19 Mart 2025 Çarşamba

Zorba Ulus Devletler Egemenlik Ayrıcalıklarını Hangi Koşullarda Paylaşabilir?_Halil Gündoğan_19.03.2025

Öcalan’ın tarihi yanılgılarından bir diğeri: “Ulus devletler miadını doldurmuştur”

Şu, günümüz realitesinin başat olgularından en baskınıdır: Yer küremiz, Dünyanın belli başlı kapitalist-emperyalist ulus devletlerinin kendi ulusal egemenlik ve hükümranlıklarını koruma ve daha da geliştirip pekiştirme adına, hızla 3. Paylaşım savaşına sürüklenmektedir. Böyleyken; bu genel gidişata rağmen, acaba ne olmuştu da işgalci, ilhakçı, soykırımcı ve asimilasyoncu kimliğiyle ün yapmış Türk Devleti,

Öcalan ve hareketin önde gelen belli başlı seçkin kadrolarınca farklı değerlendirilir olmaya başlandı?

 

Türk Devleti’nin riyakârlığı hâlâ aktüeldir

Oysa Türk Devletinin sayılan bu özellikleri, yıllar öncesinde kalmış şeyler olmayıp, hâlâ aktüeldir de. Hem de bu tutumu sadece doğrudan kendi denetiminde tutuğu K. Kürdistan ile de sınırlı değil: Bir taraftan “bin yıllık kardeşlik” demagojisi ve Kürt-Türk ittifakı gayreti içindeyken; diğer taraftan da örneğin Rojava Kürtlerinin her türlü ulusal haktan mahrum kalması için adeta başvurmadığı zorbalık ve çevirmediği fırıldak kalmadı. K. Kürdistanlı Kürt Ulusal Hareketine karşı sırf kimyasal silahların da yaygınca kullanılmakta olduğu fiili yok etme savaşıyla da sınırlı olmayan, halkın oyu ile seçilen belediyelerine kayımlar atayarak onların iradelerini yok sayan, anadillerinde eğitim görme taleplerini “bölücülük” ile karşılayan vb. yığınca yok sayıcı ve her türlü zora (hukuki, kültürel ve fiziki) dayalı asimilasyoncu uygulamaları tüm hızıyla devam ediyor.

 

Yani bilinen bir hakikattir ki Türk egemen ulus devleti paranoyakça, gözü dönmüş bir ruh haliyle, yüzyılı aşkın bir süredir kendi egemenlik ve hükümranlık “hakkını” (yok aslında böylesi kendiliğinden ve doğal bir hak) zerre kadar paylaşmamış ve buna yanaşmamıştır. Bugün de kamuoyuna açık olarak bu yönlü verilmiş herhangi bir söz ve vadinin bulunmadığı da bir başka hakikattir.

 

Öcalan bir ulusun kaderini kapalı kapılar ardında pazarlık konusu yapamaz

Şayet Türk Devleti artık yüzyıllık bütün bu inkârcı, yok sayıcı ve zora dayalı asimilasyoncu tutumundan vazgeçip, Kürtlere her türlü temel ulusal haklarını, hiçbir koşul öne sürmeden, tanıyacağına dair Öcalan ile kapalı kapılar ardında bir anlaşma mutabakatı imzalamış ise; bu “ıslak imzalı” mutabakat metninin, örneğin en azından Suriye’de yapıldığı gibi, kamuoyuna deklare edilmesi gerekmez mi?

 

Ama taraflar, adeta ağızbirliği yapmışçasına, bu yönlü hiçbir pazarlığın ve dolayısıyla da (sözlü-yazılı) anlaşmanın yapılmadığına dair yemin billah ediyorlar. Tamam, bir anlığına varsayalım ki öyle olmuş olsun. Peki bu, M. Kemal Atatürk ile başlayan bütün tarihi aldatma, inkâr ve katliamlarla özdeş olan Türk Devletinin, bir de verilmiş hiçbir söz ve yapılmış hiçbir anlaşmasının olmadığı bir durumda, ona itibar edilmesini istemek, tarihi adeta kazıklar yemiş olmaktan ibaret Kürtler açısından çok daha vahim bir durum oluşturmaz mı?

 

Türk Devleti mevcut haliyle Kürtlerin de devleti olamaz

“Selo Başkan” yazdığı “Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Kürtlerin de devletidir” başlıklı yazısında, örneğin diyor ki: “Geçen yüzyılın başında Anadolu’daki Müslüman halkların ortaklaşa yürüttükleri Kurtuluş Savaşı sonrasında kurulan yeni cumhuriyet Kürtleri dışlayınca, Kürtler de buna tepki olarak isyan hareketlerine giriştiler.”

 

Burada öncelikle şu önemli eksik aktarımı tamamlamak gerekiyor: M. Kemal ve arkadaşları Kürtlere, kurtuluş sonrası eşit vatandaşlık ve muhtariyet vadederler. Ama buna rağmen sözlerinde durmayıp, Kürtleri dışlarlar. Yani amiyane tabiriyle; “kazıklarlar.” Ve böylece de yeni cumhuriyet, diğer ulusal toplulukların (Ermeni, Kürt, Rum Pontus, Arap, Laz vb.) tüm ulusal haklarının ret ve inkârı üzerine inşa edilir.

 

Peki geçmiş sicili böylesine berbat olan bir devlete ve özel olarak da temel desturu ana hedefe varmada hiçbir etik kuralla kendisini sınırlamayan takiye erbabı Erdoğan’a, hem de devletin artık Kürtlerin de devleti olacağının nasıl mümkün kılınacağına dair herhangi bir mutabakatının dahi bulunmadığı bir durumda, nasıl ve neyle güven duyulması istenebilir acaba?

 

Kürtlerin “birinci sınıf yurttaş” olacağının teminatı nedir? 

Keza “Selo Başkan” diyor ki: “Kürtler de kendi kimlikleri, dilleri, kültürleriyle Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci sınıf yurttaşı, sahibi olacaklar.”

 

İnanılır gibi değil doğrusu!.. Sormazlar mı size, iyi de bunun böyle olacağını kim garantiledi size ve garantilediyse hani bunun imzalı mühürlü belgesi? İnsan, örneğin bir ev veya arsa alırken bile satış belgesi, tapu belgesi vs. isteyip alır, değil mi? Siz ise bir ulusun, bir halkın kendi kaderini tayin iradesini kayıtsız koşulsuz yüzyıllık kanlı düşmanına teslim etmesini, son derece normalmiş gibi, isteyebiliyorsunuz sayın Demirtaş. Bir de “Korkma!” diye motive etmeye çalışıyorsun. Ortada verilmiş somut hiçbir yazılı-sözlü güvence yokken ve ama ortada yüzyıllık kanlı bir inkâr ve aldatarak yok sayma pratiğinin timsali bir gelenek duruyorken; bu halka “korkma” demek, acaba siyaseten de ne kadar isabetli olur?

 

Temennilerle devlet değişir mi?

Aynı şekilde diyor ki “Selo Başkan”: “Devlet de artık tekçi resmî ideolojiyi tümden bir kenara atarak Kürtlere tüm kapıları sonuna kadar açmalı; Kürtlerin diline, kültürüne, kimliğine saygı duymalı, bunları anayasal ve yasal güvence altına alarak eşit yurttaşlık temelinde entegrasyona zemin yaratmalıdır.”

 

Siz mi saflaştınız, insanları mı çok saf sanıyorsunuz acaba sayın Başkan? Şu “eşit yurttaşlık” koşulundan sen başka, sokaktaki “sıradan vatandaş” başka, Siyasal İslamcı bir diktatör başka, devlet aklıysa başka bir şey anlayıp anlamaktayken; nasıl böylesi genel ve tamamen boş bir söz edebilirsiniz? Onlara göre zaten mevcut anayasada bu eşitlik teminat altındadır. Zaten herkesin seçme-seçilme hakkı ve adalet önünde eşit muamele görme, vs. vs. tüm haklar yönünden eşit yurttaşlarızdır. Ayrım gayrım yok; “senin de benim de bir oyumuz var.” Üstelik “ümmet kardeşliği” de tüm ümmeti eşit sayar. Yani Kürtler açısından ortada anayasaca güvenceye alınmamış hiçbir hak yoksunluğu söz konusu değildir. Dil serbestisi zaten sağlanmış durumda. Şarkılar türküler her yerde serbestçe çalınıp söyleniyor. Kürtçe yayın yapan TV kanalı dahi mevcut. Kürtçe öğrenme kursları da serbest. Keza üniversitelerde Kürtçe kürsüleri de var.

 

Halka ait “söz ve karar” yetkisi gasp edilmemeli

Böyle dediklerini ve bu savunuyu yaptıklarını bilebile siz başka nasıl bir “eşit yurttaşlıktan” söz ediyorsanız; bunu onlarla açıktan açığa müzakere yapıp, sağlanacağına dair teminatlar alma tarihi sorumluluğuyla yükümlüsünüz. Kişisel bir davanızda ne yaparsanız yaparsınız, ama bir ulusun yüzyıllardır uğruna nice ağır bedeller ödediği temel ulusal hakları konusunda böylesi bir sorumsuzluğu yapma hakkını kendinizde görmemelisiniz. Nitekim ne Öcalan’ın ne sizin ve ne de PKK’nin böyle bir yetkisi yoktur, olamaz da!.. PKK silahlı mücadeleyi bırakıp, kendisini feshedecekse, bu tamamen onun yetkisi dahilinde olup, kendi kararıdır, yapabilir. Şayet PKK ve diğer Kürt siyasal hareketleri demokratik normlarla işlerliğini sürdürdüğü iddiasındaysa; Apo, PKK’ye “kongrenizi toplayın kendinizi feshedin” şeklinde bir emir veremez, ancak ki önerebilir. Onun da diğer PKK üyeleri gibi bir söz ve oy hakkı vardır… Fakat söz konusu olan bir ulusun ve halkın kendi kaderini tayin etme sorunuysa ve bir karar verme süreci yaşanıyorsa; bu yetki ve karar alma hakkı tamamen o ulus ve halkındır. Bu yetki ve hakkı ne Öcalan ne PKK ve ne de bir başka kurum kullanamaz. Bu cüret ancak ki demokrasi dışı otoriter yönetim zihniyet sahiplerine özgü olabilir.  Sahi, bu yangından mal kaçırma telaş ve acelesi de neyin nesi acaba?

 

Eşit yurttaşlık nedir ne değildir?

Eşit yurttaşlık temelinde aynı çatı altında olmak istiyorsanız siz siyasi özneler; o halde eşit yurttaşlıktan ne anladığınızı açık açık ortaya koyup, bunu öncelikle bir referandumla, Kürt halkının onayına sunup, onun onayını almak zorundasınız, şayet gerçekten de demokratik bir toplum inşa etme iddiasına sahipseniz.

 

Sıradan, halktan bir Kürde “eşit yurttaşlıktan” anlayacağı ilk şeylerin ne olduğu sorulsa; vereceği yanıt kesinlikle şöyle olacaktır: Eşit yurttaşlık, eşit haklara sahip olmaktır. Kimsenin ayrıcalıklı haklarının olmamasıdır. Türkçe nasıl ki resmi dil ise, Kürtçe de aynı şekilde bu devletin ikinci resmi dili olmalıdır. Türkler nasıl ki kendi anadillerinde eğitim görüyorsa, Kürtlerin de kendi anadillerinde eğitim görme hakları vardır, hiçbir gerekçeyle bu yasaklanamaz. Devletin her iki ulusun devleti olabilmesi için, devletin tek ulusun egemenliğini esas alan “üniter devlet” modelini terk ederek; birleşik merkezi yönetim modellerinden biriyle, yönetme yetkisini paylaşılması şarttır. Bunun federasyonla mı, eyalet sistemi veya diğer başka ademi merkeziyetçi yöntemlerden biriyle mi sağlanacağına, yapılacak bir referandumla her iki ulustan ve diğer azınlık milliyetlerden halkın doğrudan karar vermesi gerekir. Vs. vs.

 

Devletin Kürtlerin de devleti olabilmesi nasıl mümkün olabilir?

Bu devletin Kürtlerin de devleti olabilmesi için, işte en azından yukarıda sayılan bu koşulların sağlanması durumunda söz konusu olabilir. Bu sağlanmadan ve de anayasal güvencelere kavuşturulmadan, devlet yüzyıllık kardeş zulmünün özeleştirisini vermeden bu halka: “Bu devlet artık senin de devletin” deme hakkını kendinizde görmemelisiniz. Çünkü her şeyden önce; “artık senin de devletindir” deme koşulları henüz oluşmuş değil. Devlet o dönüşümü henüz sağlamamışken, sağlayacağının hiçbir teminatını dahi vermemişken; halkınızı böyle ucu açık kurgusal bir yalanın peşine takamazsınız. Onlara bu kötülüğü yapmamalısınız.

 

Denilebilir ki bu devlet asla gerçek anlamda eşit yurttaşlık sözleşmesi yapmaz, buna yanaşmaz. Çünkü bu, aynı zamanda egemenlik ve hükümranlık hakkından vaz geçmesidir. Evet, normal koşullarda asla kendiliğinden bu haklarından kısmen veya önemli oranda vazgeçme anlamına gelecek taviz anlaşmalarına yanaşmaz. Ama öylesi iç ve dış koşullar oluşur ki daha büyük kayıpların önünü alabilmek adına, bu türden tavizler vermek zorunda kalabilir. Veya bunu, ehveni şer görüp, daha “akıllıca bir hamle” sayabilir. Nitekim Türk Devleti de özellikle Bölgesel gelişmelerin seyri içinde Kürtleri tamamen kaybetmemek ve onları kendi himayesi altında toplayabilmek için, bazı tavizler vermek zorunda olduğunu görerek bu hamleleri yapıyor.

 

Kürtler için tarihi fırsat

Türk Devletinin bu stratejik açmazının önemle görülmesi ve uluslararası konjonktürün sunduğu avantajlar da kullanılarak, Kürt ulusunun temel ulusal haklarının koparılıp alınması bakımından, “tarihi bir fırsat” olarak en rasyonel bir şekilde değerlendirilmesi gerekiyor. Kafayı asıl yormanız gereken mevzu, nasıl yaparız da egemen ulusun hükümranlığını pekiştirip, güçlü, bölgesel bir güç yapabiliriz değil, bu olsa gerek sayın Başkan.     

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)