Kitlelerin tepkisi, sorunları, öfkesi ve taleplerinin arttığı her tarihi momentte, bunu söndürmek ve boşa düşürmek için sermayenin çeşitli klikleri harekete geçer. Bunların bitmez tükenmez tezgahları emekçileri beklemektedir.
19 Marttan (2025) itibaren başlayan eylem, gösteri, tepki,
yürüyüşler, tarihi tecrübeleri artırırken ona yeni deneyimler de eklemektedir.
Gösteriler dizisi, ülkemizde kurulmuş yüz yıllık devletin (karakol) niteliğini
göstermesi açısından da bir kez daha yeni kanıtlar sunmaktadır.
Neticede bu iki sermaye bloku yenildikten sonra ideal olan ise emekçi sınıfların ve ezilenlerin iktidara gelmesidir.
Sanki yolsuzluk, kapitalizmin doğası gereği değilmiş gibi
bir algı oluşturuluyor! Kapitalizm koşullarında yolsuzluğa, yağmaya, talana,
özellikle de sömürüye başvurmayan bir tek bürokrat dahi bulmak zordur.
Dolayısıyla yirmi milyonluk bir kentin belediye başkanını, yolsuzluk gerekçesiyle
görevden almak, tek başına bile hukukun yalan olduğunu kanıtlayan bir durumdur.
Aynı zamanda hükümetin koyduğu 3-5 günlük gösteri yasakları da kitlesel
gösterilerle aşılmış, mülki amirlerin verdiği "hukuki" kararlar da
etkisini zerrece gösteremediği için boşa düşmüştür. Demek ki kim güçlüyse
hukuku bu güç belirliyor. Olaylara bakarak denilebilir ki hukuku boşa düşüren
gelişmeler eğitim alanında da sürmüştür ve sürmektedir.
Sınıflı toplumlarda ve sermaye çağında diplomaların
lüzumsuzluğu bir yana kutsiyet yüklenen, "her şeyin başı eğitim"
sözüne kaynaklık teşkil eden eğitim kurumlarının verdiği diplomayı iptal etmek
de oldukça düşündürücüdür. Üstelik aynı kişiye uygulanması, hukuk duygusunun
gücünü daha da şüpheli hale getirmektedir. Bunlara bakılarak hukukun lüzumsuz
olduğu kadar eğitimin de lüzumsuz olduğunu söylemek mümkün hale geliyor
diyebiliriz. Zira burjuvazi kendi koyduğu kanunlara kendisi uymuyor. 1215'teki
Magna Carta sözleşmesinden beri yürürlükte olan burjuva / feodal mülk
özgürlüğünü de etkisiz kılıyor. Kapitalist sistem, eğitim özgürlüğünü hiçe
sayarak diplomalara el koyduğu gibi mala mülke de çökmekte bir beis görmüyor.
Sonra da komünizm, özel mülkiyete karşı olduğu için itham ediliyor,
reddediliyor. Akademik ünvan ve payelere olağanüstü çıkartılan kanunlar ile
çöküldüğü gibi yine bir hukuk kurumu olan baro yönetimlerine de çökülüyor.
Velhasıl hukuk kurumuna yapılan kayyıma, "hukuki" diyen bir garip
mantıkla karşı karşıyayız.
Gösteri ve eylemler sırasında metrolar, otobüs, metrobüs ve
toplu ulaşım araçlarının kısıtlanması, sosyal medyanın "tık"
işaretiyle kapatılması ile kapitalist sistem kitlelere adeta "alın size
bilim", "alın size teknoloji" demiştir. Kısa sürelerde de olsa
İstanbul'da ulaşım durmuştur. Buna göre burjuva toplumunun şişirip durduğu
seyahat özgürlüğünün de boyutu ve inandırıcılığı ortaya çıkmış oluyor. Keza
tomalar ve kimyasal gazlı saldırılar marifetiyle sermaye düzeni, kitlelere
"alın size yeni teknolojiler" diyerek bilim ve teknolojinin ne
olduğunu, sınıflı toplumlarda nasıl bir işlev gördüğünü ve kimlere hizmet
ettiğini de pek güzel açıklamıştır.
Ana akım, burjuva medyanın tavrı da normaldir! Medyadan
şikayet ederek onun rejim ve yönetim yanlısı, eylem ve protesto karşıtı tavrını
görerek şaşıranlara "ne bekliyordunuz ya?" diye sormak gerekiyor.
Çünkü medya da işini yapıyor. Bütün burjuva - feodal kurum gibi medya da halkın
ve emekçilerin bilinçlenmesi için değil tersine gerçekleri tersyüz etmek için
vardır. Anımsatmak isterim ki, ülkemizde devrimci / özgür medya yıllardır yasaklıdır.
Yurtdışından sınırlı imkanlarla yayın yapılır ve elbette ki sınırlı sayıda
kesime ulaşır. Dolayısıyla ülkemizde haber alma özgürlüğünün olduğuna inanmak
da mümkün değildir.
Uygar, sınıflı bu dünyada cami, kilise gibi kurumlar da
tıpkı genel eğitim kurumları ve üniversiteler gibi çok kullanışlı aparatlardır.
Sistem, yalnızca ibadet yoluyla rızalık üretmekle kalmaz. Eylemcilerin, pratik
ihtiyaçlar nedeniyle buralara yönelmesi, egemen sınıflar tarafından istismar
edilebilir. Adına da kutsala saldırı denilir. Keza polisin tavrı da derslerle
doludur. Sınıf bilincinden ve sermayeci sistemin bilgisinden uzak olan kesimler
polisin saldırısı karşısında şaşırmıştır! Oysa bilim gibi medya gibi polis de
işini yapıyor!
Kapitalizm koşullarında ve özellikle her faşist sistemde
polis "resmi / meşru /hukuki" bir tarzda saldırı yapar, baskı
uygular, gerektiğinde işkence de yapar, silah da kullanır. Bu durum sınıflı
toplumların doğası gereğidir. Bu durum, yalnızca bizim gibi faşizmlerin açıktan
hüküm sürdüğü ülkelerde değil, bütün dünyada böyledir. Çünkü polis ve devlet
kendi şiddetine "hukuki" der, toplumsal şiddeti "suç"
sayar. Üstüne üstlük buna inanan kitlesel düzeyde bir "enayiler"
topluluğu da bulur. Sorun polis değil sistemdir. Sistem feodalizm, kapitalizm
ve emperyalizmdir. Enternasyonal proletarya için hedef, tek tek polislerle,
hukukla, bilimle, seçimle, seçilmişle, atanmışla, eğitimle, teknoloji ile
uğraşmak değil kapitalist - emperyalist sistemi bir bütün olarak ortadan
kaldırmak olmalıdır.
Proletarya, kendine özgü bilinciyle sınıf olduğu gibi
kendine özgü, kültürü, inancı, enternasyonal marşı, ve bayrağıyla da bağımsız
bir sınıftır. Toplumsal hareketlerin uzağında duran değil, kuyruğuna takılan da
değil içinde olan ve bir adım ileride olmayı arzulayan bir sınıftır. Yeni
doğmuş ve gelişen bir sınıftır. Onun bayrağı, burjuva, feodal sınıfların
bayrağı olmadığı gibi ay yıldızlı milli bayrak da değildir. Oraç - çekiçli
kızıl bayraktır. Onun bilincini ve teorisini ise Marksizm temsil eder. Böylesi
bir bilinç, hamle ve örgütsel tavırdan yoksun her hareket, bir yanıyla
Donkişotça sonuçlara batar, bir yanıyla da sermaye partilerinin etkinlikleri
içinde erime, küçülme, buharlaşma riskiyle karşı karşıya kalır.
Saraçhane merkezli hareketliliğin, 2013 Haziran ayaklanmasından
farklı olarak bazı riskler barındırdığı ileri sürülebilir. Çünkü ilkinde halkın
ve devrimci dinamiklerin ağırlığı belirleyici olduğu halde bugünkü
hareketlilik, tamamen sermaye partisinin kontrolündedir. Taşınacak bayrağı bile
kendisi belirliyor. "Al yıldızlı bayrağı al, eyleme öyle gel" diyor.
Hatta "faşizme karşı eylem yapıyoruz" diyor. Sanki faşizmi kendisi
üretmiyor ve taşımıyormuş gibi bir manipülasyon yapıyor.
Burjuva toplumu açısından kutsal sayılan ve "genel
irade" olarak bilinen seçilmişlere müdahale edilmesi süreci, sözde barış
süreci ile aynı zamanda gerçekleşmiş oldu. Düşündürücüdür! Üstelik 2013'te de
benzer bir durum doğmuştu. Yaklaşık 10 yıl arayla adeta birbirini tekrar eden
çözüm / barış süreçleri ve kitlesel ayaklanmalar, büyük oranda sermayenin
kontrolünde gerçekleşiyor. Bu koşullarda "barış" söyleminin de
sorgulanması gerektiği açıktır.
Ne yazık ki hem Kürt ulusal hareketi hem de emekçi sınıflar
ve onlar için harekete geçen siyasal özneler de büyük sermayenin suyundan gitme
ve sermayeye inanma gibi bir eğilim içinde olduklarından, zaafiyet söz
konusudur. Bu zaafiyeti Marksist ideolojiden ziyade küçük burjuva ideolojisi
olarak tespit etmek zor değildir. Oysa ulusal ve sınıfsal barış ve özgürlük
süreçlerini örgütleyecek ve sonuç alacak güçler, sermaye odakları değil
kitlelerin, ezilenlerin ve proletaryanın kendi gücü ve kendi kollarıdır.