yoğunlaşma içinde olmak bizi de geliştirecek ileri taşıyacaktır.

Ölümsüzleşenlerimizi daha yakından tanımak, mücadele içindeki duruşlarından, deneyimlerinden öğrenmek davamızın yarını ve başarısı açısından büyük önem kazanmaktadır.

Bu amaç doğrultusunda toprağa düşenlerimizi tanıyan, bilen mücadele arkadaşları, yoldaşlarıyla söyleşiler gerçekleştirdik. Düşenlerimizin kanı ve canıyla, emeği ve alınteriyle karakterini, yaşamdaki duruşunu ortaya çıkardığı hareketimizin geçmişinden öğrenmek, geleceği kazanma mücadelesinde daha güçlü adımlar atmamıza katkı sunacaktır.

 

**--Merhaba.

 

Geçmişte Partizan saflarında birlikte mücadele ettiğiniz ve bu sırada ölümsüzleşenlere ilişkin bize tanıklığınızı, deneyimlerini paylaşır mısınız?

Tabii ki şöyle başlamak istiyorum. Türkiye devrimci hareketinin ilk evrelerinden yüzeysel olarak başlamak istiyorum. Çünkü genelde anlatılmıştır, ifade edilmiştir. Birçok insan tarafından, Türkiye devrimci hareketi içerisinde bulunan insanlar tarafından bilinmektedir. Genel bir değerlendirmedir ancak değinilmekte de fayda var diye düşünüyorum.

1920’de kurulan Türkiye Komünist Partisi, TKP’nin değerli kadroları için Ocak ayı çok değerlidir ondan değinmek istedim. 1920’de 29 Ocak’ta Sovyetlerden gelen önderlerimiz başta Mustafa Suphi ve 14 yoldaş olmak üzere ta Kars’tan itibaren Erzurum üzerinden yolu kesilerek, çeşitli entrikalar kurularak Kemalist diktatörlük tarafından Trabzon’da sonlandırılmış kırık bir vapura bindirilerek işkence edilerek denizde boğdurulmuşlardır maalesef. Böyle bir komploya kurban gitmişlerdir.

 

Ne yazık ki Türkiye devrimci hareketinin sınıfsal mücadeledeki ivmesi ve yeri zaman zaman sınıfsal çelişkilere önderlik etmesi, damgasını vurması, TC devleti tarafından özellikle kıskaca alınmıştır. İçine ajan ve provokatörler de katarak ya da yetiştirerek kendi mecralarına, kendi sınıfsal çıkarlarına hizmet ettirebilmek için dönem dönem bu mücadeleyi baltalamak için uğraşmışlardır. Birçok yerde, birçok konuda da başarılı olmuşlardır.

 

Ancak TKP’nin Mustafa Suphi’den sonraki yönetimin revizyonist ve oportünist olması, daha sonra da katmerli revizyonist yapıya dönüşmesinden sonra Türkiye’de komünist bir hareket ve devrimci bir çıkış yeniden ihtiyaç haline gelmiştir.

 

Bunu da 1972’de önder İbrahim Kaypakkaya başlatmıştır. 24 Nisan’da kurduğu proletarya partisiyle Mustafa Suphi’nin mirasını tekrar şahlandırmıştır. Bu da yine Ocak ayında Ali Haydar Yıldız’ın bir kömde basılarak şehit edilmesi, kendisinin de yaralı olarak günlerce işkencehanelerde sorgulanarak işkence uygulanması ve daha sonra savunma aşamasında yani Türkiye Komünist Partisi’nin Marksist-Leninist yapısını tekrardan çeşitli milliyetlerden Türkiye halkına tanıtması, bu noktadaki savunması esas alınarak faşist TC devleti tarafından toplumla buluşmasını istemeyen güçler tarafından katledilmiştir. Böyle bir savunmanın Türkiye toplumuyla buluşmasını engellemişlerdir.

 

Şimdi bu uğurda, mücadelede düşenlerimiz çoktur.

 

Ocak ayında özellikle Mustafa Suphilerden sonra yine 1972 Nisan’ında kurulan Proletarya Partisi’nin önemli kadroları da yine Ocak ayında düşmüştür. Atilla Özkan, Meral Yakar gibi önder kadrolarımız yine Ocak ayında düşmüşlerdir. Tabii bu mücadele seyri içerisinde düşen yoldaşlarımız, önemli kadrolarımız var.

“Tartışmaları çok üsluplu ilerleten bir kişiydi. Tahammülü de öyleydi”

Zeki Uygun…

Bunlardan mesela Kasım ayında düşen Zeki Uygun’dan bahsetmek isterim. Zeki Uygun ki kendisi öğretmendir, Sivaslıdır. Ardahan o zamanlar Kars’a bağlıydı. Kars’ın Posof ilçesinde öğretmendi. 1974’le 1975 arasında kendisiyle bizzat tanıştım.

 

Kendisi ile 1974’te TÖBDER Hanak Şubesinde tanıştık. O zaman Kaypakkaya’nın düşüncelerini savunan kimse yoktu bölgemizde. İbrahim Kaypakkaya’yı tanıyorduk ama hakkında çok bilgiye sahip değildik. Bizi buluşturan, Kaypakkaya’yla tanıştıran, onun fikirlerini bize ulaştıran Zeki Uygun’du.

 

Zeki Uygun görev yaptığı sürece TÖBDER’de görüşürdük, tartışmalara girerdi. Muazzam bir hitap etme şekli vardı. TÖBDER’deki bütün insanlar dinlerdi, diğer siyasi yapılar da vardı ancak onlarla olan tartışmalarında çok üsluplu, çok kapsayıcı, kimseyle çok fazla didişmeyen, takışmayan, tartışmaları çok üsluplu ilerleten bir kişiydi. Tahammülü de öyleydi mesela. Gelen eleştirilere çok açıktı. Karşıt düşüncelere saygısı büyüktü. Onları dinlerdi, ondan sonra cevap verirdi. Zaten çekim merkezi buydu.

 

Zaten orada İbrahim Kaypakkaya’nın düşüncelerinin kök salmasının esas sebebi Zeki Uygun’dur.

 

– Kendisi oralı değil dediniz…

 

– Kendisi oralı değil, Sivaslı. Ama görev yaptığı yerdi. Mesela bizim yörenin insanı olmasına rağmen Muzaffer Oruçoğlu’nu tanımazdık biz. Daha sonradan öğrendik onun Karslı olduğunu. Oruçoğlu’nun o bölgede örgütlenmede çok fazla etkisi yoktu çünkü onun örgütlenme alanı başka yerlerdi. Onun çalışmaları daha çok Urfa, Siverek, Dersim, Erzincan, Malatya gibi yerlerdi.

 

Biz kendisine daha sonradan öğrendik tanıdık.

– Zeki Uygun için o bölgede Kaypakkaya’nın düşüncelerinin tohumları ilk atanlardan biri öyleyse…

– Biz mesela 1974’ün sonlarında tanıştık. 1975’te ilk defa Hanak ilçesinde İbrahim Kaypakkaya’nın katledildiği 18 Mayıs’ı 19 Mayıs’a bağlayan gece bildiri dağıttık. İlk bildirimizi dağıtmış olduk böylece.

 

Mao Zedong pullanmalarını çarşıda bütün yollara, camlara pullama yaptık. Küçük bir ilçe olmasından dolayı mücadeleye ilk girenlerden biri olmamızdan dolayı takiplere uğradık, gözaltılara alındık. Oradaki örgütlenmenin ilk nüvelerini geliştiren bir önderdir bana göre Zeki Uygun. Çok alçakgönüllü, çok mütevazi, çok kapsayıcı bir yapısı vardı.

 

Daha sonra altı kişi geldik biz batıya, onun inisiyatifiyle. 1976 ayrılığında Zeki Uygun’la birlikte hareket ettik. Proletarya partisinin çizgisini savunduk.

 

– Bu ayrılıkta Zeki Uygun nasıl bir rol aldı?

 

– Bölgesel olarak, Kars bölgesinde dili yettiği oranda partiyi savundu. Ama o zamanlar zaten parti merkezi yapıya sahip değildi. Bölgesel çalışmalar vardı. O da o bölgede gücünün yettiği oranda Kaypakkaya’nın görüşlerini savundu. Onu bizlerle buluşturdu, halkla buluşturdu.

 

Örgütsüz insanları örgütledi. Öyle bir meziyeti vardır. Bunu çok başarılı bir şekilde yaptı. Biz altı kişiyi batıya gönderdi. Burada profesyonel çalışmaya katıldık arkadaşlarla. Kendisini de iki sene sonra tekrar gördüm.

 

Biz o zamanlar Alibeyköy, Kağıthane, Nurtepe’de gecekondu mücadelesine başlatmıştık Proletarya Partisi’nin önderliğinde. Oradaki çalışmaya katıldı o da. Yaz dönemiydi. Öğretmenliğe devam etmiyordu, yani yaz tatilindeydi. Bizimle birlikte briket taşıdı, çamur yaptık, harç yaptık, beraber gecekondu yaptık. Örnektepe’de, Okmeydanı’nda, Güzeltepe’de, Kağıthane Nurtepe de birlikte çalıştık. Çok da zevk aldım. Onu görünce ufkum açılıyordu işin gerçeği. Böyle bir diyaloğumuz vardı, kendisine çok severdim ben.

 

22 Kasım 1986’da şehit düştü. Ben de o zaman memleketteydim. Haberleri dinliyordum kahvede. Zeki Uygun, Ünal Küçükbayrak adı geçince birden pürdikkat kesildim. Kahveci de tanıdığımız biriydi. “Biraz sesini açın” dedim. Spiker böyle çok içten gelerek, sanki büyük bir zafer kazanılmış edasıyla anons ediyordu ki katledilen arkadaşlarımızın çoğu kimyasal maddelerle yakıldı. Hepsi aslında, sadece orada 10 kişiden biri firar etmiş, bilmiyoruz neden. O kadar bilgimiz yok.

 

Diğerleri artık, ellerinden geldiği kadar, çok da fazla malzemeleri olmamasına rağmen çatışmanın da yaşandığını duyduk. Ama ne kadar doğru bilmiyoruz.

 

Ama esas mesele, bir ihbar sonucu çevrildikleri ve kaçan şahsın da büyük ihtimal ihbarda payı olduğu söylendi daha sonra.

 

Bunlar doğru mudur, nedir bilemiyoruz tabii. Biz elimizdeki kanıtlarla konuşuruz, öyle bir kanıtımız olmadığı için de böyle bir yorum yapmak da çok iyi olmaz diye düşünüyorum. Bunun için öyle bir araştırmayı daha sonra işin içinde olan insanlarımız bir düşünceye, araştırmaya dayalı bir fikre sahiptirler mutlaka.

Zeki Uygun’la olan ilişkim böyleydi. Bu haberleri dinleyince kendimi tutamadım.

 

(Devam edecek)

OCAK AYI | SÖYLEŞİ; “Mücadele bize kişilik kattı, bize onur kattı, bize vicdan verdi, insanlık verdi” (2)

Devrim ve Komünizm şehitlerini andığımız Ocak ayında, 70 ve 80'li yılların ilk dönemlerinde ölümsüzleşen Partizanlara ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdik.

Bilindiği üzere Ocak ayının son haftası 1978 yılından bu yana devrim mücadelesinde ölümsüzleşenler ve proleter hareket saflarında komünizm uğruna toprağa düşen komünist devrimcilerin anıldığı bir zaman dilimi olarak ele alınıyor.

 

Ocak ayı içinde Alman burjuvazisi tarafından Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, coğrafyamız komünist hareketi açısından ise TKP’nin kurucusu ve önderi Mustafa Suphi ve 15 yoldaşı ile Maria Suphi,  Halk ordusunun ilk komutanı Ali Haydar Yıldız, proletarya partisinin ilk kadın şehidi Meral Yakar,  Atilla Özkan ve daha pek çok devrimci ve komünist mücadele bayrağını ardıllarına devrederek ölümsüzleşmiştir.

 

Ekim devriminin komünist önderi, Marksizm’in ustası Lenin 21 Ocak 1924’te ölümsüzleşmiştir.

 

Ocak ayı, devrim ve komünizm şehitlerini anma çalışmaları bu yıl, ölümsüzlüğünün 100. yılı dolayısıyla dünya işçi sınıfı ve halklarının yaşayan önderi Lenin’e atıfla yapılmaktadır.

 

Bu süreç içinde gerçekleştirilen ziyaret, anma ve etkinliklerde devrim ve komünizm şehitlerini anarken, yaşam ve ideallerinden öğrenmeyi esas alıyoruz. Yarattıkları değerlerin büyüteceğine dair de sözümüzü de yinelendiğimiz bir süreç olmaktadır.

 

Ölümsüzlüğünün 100. yılında Komünist usta Lenin’in mücadele yaşamı, Rusya’da gerçekleştirilen devrimin önemi ve anlamı, Lenin yoldaşın Marksizm’e katkıları, komünist parti anlayışı, emperyalist savaşlara ilişkin analizi ve daha pek çok başlıkta bir araştırma ve yoğunlaşma içinde olmak bizi de geliştirecek ileri taşıyacaktır.

 

Ölümsüzleşenlerimizi daha yakından tanımak, mücadele içindeki duruşlarından, deneyimlerinden öğrenmek davamızın yarını ve başarısı açısından büyük önem kazanmaktadır.

 

Bu amaç doğrultusunda toprağa düşenlerimizi tanıyan, bilen mücadele arkadaşları, yoldaşlarıyla söyleşiler gerçekleştirdik. Düşenlerimizin kanı ve canıyla, emeği ve alınteriyle karakterini, yaşamdaki duruşunu ortaya çıkardığı hareketimizin geçmişinden öğrenmek, geleceği kazanma mücadelesinde daha güçlü adımlar atmamıza katkı sunacaktır.

 

**

 

 

 

“Hem disiplinli bir arkadaştı, hem de güven verirdi.”

Ünal Küçükbayrak…

 

Ünal Küçükbayrak’la da 1980 Mart ayında birlikte gözaltına alınmıştım. Ünal da Zeki gibi tartışmaları çok iyi götüren, sabırlı, inançlı bir arkadaşımızdı. Ben onu tanıdığımla gurur duyuyorum, onunla beraber mücadele alanında olduğumdan dolayı.

 

Çağlayan’da bir randevumuz vardı, erken saatteydi, 6.00’da. Randevu yerine yaklaştığımda, gülerek bana baktığını gördüm. Küçük bir kahve vardı açık olan, sabahın o saatinde. Alibeyköy’de bir toplantımız vardı, ben oradan geliyordum. Ne yaptığını, ne tarafa gittiğini sordum, Sanayi Mahallesine gideceğini söyledi. “Hayırdır” dedim, bir işin mi var? “Hayır” dedi, orada bir grev var, oraya uğrayacağım.

 

Dedim “ben de oraya gideceğim. Saat daha erken, gel şurada bir çay içelim”.

 

Oturduk beraber çay içtik. Sanayi Mahallesine gitmek için yola çıktık. O esnada aşağıya doğru yürüdük, Çağlayan’ı Yahya Kemal’e bağlayan bir dere var. Derenin üzerinde küçük bir köprü. Tam köprüye gelmiştik ki, işporta arabası, perdeli bir minibüs geldi. Yanımızda durur durmaz, “kıpırdamayın” diyerek bize tomsonları çevirdiler.

 

Biz o zaman anladık, işporta arabasındakilerin polis olduğunu. Aradılar bizi, benim üzerimden çeşitli materyaller çıktı. Onun üzerinde ise silah çıktı. Hatta önce bulamadılar, üst cebinde şarjöre elleri değince “sıkı arayın” bunları dediler, üzerimizi soydular, ters kelepçe takıp, gözlerimizi bağladılar.

 

Bizi alıp Çeliktepe Jandarma Karakoluna götürdüler. O zamanlar bu bölge jandarmaya bağlıydı, bizi jandarmaya teslim etti polis. Jandarma karakolunda kaba dayak falan attılar önce. Birbirimizden ayırdılar tabii. O arada siyasi şubeden telsizle birbirleriyle konuşuyorlardı.

 

Bizi önce ikinci şubeye götürdüler. İkinci şubede epey ezdiler, sonra birinci şubeye götürdüler. Burada sistemli işkence yaptılar, on beş gün boyunca. Bizden bu işkenceler boyunca, bir ev adresi istiyorlardı, birbirimizi tanıdığımızı itiraf etmemizi istiyorlardı.

 

Bizi karşı karşıya getirdiler Ünal’la. Önce ona benim için “bunu tanıyor musun ?” diye sordular. “Hayır ben ilk defa görüyorum, tanımam ben bunu” dedi.

 

Halbuki hem beraber yakalanmışız hem de aynı evde kalıyoruz. “Üzerinden silah çıkmış, bu silah nedir peki” diye sordular. “Benim ailemde kan davası var, kan davası olduğu için Topkapı’da aldım ben bu silahı. Satıyorlardı, kendimi korumak zorunda olduğum için aldım” dedi. Nerede kaldığı sorulunca da, “inşaatta kalıyorum” dedi.

 

Peki bununla nasıl buluştunuz diye sordu. “Ne buluşması, ben onu tanımıyorum” dedi. Ben de hakeza tanımadığımı söyledim, ne bileyim silah kaçakçısı mıdır, kan davalı mıdır, ben nereden tanıyayım dedim.

 

– Ünal Küçükbayrak nereliydi?

 

– Urfa Siverekliydi. Oradan tutturdu zaten, hazırlıklıydı. Bizi tekrar Selimiye’ye getirdiler, “ayaküstü mahkemesi” oluyordu o zamanlar. Savcının karşısına çıkardılar. O zaman savcı da, Yaşar Değerli.

 

Ünal uzun boyluydu, ben kısa. Yaşar Değerli Ünal’a “O arkandaki fino -benim için söylüyor- ev adresi ni vermiyormuş” deyip elindeki kalemi fırlattı. Kalem gözümün altına girdi.

 

Tampon falan yapıp zor çıkarttılar. Tekrar Ünal’a “Sen nasıl ev vermiyorsun, üzerinde çıkan silah balistik incelemeden geldi. 20 tane eylem yapılmış, ikisin de fiili olarak öldürme var. O tetiği çeken sensin. Diğerlerini bilmiyoruz. Sen bu olaylarda teşhis edildin zaten” dedi.

 

Kasımpaşa ülkü ocakları başkanı Doğan Şer diye birisini vurulmuş, ağır yaralanmış. Geldi teşhis etti Ünal’ı. Beni de gösterdiler, ama “o değil, uzun boylu sıktı bana” dedi.

 

Ünal’la pratik eylemlere çıktığımızda, güle oynaya halay çekiyormuş gibi gelirdi bana. O kadar insana güven veren biriydi. Hem disiplinli bir arkadaştı, hem de güven verirdi. Kendi alanında ya da sorumlu olduğu insanları gözü gibi korurdu. Onlara bir tane rüzgar estirmezdi. Çok değerli bir insandı. Siyasi olarak da askeri olarak da çok iyiydi. İki yönü de gelişkindi.

 

Katledilmeselerdi, hem Zeki hem Ünal, proletarya partisinin çok önemli yerlerinde inisiyatif alırlardı ve hakim sınıflar bu arkadaşları bilerek yok ettiler. Çünkü o koşullarda 1986-87 gibi dönemler Türkiye devrimci hareketinin dibe vurduğu dönemler ve sen bir konferans yapıyorsun bu koşullardı.

 

Hakim sınıflar yıllardır, asırlardır deney ve tecrübe sahibidirler. Kimlerin ne tehlike arz ettiğini bilirler, biliyorlar da. Onun için yok ediyorlar önderleri.

 

İkisinin de lider kişilikleri vardı.

“Efendi’nin de lider özellikleri vardı.”

Efendi Diril…

Efendi Diril yoldaşımı da 1975’te tanıdım. Ancak çok yakın birlikte faaliyet yürütmedik. Çok yakından tanımazdım. Daha sonra bizim bölgeye geldi. Eskiden Sefaköy tarafına gittiğimde kendisini görürdüm. O da bilirdi benim Partizancı olduğumu, selamlaşırdık. Onun o alanlardan sorumlu olduğunu da tahmin ediyordum.

 

Ama kendisiyle birebir diyaloğum yoktu. Diyaloğumuz 1979’da oldu, 1980’in Mart’ında da biz yakalandık zaten. 6-7 aylık bir süreçte birlikteliğimiz var. Bizim sorumlumuzdu o dönemde. Yakalanmadan önce katıldığım son toplantı da onunla oldu. O toplantıdan ayrıldıktan sonra ertesi sabah Ünal’la birlikte yakalandık zaten. Efendi’nin de lider özellikleri vardı.

 

1979’ların sonlarına doğru bizim bölgemizde eleştiriler çoğalmıştı, eleştirenler içerisinde ben de vardım. Ama ben kendi yapım içerisinde eleştirirdim, dışarıda kuruma laf getirecek, onu karalayacak şekilde konuşmazdık, kurumumuzu gözümüz gibi korurduk.

 

Biz kendimiz eleştiririz, hatalarımız varsa da özeleştiri veririz ama düzeltmek için. Biz birbirimizi hedef alıcı şekilde davranamayız ki. Biz kendimizi düzeltmek için, bu hareket sınıf mücadelesinde daha ileri hamle yapabilsin diye bütün çabamız. Biz canımızı koymuşuz bu yola.

 

Bilirsiniz 1979’da sıkıyönetim ilan edilmişti. Sıkıyönetim devrimci mücadeleyi durdurmak için ara bir formüldü. Sınıf mücadelesi öyle çığ gibi gelişiyordu ki fabrika örgütlenmeleri, fabrika grevleri, işçi direnişleri, gecekondu mücadeleleri, köylülerin toprak işgalleri, başkaldırılar yani sınıf mücadelesi çok üst evreye ulaşmıştı o dönemde; 1978-79’da.

 

Tabii deney ve tecrübe sahibi olan hakim sınıflar bunu sıkıyönetimlerle durduramayacağını biliyordu. 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğüne gitmenin yolunu açmak için ilan ettiler. Biz bunu biliyorduk. Ama bizim eksiğimiz, yanlışımız onu görmemize rağmen konumlanamadık.

 

Çok önemli bir şeye parmak basıyorum. Gücümüzü abarttık, düşmanın gücünü küçümsedik. Bu anlayış kurumun anlayışıydı aynı zamanda. Hepimizde vardı bu. Onu görüp de ona göre konumlanmamak, geri çekilme demiyorum, sıkıyönetim koşullarında geri çekilmeye gerek yoktu zaten biz geri çekilsek bile sınıf mücadelesi öyle bir ivme kazanmıştı ki sen onun gerisinde kalamıyorsun. Onun içinde olacaksın ya da önderlik edeceksin bir şekilde.

 

Adın belli, ne diyorsun, ben bu sınıfı örgütlerim, öncülük ederim iddiasıyla davranıyorsun. Bizim üzerimize düşen görev hem kurumumuzu eleştirmek hem de kurumumuzun dışarıya karşı korunmasını sağlamaktı. Onun için Efendi yoldaş da bize bizim o konudaki düşüncelerimizi saygı gösterirdi ve kurumun dışına çıkmamızı söylüyordu. Meğer bizim bölgemizde hizip çalışması başlamış Koordinasyon Komitesi adı altında.

 

İşin gerçeği bizim hiç haberimiz olmamıştı. Kendi adıma konuşuyorum. Birebir üst komiteye bilgileri veren bendim. Ona rağmen bunu göremedik, sezemedik. Çünkü gizli gizli çalışmışlar alttan. Hatta bir ara benim de onlardan olduğumu sanmışlar. Bu eleştirilerimden dolayı.

 

Sonuçta Efendi, değerli bir yoldaşımızdı. O da Küçükçekmece Kanarya Mahallesi’nde faşistlerin öldürüldü. Çünkü o bölgede tanınan bir arkadaşımızdı. Ben ne zaman oraya gitsem onu orada görürdüm. Onun da lider vasfı vardı.

 

Bunları anlatırken hep içim sızlıyor inanın.

 

Onlar hakkında belki daha güzel şeyler konuşabilirim, onlarla birebir temasım olduğu için güçlük da çekiyorum anlatırken.

 

– Ortak deneyimleriniz oldu mu bu yoldaşlarla ?

 

– Olmaz mı? Ünal Küçükbayrak’la ilgili bir anekdotum var, onu anlatayım. Bir gün bana Okmeydanı tarafında bir randevu verdi. Ben de oraya gittim, baktım yanında bir kadın arkadaşla geldi. Hesapta kadın arkadaş yoktu. Kadın arkadaşı benimle tanıştırdı, bundan sonra ilişkileri sen yürüteceksin dedi bana. Kadın arkadaşa da dedi ki bundan sonra bu arkadaş gelecek.

 

O da tamam dedi. Yalnız benim dikkatimi çeken bir şey oldu, ayrılırken benimle değil de Ünal’la gitmek istedi sanki.

 

Öyle olunca ben de “niye öyle yapıyor acaba ?” dedim kendime. Bizi tanıştırdı birlikte gideceğiz bir yere, oturup konuşacağız nasıl görüşeceğimizi, nasıl iletişim sağlayacağımızı. Neyse Ünal ayrıldı gitti, biz oturduk konuştuk. Bu arkadaş sürekli Ünal’ı sordu bana. O arkadaş gelecek mi, o arkadaş nerede vs. Ben hala işi çözemedim. Meğerse bu arkadaş Emeğin Birliği’nden geçmiş bize. Onu da Ünal kazanmış.

 

Bir tartışmada denk gelmiş, Ünal’ın hitap yeteneği çok güçlüydü, insanları ikna etme kabiliyeti çok yüksekti.

 

Siyasi birikimi de çok iyiydi. Öyle kimse onun karşısında tartışamazdı. Bundan dolayı kadın arkadaşın ilgisini çekmiş. Emeğin Birliği, Halkın Kurtuluşu, Devrimci Yol, MLSPB’yle Okmeydanı’nda bir yerde tartışma olmuş. Tartışmadan sonra bu kadın arkadaş Ünal’ın yanına gitmiş, “ben sizin düşüncelerinize sempati duyuyorum”, demiş. Bir iki kez görüşmüşler. Ünal arkadaşla ilgilenebilecek konumda değil, başka işleri olduğu için bana devretti.

 

O görüşmemizde birkaç kez sorunca, ben de dedim önemli bir şey varsa ileteyim ben ona. Ama ilişkin benimle sürecek. Onunla özel görüşmesi gerektiğini söyledi.

 

O zaman anladım ki kadın arkadaş Ünal’a aşık. Ünal’ı gördüğümde ona, bu kadın arkadaşın kendisiyle görüşmek istediğini söyledim. O da benimle ne yapacak, seninle ilişkisini sürdürsün dedi. Benimle ilişkisini sürdürsün de, seninle özel görüşmek istiyor dedim. Ya sen ona git de ki, “benim onunla oturup konuşacak belki zamanım olabilir ama benim ona verebileceğim, vaat edebileceğim bir şey olamaz” dedi.

 

Ben de “sen zalimlik yapıyorsun, bir iki otur konuş. Bu kadın arkadaşın sana eğilimi var. Bir şekilde kendini anlat dedim. O da bana “benim kelle koltukta, sen daha iyi anlatırsın” dedi. Bunları tabi gülerek espriyle söyledi. Ben kadın arkadaşa bunları izah ettim.

 

Daha sonra bir daha yine görüştük. Kadın arkadaşın evine gitmiştik. Annesi de çok değerli bir kadındı. Devrimcilere kurban oluyordu. Ben kadın arkadaşa durumu anlattığım için bana hırçın davranıyordu biraz. Annesi bunu fark etti. “Hanik noluyor, Hanik? Öldürürüm seni, devrimcilere böyle davranmayacaksın” dedi.

Bir sonraki görüşmemizde de kadın arkadaş, sizinle artık görüşmek istemiyorum dedi.

Sebebini sorunca, eski yuvama dönüyorum dedi.

 

(Devam edecek)

https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-mucadele-bize-kisilik-katti-bize-onur-katti-bize-vicdan-verdi-insanlik-verdi2/

https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-mucadele-bize-kisilik-katti-bize-onur-katti-bize-vicdan-verdi-insanlik-verdi3/

https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-mucadele-bize-kisilik-katti-bize-onur-katti-bize-vicdan-verdi-insanlik-verdi4/

https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-mucadele-bize-kisilik-katti-bize-onur-katti-bize-vicdan-verdi-insanlik-verdi5/

OCAK AYI | SÖYLEŞİ; 

“Nice kadın yoldaşımızı kaybettik bu mücadelede ama her şeye rağmen bu kavga devam ediyor.”(1)

Devrim ve Komünizm şehitlerini andığımız Ocak ayında, 80’lerin ortası 90’ların başına kadar ki dönemde ölümsüzleşen kadın devrimcilerden, Partizanlardan birkaçına ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdik.

21 Ocak 2024



https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-nice-kadin-arkadasimizi-cok-degerli-yoldaslarimizi-kaybettik-bu-mucadelede-ama-her-seye-ragmen-bu-kavga-devam-ediyor-1/

https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-nice-kadin-yoldasimizi-kaybettik-bu-mucadelede-ama-her-seye-ragmen-bu-kavga-devam-ediyor-2/




 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)