30 Mart 2025 Pazar

Mücadeleyi Büyüterek Bu Sistemi Değiştirmeliyiz!_yusufkose@hotmail.com_30 Mart 2025 Pazar

Kitleler eskisi gibi yaşamak istemiyor, iktidar sahipleride eskisi gibi yönetemiyor. Eskisi gibi yönetmketen, artık -baskıyla karışık- toplumsal bir „rıza“ üretemiyor anlaşılmalıdır. Bunu esasta 2013 yılından beri kaybetti. 2013 yılı GEZİ (Haziran Ayaklanması) direnişinin geriye çekilmesinden ve belli bir süre uykuya yatmasından sonra, halk, yeniden sahnedeki aktif yerini aldı. Başka türlü de olamazdı. Bu kadar kitleyi sokaklara döken ekonomik yan arka planda kalsada, GEZİ ve bugünkü eylemlerde bütünüyle politiktir. Kitlelerin, politik haklar kazanılmadan ekonomik hakların kazanılmayacağının bilincinde olduğu söylenebilir. Grev yasağı politik olduğu gibi, ona karşı direnişte politiktir. Bu nedenle, grev ve direnişler komünizmin okuludur.

 Sınıflı toplumun diyalektiği tersine işlemez. Her zaman, toplumsal çelişmelerin ana hattını oluşturan ve yeniyi temsil eden (işçi) sınıfın, mücadele açısından lehine olumlu gelişmeler yaşanır. „Yaprak bile kımıldamıyor“ umutsuzluk yayanların aksine, toplumsal umudu besleyen ve yaşatan da bu (emek-sermaye) çelişmenin varlığıdır. O, bir şekilde kendi mecrasını bulacaktır. Önüne çıkarılan nesnel ve öznel engeller, yine o çelişmenin kaçınılmaz dinamiği ve öznesi tarafından mücadele içinde aşılır ve yaratılır.

 İşçi sınıfı ve emekçiler açısından, 13 yıllık süreç, derin bir uyku süreci olmayıp, pasif direnişlerle kendini hazırladı. Grevler, yer yer büyük kitlesel protesto ve mitinglerle beslendi. Faşist iktidar, sermaye lehine birçok grevi yasaklamasına karşın, işçiler yasak dinelemeyip direnişe geçtiler. Örneğin, en son işçi kenti Antep’deki işçi direnişleri (özellikle, Başpınar) ve yine aylarca devam eden Çayırhan madenlerinin özelleştirilmesine karşı, maden işçilerinin sürdürdürmeye devam ettiği direniş bunlardan sadece bir kaç tanesidir.

 İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla başlayan kitlesel tepki, salt onu korumak ve onun şahsı için deği, o bir vesile oldu. Aynı GEZİ’deki „bir kaç ağaç meselesi“ olmadığı gibi. Toplumun büyük bölümü patalamaya şu veya bu şekilde hazırdı. Bekelenen sadece küçük bir kıvılcımdı. O da İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla geldi. Genelde ,büyük kitlesel patlamalar ve birkimiş öfkelerin sokaklara taşması, ortaya çıkan bir kıvılcımla kendini dışarıya vurur. Nicel birikimlerin nitel aşamasıdır bu.

 Faşist Erdoğan başkanlığındaki sermayenin tek adam rejimi, iktidarını sürdürebilmesi için elinde sadece faşist devlet şiddeti kaldı. Bu nedenle, sadece işçi sınıfı ve emekçileri değil, burjuva muhalefeti ve toplumun geniş bir kesmini karşısına alacak baskı ve şiddeti yaygınlaştırdı. Çünkü iktidar kaybı, büyük bir sermaye kaybıdır. Sermaye devletinin kitlelere vereceği ekonomik ve demokratik hak anlamında bir şey kalmamasının ve iktidarını kaybedeceğinin bilincinde olmasının açık faşist politikasıdır. Bu kapitalist sistemin kendi yapısal ve esasta çözemeyeceği sorunlardan biri ve bu da onun yıkımını getirecek çelişmeyi içinde taşımasından kaynaklıdır.

 

Ekonomik ve siyasal olarak yöentemez krizi içinde olan faşist iktidar, Egemen sınıfların siyasal temsilcisi olarak muhalefetteki kanadını oluşturan CHP ile çekişmeli uzlaşısını bitirdi. CHP, uzun yıllardır Erdoğan iktidarının ayakta kalmasının stepnesi görevini yerine getidi. Kitlelerin haklı öfkesinin kitlesel olarak sokaklara taşmasının önünde bariyer oldu. Ancak, birnevi seçme seçilme hakkı elinden alınınca, kitlelerin birkmiş öfkesini de arkasına alarak harekete geçti. Çünkü siyasal olarak varolması buna bağlıdır.

 

Ancak, İşçi sınıfı ve emekçilerin ve özellikle gençliğin (sadece ünüversite gençliği değil, işçi gençliği de) talepleri ile CHP’nin talepleri bu sistemin reformize edilmesi (CHP açısından seçme seçilme hakkının korunması) konusunda kısmen birleşmesine karşın, esasta aynı değil. İşçi sınıfı ve gençliğin talepleri daha ileri bir noktadadır. Faşist diktataörlüğün yıkılması, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması kitlelerin -şimdilik- asli talebidir. İşçi sınıfının nihai talebi ise, elbette farklıdır. Ve bu sosyalizmdir. Devrimci işçi sınıfı, sömürü ve baskının bütünüyle kalkmasından yanadır. Onun esas çıkarları buradadır. CHP’nin programı kapitalist sistemi, yani, sermaye sınıfının çıkarlarını esas alan sistemi ve işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde sermaye egemenliğini sağlayan burjuva devletini korumaktan yanadır. 

AKP-MHP ile arasındaki kavga, „seçimle gelen seçimle gider“ prensibinin korunması ve bütün egemen sınıf partilerince kabul edilmesi ve uygulanmasıdır. Tabi ki, aralarındaki ekonomik temel çelişme devletin olanaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak ve sömürüden daha fazla pay almaktır. Bu bağlamda, CHP iktidara geldiğinde şimdi eleştirdiği, işçi sınıfının büyük bir bölümünü ve emeklileri açlık sınırı altında yaşamaya mahkum eden „M. Şimşek Programı“ vb.ni harfiyen belki de daha ağırlarını uygulayacaktır. Ülkemizin en büyük sermaye grubunu temsil eden TÜSİAD’ın istemleri ve çıkarları dışına esasta çıkamaz. TÜSİAD (MÜSİAD üyelerinin de bir bölümü dahil) ise, uluslararası sermayeyi temsil eden ve uluslararası alanda sermaye yatırımları olan emperyalist nitelikli bir sermayaderler grubudur.

 

CHP, bugün burjuva anlamda „demokratik hak ve özgürlüklerden „yana olması, kendi üzerindeki elimine etme baskısı yanı sıra, kitlelerin ilerici öfkesi karşısında kitlesel öfkenin taleplerini sahiplenmek zorunda kalmasıdır. Bu nedenle, sık sık „Deniz Gezmişlerin arkadaşlarıyız“ söylemini yineliyorlar. Bu geçici olarak iyi, ancak, işçi sınıfı ve emekçileri kendi burjuva programına mahkum etmesi tehlikesini içerdiği görülmelidir.

 

Gelinen aşamada, uluslararası kapitalist-emperyalist sistem derin bir bunalıma girdiği gibi, artık 1950-1970‘lerin reformist sosyal demokrat parogramlarını uygulaması süreci geçti. Sermayenin yoğunlaşmasına koşut olarak gericileşme faşistleşme düzeyine geldi. Kapitalist sistemin topluma baskı ve ağır sömürünün dışında vereceği bir şey kalmadığı için, burjuva sosyal demokrat partilerin iktidara gelmesi sorunun özünün değiştirmeyecekitr. Onlar, reformist değil, sermayenin baskıcı ve faşizan politikalarını hayata geçireceklerdir. Bugün ABD ve Avrupa (AB) ülkelerinde olduğu gibi.

 

Bu kitlesel büyük tepki ve direnişler bitmiş değil. Artık uzun bir süredir bireysel olan tepkileri kitleselleşmişitr. Çünkü faşist Erdoğan rejmi bütünüyle toplumsal güvenini yitirmiştir. O da bunu bildiği için elindeki tüm faşist devlet şiddetini yargısıyla, polisiyle, bürokrasiyle, ekonomik uygulamalarıyla ortaya koymaktadır. Kürtlere „süreç“ olarak sunduğu ya da sunar gibi yaptığı „havuç“un ise, gerçekte herzamanki, TC imzalı, üzerinde; asimile et, asimile edemiyorsan ez, çivili bir sopa olduğu biliniyor.

Öte yandan, demokratik hak ve özgürlükler için en aktif kitleyi pasifize etme ve hatta elimine ederek susturma taktiğinden başka bir şey olmadığını doğrudan muahttapları olan PKK’da biliyor ve özellikle de Newroz meydanlarında toplanan yüzbinlerece Kürt işçi ve emekçileri her gün yaşadıkları zulümden biliyor.

Bilmemesi olası değildir. Burjuva anlamda dahi demokratik bir ortamın olmadığı bir ülkede, ezilen ulusun kendini özgürce ifade etmesine olanak sağlanmaz. Bu bağlamda, Kürt işçi ve emekçilerinin yeri, bütün ülkedeki işçi ve emekçilerin yeri ve yanıdır. Sınıf kardeşliği temelinde ve işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda ortaklaşa mücadeleyi geliştirmektir. Faşist Erdoğan iktidarının böl-yönet, milliyetçi-ırkçı ve sosyalşovenist politikasını boşa çıkarmak, Türk ve Kürt işçi sınıfı ve emekçilerinin, gelinen aşamda en acil görevdir. Kapitalist sistemde ve de emperyalizmin korumacılığı altında da „asla barış“ olmaz. Gerçek barış ve özgürlük ancak ve ancak sosyalizmle gerçekleşir.

 

Karşı karşıya olan iki tarafında eskisi gibi yaşamak istememesine karşın, hala devrimci bir durum yok, devrimci durumun gelişmesinin nesnel koşulları fazlasıyla olgunlaşmış durumdadır. Devrimci durumun gelişmesi işçi sınıfının üretimden gelen gücü, yani, üniversiteli gençliğin „genel boykot, genel direnişine“ karşılık „genel grev ve genel direniş“ ile mücadelenin daha geniş bir boyutta ortaklaştırılmasıyla olacaktır. Ancak, iktidar yanlısı sarı sendikalarla „genel gerev“ olmayacağı için, işçi sınıfının devrimci ve kömünistler tarafından tabandan örgütelenerek bunun gerçekleştirilmesi olasılığı vardır. 

DİSK’in sadece İzmir özelinde yarım günlük „iş bırakma“ eylemi (tamamen politik) çok önemli olmasına karşın, bu durum Türkiye ve Kuzey Kürdistan çapında yayılamadı. Devrimci ve komünistlerin işçi sınıfı içinde çalışma ve örgütlenmeyi esas almasının önemi bir kere daha ortaya çıktı. İşçi sınıfının önemli bir bölümü, üretimden gelen gücünü mücadele sahnesine sokamazsa, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılmasının başarı şansı az olduğu bilinmelidir.

 

Harekete geçen kitlelerin politik hedefi, elbette 23 yıldır iktidarda olan faşist Erdoğan rejminden kurtulmak. Yani, asgari ölçüde de olsa demokratik hak ve özgürlükleri elde etmek. Bu başarılabilir ve başarılacaktırda. Ancak, devrimci ve komünistlerin işçi sınıfı ve gençliğin içinde örgütlü mücadelelerini geliştirmeye ve kitleleri, burjuva muhalefetin frenleyici etkisinden kurtarmaya bağlıdır.

 

Bütün bunlara rağmen, mücadele durmayacak, bastırıldığı yerden yeniden dirilmesini bilecektir. Çünkü, AKP-MHP faşist iktidarının kitlelerin „rızasını“ alacak, şiddetten başka bir aracı kalmadı. En zayıf dönemini yaşıyorlar. Uluslarası emperyalist gericilik, faşizm ve savaş tehlikesi, onu ayakta tutmaya yeterli olmayacaktır. İçerde egemen sınıflar arası çelişmeler daha da keskineleşcek, ama her şeyden önce sefil duruma düşürülen işçi sınfı ve emekçiler ve gençlik hareketleri, kitlesel hareket etmesini öğrendikleri ve bununla neyi başardıklarını bildikleri faşist rejimi zayıflatmaya ve yıkana kadar mücadeleyi sürdürmeye devam edecektir. 

Bu nedenle „Birleşe Birleşe Kazanacağız“, kitle hareketinin motosunu oluşturmuştur. 30.03.2025

https://yusufkose.blogspot.com/?fbclid=IwY2xjawJWIDVleHRuA2FlbQIxMAABHRwRbPLoBARZi2uURp_YH0622N9t1HoP0N5UiLu0gtW2P0D05z_5hf7o3A_aem_TtDVQXBynLzBPa6A-0lC0w

 

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)