Kitleler eskisi gibi yaşamak istemiyor, iktidar sahipleride
eskisi gibi yönetemiyor. Eskisi gibi yönetmketen, artık -baskıyla karışık-
toplumsal bir „rıza“ üretemiyor anlaşılmalıdır. Bunu esasta 2013 yılından beri
kaybetti. 2013 yılı GEZİ (Haziran Ayaklanması) direnişinin geriye çekilmesinden
ve belli bir süre uykuya yatmasından sonra, halk, yeniden sahnedeki aktif
yerini aldı. Başka türlü de olamazdı. Bu kadar kitleyi sokaklara döken ekonomik
yan arka planda kalsada, GEZİ ve bugünkü eylemlerde bütünüyle politiktir.
Kitlelerin, politik haklar kazanılmadan ekonomik hakların kazanılmayacağının
bilincinde olduğu söylenebilir. Grev yasağı politik olduğu gibi, ona karşı
direnişte politiktir. Bu nedenle, grev ve direnişler komünizmin okuludur.
Ekonomik ve siyasal olarak yöentemez krizi içinde olan
faşist iktidar, Egemen sınıfların siyasal temsilcisi olarak muhalefetteki
kanadını oluşturan CHP ile çekişmeli uzlaşısını bitirdi. CHP, uzun yıllardır
Erdoğan iktidarının ayakta kalmasının stepnesi görevini yerine getidi.
Kitlelerin haklı öfkesinin kitlesel olarak sokaklara taşmasının önünde bariyer
oldu. Ancak, birnevi seçme seçilme hakkı elinden alınınca, kitlelerin birkmiş
öfkesini de arkasına alarak harekete geçti. Çünkü siyasal olarak varolması buna
bağlıdır.
Ancak, İşçi sınıfı ve emekçilerin ve özellikle gençliğin
(sadece ünüversite gençliği değil, işçi gençliği de) talepleri ile CHP’nin
talepleri bu sistemin reformize edilmesi (CHP açısından seçme seçilme
hakkının korunması) konusunda kısmen birleşmesine karşın, esasta aynı
değil. İşçi sınıfı ve gençliğin talepleri daha ileri bir noktadadır. Faşist
diktataörlüğün yıkılması, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması
kitlelerin -şimdilik- asli talebidir. İşçi sınıfının nihai talebi ise,
elbette farklıdır. Ve bu sosyalizmdir. Devrimci işçi sınıfı, sömürü
ve baskının bütünüyle kalkmasından yanadır. Onun esas çıkarları buradadır.
CHP’nin programı kapitalist sistemi, yani, sermaye sınıfının çıkarlarını
esas alan sistemi ve işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde sermaye
egemenliğini sağlayan burjuva devletini korumaktan yanadır.
AKP-MHP ile arasındaki kavga, „seçimle gelen seçimle gider“
prensibinin korunması ve bütün egemen sınıf partilerince kabul edilmesi ve
uygulanmasıdır. Tabi ki, aralarındaki ekonomik temel çelişme devletin
olanaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak ve sömürüden daha fazla
pay almaktır. Bu bağlamda, CHP iktidara geldiğinde şimdi
eleştirdiği, işçi sınıfının büyük bir bölümünü ve emeklileri açlık sınırı
altında yaşamaya mahkum eden „M. Şimşek Programı“ vb.ni harfiyen belki de
daha ağırlarını uygulayacaktır. Ülkemizin en büyük sermaye grubunu
temsil eden TÜSİAD’ın istemleri ve çıkarları dışına esasta çıkamaz.
TÜSİAD (MÜSİAD üyelerinin de bir bölümü dahil) ise, uluslararası
sermayeyi temsil eden ve uluslararası alanda sermaye yatırımları olan
emperyalist nitelikli bir sermayaderler grubudur.
CHP, bugün burjuva anlamda „demokratik hak ve özgürlüklerden
„yana olması, kendi üzerindeki elimine etme baskısı yanı sıra, kitlelerin
ilerici öfkesi karşısında kitlesel öfkenin taleplerini sahiplenmek zorunda
kalmasıdır. Bu nedenle, sık sık „Deniz Gezmişlerin arkadaşlarıyız“ söylemini
yineliyorlar. Bu geçici olarak iyi, ancak, işçi sınıfı ve emekçileri kendi
burjuva programına mahkum etmesi tehlikesini içerdiği görülmelidir.
Gelinen
aşamada, uluslararası kapitalist-emperyalist sistem derin bir
bunalıma girdiği gibi, artık 1950-1970‘lerin reformist sosyal demokrat
parogramlarını uygulaması süreci geçti. Sermayenin yoğunlaşmasına koşut olarak
gericileşme faşistleşme düzeyine geldi. Kapitalist sistemin topluma baskı ve
ağır sömürünün dışında vereceği bir şey kalmadığı için, burjuva sosyal demokrat
partilerin iktidara gelmesi sorunun özünün değiştirmeyecekitr. Onlar, reformist
değil, sermayenin baskıcı ve faşizan politikalarını hayata geçireceklerdir.
Bugün ABD ve Avrupa (AB) ülkelerinde olduğu gibi.
Bu kitlesel büyük tepki ve direnişler bitmiş değil.
Artık uzun bir süredir bireysel olan tepkileri kitleselleşmişitr. Çünkü
faşist Erdoğan rejmi bütünüyle toplumsal güvenini yitirmiştir. O da bunu
bildiği için elindeki tüm faşist devlet şiddetini yargısıyla, polisiyle, bürokrasiyle,
ekonomik uygulamalarıyla ortaya koymaktadır. Kürtlere „süreç“ olarak sunduğu ya
da sunar gibi yaptığı „havuç“un ise, gerçekte herzamanki, TC imzalı,
üzerinde; asimile et, asimile edemiyorsan ez, çivili bir sopa olduğu
biliniyor.
Öte yandan, demokratik hak ve özgürlükler için en aktif
kitleyi pasifize etme ve hatta elimine ederek susturma taktiğinden başka bir
şey olmadığını doğrudan muahttapları olan PKK’da biliyor ve özellikle
de Newroz meydanlarında toplanan yüzbinlerece Kürt işçi ve emekçileri
her gün yaşadıkları zulümden biliyor.
Bilmemesi olası değildir. Burjuva anlamda dahi
demokratik bir ortamın olmadığı bir ülkede, ezilen ulusun kendini özgürce ifade
etmesine olanak sağlanmaz. Bu bağlamda, Kürt işçi ve emekçilerinin yeri, bütün
ülkedeki işçi ve emekçilerin yeri ve yanıdır. Sınıf kardeşliği temelinde ve
işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda ortaklaşa mücadeleyi geliştirmektir.
Faşist Erdoğan iktidarının böl-yönet, milliyetçi-ırkçı ve
sosyalşovenist politikasını boşa çıkarmak, Türk ve Kürt işçi sınıfı ve
emekçilerinin, gelinen aşamda en acil görevdir. Kapitalist sistemde ve de
emperyalizmin korumacılığı altında da „asla barış“ olmaz. Gerçek barış ve
özgürlük ancak ve ancak sosyalizmle gerçekleşir.
Karşı karşıya olan iki tarafında eskisi gibi yaşamak istememesine karşın, hala devrimci bir durum yok, devrimci durumun gelişmesinin nesnel koşulları fazlasıyla olgunlaşmış durumdadır. Devrimci durumun gelişmesi işçi sınıfının üretimden gelen gücü, yani, üniversiteli gençliğin „genel boykot, genel direnişine“ karşılık „genel grev ve genel direniş“ ile mücadelenin daha geniş bir boyutta ortaklaştırılmasıyla olacaktır. Ancak, iktidar yanlısı sarı sendikalarla „genel gerev“ olmayacağı için, işçi sınıfının devrimci ve kömünistler tarafından tabandan örgütelenerek bunun gerçekleştirilmesi olasılığı vardır.
DİSK’in
sadece İzmir özelinde yarım günlük „iş bırakma“ eylemi
(tamamen politik) çok önemli olmasına karşın, bu durum Türkiye ve Kuzey
Kürdistan çapında yayılamadı. Devrimci ve komünistlerin işçi sınıfı içinde
çalışma ve örgütlenmeyi esas almasının önemi bir kere daha ortaya çıktı. İşçi
sınıfının önemli bir bölümü, üretimden gelen gücünü mücadele sahnesine
sokamazsa, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılmasının başarı şansı az
olduğu bilinmelidir.
Harekete geçen kitlelerin politik hedefi, elbette
23 yıldır iktidarda olan faşist Erdoğan rejminden kurtulmak. Yani, asgari
ölçüde de olsa demokratik hak ve özgürlükleri elde etmek. Bu
başarılabilir ve başarılacaktırda. Ancak, devrimci ve komünistlerin işçi sınıfı
ve gençliğin içinde örgütlü mücadelelerini geliştirmeye ve kitleleri, burjuva
muhalefetin frenleyici etkisinden kurtarmaya bağlıdır.
Bütün bunlara rağmen, mücadele durmayacak, bastırıldığı yerden yeniden dirilmesini bilecektir. Çünkü, AKP-MHP faşist iktidarının kitlelerin „rızasını“ alacak, şiddetten başka bir aracı kalmadı. En zayıf dönemini yaşıyorlar. Uluslarası emperyalist gericilik, faşizm ve savaş tehlikesi, onu ayakta tutmaya yeterli olmayacaktır. İçerde egemen sınıflar arası çelişmeler daha da keskineleşcek, ama her şeyden önce sefil duruma düşürülen işçi sınfı ve emekçiler ve gençlik hareketleri, kitlesel hareket etmesini öğrendikleri ve bununla neyi başardıklarını bildikleri faşist rejimi zayıflatmaya ve yıkana kadar mücadeleyi sürdürmeye devam edecektir.
Bu nedenle „Birleşe
Birleşe Kazanacağız“, kitle hareketinin motosunu
oluşturmuştur. 30.03.2025