31 Mart 2025 Pazartesi

Ateşi Çalmak!__Kadrajın dışında kalanlar_Hakan_GURER_2016

 


Süleyman Cihan olayı!
“Süleyman ve bir kadın yoldaş ev boşaltmaya gittiklerinde içeride pusu kuran ekiple karşı karşıya gelir. Yanındaki kadın yoldaş (Gülay) uyanık davranarak operasyon ekibini oyalar, beklemediği (kimin beklemediği? BN) bir yanıltma hareketi yaparak Süleyman yoldaşın kaçıp kurtulmasını sağlar, ama kendisi faşizmin eline düşer.” (Hasan Aksu-Şafak alazında harpagos’a kafa tuttuk. Syf:337) 

Paragrafta ifade edilenler ne yazık ki tam değil, eksik ve okuyunca insanın kafasında farklı şekilde canlandırmasını sağlıyor. 
Yazımın ilk girişinde ifade etmiştim, tarihsel olaylar dikkatli aktarılmalıdır. Yanlış anlamalara yol açmamalıdır. Hele tanıkların anlatımları belgelerle mevcut ise yorum katılmadan olduğu gibi verilmesi en doğru olanıdır.

 Şimdi bu paragraftaki durumu, direk Süleyman Cihan ile giden kadın arkadaşın kendisinden dinleyelim:
::::::::::::::::::::::::::::::::::::DEVAMI_LiNKTE

30 Mart 2025 Pazar

BURJUVAZİDE TEZGAH BİTMEZ __Mehmet Akkaya

Kitlelerin tepkisi, sorunları, öfkesi ve taleplerinin arttığı her tarihi momentte, bunu söndürmek ve boşa düşürmek için sermayenin çeşitli klikleri harekete geçer. Bunların bitmez tükenmez tezgahları emekçileri beklemektedir. 

19 Marttan (2025) itibaren başlayan eylem, gösteri, tepki, yürüyüşler, tarihi tecrübeleri artırırken ona yeni deneyimler de eklemektedir. Gösteriler dizisi, ülkemizde kurulmuş yüz yıllık devletin (karakol) niteliğini göstermesi açısından da bir kez daha yeni kanıtlar sunmaktadır.

 Hukukun, polisin, bilimin, teknolojinin, eğitim kurumlarının, medyanın ve yolsuzluk gibi hadiselerin sorgulanması için de geniş imkanlar ortaya koyuyor. Saraçhane merkezli eylemlere / gösterilere katılan kitlelerin beklentisi için şu söylenebilir ki, "devlet partisi"nin "hükümet partisi"ni yenmesi ve sonra da yenilmesi halkların ve emekçilerin yararınadır. 

Neticede bu iki sermaye bloku yenildikten sonra ideal olan ise emekçi sınıfların ve ezilenlerin iktidara gelmesidir.

 Burjuva toplumu ve kapitalist sistem, 500 yıldır proletaryayı ve dünya halklarını, silahlı güçlerle birlikte hukuk, bilim, din, laiklik, eğitim, felsefe, kilise, estetik, siyaset, üniversite, medya, parlamento ve teknoloji gibi hurafelerle sevk ve idare ediyor. Buna güçler ayrılığı, devlet, demokrasi, futbol, moda ve seçim gibi ideolojik manipülasyon araçlarını da eklemek gerekiyor. Dünyadaki sayısız örnekler bir yana Türk egemen sınıflarının son bir haftalık uygulaması, tüm bu anılan şatafatlı kurum, söylem ve disiplinlerin neden sahte olduğunu pek güzelce gözler önüne sermiştir / sermektedir. Milyonlarca insanın, oylarıyla seçtiği bir kanaat gönderi, tüm kadrosuyla birlikte bir çırpıda görevden alınabiliyor. Böyle durumlara kılıf bulmak zor değildir: Yolsuzluk!

 

Sanki yolsuzluk, kapitalizmin doğası gereği değilmiş gibi bir algı oluşturuluyor! Kapitalizm koşullarında yolsuzluğa, yağmaya, talana, özellikle de sömürüye başvurmayan bir tek bürokrat dahi bulmak zordur. Dolayısıyla yirmi milyonluk bir kentin belediye başkanını, yolsuzluk gerekçesiyle görevden almak, tek başına bile hukukun yalan olduğunu kanıtlayan bir durumdur. Aynı zamanda hükümetin koyduğu 3-5 günlük gösteri yasakları da kitlesel gösterilerle aşılmış, mülki amirlerin verdiği "hukuki" kararlar da etkisini zerrece gösteremediği için boşa düşmüştür. Demek ki kim güçlüyse hukuku bu güç belirliyor. Olaylara bakarak denilebilir ki hukuku boşa düşüren gelişmeler eğitim alanında da sürmüştür ve sürmektedir.

 

Sınıflı toplumlarda ve sermaye çağında diplomaların lüzumsuzluğu bir yana kutsiyet yüklenen, "her şeyin başı eğitim" sözüne kaynaklık teşkil eden eğitim kurumlarının verdiği diplomayı iptal etmek de oldukça düşündürücüdür. Üstelik aynı kişiye uygulanması, hukuk duygusunun gücünü daha da şüpheli hale getirmektedir. Bunlara bakılarak hukukun lüzumsuz olduğu kadar eğitimin de lüzumsuz olduğunu söylemek mümkün hale geliyor diyebiliriz. Zira burjuvazi kendi koyduğu kanunlara kendisi uymuyor. 1215'teki Magna Carta sözleşmesinden beri yürürlükte olan burjuva / feodal mülk özgürlüğünü de etkisiz kılıyor. Kapitalist sistem, eğitim özgürlüğünü hiçe sayarak diplomalara el koyduğu gibi mala mülke de çökmekte bir beis görmüyor. Sonra da komünizm, özel mülkiyete karşı olduğu için itham ediliyor, reddediliyor. Akademik ünvan ve payelere olağanüstü çıkartılan kanunlar ile çöküldüğü gibi yine bir hukuk kurumu olan baro yönetimlerine de çökülüyor. Velhasıl hukuk kurumuna yapılan kayyıma, "hukuki" diyen bir garip mantıkla karşı karşıyayız.

 

Gösteri ve eylemler sırasında metrolar, otobüs, metrobüs ve toplu ulaşım araçlarının kısıtlanması, sosyal medyanın "tık" işaretiyle kapatılması ile kapitalist sistem kitlelere adeta "alın size bilim", "alın size teknoloji" demiştir. Kısa sürelerde de olsa İstanbul'da ulaşım durmuştur. Buna göre burjuva toplumunun şişirip durduğu seyahat özgürlüğünün de boyutu ve inandırıcılığı ortaya çıkmış oluyor. Keza tomalar ve kimyasal gazlı saldırılar marifetiyle sermaye düzeni, kitlelere "alın size yeni teknolojiler" diyerek bilim ve teknolojinin ne olduğunu, sınıflı toplumlarda nasıl bir işlev gördüğünü ve kimlere hizmet ettiğini de pek güzel açıklamıştır.

 

Ana akım, burjuva medyanın tavrı da normaldir! Medyadan şikayet ederek onun rejim ve yönetim yanlısı, eylem ve protesto karşıtı tavrını görerek şaşıranlara "ne bekliyordunuz ya?" diye sormak gerekiyor. Çünkü medya da işini yapıyor. Bütün burjuva - feodal kurum gibi medya da halkın ve emekçilerin bilinçlenmesi için değil tersine gerçekleri tersyüz etmek için vardır. Anımsatmak isterim ki, ülkemizde devrimci / özgür medya yıllardır yasaklıdır. Yurtdışından sınırlı imkanlarla yayın yapılır ve elbette ki sınırlı sayıda kesime ulaşır. Dolayısıyla ülkemizde haber alma özgürlüğünün olduğuna inanmak da mümkün değildir.

 

Uygar, sınıflı bu dünyada cami, kilise gibi kurumlar da tıpkı genel eğitim kurumları ve üniversiteler gibi çok kullanışlı aparatlardır. Sistem, yalnızca ibadet yoluyla rızalık üretmekle kalmaz. Eylemcilerin, pratik ihtiyaçlar nedeniyle buralara yönelmesi, egemen sınıflar tarafından istismar edilebilir. Adına da kutsala saldırı denilir. Keza polisin tavrı da derslerle doludur. Sınıf bilincinden ve sermayeci sistemin bilgisinden uzak olan kesimler polisin saldırısı karşısında şaşırmıştır! Oysa bilim gibi medya gibi polis de işini yapıyor!

 

Kapitalizm koşullarında ve özellikle her faşist sistemde polis "resmi / meşru /hukuki" bir tarzda saldırı yapar, baskı uygular, gerektiğinde işkence de yapar, silah da kullanır. Bu durum sınıflı toplumların doğası gereğidir. Bu durum, yalnızca bizim gibi faşizmlerin açıktan hüküm sürdüğü ülkelerde değil, bütün dünyada böyledir. Çünkü polis ve devlet kendi şiddetine "hukuki" der, toplumsal şiddeti "suç" sayar. Üstüne üstlük buna inanan kitlesel düzeyde bir "enayiler" topluluğu da bulur. Sorun polis değil sistemdir. Sistem feodalizm, kapitalizm ve emperyalizmdir. Enternasyonal proletarya için hedef, tek tek polislerle, hukukla, bilimle, seçimle, seçilmişle, atanmışla, eğitimle, teknoloji ile uğraşmak değil kapitalist - emperyalist sistemi bir bütün olarak ortadan kaldırmak olmalıdır.

 

Proletarya, kendine özgü bilinciyle sınıf olduğu gibi kendine özgü, kültürü, inancı, enternasyonal marşı, ve bayrağıyla da bağımsız bir sınıftır. Toplumsal hareketlerin uzağında duran değil, kuyruğuna takılan da değil içinde olan ve bir adım ileride olmayı arzulayan bir sınıftır. Yeni doğmuş ve gelişen bir sınıftır. Onun bayrağı, burjuva, feodal sınıfların bayrağı olmadığı gibi ay yıldızlı milli bayrak da değildir. Oraç - çekiçli kızıl bayraktır. Onun bilincini ve teorisini ise Marksizm temsil eder. Böylesi bir bilinç, hamle ve örgütsel tavırdan yoksun her hareket, bir yanıyla Donkişotça sonuçlara batar, bir yanıyla da sermaye partilerinin etkinlikleri içinde erime, küçülme, buharlaşma riskiyle karşı karşıya kalır.

 

Saraçhane merkezli hareketliliğin, 2013 Haziran ayaklanmasından farklı olarak bazı riskler barındırdığı ileri sürülebilir. Çünkü ilkinde halkın ve devrimci dinamiklerin ağırlığı belirleyici olduğu halde bugünkü hareketlilik, tamamen sermaye partisinin kontrolündedir. Taşınacak bayrağı bile kendisi belirliyor. "Al yıldızlı bayrağı al, eyleme öyle gel" diyor. Hatta "faşizme karşı eylem yapıyoruz" diyor. Sanki faşizmi kendisi üretmiyor ve taşımıyormuş gibi bir manipülasyon yapıyor.

 

Burjuva toplumu açısından kutsal sayılan ve "genel irade" olarak bilinen seçilmişlere müdahale edilmesi süreci, sözde barış süreci ile aynı zamanda gerçekleşmiş oldu. Düşündürücüdür! Üstelik 2013'te de benzer bir durum doğmuştu. Yaklaşık 10 yıl arayla adeta birbirini tekrar eden çözüm / barış süreçleri ve kitlesel ayaklanmalar, büyük oranda sermayenin kontrolünde gerçekleşiyor. Bu koşullarda "barış" söyleminin de sorgulanması gerektiği açıktır.

 

Ne yazık ki hem Kürt ulusal hareketi hem de emekçi sınıflar ve onlar için harekete geçen siyasal özneler de büyük sermayenin suyundan gitme ve sermayeye inanma gibi bir eğilim içinde olduklarından, zaafiyet söz konusudur. Bu zaafiyeti Marksist ideolojiden ziyade küçük burjuva ideolojisi olarak tespit etmek zor değildir. Oysa ulusal ve sınıfsal barış ve özgürlük süreçlerini örgütleyecek ve sonuç alacak güçler, sermaye odakları değil kitlelerin, ezilenlerin ve proletaryanın kendi gücü ve kendi kollarıdır.

 

Mücadeleyi Büyüterek Bu Sistemi Değiştirmeliyiz!_yusufkose@hotmail.com_30 Mart 2025 Pazar

Kitleler eskisi gibi yaşamak istemiyor, iktidar sahipleride eskisi gibi yönetemiyor. Eskisi gibi yönetmketen, artık -baskıyla karışık- toplumsal bir „rıza“ üretemiyor anlaşılmalıdır. Bunu esasta 2013 yılından beri kaybetti. 2013 yılı GEZİ (Haziran Ayaklanması) direnişinin geriye çekilmesinden ve belli bir süre uykuya yatmasından sonra, halk, yeniden sahnedeki aktif yerini aldı. Başka türlü de olamazdı. Bu kadar kitleyi sokaklara döken ekonomik yan arka planda kalsada, GEZİ ve bugünkü eylemlerde bütünüyle politiktir. Kitlelerin, politik haklar kazanılmadan ekonomik hakların kazanılmayacağının bilincinde olduğu söylenebilir. Grev yasağı politik olduğu gibi, ona karşı direnişte politiktir. Bu nedenle, grev ve direnişler komünizmin okuludur.

 Sınıflı toplumun diyalektiği tersine işlemez. Her zaman, toplumsal çelişmelerin ana hattını oluşturan ve yeniyi temsil eden (işçi) sınıfın, mücadele açısından lehine olumlu gelişmeler yaşanır. „Yaprak bile kımıldamıyor“ umutsuzluk yayanların aksine, toplumsal umudu besleyen ve yaşatan da bu (emek-sermaye) çelişmenin varlığıdır. O, bir şekilde kendi mecrasını bulacaktır. Önüne çıkarılan nesnel ve öznel engeller, yine o çelişmenin kaçınılmaz dinamiği ve öznesi tarafından mücadele içinde aşılır ve yaratılır.

 İşçi sınıfı ve emekçiler açısından, 13 yıllık süreç, derin bir uyku süreci olmayıp, pasif direnişlerle kendini hazırladı. Grevler, yer yer büyük kitlesel protesto ve mitinglerle beslendi. Faşist iktidar, sermaye lehine birçok grevi yasaklamasına karşın, işçiler yasak dinelemeyip direnişe geçtiler. Örneğin, en son işçi kenti Antep’deki işçi direnişleri (özellikle, Başpınar) ve yine aylarca devam eden Çayırhan madenlerinin özelleştirilmesine karşı, maden işçilerinin sürdürdürmeye devam ettiği direniş bunlardan sadece bir kaç tanesidir.

 İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla başlayan kitlesel tepki, salt onu korumak ve onun şahsı için deği, o bir vesile oldu. Aynı GEZİ’deki „bir kaç ağaç meselesi“ olmadığı gibi. Toplumun büyük bölümü patalamaya şu veya bu şekilde hazırdı. Bekelenen sadece küçük bir kıvılcımdı. O da İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla geldi. Genelde ,büyük kitlesel patlamalar ve birkimiş öfkelerin sokaklara taşması, ortaya çıkan bir kıvılcımla kendini dışarıya vurur. Nicel birikimlerin nitel aşamasıdır bu.

 Faşist Erdoğan başkanlığındaki sermayenin tek adam rejimi, iktidarını sürdürebilmesi için elinde sadece faşist devlet şiddeti kaldı. Bu nedenle, sadece işçi sınıfı ve emekçileri değil, burjuva muhalefeti ve toplumun geniş bir kesmini karşısına alacak baskı ve şiddeti yaygınlaştırdı. Çünkü iktidar kaybı, büyük bir sermaye kaybıdır. Sermaye devletinin kitlelere vereceği ekonomik ve demokratik hak anlamında bir şey kalmamasının ve iktidarını kaybedeceğinin bilincinde olmasının açık faşist politikasıdır. Bu kapitalist sistemin kendi yapısal ve esasta çözemeyeceği sorunlardan biri ve bu da onun yıkımını getirecek çelişmeyi içinde taşımasından kaynaklıdır.

 

Ekonomik ve siyasal olarak yöentemez krizi içinde olan faşist iktidar, Egemen sınıfların siyasal temsilcisi olarak muhalefetteki kanadını oluşturan CHP ile çekişmeli uzlaşısını bitirdi. CHP, uzun yıllardır Erdoğan iktidarının ayakta kalmasının stepnesi görevini yerine getidi. Kitlelerin haklı öfkesinin kitlesel olarak sokaklara taşmasının önünde bariyer oldu. Ancak, birnevi seçme seçilme hakkı elinden alınınca, kitlelerin birkmiş öfkesini de arkasına alarak harekete geçti. Çünkü siyasal olarak varolması buna bağlıdır.

 

Ancak, İşçi sınıfı ve emekçilerin ve özellikle gençliğin (sadece ünüversite gençliği değil, işçi gençliği de) talepleri ile CHP’nin talepleri bu sistemin reformize edilmesi (CHP açısından seçme seçilme hakkının korunması) konusunda kısmen birleşmesine karşın, esasta aynı değil. İşçi sınıfı ve gençliğin talepleri daha ileri bir noktadadır. Faşist diktataörlüğün yıkılması, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması kitlelerin -şimdilik- asli talebidir. İşçi sınıfının nihai talebi ise, elbette farklıdır. Ve bu sosyalizmdir. Devrimci işçi sınıfı, sömürü ve baskının bütünüyle kalkmasından yanadır. Onun esas çıkarları buradadır. CHP’nin programı kapitalist sistemi, yani, sermaye sınıfının çıkarlarını esas alan sistemi ve işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde sermaye egemenliğini sağlayan burjuva devletini korumaktan yanadır. 

AKP-MHP ile arasındaki kavga, „seçimle gelen seçimle gider“ prensibinin korunması ve bütün egemen sınıf partilerince kabul edilmesi ve uygulanmasıdır. Tabi ki, aralarındaki ekonomik temel çelişme devletin olanaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak ve sömürüden daha fazla pay almaktır. Bu bağlamda, CHP iktidara geldiğinde şimdi eleştirdiği, işçi sınıfının büyük bir bölümünü ve emeklileri açlık sınırı altında yaşamaya mahkum eden „M. Şimşek Programı“ vb.ni harfiyen belki de daha ağırlarını uygulayacaktır. Ülkemizin en büyük sermaye grubunu temsil eden TÜSİAD’ın istemleri ve çıkarları dışına esasta çıkamaz. TÜSİAD (MÜSİAD üyelerinin de bir bölümü dahil) ise, uluslararası sermayeyi temsil eden ve uluslararası alanda sermaye yatırımları olan emperyalist nitelikli bir sermayaderler grubudur.

 

CHP, bugün burjuva anlamda „demokratik hak ve özgürlüklerden „yana olması, kendi üzerindeki elimine etme baskısı yanı sıra, kitlelerin ilerici öfkesi karşısında kitlesel öfkenin taleplerini sahiplenmek zorunda kalmasıdır. Bu nedenle, sık sık „Deniz Gezmişlerin arkadaşlarıyız“ söylemini yineliyorlar. Bu geçici olarak iyi, ancak, işçi sınıfı ve emekçileri kendi burjuva programına mahkum etmesi tehlikesini içerdiği görülmelidir.

 

Gelinen aşamada, uluslararası kapitalist-emperyalist sistem derin bir bunalıma girdiği gibi, artık 1950-1970‘lerin reformist sosyal demokrat parogramlarını uygulaması süreci geçti. Sermayenin yoğunlaşmasına koşut olarak gericileşme faşistleşme düzeyine geldi. Kapitalist sistemin topluma baskı ve ağır sömürünün dışında vereceği bir şey kalmadığı için, burjuva sosyal demokrat partilerin iktidara gelmesi sorunun özünün değiştirmeyecekitr. Onlar, reformist değil, sermayenin baskıcı ve faşizan politikalarını hayata geçireceklerdir. Bugün ABD ve Avrupa (AB) ülkelerinde olduğu gibi.

 

Bu kitlesel büyük tepki ve direnişler bitmiş değil. Artık uzun bir süredir bireysel olan tepkileri kitleselleşmişitr. Çünkü faşist Erdoğan rejmi bütünüyle toplumsal güvenini yitirmiştir. O da bunu bildiği için elindeki tüm faşist devlet şiddetini yargısıyla, polisiyle, bürokrasiyle, ekonomik uygulamalarıyla ortaya koymaktadır. Kürtlere „süreç“ olarak sunduğu ya da sunar gibi yaptığı „havuç“un ise, gerçekte herzamanki, TC imzalı, üzerinde; asimile et, asimile edemiyorsan ez, çivili bir sopa olduğu biliniyor.

Öte yandan, demokratik hak ve özgürlükler için en aktif kitleyi pasifize etme ve hatta elimine ederek susturma taktiğinden başka bir şey olmadığını doğrudan muahttapları olan PKK’da biliyor ve özellikle de Newroz meydanlarında toplanan yüzbinlerece Kürt işçi ve emekçileri her gün yaşadıkları zulümden biliyor.

Bilmemesi olası değildir. Burjuva anlamda dahi demokratik bir ortamın olmadığı bir ülkede, ezilen ulusun kendini özgürce ifade etmesine olanak sağlanmaz. Bu bağlamda, Kürt işçi ve emekçilerinin yeri, bütün ülkedeki işçi ve emekçilerin yeri ve yanıdır. Sınıf kardeşliği temelinde ve işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda ortaklaşa mücadeleyi geliştirmektir. Faşist Erdoğan iktidarının böl-yönet, milliyetçi-ırkçı ve sosyalşovenist politikasını boşa çıkarmak, Türk ve Kürt işçi sınıfı ve emekçilerinin, gelinen aşamda en acil görevdir. Kapitalist sistemde ve de emperyalizmin korumacılığı altında da „asla barış“ olmaz. Gerçek barış ve özgürlük ancak ve ancak sosyalizmle gerçekleşir.

 

Karşı karşıya olan iki tarafında eskisi gibi yaşamak istememesine karşın, hala devrimci bir durum yok, devrimci durumun gelişmesinin nesnel koşulları fazlasıyla olgunlaşmış durumdadır. Devrimci durumun gelişmesi işçi sınıfının üretimden gelen gücü, yani, üniversiteli gençliğin „genel boykot, genel direnişine“ karşılık „genel grev ve genel direniş“ ile mücadelenin daha geniş bir boyutta ortaklaştırılmasıyla olacaktır. Ancak, iktidar yanlısı sarı sendikalarla „genel gerev“ olmayacağı için, işçi sınıfının devrimci ve kömünistler tarafından tabandan örgütelenerek bunun gerçekleştirilmesi olasılığı vardır. 

DİSK’in sadece İzmir özelinde yarım günlük „iş bırakma“ eylemi (tamamen politik) çok önemli olmasına karşın, bu durum Türkiye ve Kuzey Kürdistan çapında yayılamadı. Devrimci ve komünistlerin işçi sınıfı içinde çalışma ve örgütlenmeyi esas almasının önemi bir kere daha ortaya çıktı. İşçi sınıfının önemli bir bölümü, üretimden gelen gücünü mücadele sahnesine sokamazsa, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılmasının başarı şansı az olduğu bilinmelidir.

 

Harekete geçen kitlelerin politik hedefi, elbette 23 yıldır iktidarda olan faşist Erdoğan rejminden kurtulmak. Yani, asgari ölçüde de olsa demokratik hak ve özgürlükleri elde etmek. Bu başarılabilir ve başarılacaktırda. Ancak, devrimci ve komünistlerin işçi sınıfı ve gençliğin içinde örgütlü mücadelelerini geliştirmeye ve kitleleri, burjuva muhalefetin frenleyici etkisinden kurtarmaya bağlıdır.

 

Bütün bunlara rağmen, mücadele durmayacak, bastırıldığı yerden yeniden dirilmesini bilecektir. Çünkü, AKP-MHP faşist iktidarının kitlelerin „rızasını“ alacak, şiddetten başka bir aracı kalmadı. En zayıf dönemini yaşıyorlar. Uluslarası emperyalist gericilik, faşizm ve savaş tehlikesi, onu ayakta tutmaya yeterli olmayacaktır. İçerde egemen sınıflar arası çelişmeler daha da keskineleşcek, ama her şeyden önce sefil duruma düşürülen işçi sınfı ve emekçiler ve gençlik hareketleri, kitlesel hareket etmesini öğrendikleri ve bununla neyi başardıklarını bildikleri faşist rejimi zayıflatmaya ve yıkana kadar mücadeleyi sürdürmeye devam edecektir. 

Bu nedenle „Birleşe Birleşe Kazanacağız“, kitle hareketinin motosunu oluşturmuştur. 30.03.2025

https://yusufkose.blogspot.com/?fbclid=IwY2xjawJWIDVleHRuA2FlbQIxMAABHRwRbPLoBARZi2uURp_YH0622N9t1HoP0N5UiLu0gtW2P0D05z_5hf7o3A_aem_TtDVQXBynLzBPa6A-0lC0w

 

 

Hasan_Çetinkaya__DOĞA VE TARİHİN İLKSİNE UYMAYAN "ANMA "LAR VE YARATILAN "BİLİÇ BULANIKLIĞINA" KARŞI ÇIKAN KAYPAKKAYA

Doğa ve tarihin ilkesine uymayan fikirlerin" Engels gibi doğru olduğunu öngören kaypakkaya, 360 güne sığmayacak anmalar için:

" Her geçen gün işçi, köylü, genç, aydın yeni arkadaşlar eksilecek aramızdan, program durmadan bunların gerisinde kalacak. (...) Neden filan isim varda, şu isim yok gibi, kısır, verimsiz, tatsız tartışmalara yol açabilir.

Ayıca (...) her saftan komünist, revizyonist, anarşist bütün sıfatlardan isimlerin yan yana yer alması sadece kitlelerin bilincini bulandırmaya, onların hepsini bir ve aynı hareketin unsurları olarak görmelerine yol açar.

Eğer her saftan kişiyi peş peşe sıralamakla, bunlara sempati duyan herkesin desteğinin kazanılacağı hesaplanıyorsa, bu basit bir politika oyunudur. Ve insanın ayağına dolaşır."....

Burda bir parantez açarsak;

Bu gün "ardılıyım" diyen bazı guruplar tamda kaypakayanın " Peşpeş sıraladıkları isimlere sempati duyanların desteğini almak için politika oyunu yapıyorlar.

 Kaypakkaya ise, pratiğinde kanıtladığı gibi ( sinaların ihbarcısını cezalandırır.) " Emperyalizme ve gericiliğe karşı döğüşürken ölen herkes, saygıya değerdir" derken;

" komünistlerle, komünist olmayanlar arasına çizgi çekilmesinden" yanadır .

 Bu sekterlik değildir!

Tıpkı önderi Stalin dediği gibi :

" (...) Görüş ayrılıklarırımızın politik temelini imalarla, ve muğlak sözlerle örtbas etmek istiyorlar. Politikanın yerine kahvehane politikacılığı geçirmek istiyorlar"

 ( Stalin. C.12. S.14. İnter yy)

ilkeselliğidir.

İdolojik mücadele yerine, ilkesiz barıştan yana olan tasfiyeciler; ibrahim Kaypakkaya nın komünist programının içini boşaltıkları için, onu anti - faşist, anti- emperyalist bir öndere dönüştürüyorlar.

Kaypakayanın şapkası değil, görüşleri savunulmalıdır.

 Anmalar 12 ayın bir yılına adanmalı. Politik görüşlerin eğtimine dönüşmelidir...

…………………………………………….

Hidir Kala

_Facebook

 

 

29 Mart 2025 Cumartesi

19 Mart Darbesi ve bu iktidarla demokratik toplum inşa beklentisi_Halil Gündoğan¬_29.03.2025

Erdoğan iktidarı 19 Mart’ta tam olarak ne yaptı ve niye yaptı?

Toplumsal ortam, tümüyle olmasa da önemlice bir bölümünce, bir süreden beridir “binyıllık kardeşliğin yeniden tesisi edilmesi”, “iç barış”, “Kürt-Türk İttifakı”, “iç cephe tahkimi” ve “demokratik toplum inşası” söylemleriyle temkinli “iyimser beklenti” esintileri altındaydı. 

Ancak Erdoğan iktidarı 19 Mart’ta yaptığı siyasi hamleyle bütün bunları, ama esasen de “iç barış”, dış tehdide karşı “iç cephenin tahkimi” ve “demokratik toplum inşası” söylem ve yaklaşımlarının samimiyetini geniş toplumsal kesimler nezdinde esastan sorgulatır oldu.

 Çünkü iktidarın bu hamlesi tamamen ve doğrudan Erdoğan’ın gerek tasarladığı anayasa değişikliği ve gerekse kendisinin yeniden cumhurbaşkanı seçilmesini riske sokacağını düşündüğü rakip parti ve onun cumhurbaşkanı adayının tasfiye edilmesi operasyonuydu. Tabii aynı zamanda İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne de çökmekti.

Hatırlanacağı gibi Özgür Özel ile Erdoğan arasında kısa bir süre “normalleşme” denemesi de yapıldı. Ancak Erdoğan’ın bundan anladığı, kendi deyimiyle; “Ana muhalefet partisini yumuşatmaktı”. Ama beklediği gibi olmayınca, yani CHP’yi bu yolla hizaya çekemeyeceğini anlayınca, tipik despotik bir küstahlıkla: “Sayın Özel, başkomutan olarak sana sesleniyorum; ayaklarını denk al, denk almazsan denk getirmesini de biz biliriz” (*) diyerek, açıkça tehdit etmişti de. İşte bu operasyon aslında o kastettiği; “denk almazsan denk getirmesini de biz biliriz” operasyonunun yargı aparatı üzerinden pratiğe dökülmesiydi bir bakıma.

Bununla varılmak veya elde edilmek istenenleri ise şu dört başlıkta özetlemek mümkün: 1. hedef, cumhurbaşkanlığı yarışında CHP adayı olarak karşısına çıkarılmak istenen güçlü rakibi Ekrem İmamoğlu’nu kesin bir şekilde oyun dışına atmak. 2. hedefi, İstanbul Büyükşehir Belediyesine kayım atayarak oraya çökmek. 3. hedefi, kriminalize ederek bir bütün olarak CHP’yi kapatmayı olanaklı hale getirerek, tasarladıkları şer’i hukuka dayalı yeni anayasada laik kesimi etkisiz kılmak. 4. hedefiyse, DEM Parti’nin olası CHP alternatifini boşa çıkararak, kendisine daha fazla mecbur bırakmak.

 

 Erdoğan için iktidarda kalmak bir “beka” sorunu

Dolayısıyla da Erdoğan’ın iktidarını kaybetmeye ve seçimle devretmeye hiç mi hiç niyeti yok. Nitekim bu, yeni ortaya çıkmış bir şey de değil. Bilindiği gibi son iki genel seçimi de aslında kazanamamıştı. Ama devlet olanaklarını ve CHP’nin basiretsizliğini de sonuna kadar kullanarak, iradeyi alenen gasp ederek, iktidarını korudu. Ancak şimdi hem koşullardaki kimi farklılıklar ve hem de CHP’nin gerek İstanbul seçimlerini kaptırmamakta sergilediği performans ve hem de yine onca hile hurdaya rağmen yerel seçimlerde sergilediği yaklaşım, Erdoğan’ın gözünü korkutmuşa benziyor. Bu yüzden gözünü karartarak, işi daha sağlam kazığa bağlamaya yöneltti.

“İç cephe tahkiminin” yeni boyutu

19 Mart hamlesinden önce Trump ile yaptığı tlf görüşmesinden de aldığı destek ile, “iç cephenin tahkimi” meselesini bu kez doğrudan kendi iktidarının garantiye alınması boyutuna indirgeyiverdi. Muhtemelen bu yeni hamlesini çok da zorlanmadan gerçekleştirebileceğinin güvencesini de vermiş olmalı, “bu, Türkiye’nin iç meselesi” diyerek, dolaylı desteklerini sunmakta gecikmeyen malum emperyalist güç odaklarına. Tabii bu desteği nelerin sözünü vererek aldığı ise nasılsa bir süre sonra deşifre olacaktır. Ama elbette ki bu “al-ver pazarlığı” esasen Bölgenin ön görülen yeniden dizaynı üzerinden yapılmıştır.

Erdoğan’ın iktidarda kalma ısrarının ikinci nedeni

Erdoğan’ın iktidarda kalma ısrarının bir nedeni gelecek kaygı ve korkusu iken; ikinci esas nedeni ise artık gizliği de kalmamış olan “gizli ajandasınca” hedefledikleri şer’i hukuka uygun olarak sistemi değiştirme hamlelerini nihayete erdirerek, anayasa güvencesine kavuşturmaktır. Yani hilafeti tasfiye ederek “laik cumhuriyet” ilan eden “Kemalist Devrim”den rövanş almaktır. Bu tarihi hesabı kapatan ve öte yandan Türk-Kürt ittifakıyla hem Türkiye’yi coğrafi olarak büyüten ve hem de “Bölgenin lider ülkelerinden biri yapan” “ümmetin ulu hakanı” ve Kemalistlerin Lozan Antlaşmasıyla kaybettiği toprakları geri alan gerçek “Ulu Önder” payesi alarak “ebediyete göçme” gibi de narsistçe özel kişisel, bir takıntı sahibi.

Bütün bunlardan anlaşılması gereken ise şu oluyor

Erdoğan iktidarının gündeminde “demokratik toplum inşası” gibi bir şeyin olması, eşyanın tabiatı gereği, imkânsızdır. Çünkü, pratikte de görüldüğü gibi, onun tasarladığı ve inşa etmek için uğraştığı sistem, tam olarak koyu faşizan, otokratik bir sistemdir.

İkinci olarak Erdoğan iktidarının mevcut iç ve ama esasen de dış koşullarda Kürt-Türk İttifakını askıya alma gibi bir lüksü bulunmuyor. Bunu en sonuna kadar kullanmaya ihtiyacı var çünkü.

 

 Devlet ile Öcalan’ın mutabık kaldığı “Demokratik Toplum İnşası”

 

Aslında burada, özellikle de DEM Parti açık bir ikilem kıskacında. Aynı ikilem Bese Hozat gibi kimi PKK kadrolarında da söz konusu. Yani bir nevi bir bilinç bölünmesi hali yaşanıyor. Bir taraftan gerçek anlamda toplumun demokratik bir dönüşümünü istiyorlar samimiyetle, ama öte taraftan da iradelerini teslim ettikleri “baş müzakerecinin” iradesine bağlı kalma yemini ediyorlar. Ve bu tabi olma durumu, Erdoğan iktidarının demokratikleşmenin üst sınırını Kürt sorunun çözümünü “yerel yönetimler özerkliği” düzeyiyle belirlemiş olmasından ötürü, haliyle böylesi bir “demokratikleşme” ile sözü edilen o “demokratik toplum inşası” ise asla mümkün olamayacaktır.

 Dolayısıyla da DEM Parti ve PKK gerçekten de en azından burjuva demokrasisi çerçevesinde demokratik bir toplum inşa etmek istiyorlarsa; o halde bunun kimlerle ve hangi güçler ittifakıyla yapmanın mümkün olabileceğini de doğru belirlemeleri ve bu konuda kurumsal yeni bir irade ortaya koymaları gerekir.

 

 Örneğin en azından daha önceki iradeleri olan “AKP-MHP faşist iktidarını yıkmayı” sürecin ve de demokratikleşmenin ilk koşulu olarak yeniden güncellemeleri gerekir. Yani bu iktidar ile toplumun demokratik dönüşümünün mümkün olmayacağını, bunun olabilmesi için bu iktidarın mutlak surette tasfiye edilmesi gerektiğini kararlaştırmaları gerekiyor. Ve bu doğrultuda, yani aynı hedefe sahip toplumsal güçlerle yeni ittifaklar kurmayı hedeflemeleri gerekecektir. Örneğin 19 Mart Darbesinin sunduğu şu siyasal atmosfer kimlerin kimlerle yan yana ve karşı karşıya olabileceğinin bir nevi yol gösteren rehberi gibi, aleni bir tablo sunuyor.

Kürt sorunun çözümünün eşit anayasal vatandaşlık ve yerel yönetimler özerkliği koşulunun anayasal güvenceye kavuşturulmasına indirgendiği bir durumda (**) bu, örneğin CHP ile kurulacak ittifakın da koşulu yapılabilir pekâlâ, değil mi? Böylece hiç olmazsa dinci faşist otokratik Erdoğan rejiminin tasfiyesi mümkün hale gelebilecektir. Herhalde bu da toplumun demokratikleştirilmesi mücadelesinde hiç de hafifsenecek bir adım olmayacaktır. Belki de daha da önemlisi, bununla, daha kötüye gidişin önü kesilecek ve toplumun biraz soluk alıp, kendisini toparlamasının zemini oluşturulacaktır.

(*)https://www.bbc.com/turkce/articles/cly6ze4ep76o

(**)https://www.youtube.com/watch?v=-g9pNmugssA  

 

28 Mart 2025 Cuma

Birlik Çağrımıza Olumsuz Yanıtın Gerekçesine Dair Kısa Bir Değerlendirme_ Analiz_15. Mart 2025

Komünistlerin birliği, halkın ve devrimin ihtiyaçları, menfaatleri ve çıkarları için ilkesel bir gereklilik olduğu inancıyla çağrımızı yaptık, yapmaya da devam edeceğiz. Komünistlerin, birlikte değil ayrı yapılanmalar içinde olması devrimin yararına değil, zararına olduğunu tartışmanın bir mantığı olmadığını belirtmemizin gereği yok.

Devrimin ve halkın çıkarlarıyla, partinin, örgütün veya grubun çıkarları çeliştiğinde hiç tereddüt duymadan devrimin ve halkın çıkarları yanında saf tutmak en asgari komünist tutumdur; bizim yaptığımız da budur. Çünkü parti veya örgüt devrim için amaç değil birer araçtırlar. Araçlar, amaca hizmet etmek için oluşturulur. Araç amaca dönüştürüldüğü an, araç olmaktan çıkar ve gerçek amaç bir kenara itilmiş olur. Yani, amaç hiçbir şey, araç her şey olarak öne çıkartılır ki, işte o zaman Marksist ideolojiden ciddi olarak sapılmış olunur.

Komünistler eğer birleşemiyorlarsa amaçların yerini araçların aldığı kaygısı öne çıkar. Biz, yoldaşların da belirttiği gibi, grup kaygılarıyla değil devrimci kaygılarla yola çıktık. Bu yolda yürümenin vaz geçilmez bir ilke olduğu bilinciyle hareket ediyoruz.

Yoldaşlar, birlik önerimizi neden reddetmişler onun gerekçesine bakmak gerekiyor. Sosyal medyada yayımlanan yazıda aynen şöyle deniliyor. “MKP’nin “birlik” çağrısının bütün alt kongrelerimizde ve nihayi olarak 2. kongremizde tartışıldığı ve de karara bağlandığıdır. Bu tartışmanın ürünü olarak 2. kongre irademiz, MKP’nin “birlik” çağrısının devrimci kaygılarla yapıldığını düşünmekle birlikte, var olan ideolojik- politik farklılıklarımız, MKP’nin ideolojik bir bütünlük gösteren bir pozisyonda olmaması nedeniyle olumsuz yanıt verilmiştir.”

Sosyal medyada yayımlanan yazıda belirtilen gerekçe tamı tamına bu. Var olan “ideolojik –politik farklılıklar” programa tekabül eden şeyler mi, değil mi onları ileride daha geniş boyutlarıyla tartışırız. Bizce, yapılmış olan sosyo- ekonomik yapı tespitinden sonra birliğin önünü tıkayan ilkesel bir şey yok. Ama, “MKP’nin ideolojik bir bütünlük gösteren bir pozisyonu olmaması” iddiasını tartışalım. Çünkü bu iddia, ağır ve iddia sahiplerinin altından kalkamayacağı bir iddia olduğunun altını çizelim. Peki altından kalkılamayacak bir iddia neden durup dururken ortaya atılır?

Bizce alınan birlik karşıtı kararla bir ilgisi olsa gerek. Birliğin önünü tıkamak için zorlama ve gayri ciddi bir iddia olduğu bizim açımızdan su götürmez bir gerçektir. Yok arkadaşlar açısından böyle değilse, geriye bir ihtimal kalıyor. O da ideolojinin ne anlama geldiği konusunda kafalarının karışık olduğudur. O halde ideoloji nedir, neyi içerir ona bir bakmak gerekir. “Napolyon bilgiç, ukala tip aydınlardan bezar oldukça “bırakın şu ideologları!” dermiş. İdeoloji o zamanlar ukalalıkla aynı anlamda kullanılırmış.

Tabii biraz da alay konusu edilerek. Ta ki Marks, ideolojiyi iktisat, siyaset bilimi, sosyoloji, felsefe vb. dallarda kişisel kafa ve zihin işi olmaktan çıkartıp, tamamen sınıf gerçeğine dayalı sosyal bir oluşum çizgisine oturtana kadar. Marks, burjuvazi tarafından kitlelere dayatılan sömürü sisteminin ezelden ebede hep böyle gelmiş, böyle gidecekmiş aldatmacasında baş rolü ideolojinin oynadığını görür ve buna karşı sınıf gerçekliğine dayalı sosyal oluşum çizgisini savunur.

Öncelikle ideoloji nedir? Sorusuna yanıt verilmelidir. İdeolojiyi çok değişik manada tarif edenlerin olduğunu belirtmek gerekir. Ama en genel anlamıyla ve genelde herkesin hemfikir olduğu anlamıyla; “ideoloji, belli bir toplumsal kesimin (sınıf, grup, meslek, vs. sahiplerinin) – statüleri ile uyum halinde ve yerine göre davranışlarını haklı ve meşru görmek üzere – paylaştıkları ortak düşünceler ve değer yargıları toplamıdır.” Tıpkı işçi sınıfı ideolojisi, küçük burjuva ideolojisi veya hâkim sınıflar ideolojisi vb. gibi. Din de bir ideolojidir. Her sınıf, grup veya ara katmanlar meselelere kendi sınıf çıkarları doğrultusunda yaklaşır ve ideoloji bu çıkarlara göre şekillenir. En basit ve anlaşılır tanımıyla bilinç unsuru olan ideoloji; maddenin, olgunun, sürecin varoluş yasalarına bakış açısından öte bir şey değildir.

Kapitalizm ebedi midir? geçici midir?

Madde biz öyle düşündüğümüz için mi öyledir, yoksa zihnimize yansıdığı şey olarak mı odur?

Evrenin, maddenin, toplumun, bireyin çelişmeli hali tekdüze ve statik midir, yoksa koşulları bulduğunda değişmeye, başka bir duruma dönüşmeye koşullu mudur?

Sosyal statü kader midir yoksa değiştirilebilir bir durum mudur?

Bunlar ideolojinin sorunudur.

Devrimin kaçınılmaz olduğu, kitlelerin eseri olduğu, sosyal varlığın sınıf çatışması yoluyla değişip dönüştüğü; komünist partinin birbirinden kopuk, tarih ve toplum yasalarından habersiz olan ezilenleri örgütleme, bilinçlendirme ve harekete geçiren bir araç olarak gerekli olduğu ya da olmadığı da bir ideoloji sorunudur.

 Marks, “işçi sınıfı bir parti olmaksızın hareket edemez” derken, olgudan hareketle bunu söyledi ve gereğini yaptı. Programıyla, ilişkileriyle, hukukuyla “mükemmel” de olsa sınıfın bilinçli unsurlarını ve kitleleri birleştirmeyi başarmadığı müddetçe her örgüt, sadece örgüt olarak kalır. Bu da bir ideoloji sorunudur. Ve tabii ki ideolojik olan her şey aynı zamanda sınıfsal, aynı zamanda diyalektik olarak ya nesneldir ya da özneldir. Proletarya ideolojisi nesnelliğe dayanır, burjuva ideolojisi özneldir, kadercidir. Maddeden mi hareket edeceksin yoksa maddeler üstü bir varlığın zaten her şeyi kaderiyle birlikte var ettiği inancından mı?

Yani diyalektik ve tarihsel materyalizmle mi yaşama müdahale edeceksin, yoksa seninle ilgili olan her şeyi belirlediğini düşündüğün tanrıya şükrederek mi ömrünü tamamlayacaksın? Bunlar ideolojinin sorunlarıdır.

Marksizm, kapitalizmden sosyalizme geçilir derken, kapitalizmin nesnel yasalarının çözümünden bu sonuca ulaştı. Sınıf mücadelesi olmaksızın emekçilerin kurtuluşu mümkün değildir dedi. Bu savaşımın sonucu olarak proletarya diktatörlüğüne ve oradan da sınıfsız, sınırsız bir toplum olan komünizme varılacağını öngördü. Ekim Devrimi’yle başlayan yirminci yüzyılın devrimleri bu öngörüyü inanç düzeyinden çıkarıp bir gerçekliğe, yaşam tarzına ve sisteme dönüştürdü.

Çünkü Marksizm maddi gerçeklikten hareket ediyordu ve bilimseldi. Aynı şekilde Marksizmin sınıf, parti, sınıf mücadelesi, proletarya diktatörlüğü ve devrimin sürekliliğine dair on dokuzuncu yüzyılda inanç düzeyinde olan her şey gerçekleşti ve yaşanılabilir oldu. Bu olgular da insanlığın sınıflı halinin değişebileceğini, özel mülkiyet olmaksızın ortak mülkiyetle insanlığın daha mutlu ve müreffeh yaşayabileceğini, dünyayı ateş topuna çeviren emperyalist savaşların bir daha maddi bir zemin bulmamak üzere tarihe yollanabileceğine dair tezleri tartışma götürmez oldu. İşte bütün bunlar önce ideoloji, yani inanç sonra pratikğin sorundur.

Öte yandan ideoloji, sadece tek kişinin kendi başına ve kendi boyutları içinde kendi kendisini avutan bir illüzyon değildir. Grup davranışlarının kolektif bakış açılarının ve sınıf çıkarlarının ifadesidir. Ayrıca sadece düşünce katında oluşan ve orada kalan zihin oyunu da değildir. Sınıfın, grubun vs. kolektif düşünüşün sözlü ve yazılı biçimde açıklanışıdır da. Bundandır ki, ideoloji grup veya sınıf davranışının bilinçle birleştiği ortak araştırma alanını meydana getirir. En önemlisi de insanlık tarihi. Sınıf mücadeleleri tarihi ise, ideolojide bu tarihin bütünlüklü çerçevesinin ifadesidir. Bu, Komintern’in kuruluş ideolojisini belirleyen en yakın Marksist ideolojidir.

Şimdi soruyu biz yoldaşlarımıza soralım; siz ideolojik bütünlükten ne anlıyorsunuz? Ya da bir komünist parti içerisinde farklı ideolojik yapıların olmaması mümkün mü? KP içinde proletaryanın dışında, köylülerin, küçük- burjuva kesimlerin olmadığını söyleyebilir miyiz? Bu hem sınıf mücadelesinin hem de KP’nin mücadelenin aracı olma gerçekliğine aykırıdır.

Devrimden çıkarı olan farklı sınıf ve katmanlar, gruplar KP içinde yer alır ve bunlar kendi ideolojilerini de KP’nin içine taşırlar. Eğer böyle olmasaydı iki çizgi mücadelesine neden ihtiyaç duyulsun ki? Bu meselenin kaçınılmaz olan objektif yanı. İdeolojik bütünlük aranacaksa KP’nin, proletarya dışında bütün farklı sınıf katmanlara kapıları kapatması gerekir. O zaman da devrimi imkansızlaştırmış olursunuz, bu düşünüş tarzı o noktaya kadar savurur insanı.

Eğer böyle değil de program temelinde meseleye bakılıyorsa, o zaman bir soru daha sorma ihtiyacı doğar: Aynı yazıda deniliyor ki; “….Öte yandan Kongremiz, aynı gelenekten gelen, MLM’yi ve İbrahim Kaypakkaya’ı savunan, bugün bir dizi önemli ideolojik ve çizgisel farklılıklarımız olsa da MKP ile daha yakın bir birliktelik içerisinde hareket etmeyi …”  

Soru şu; MLM’yi ve Kaypakkaya’yı savunan bir partinin programı, nasıl bir program olur sizce? Hiç sağa- sola bükmeye gerek yok, MLM olur elbette. Parti içerisinde farklı ideolojik akımlar bulunsa bile, o partinin ideolojisini belirleyen şey onun programıdır. Program MLM ise, ideolojisi de Marksist ideoloji olur. Önemli ve belirleyici olan da budur. Bu durumda “ideolojik bütünlüğün olmadığı” iddiası ayakları havada ve zorlama bir iddiadır. Zorlamadır, çünkü hem partinin kapılarını proletarya dışında kimseye açmamaktır hem de parti içinde olması muhtemel, hatta kaçınılmaz olan çelişkilerle programı birbirine karıştırmaktır. Halk dilinde buna sapla samanı birbirine karıştırmak denir.

Bu iddiayı elbette masumiyetle ve bilinçsizce ileri sürülmüş bir iddia olarak görmüyoruz. Komünistlerin birliğinin önünü tıkamanın gereksiz bir çabası olarak görüyoruz. Ama yoldaşlar baltayı taşa vurduklarının galiba farkında değiller. Hiçbir anlamsız çaba devrim kaygısı olan komünistlerin birliğini önleyemez, engelleyemez. Kim ki grup çıkarları gömleğini sırtından çıkartıp atmış, devrim ve halkın çıkarlarıyla kendisini şekillendirmişse yoldaşlarıyla birlikte kavganın ateşinde pişmekten zerrece tereddüt etmeyecektir.

“Daha yakın bir birliktelik içerisinde hareket etmek” elbette bunu önemsiyor ve devrimci mücadele açısından kıymetli de buluyoruz. İçinde yaşadığımız koşullar, gerek dünya halkları açısından olsun ve gerekse ülkemiz halkları açısından olsun, devrimcilerin ortak noktalarda buluşması ve ortak hareket noktaları yaratması, bizce istemin de ötesinde bir zorunluluk halini almıştır. Ancak bu, komünistlerin birliği anlamına gelmiyor. Daha çok devrimcilerin ittifak ve eylem birlikleri anlamına geliyor.

Birliğin önünde engel olan “İdeolojik- politik farklılıklar”dan söz ediliyor.  Sadece bu söylemden yola çıkarak gereksiz bir tartışmaya girmek niyetinde değiliz. Söylemin altının doldurulmuş halini gördüğümüzde daha sağlıklı bir tartışma yürüteceğimiz kanısındayız. Ancak, ideolojik- politik farklılıklar, çizgiler, programatik düzeyde değilse, bunların birliğin önünde engel teşkil edeceğini de düşünmüyoruz.

Her KP içinde bu türden çelişik durumlar, tartışmalar vardır, olması da kaçınılmazdır.  Zaten yoldaşlar da program düzeyinde bir farklılıktan söz etmiyorlar. “Çizgi ve ideolojik-politik farklılıklar”dan söz ediyorlar. Mao yoldaşın dediği gibi, eğer bu türden tartışmalar yoksa, o parti ölü partidir.  Çünkü biliyoruz ki, parti, sınıflar üstü bir olgu değildir. Mücadelenin içinde doğmuştur ve o mücadelenin antagonist olmayan çelişkilerini kendi içinde yaşayacaktır. Sınıf mücadelesinin bu gerçeğinden kaçmak, herkesi aynı torna makinasından çıkartmak gibi çabaların içine girmek devrimci kavganın gerçekliği ile bağdaşmayacağı gibi, KP içine yansıyan çelişki ve ideolojik mücadeleleri de anlamamış oluruz.

Sonuç olarak; Marksizm, Alman idealist felsefesine, İngiliz liberal ekonomi-politiğine ve Fransız ütopik sosyalizmine karşı mücadelede kullandığı tarihsel materyalist yöntemle hem bilimsel olanı keşfetmiş hem de bilimsel ölçülerle iki ayağı üzerine dikilip yürüyen bir ideoloji halini almıştır. Bu Marksist ideoloji, burjuva toplumunu ve onun üzerinde yükseldiği üretim tarzı ve ilişkilerini meşrulaştıran idealist düşünce ve ideolojisinin yerine, doğanın ve toplumun materyalist yorumuna dayalı düşünce ve ideolojiyi koymuştur. Bu kadar kapsamlı ve maddi yaşamın her alanına hükmeden ideolojiyi, KP içinde tek tipe indirgemek doğru olmayacağı gibi, parti ve örgütün diyalektiği olan farklı düşüncelerin varlığını komünistlerin birliğinin önüne dikmek abestir.

‘‘İdeolojik Bütünlüğünüz Yok‘‘  iddiasına daha doğrudan bir yanıt gerekirse;  

Partimizde “ideolojik bütünlüğün olmadığı” iddiası öncelikle yoruma açık bir iddia olması sebebiyle izaha muhtaçtır.  Partimizde ideoloji mi bütünlüklü savunulmuyor, yoksa partimiz içinde kategoriler saptanarak bunların ideolojik pozisyonları kastedilerek mi ideolojik bütünlüğümüzün olmadığı karara bağlanıyor? İleri sürülen iddia izah edilmediği için bizler de haklı olarak iki olasılığı dikkatte alarak yanıtlamaya çalışacağız…

Birlik önerimizin reddedilmesine gerekçe olarak sunulan, ‘‘temel konular da dahil birçok konuda farklılıklarımız var‘‘ mealindeki genelleme sebepler arasındaki tek somut gerekçe, partimizde  ‘‘ideolojik bütünlüğün olmadığı‘‘ iddiası ya da tespitidir. Yoldaşlar bizlerle özel bir tartışmaya/eleştiriye girmeme adına aramızdaki farklılıkları önem belirten tanımlamalarla tarif etmiş, tek-tek konulara girmekten sakınmıştır. Bu duyarlılıklarına anlayış gösteriyoruz. Ancak ayrılıklarımızla ilgili bir özet yapmış olmalarını isterdik. Sebep ne olursa olsun net olarak elimizde bulunan yaklaşım, partimizde ideolojik bütünlüğün olmadığı iddiasıdır; bizim cevabımız da bu iddiaya cevapla sınırlı olacaktır.  

1)-Bir partide ideolojik birlik/bütünlük nasıl tespit edilir? Bu sorunun tespitinde tayin edici unsur nedir?

 Öncelikle, o partideki irade-eylem birliğinin olup olmamasına, irade-eylem birliğini yansıtan ve ona zemin sunarak olanak veren demokratik-merkeziyetçi örgütlenme ilkesine göre örgütlenip örgütlenmemesine, örgütün hiyerarşik zincir içinde merkezileşip merkezileşmemesine, gönüllü disiplinin ve eleştiri-özeleştiri  mekanizmasının işleyip işlemediğine ve o parti/örgütün  merkezi yapıya sahip olup olmamasına, nihayetinde o partinin programı ve tüzüğüne vb. bakılarak karar verilir…

Daha anlaşılır ifadeyle söylersek; şayet bir parti/örgüt kongre veya konferansında ideolojik-siyasi-örgütsel çizgisini ya da genel siyasi çizgisini, irade temsiliyeti taşıyan ilgili demokratik platformunda yürüttüğü özgür tartışmalar sonunda demokrasiye uygun olarak çoğunluğun görüşleri temelinde kararlaştırmış ise, o partide ‘‘ideolojik bütünlük‘‘ var demektir. Daha doğrusu, bir partide ideolojik bütünlüğün olup olmadığını, ilgili partinin kongresinde aldığı karara ya da kararlaştırdığı ideolojik çizgiye bakarak saptayabiliriz.

Yani, değerlendirecek merci için bağlayıcı ve meşru olan yol şudur; değerlendireceğin partide, parti içinde yaşanan ideolojik mücadelelere bakılarak, ideolojik tartışma ve farklılıklara bakılarak değil, O PARTİNİN demokratik kongresinde, meşru parti iradesinin aldığı karara veya kararlaştırdığı çizgiye bakılarak o partinin ideolojik çizgisi saptanır. Muhatap alınan tek çizgi bu olur. Eleştiri konusu yapılan çizgi bu olur. Ama bu yaklaşım terk edilip, muhtelif bir partinin içindeki farklı görüş ve eğilimlere göre hareket edilir, onlar dikkatte alınarak saptamalar yapılırsa açık ki, bu yanlış olur.  Hangi partinin içinde hangi farklı ideolojik akım ve eğilimler var sorunu, bizzat o partinin merak alanına girer, başkasının değil. En önemlisi de o başkası, muhatabı olan bir başka partiyi değerlendirirken ya da ideolojik bütünlüğünü merak edip ölçerken, bunda düz ve doğru yol O PARTİNİN kongre kararlarına, ideolojik-teorik savunularına, belge ve metinlerine bakmaktır. Diğeri yorucu olmaktan başka işe yaramaz. Bir partideki ideolojik bütünlük durumu A’ya B’ye bakılarak münakaşa edilemeyeceği gibi, şu veya bu konudaki farklı eğilim ve görüşlere bakılarak da kararlaştırılamaz.  Merkezileşmiş görüş-çizgi neyse, bağlayıcı olan odur. Zira, azınlık değişebilir, azınlık fikir dönüşebilir; bundandır ki bunlara göre hareket edilmez…

2)-Monolotik bir partiden söz etmek diyalektik dışıdır. Her partide farklı fikirlerin olduğu teorik doğru olmaktan öteye, her partinin bizzat deneyimlediği pratik bir gerçektir. Tek bir fikirden teşekkül olan hiçbir süreç yoktur. Her süreç bir dizi farklı görüş ve eğilimi barındırır. Bu zemin genel manada ideolojik farklılıklara işaret eder. İdeolojik olarak mutlak arı olan bir siyasi parti tasavvur edilemeyeceği gibi, hiçbir ideoloji de katıksız saflığa sahip değildir. Bütün bunların sınıfsal ve maddi temellere, sınıflar arası ilişki ve etkileşim gerçeğine uygun olup, değişim-gelişim(çelişki) yasasına uygun olduğunu söylemeye gerek yok…

Özcesi, (muhtemelen hemen her siyasi partide olduğu gibi) partimizde de ideolojik meselelerde bir dizi iç tartışmanın olduğunu, bunun bir süreç olarak işlediğini söyleyebiliriz. Parti içinde farklı fikirlerin varlığını, nesnel bir gerçeklik ve sınıflı toplumsal gerçeğin bir yansıması olarak kaçınılmaz olduğu/olacağı görüşündeyiz.  Siyasi partilerin iradesine rağmen ve iradesinden bağımsız olarak farklı fikirler parti içinde olurlar. İki çizgi mücadelesi, ideolojik mücadele, doğru-yanlış mücadelesi ve hatta eleştiri-özeleştiri süreci vb. parti içindeki farklı fikirlerin göstergesi ve ürünüdür.

Eğer parti içinde bu tartışma/canlı ideolojik tartışma yoksa o parti siyasi ölümünü tamamlama yolunda ilerliyor demektir. Yani, parti içinde ideolojik sorun, tartışma ve farklılıklar inkar edilemez gerçeklerdir; bizlere rağmen vardır ve bu farklılıkların olması kaçınılmazdır.  Lakin bu durum, partinin ‘‘ideolojik bütünlük içinde olmadığı” anlamına gelmez. Partideki ideolojik bütünlük, kongrede kararlaştırılan ideolojik çizgiyle ölçülür.

Önemli olan parti iradesi tarafından demokratik normlar temelinde onaylanan veya kararlaştırılan çizgidir/ideolojik birliktir. Parti, merkezi görüş ve kararı temelinde ideolojik çizgisini netleştirmiş, ideolojik-siyasi-örgütsel merkezileşmesini sağlamıştır. Bu yapıldıktan sonra, içeride farklı fikirlerin olması, şu veya bu görüşlerin varlığı vs. partiyi ideolojik bütünlükten yoksun kılmaz.  Kaçınılmaz olarak ve irademize rağmen parti içinde gündeme gelecek olan farklılıklar ideolojik bütünlüğün olmadığı anlamına gelmez. İddia ediyoruz ki, her partide farklı fikir ve görüşler vardır; bunlar kaçınılmazdır. İdeolojik durum bu görüş ve fikirlerden bağımsız mütalaa edilemeyeceğine göre, her partide ideolojik farklılıklar, bunu biliyoruz; diyalektiği içermeksizin hiçbir şeyin var olmayacağını kendi varlık durumumuzdan emin olduğumuz kadar eminiz! Vardır…

 https://halkingunlugu5.org/birlik-cagrimiza-olumsuz-yanitin-gerekcesine-dair-kisa-bir-degerlendirme/

 

iBRAHiM KAYPAKKAYA-Bütün Eserleri-PDF_indir


19 Mart 2025 Çarşamba

Zorba Ulus Devletler Egemenlik Ayrıcalıklarını Hangi Koşullarda Paylaşabilir?_Halil Gündoğan_19.03.2025

Öcalan’ın tarihi yanılgılarından bir diğeri: “Ulus devletler miadını doldurmuştur”

Şu, günümüz realitesinin başat olgularından en baskınıdır: Yer küremiz, Dünyanın belli başlı kapitalist-emperyalist ulus devletlerinin kendi ulusal egemenlik ve hükümranlıklarını koruma ve daha da geliştirip pekiştirme adına, hızla 3. Paylaşım savaşına sürüklenmektedir. Böyleyken; bu genel gidişata rağmen, acaba ne olmuştu da işgalci, ilhakçı, soykırımcı ve asimilasyoncu kimliğiyle ün yapmış Türk Devleti,

Öcalan ve hareketin önde gelen belli başlı seçkin kadrolarınca farklı değerlendirilir olmaya başlandı?

 

Türk Devleti’nin riyakârlığı hâlâ aktüeldir

Oysa Türk Devletinin sayılan bu özellikleri, yıllar öncesinde kalmış şeyler olmayıp, hâlâ aktüeldir de. Hem de bu tutumu sadece doğrudan kendi denetiminde tutuğu K. Kürdistan ile de sınırlı değil: Bir taraftan “bin yıllık kardeşlik” demagojisi ve Kürt-Türk ittifakı gayreti içindeyken; diğer taraftan da örneğin Rojava Kürtlerinin her türlü ulusal haktan mahrum kalması için adeta başvurmadığı zorbalık ve çevirmediği fırıldak kalmadı. K. Kürdistanlı Kürt Ulusal Hareketine karşı sırf kimyasal silahların da yaygınca kullanılmakta olduğu fiili yok etme savaşıyla da sınırlı olmayan, halkın oyu ile seçilen belediyelerine kayımlar atayarak onların iradelerini yok sayan, anadillerinde eğitim görme taleplerini “bölücülük” ile karşılayan vb. yığınca yok sayıcı ve her türlü zora (hukuki, kültürel ve fiziki) dayalı asimilasyoncu uygulamaları tüm hızıyla devam ediyor.

 

Yani bilinen bir hakikattir ki Türk egemen ulus devleti paranoyakça, gözü dönmüş bir ruh haliyle, yüzyılı aşkın bir süredir kendi egemenlik ve hükümranlık “hakkını” (yok aslında böylesi kendiliğinden ve doğal bir hak) zerre kadar paylaşmamış ve buna yanaşmamıştır. Bugün de kamuoyuna açık olarak bu yönlü verilmiş herhangi bir söz ve vadinin bulunmadığı da bir başka hakikattir.

 

Öcalan bir ulusun kaderini kapalı kapılar ardında pazarlık konusu yapamaz

Şayet Türk Devleti artık yüzyıllık bütün bu inkârcı, yok sayıcı ve zora dayalı asimilasyoncu tutumundan vazgeçip, Kürtlere her türlü temel ulusal haklarını, hiçbir koşul öne sürmeden, tanıyacağına dair Öcalan ile kapalı kapılar ardında bir anlaşma mutabakatı imzalamış ise; bu “ıslak imzalı” mutabakat metninin, örneğin en azından Suriye’de yapıldığı gibi, kamuoyuna deklare edilmesi gerekmez mi?

 

Ama taraflar, adeta ağızbirliği yapmışçasına, bu yönlü hiçbir pazarlığın ve dolayısıyla da (sözlü-yazılı) anlaşmanın yapılmadığına dair yemin billah ediyorlar. Tamam, bir anlığına varsayalım ki öyle olmuş olsun. Peki bu, M. Kemal Atatürk ile başlayan bütün tarihi aldatma, inkâr ve katliamlarla özdeş olan Türk Devletinin, bir de verilmiş hiçbir söz ve yapılmış hiçbir anlaşmasının olmadığı bir durumda, ona itibar edilmesini istemek, tarihi adeta kazıklar yemiş olmaktan ibaret Kürtler açısından çok daha vahim bir durum oluşturmaz mı?

 

Türk Devleti mevcut haliyle Kürtlerin de devleti olamaz

“Selo Başkan” yazdığı “Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Kürtlerin de devletidir” başlıklı yazısında, örneğin diyor ki: “Geçen yüzyılın başında Anadolu’daki Müslüman halkların ortaklaşa yürüttükleri Kurtuluş Savaşı sonrasında kurulan yeni cumhuriyet Kürtleri dışlayınca, Kürtler de buna tepki olarak isyan hareketlerine giriştiler.”

 

Burada öncelikle şu önemli eksik aktarımı tamamlamak gerekiyor: M. Kemal ve arkadaşları Kürtlere, kurtuluş sonrası eşit vatandaşlık ve muhtariyet vadederler. Ama buna rağmen sözlerinde durmayıp, Kürtleri dışlarlar. Yani amiyane tabiriyle; “kazıklarlar.” Ve böylece de yeni cumhuriyet, diğer ulusal toplulukların (Ermeni, Kürt, Rum Pontus, Arap, Laz vb.) tüm ulusal haklarının ret ve inkârı üzerine inşa edilir.

 

Peki geçmiş sicili böylesine berbat olan bir devlete ve özel olarak da temel desturu ana hedefe varmada hiçbir etik kuralla kendisini sınırlamayan takiye erbabı Erdoğan’a, hem de devletin artık Kürtlerin de devleti olacağının nasıl mümkün kılınacağına dair herhangi bir mutabakatının dahi bulunmadığı bir durumda, nasıl ve neyle güven duyulması istenebilir acaba?

 

Kürtlerin “birinci sınıf yurttaş” olacağının teminatı nedir? 

Keza “Selo Başkan” diyor ki: “Kürtler de kendi kimlikleri, dilleri, kültürleriyle Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci sınıf yurttaşı, sahibi olacaklar.”

 

İnanılır gibi değil doğrusu!.. Sormazlar mı size, iyi de bunun böyle olacağını kim garantiledi size ve garantilediyse hani bunun imzalı mühürlü belgesi? İnsan, örneğin bir ev veya arsa alırken bile satış belgesi, tapu belgesi vs. isteyip alır, değil mi? Siz ise bir ulusun, bir halkın kendi kaderini tayin iradesini kayıtsız koşulsuz yüzyıllık kanlı düşmanına teslim etmesini, son derece normalmiş gibi, isteyebiliyorsunuz sayın Demirtaş. Bir de “Korkma!” diye motive etmeye çalışıyorsun. Ortada verilmiş somut hiçbir yazılı-sözlü güvence yokken ve ama ortada yüzyıllık kanlı bir inkâr ve aldatarak yok sayma pratiğinin timsali bir gelenek duruyorken; bu halka “korkma” demek, acaba siyaseten de ne kadar isabetli olur?

 

Temennilerle devlet değişir mi?

Aynı şekilde diyor ki “Selo Başkan”: “Devlet de artık tekçi resmî ideolojiyi tümden bir kenara atarak Kürtlere tüm kapıları sonuna kadar açmalı; Kürtlerin diline, kültürüne, kimliğine saygı duymalı, bunları anayasal ve yasal güvence altına alarak eşit yurttaşlık temelinde entegrasyona zemin yaratmalıdır.”

 

Siz mi saflaştınız, insanları mı çok saf sanıyorsunuz acaba sayın Başkan? Şu “eşit yurttaşlık” koşulundan sen başka, sokaktaki “sıradan vatandaş” başka, Siyasal İslamcı bir diktatör başka, devlet aklıysa başka bir şey anlayıp anlamaktayken; nasıl böylesi genel ve tamamen boş bir söz edebilirsiniz? Onlara göre zaten mevcut anayasada bu eşitlik teminat altındadır. Zaten herkesin seçme-seçilme hakkı ve adalet önünde eşit muamele görme, vs. vs. tüm haklar yönünden eşit yurttaşlarızdır. Ayrım gayrım yok; “senin de benim de bir oyumuz var.” Üstelik “ümmet kardeşliği” de tüm ümmeti eşit sayar. Yani Kürtler açısından ortada anayasaca güvenceye alınmamış hiçbir hak yoksunluğu söz konusu değildir. Dil serbestisi zaten sağlanmış durumda. Şarkılar türküler her yerde serbestçe çalınıp söyleniyor. Kürtçe yayın yapan TV kanalı dahi mevcut. Kürtçe öğrenme kursları da serbest. Keza üniversitelerde Kürtçe kürsüleri de var.

 

Halka ait “söz ve karar” yetkisi gasp edilmemeli

Böyle dediklerini ve bu savunuyu yaptıklarını bilebile siz başka nasıl bir “eşit yurttaşlıktan” söz ediyorsanız; bunu onlarla açıktan açığa müzakere yapıp, sağlanacağına dair teminatlar alma tarihi sorumluluğuyla yükümlüsünüz. Kişisel bir davanızda ne yaparsanız yaparsınız, ama bir ulusun yüzyıllardır uğruna nice ağır bedeller ödediği temel ulusal hakları konusunda böylesi bir sorumsuzluğu yapma hakkını kendinizde görmemelisiniz. Nitekim ne Öcalan’ın ne sizin ve ne de PKK’nin böyle bir yetkisi yoktur, olamaz da!.. PKK silahlı mücadeleyi bırakıp, kendisini feshedecekse, bu tamamen onun yetkisi dahilinde olup, kendi kararıdır, yapabilir. Şayet PKK ve diğer Kürt siyasal hareketleri demokratik normlarla işlerliğini sürdürdüğü iddiasındaysa; Apo, PKK’ye “kongrenizi toplayın kendinizi feshedin” şeklinde bir emir veremez, ancak ki önerebilir. Onun da diğer PKK üyeleri gibi bir söz ve oy hakkı vardır… Fakat söz konusu olan bir ulusun ve halkın kendi kaderini tayin etme sorunuysa ve bir karar verme süreci yaşanıyorsa; bu yetki ve karar alma hakkı tamamen o ulus ve halkındır. Bu yetki ve hakkı ne Öcalan ne PKK ve ne de bir başka kurum kullanamaz. Bu cüret ancak ki demokrasi dışı otoriter yönetim zihniyet sahiplerine özgü olabilir.  Sahi, bu yangından mal kaçırma telaş ve acelesi de neyin nesi acaba?

 

Eşit yurttaşlık nedir ne değildir?

Eşit yurttaşlık temelinde aynı çatı altında olmak istiyorsanız siz siyasi özneler; o halde eşit yurttaşlıktan ne anladığınızı açık açık ortaya koyup, bunu öncelikle bir referandumla, Kürt halkının onayına sunup, onun onayını almak zorundasınız, şayet gerçekten de demokratik bir toplum inşa etme iddiasına sahipseniz.

 

Sıradan, halktan bir Kürde “eşit yurttaşlıktan” anlayacağı ilk şeylerin ne olduğu sorulsa; vereceği yanıt kesinlikle şöyle olacaktır: Eşit yurttaşlık, eşit haklara sahip olmaktır. Kimsenin ayrıcalıklı haklarının olmamasıdır. Türkçe nasıl ki resmi dil ise, Kürtçe de aynı şekilde bu devletin ikinci resmi dili olmalıdır. Türkler nasıl ki kendi anadillerinde eğitim görüyorsa, Kürtlerin de kendi anadillerinde eğitim görme hakları vardır, hiçbir gerekçeyle bu yasaklanamaz. Devletin her iki ulusun devleti olabilmesi için, devletin tek ulusun egemenliğini esas alan “üniter devlet” modelini terk ederek; birleşik merkezi yönetim modellerinden biriyle, yönetme yetkisini paylaşılması şarttır. Bunun federasyonla mı, eyalet sistemi veya diğer başka ademi merkeziyetçi yöntemlerden biriyle mi sağlanacağına, yapılacak bir referandumla her iki ulustan ve diğer azınlık milliyetlerden halkın doğrudan karar vermesi gerekir. Vs. vs.

 

Devletin Kürtlerin de devleti olabilmesi nasıl mümkün olabilir?

Bu devletin Kürtlerin de devleti olabilmesi için, işte en azından yukarıda sayılan bu koşulların sağlanması durumunda söz konusu olabilir. Bu sağlanmadan ve de anayasal güvencelere kavuşturulmadan, devlet yüzyıllık kardeş zulmünün özeleştirisini vermeden bu halka: “Bu devlet artık senin de devletin” deme hakkını kendinizde görmemelisiniz. Çünkü her şeyden önce; “artık senin de devletindir” deme koşulları henüz oluşmuş değil. Devlet o dönüşümü henüz sağlamamışken, sağlayacağının hiçbir teminatını dahi vermemişken; halkınızı böyle ucu açık kurgusal bir yalanın peşine takamazsınız. Onlara bu kötülüğü yapmamalısınız.

 

Denilebilir ki bu devlet asla gerçek anlamda eşit yurttaşlık sözleşmesi yapmaz, buna yanaşmaz. Çünkü bu, aynı zamanda egemenlik ve hükümranlık hakkından vaz geçmesidir. Evet, normal koşullarda asla kendiliğinden bu haklarından kısmen veya önemli oranda vazgeçme anlamına gelecek taviz anlaşmalarına yanaşmaz. Ama öylesi iç ve dış koşullar oluşur ki daha büyük kayıpların önünü alabilmek adına, bu türden tavizler vermek zorunda kalabilir. Veya bunu, ehveni şer görüp, daha “akıllıca bir hamle” sayabilir. Nitekim Türk Devleti de özellikle Bölgesel gelişmelerin seyri içinde Kürtleri tamamen kaybetmemek ve onları kendi himayesi altında toplayabilmek için, bazı tavizler vermek zorunda olduğunu görerek bu hamleleri yapıyor.

 

Kürtler için tarihi fırsat

Türk Devletinin bu stratejik açmazının önemle görülmesi ve uluslararası konjonktürün sunduğu avantajlar da kullanılarak, Kürt ulusunun temel ulusal haklarının koparılıp alınması bakımından, “tarihi bir fırsat” olarak en rasyonel bir şekilde değerlendirilmesi gerekiyor. Kafayı asıl yormanız gereken mevzu, nasıl yaparız da egemen ulusun hükümranlığını pekiştirip, güçlü, bölgesel bir güç yapabiliriz değil, bu olsa gerek sayın Başkan.     

 

Sürecin seyri ve Kürt-Türk İttifakının olası sonuçları (*)Halil Gündoğan_15Mart2025

Kürt-Türk ittifakı gerçekleşebilecek mi?

Malumunuz olduğu üzere, bir “Kürt-Türk Barışı”, “Bin Yıllık Kardeşliğin” yeniden tazelenmesi ve çok daha aktüeli, “Son Türk Devleti” için “beka sorunu” yaratan “emperyalist oyun ve tuzakları boşa çıkarmak” için öngörülen bir “Kürt-Türk İttifakı” gündemde.

Daha önceki makalelerimde de vurguladığım gibi bu, iç ve dış, ama esasen de dış koşulların motivasyonuyla, doğrudan Türk Devleti tarafından gündem yapılan bir devlet projesidir. Bu projenin Öcalan tarafından memnuniyetle satın alındığı da artık bir sır değil. Yani bu proje artık tek taraflı olarak sadece devletin değil; Öcalan-Devlet İttifakının ortak projesidir. Ancak bu çok belirleyici özelliğine rağmen bu proje henüz gerçek anlamda “Kürt-Türk İttifakının” kuruluşunu tamamlayıp, resmileştiği anlamına gelmiyor.

 Çünkü her ne kadar da Öcalan’ın iradesine tabi Kürt siyasal parti ve oluşumları genel bir onay vermiş görünüyorlarsa da ancak henüz son söz söylenmiş değil. Dolayısıyla da projede öngörülenler doğrultusunda somut adımların atılması, bir nevi askıda gibi.

 Bu bekleme aşamasında hesapta olmayan “sürpriz” gelişmeler yaşanmaz ise; projenin “güçlü ve sağlıklı doğumu” önemli oranda PKK kongresinin takınacağı tavra ve bir yönüyle de Bölge üzerinde kartları karma kudretine sahip güç odaklarından veto yememesine bağlı olacaktır.

https://halilgundogan.blogspot.com/2025/03/surecin-seyri-ve-kurt-turk-ittifaknn.html

BİRLEŞİK CEPHE VE İTTİFAKLAR SORUNUNA DAİR_Fikret Karavaz

Kaypakaya Manifestosu adlı siteden şöyle bir alıntı yayınlanarak birleşik cepphe üstüne görüş bildirilmektedir:

''Faşizme karşı mücadelenin aracı”, revizyonistlerin göstermek istediği gibi, “devrimci güçbirliği” safsatası değil, “halkın birleşik cephesidir.” Yani, proletarya önderliğinde ve işçi-köylü temel ittifakı üzerinde kurulan, bütün devrimci sınıf ve tabakaların ittifakıdır. 

Dimitrov yoldaşta, anti-faşist mücadelenin, “devrimci güçbirliği” denilen, kuyrukçuluk ve teslimiyet aracıyla yürütüleceğine dair tek kelime yoktur. Dimitrov yoldaş, daima, anti-faşist halk cephesinden bahseder ve bu, proletarya önderliğindeki halk cephesinin ta kendisidir. Ve anti-faşist mücadelenin amacı, halk cephesi iktidarını gerçekleştirmektir.

İkinci yanlış şudur: Proleter devrimcilerin bir tek cephe politikası vardır; o da, proletarya önderliğinde halkın birleşik cephesidir. Ayrıca, bunun dışında demokratik güçbirliği veya devrimci güçbirliği gibi safsatalarla proletaryanın ve komünistlerin işi yoktur. Halkın birleşik cephesinden ayrı olarak bir de “devrimci güçbirliği” sloganının icat edilmesi, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, “Dev-Güç” girişimini haklı çıkarmak içindir.

Temel kitleleri hesaba katmadan, partiyi, halk ordusunu ve halkın birleşik cephesini hesaba katmadan “ittifak”(!) adına, burjuva demokratlarının kıçından yürümeyi haklı çıkarmak içindir. Kuyrukçuluk ve teslimiyet politikasını, “bu, halkın birleşik cephesi değil, devrimci güçbirliğidir” diye, böyle bir safsatayla ve demagojiyle haklı çıkarmak içindir. İşçi sınıfı önderliğini ve işçi-köylü temel ittifakını bir kenara iterek, reformist burjuvaziye tabi olmayı, bir gerekçeye bağlamak içindir. “Demokratik güçbirliği” diye, “halkın birleşik cephesinden” ayrı ve ona aykırı bir sloganın icat edilmesi, işte bu sebeplerdendir.''

İbrahim Kaypakkaya Seçme Yazılar

Peki, proleterya önderliğinde halkın birleşik cephesi oluşturulana kadar, bunun koşulları oluşuncaya kadar ne yapılacak? Bu alıntı eksik, birleşik cephenin ne olup ne olmadığını ifade etmekte yetersiz bir alıntıdır. Mao , uzun süreli halk savaşı stratejisinin bir parçası olarak proleterya önderliğinde halkın birleşik cephesinin kurulma koşulunu halk ordusunun bir ya da bir kaç bölgede kızıl siyasi iktidar kurmuş olması şartına bağlar ki bu da halk savaşının stratejik denge aşamasına karşılık gelir. Yani, Maoizm halk savaşı sürdürülen coğrafyalarda proleterya öncülüğünde halkın birleşik cephesinin nesnel koşullarının ancak halk savaşının stratejik denge aşamasına karşılık geldiğini söyler.

Bu ne demektir?

Bu demektir ki proleterya partisinin iradesi geniş kitleler tarafından kabullenilmeden ve proleter öncü bir ya da bir kaç bölgede Kızıl Siyasi İktidar kurmadan proleteryanın asgari programı etrafında geniş kapsamlı yani millli bujuvazinin de dahil olduğu bir birleşik cephenin nesnel koşulları yoktur. Nenel koşulları yoktur, çünkü, proleterya partisinin asgari programını uygulayabileceği nesnel şartlar henüz oluşmamıştır.

Çin Devriminin kendine özgü koşulları birleşik cephe siyasetine ilişkin olarak genelleştirmenin bir anlamı yoktur. Maoizmin, halk savaşı südürülen coğrafyalarda proleterya öncülüğünde halkın birleşik cephesi için öngördüğü şartlar proleterya partisinin asgari programını uygulama şartları olarak evrensel olarak da geçerli şartlar olmasına rağmen, farklı zamanlarda farklı coğrafyalarda özgün koşullar gelişebilir. Diyalektikte çelişkinin özgünlüğü ilkesi vardır.

Bu özgün koşullar ne olabilir?

Bu özgün koşullar, örneğin, bugün Kürdistan coğrafyasında olduğu gibi Kürt ulusal hareketinin geriila savaşını stratejik denge aşamasına yakın bir aşamaya taşıdığı nesnel koşullarda mevcuttur. Diyalektiğin çelişkinin özgünlüğü ilkesi bizi farklı coğrafyalarda farklı zamanlarda gerçekleşen süreçlerin özgün şartlarını değerlendirmeye zorlar. Bir coğrafyada tarihsel kökleri olan bir ya da birden fazla ulusal sorun varsa proleterya öncülüğünde halkın birleşik cephesi ezen ulus milli burjuvazisi ile değil ezilen ulus ya da uluslar milli burjuvazisi ile kurulabilir. Çünkü ulusal sorunun varlığında birleşik cephenin asgari programının anti emperyalizm, anti faşizm ilkeleri ile birlikte, anti şovenizm ilkesini de içermesi gerekir. Ezen ulus milli burjuvazisi şovendir ve ulusal sorun bağlamında ezen ulus komprador bujuvazinin yedeğidir. Dolayısıyla, istense de ezen ulus milli burjuvazisin ulusal sorunun varlığı koşullarında proleteryta öncülüğünde halkın birleşik cephesine dahil olma koşulları yoktur. Bu durum, Çin devriminde gerçekleşen birleşik cepheden birinci farlılık ve özgünlktür.

Bundan daha önemli olarak ikinci özgünlük ise Kürt ulusal hareketinin gerilla savaşını stratejik denge aşamasına taşımış olmasıdır. Kürt ulusal savaşı stratjik denge aşamasındadır. Kürt gerilla güçleri Kandil ve Rojava gibi böölgelede bağımsız askeri üslere sahiptir. Dolayısıyla mevcut özgün koşullarda proleter öncü Kürt ulusal hareketi ve Kürt milli burjuvazisi ile ittifak halinde kendi sürdürdüğü halk savaşının Strtejik Denge aşamasına gelmesini beklemeden birleşik cephenin programatik olarak kendisini değilse de bir prototipini hayata geçirebilir. Bunun nesnel koşulları mevcuttur.

KSİ ler yerine Kürt gerilla üsleri kullanılabilir. Bunun bir engeli yoktur.Kürt ulusal hareketi komünist propagandaya açık olduğu ve kendi askeri üstlerini proleterya partisine açtığı koşullarda bu askeri üsler KSİ ler gibi kullanılabilir. Burada proleterya öncülüğünde halkın birleşik cephesinin gerçekleşmesi için geriye yegane şart olarak proleterya partisinin bağımsız iradesinin korunması şartı kalır. Proleterya partisi Uzun Süreli Halk Savaşı sürdürdüğü coğrafyanın özgünlüklerini değerlendirmek ve savaşın dengesiz gelişmesi koşullarını hesaba katmakla yükümlüdür. Evrensellikle özgünlük arasında ilişki ancak böyle kurulabilir. Yoksa, Dimitrov'dan Mao'dan rast gele alıntılarla coğrafyanın özgün koşullarını ve halk savaşının dengesiz gelişimini hesaba katmadan birleşik cepheye ilşkin olarak tesbitler yapılamaz.Doğmatizmin bir biçimi olan bu hastalıklardan kurtulmadan coğrafyanın özgünlüklerine karşılık gelen bir Halk Savaşı Stratejisi hayata geçirilemez.

Çin devriminden üçüncü önemli farklılık köylüllüğün yapısına ilişkindir. Çin devriminden önce, Çin köylüllüğü topraksız serf niteliğinde köylülükten oluşmaktaydı. Topraksız köylülük için toprak her şeydir. Çin halk devriminin en acil sorunu toprak talebidir. Bizim köylülük ise Çin köylülüğünden farklı olarak çoğunlukla kendi toprağını ekip biçen küçük köylülüktür. Dolayısıyla toprak talebi cılızdır. Bu durum köylüllüğün geniş kitleler halinde halk savaşına politize olmasını engellemekte, köylülük tedricen ve yavaş politize olmaktadır.

Ancak, Kürt köylülüğü kendi kaderini tayin hakkı kapsamında ulusal mücadeleye ve gerilla savaşına büyük kitleler halinde politize olmaktadır. Bu özgün durum, demokratik devrimin asgari programında Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını toprak devriminden daha güncel bir sorun haline getirmektedir. Kürt köylülüğü doğrudan toprak talebi üstünden değil ama kendi kaderini tayin hakkı talebi üstünden politize olmaktadır. Dolayısıyla, halk savaşına köylülüğün yedeklenmesi süreci Çin devriminden farklı bir güzergahta gelişmektedir.

Diğer taraftan, Kürt köylülüğü kendi coğrafyası dışında metropol şehirlerde proleterleşmekte, böylelikle, Türk milliyetinden proleterlerle kaynaşmaktadır. Kürt ulusal hareketinin Irak, Suriye ve İran gibi diğer parçalarında Anadolu coğrafyasında olduğu gibi proleter bir arka cephesi yoktur. Bu coğrafyalarda Kürt ulusal hareketi esasta milli burjuvazi önderliğinde köylü hareketi olarak gelişmektedir. Kürt ulusal hareketinin proleter bir arka cepheye sahip olduğu yegane coğrafya Anadolu coğrafyasıdır. Bu olgu kendi kaderini tayin hakkının gerçekleşme koşullarını Anadolu coğrafyasının demokratik devriminin gerçekleşme koşullarına olmazsa olmaz bir biçimde bağlamaktadır.

Özgür Kürdistan paradigmasının gerçekleşme koşulu, Anadolu coğrafyasında komprador kapitalizmin ve onun devlet biçimi olarak faşizmin tasfiyesine bağlıdır. Bunun dışında kendi kaderini tayin hakkının gerçekleşmesi olanaksızdır. Bu durum, Kürdistan devrimi ile Anadolu coğrafyasının devrim süreçlerini ayrılmaz bir biçimde içiçe geçirmektedir. Dolayısıyla, proleteryanın öncüsünün halk savaşını inşa sürecinde asgari programındaki en acil sorun Çin devriminden farklı olarak toprak sorunu değil kendi kaderini tayin hakkıdır. Proleter öncü halk savaşını toprak talebinden öncelikli olarak kendi kaderini tayin hakkı talebi üstünden inşa etmek durumundadır.

Bu durumda Kürt ulusal hareketi ile ittifak sorunu ve bu ittifakın alacağı biçimler proleter öncünün halk savaşını inşa sürecinde en acil sorun durumuna gelmekte ve halkın birleşik cephesi projesi kendi kaderini tayin hakkı talebi üstünden gelişmektedir.Yazının başındaki alıntıyla, İbrahim Kaypakkaya'yı bugünkü Kürt hareketi ile ittifak sorununa tanık göstermek bir anakronizmdir. İbrahim Kaypakkaya'nın mücadele sürdürdüğü süreçte, stratejik denge aşamasına getirilmiş bir ulusal mücadele yoktur. Kuşkusuz, Kürt hareketi ile yapılacak ittifak bir güç birliği itifakı değil demokratik devrimin asgari programı çerçevesinde programatik bir cephe ittifakı olmalıdır.

İbrahim KAYPAKKAYA'nın birleşik cephe konusundaki tesbitleri doğrudur. Ancak bu tesbitler eski olduğu için bugünkü tarihsel koşulların özgünlüğünü yansıtmamaktadır.Tarihsel materyalizm bilimi, adı üstünde, tarihsellik gerektirir ve her özgün durumu kendi tarihsel koşullarında tahlil edebilmek gerekir.

Birlşik cephe bir anda gökten zembille iner gibi gerçekleşmez. Belirli süreçlerin bir sonucu olarak tedricen gerçekleşir.Proleter öncünün, Kürt ulusal hareketi ile gerçekleştirdiği birleşik cephenin bir prototipinin gerçek anlamda halkın birleşik cephesine dönüşümü, batıdaki kitlelelerin komprador kapitalizmin krizinin derinleşmesi ve halk savaşının gelişimine bağlı olarak tedricen katılımı ile gerçekleşecek uzun soluklu bir mücadelenin sonucu olarak gerçekleşecektir.

ORTA Doğu 'daki son gelişmeler göstermektedir ki bir çok farklı milliyet ve toplumsal üst kimlikten oluşan Orta Doğu coğrafyasında ezilen ulusal ve toplumsal üst kimlikler, Kürtler, Durziler, Keldaniler, Suryaniler, Aleviler, Filistin halkı ve ezilen diğer kimlikler ortak bir anti emperyalist -anti faşist birleşik cephede bir Orta Doğu devrimi programı etrafinda birlesmeden. Her farklı milliyet ya da toplumsal üst kimliğin bölge fadizmlerinden ve emperyal kusatmadan ozgurlesebilmesi mümkün değildir. Çünkü bölge fasuzmleri ve Emperyalizm bizzat, ezilen toplumsal kimlik ve milliyetlerin bu parçalanmış durumu üzerinden siyaset üreterek, bu kimlikleri kendisine yedekleyerek karşı karşıya getirmekte ve böylece Orta Doğu coğrafyasını Emperyal BOP projesi bağlamında kendi amaçlarına göre yeniden bicimlendirmeye çalışmaktadırlar. Selamlar...

Fikret Karavaz

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)