28 Mart 2025 Cuma

Birlik Çağrımıza Olumsuz Yanıtın Gerekçesine Dair Kısa Bir Değerlendirme_ Analiz_15. Mart 2025

Komünistlerin birliği, halkın ve devrimin ihtiyaçları, menfaatleri ve çıkarları için ilkesel bir gereklilik olduğu inancıyla çağrımızı yaptık, yapmaya da devam edeceğiz. Komünistlerin, birlikte değil ayrı yapılanmalar içinde olması devrimin yararına değil, zararına olduğunu tartışmanın bir mantığı olmadığını belirtmemizin gereği yok.

Devrimin ve halkın çıkarlarıyla, partinin, örgütün veya grubun çıkarları çeliştiğinde hiç tereddüt duymadan devrimin ve halkın çıkarları yanında saf tutmak en asgari komünist tutumdur; bizim yaptığımız da budur. Çünkü parti veya örgüt devrim için amaç değil birer araçtırlar. Araçlar, amaca hizmet etmek için oluşturulur. Araç amaca dönüştürüldüğü an, araç olmaktan çıkar ve gerçek amaç bir kenara itilmiş olur. Yani, amaç hiçbir şey, araç her şey olarak öne çıkartılır ki, işte o zaman Marksist ideolojiden ciddi olarak sapılmış olunur.

Komünistler eğer birleşemiyorlarsa amaçların yerini araçların aldığı kaygısı öne çıkar. Biz, yoldaşların da belirttiği gibi, grup kaygılarıyla değil devrimci kaygılarla yola çıktık. Bu yolda yürümenin vaz geçilmez bir ilke olduğu bilinciyle hareket ediyoruz.

Yoldaşlar, birlik önerimizi neden reddetmişler onun gerekçesine bakmak gerekiyor. Sosyal medyada yayımlanan yazıda aynen şöyle deniliyor. “MKP’nin “birlik” çağrısının bütün alt kongrelerimizde ve nihayi olarak 2. kongremizde tartışıldığı ve de karara bağlandığıdır. Bu tartışmanın ürünü olarak 2. kongre irademiz, MKP’nin “birlik” çağrısının devrimci kaygılarla yapıldığını düşünmekle birlikte, var olan ideolojik- politik farklılıklarımız, MKP’nin ideolojik bir bütünlük gösteren bir pozisyonda olmaması nedeniyle olumsuz yanıt verilmiştir.”

Sosyal medyada yayımlanan yazıda belirtilen gerekçe tamı tamına bu. Var olan “ideolojik –politik farklılıklar” programa tekabül eden şeyler mi, değil mi onları ileride daha geniş boyutlarıyla tartışırız. Bizce, yapılmış olan sosyo- ekonomik yapı tespitinden sonra birliğin önünü tıkayan ilkesel bir şey yok. Ama, “MKP’nin ideolojik bir bütünlük gösteren bir pozisyonu olmaması” iddiasını tartışalım. Çünkü bu iddia, ağır ve iddia sahiplerinin altından kalkamayacağı bir iddia olduğunun altını çizelim. Peki altından kalkılamayacak bir iddia neden durup dururken ortaya atılır?

Bizce alınan birlik karşıtı kararla bir ilgisi olsa gerek. Birliğin önünü tıkamak için zorlama ve gayri ciddi bir iddia olduğu bizim açımızdan su götürmez bir gerçektir. Yok arkadaşlar açısından böyle değilse, geriye bir ihtimal kalıyor. O da ideolojinin ne anlama geldiği konusunda kafalarının karışık olduğudur. O halde ideoloji nedir, neyi içerir ona bir bakmak gerekir. “Napolyon bilgiç, ukala tip aydınlardan bezar oldukça “bırakın şu ideologları!” dermiş. İdeoloji o zamanlar ukalalıkla aynı anlamda kullanılırmış.

Tabii biraz da alay konusu edilerek. Ta ki Marks, ideolojiyi iktisat, siyaset bilimi, sosyoloji, felsefe vb. dallarda kişisel kafa ve zihin işi olmaktan çıkartıp, tamamen sınıf gerçeğine dayalı sosyal bir oluşum çizgisine oturtana kadar. Marks, burjuvazi tarafından kitlelere dayatılan sömürü sisteminin ezelden ebede hep böyle gelmiş, böyle gidecekmiş aldatmacasında baş rolü ideolojinin oynadığını görür ve buna karşı sınıf gerçekliğine dayalı sosyal oluşum çizgisini savunur.

Öncelikle ideoloji nedir? Sorusuna yanıt verilmelidir. İdeolojiyi çok değişik manada tarif edenlerin olduğunu belirtmek gerekir. Ama en genel anlamıyla ve genelde herkesin hemfikir olduğu anlamıyla; “ideoloji, belli bir toplumsal kesimin (sınıf, grup, meslek, vs. sahiplerinin) – statüleri ile uyum halinde ve yerine göre davranışlarını haklı ve meşru görmek üzere – paylaştıkları ortak düşünceler ve değer yargıları toplamıdır.” Tıpkı işçi sınıfı ideolojisi, küçük burjuva ideolojisi veya hâkim sınıflar ideolojisi vb. gibi. Din de bir ideolojidir. Her sınıf, grup veya ara katmanlar meselelere kendi sınıf çıkarları doğrultusunda yaklaşır ve ideoloji bu çıkarlara göre şekillenir. En basit ve anlaşılır tanımıyla bilinç unsuru olan ideoloji; maddenin, olgunun, sürecin varoluş yasalarına bakış açısından öte bir şey değildir.

Kapitalizm ebedi midir? geçici midir?

Madde biz öyle düşündüğümüz için mi öyledir, yoksa zihnimize yansıdığı şey olarak mı odur?

Evrenin, maddenin, toplumun, bireyin çelişmeli hali tekdüze ve statik midir, yoksa koşulları bulduğunda değişmeye, başka bir duruma dönüşmeye koşullu mudur?

Sosyal statü kader midir yoksa değiştirilebilir bir durum mudur?

Bunlar ideolojinin sorunudur.

Devrimin kaçınılmaz olduğu, kitlelerin eseri olduğu, sosyal varlığın sınıf çatışması yoluyla değişip dönüştüğü; komünist partinin birbirinden kopuk, tarih ve toplum yasalarından habersiz olan ezilenleri örgütleme, bilinçlendirme ve harekete geçiren bir araç olarak gerekli olduğu ya da olmadığı da bir ideoloji sorunudur.

 Marks, “işçi sınıfı bir parti olmaksızın hareket edemez” derken, olgudan hareketle bunu söyledi ve gereğini yaptı. Programıyla, ilişkileriyle, hukukuyla “mükemmel” de olsa sınıfın bilinçli unsurlarını ve kitleleri birleştirmeyi başarmadığı müddetçe her örgüt, sadece örgüt olarak kalır. Bu da bir ideoloji sorunudur. Ve tabii ki ideolojik olan her şey aynı zamanda sınıfsal, aynı zamanda diyalektik olarak ya nesneldir ya da özneldir. Proletarya ideolojisi nesnelliğe dayanır, burjuva ideolojisi özneldir, kadercidir. Maddeden mi hareket edeceksin yoksa maddeler üstü bir varlığın zaten her şeyi kaderiyle birlikte var ettiği inancından mı?

Yani diyalektik ve tarihsel materyalizmle mi yaşama müdahale edeceksin, yoksa seninle ilgili olan her şeyi belirlediğini düşündüğün tanrıya şükrederek mi ömrünü tamamlayacaksın? Bunlar ideolojinin sorunlarıdır.

Marksizm, kapitalizmden sosyalizme geçilir derken, kapitalizmin nesnel yasalarının çözümünden bu sonuca ulaştı. Sınıf mücadelesi olmaksızın emekçilerin kurtuluşu mümkün değildir dedi. Bu savaşımın sonucu olarak proletarya diktatörlüğüne ve oradan da sınıfsız, sınırsız bir toplum olan komünizme varılacağını öngördü. Ekim Devrimi’yle başlayan yirminci yüzyılın devrimleri bu öngörüyü inanç düzeyinden çıkarıp bir gerçekliğe, yaşam tarzına ve sisteme dönüştürdü.

Çünkü Marksizm maddi gerçeklikten hareket ediyordu ve bilimseldi. Aynı şekilde Marksizmin sınıf, parti, sınıf mücadelesi, proletarya diktatörlüğü ve devrimin sürekliliğine dair on dokuzuncu yüzyılda inanç düzeyinde olan her şey gerçekleşti ve yaşanılabilir oldu. Bu olgular da insanlığın sınıflı halinin değişebileceğini, özel mülkiyet olmaksızın ortak mülkiyetle insanlığın daha mutlu ve müreffeh yaşayabileceğini, dünyayı ateş topuna çeviren emperyalist savaşların bir daha maddi bir zemin bulmamak üzere tarihe yollanabileceğine dair tezleri tartışma götürmez oldu. İşte bütün bunlar önce ideoloji, yani inanç sonra pratikğin sorundur.

Öte yandan ideoloji, sadece tek kişinin kendi başına ve kendi boyutları içinde kendi kendisini avutan bir illüzyon değildir. Grup davranışlarının kolektif bakış açılarının ve sınıf çıkarlarının ifadesidir. Ayrıca sadece düşünce katında oluşan ve orada kalan zihin oyunu da değildir. Sınıfın, grubun vs. kolektif düşünüşün sözlü ve yazılı biçimde açıklanışıdır da. Bundandır ki, ideoloji grup veya sınıf davranışının bilinçle birleştiği ortak araştırma alanını meydana getirir. En önemlisi de insanlık tarihi. Sınıf mücadeleleri tarihi ise, ideolojide bu tarihin bütünlüklü çerçevesinin ifadesidir. Bu, Komintern’in kuruluş ideolojisini belirleyen en yakın Marksist ideolojidir.

Şimdi soruyu biz yoldaşlarımıza soralım; siz ideolojik bütünlükten ne anlıyorsunuz? Ya da bir komünist parti içerisinde farklı ideolojik yapıların olmaması mümkün mü? KP içinde proletaryanın dışında, köylülerin, küçük- burjuva kesimlerin olmadığını söyleyebilir miyiz? Bu hem sınıf mücadelesinin hem de KP’nin mücadelenin aracı olma gerçekliğine aykırıdır.

Devrimden çıkarı olan farklı sınıf ve katmanlar, gruplar KP içinde yer alır ve bunlar kendi ideolojilerini de KP’nin içine taşırlar. Eğer böyle olmasaydı iki çizgi mücadelesine neden ihtiyaç duyulsun ki? Bu meselenin kaçınılmaz olan objektif yanı. İdeolojik bütünlük aranacaksa KP’nin, proletarya dışında bütün farklı sınıf katmanlara kapıları kapatması gerekir. O zaman da devrimi imkansızlaştırmış olursunuz, bu düşünüş tarzı o noktaya kadar savurur insanı.

Eğer böyle değil de program temelinde meseleye bakılıyorsa, o zaman bir soru daha sorma ihtiyacı doğar: Aynı yazıda deniliyor ki; “….Öte yandan Kongremiz, aynı gelenekten gelen, MLM’yi ve İbrahim Kaypakkaya’ı savunan, bugün bir dizi önemli ideolojik ve çizgisel farklılıklarımız olsa da MKP ile daha yakın bir birliktelik içerisinde hareket etmeyi …”  

Soru şu; MLM’yi ve Kaypakkaya’yı savunan bir partinin programı, nasıl bir program olur sizce? Hiç sağa- sola bükmeye gerek yok, MLM olur elbette. Parti içerisinde farklı ideolojik akımlar bulunsa bile, o partinin ideolojisini belirleyen şey onun programıdır. Program MLM ise, ideolojisi de Marksist ideoloji olur. Önemli ve belirleyici olan da budur. Bu durumda “ideolojik bütünlüğün olmadığı” iddiası ayakları havada ve zorlama bir iddiadır. Zorlamadır, çünkü hem partinin kapılarını proletarya dışında kimseye açmamaktır hem de parti içinde olması muhtemel, hatta kaçınılmaz olan çelişkilerle programı birbirine karıştırmaktır. Halk dilinde buna sapla samanı birbirine karıştırmak denir.

Bu iddiayı elbette masumiyetle ve bilinçsizce ileri sürülmüş bir iddia olarak görmüyoruz. Komünistlerin birliğinin önünü tıkamanın gereksiz bir çabası olarak görüyoruz. Ama yoldaşlar baltayı taşa vurduklarının galiba farkında değiller. Hiçbir anlamsız çaba devrim kaygısı olan komünistlerin birliğini önleyemez, engelleyemez. Kim ki grup çıkarları gömleğini sırtından çıkartıp atmış, devrim ve halkın çıkarlarıyla kendisini şekillendirmişse yoldaşlarıyla birlikte kavganın ateşinde pişmekten zerrece tereddüt etmeyecektir.

“Daha yakın bir birliktelik içerisinde hareket etmek” elbette bunu önemsiyor ve devrimci mücadele açısından kıymetli de buluyoruz. İçinde yaşadığımız koşullar, gerek dünya halkları açısından olsun ve gerekse ülkemiz halkları açısından olsun, devrimcilerin ortak noktalarda buluşması ve ortak hareket noktaları yaratması, bizce istemin de ötesinde bir zorunluluk halini almıştır. Ancak bu, komünistlerin birliği anlamına gelmiyor. Daha çok devrimcilerin ittifak ve eylem birlikleri anlamına geliyor.

Birliğin önünde engel olan “İdeolojik- politik farklılıklar”dan söz ediliyor.  Sadece bu söylemden yola çıkarak gereksiz bir tartışmaya girmek niyetinde değiliz. Söylemin altının doldurulmuş halini gördüğümüzde daha sağlıklı bir tartışma yürüteceğimiz kanısındayız. Ancak, ideolojik- politik farklılıklar, çizgiler, programatik düzeyde değilse, bunların birliğin önünde engel teşkil edeceğini de düşünmüyoruz.

Her KP içinde bu türden çelişik durumlar, tartışmalar vardır, olması da kaçınılmazdır.  Zaten yoldaşlar da program düzeyinde bir farklılıktan söz etmiyorlar. “Çizgi ve ideolojik-politik farklılıklar”dan söz ediyorlar. Mao yoldaşın dediği gibi, eğer bu türden tartışmalar yoksa, o parti ölü partidir.  Çünkü biliyoruz ki, parti, sınıflar üstü bir olgu değildir. Mücadelenin içinde doğmuştur ve o mücadelenin antagonist olmayan çelişkilerini kendi içinde yaşayacaktır. Sınıf mücadelesinin bu gerçeğinden kaçmak, herkesi aynı torna makinasından çıkartmak gibi çabaların içine girmek devrimci kavganın gerçekliği ile bağdaşmayacağı gibi, KP içine yansıyan çelişki ve ideolojik mücadeleleri de anlamamış oluruz.

Sonuç olarak; Marksizm, Alman idealist felsefesine, İngiliz liberal ekonomi-politiğine ve Fransız ütopik sosyalizmine karşı mücadelede kullandığı tarihsel materyalist yöntemle hem bilimsel olanı keşfetmiş hem de bilimsel ölçülerle iki ayağı üzerine dikilip yürüyen bir ideoloji halini almıştır. Bu Marksist ideoloji, burjuva toplumunu ve onun üzerinde yükseldiği üretim tarzı ve ilişkilerini meşrulaştıran idealist düşünce ve ideolojisinin yerine, doğanın ve toplumun materyalist yorumuna dayalı düşünce ve ideolojiyi koymuştur. Bu kadar kapsamlı ve maddi yaşamın her alanına hükmeden ideolojiyi, KP içinde tek tipe indirgemek doğru olmayacağı gibi, parti ve örgütün diyalektiği olan farklı düşüncelerin varlığını komünistlerin birliğinin önüne dikmek abestir.

‘‘İdeolojik Bütünlüğünüz Yok‘‘  iddiasına daha doğrudan bir yanıt gerekirse;  

Partimizde “ideolojik bütünlüğün olmadığı” iddiası öncelikle yoruma açık bir iddia olması sebebiyle izaha muhtaçtır.  Partimizde ideoloji mi bütünlüklü savunulmuyor, yoksa partimiz içinde kategoriler saptanarak bunların ideolojik pozisyonları kastedilerek mi ideolojik bütünlüğümüzün olmadığı karara bağlanıyor? İleri sürülen iddia izah edilmediği için bizler de haklı olarak iki olasılığı dikkatte alarak yanıtlamaya çalışacağız…

Birlik önerimizin reddedilmesine gerekçe olarak sunulan, ‘‘temel konular da dahil birçok konuda farklılıklarımız var‘‘ mealindeki genelleme sebepler arasındaki tek somut gerekçe, partimizde  ‘‘ideolojik bütünlüğün olmadığı‘‘ iddiası ya da tespitidir. Yoldaşlar bizlerle özel bir tartışmaya/eleştiriye girmeme adına aramızdaki farklılıkları önem belirten tanımlamalarla tarif etmiş, tek-tek konulara girmekten sakınmıştır. Bu duyarlılıklarına anlayış gösteriyoruz. Ancak ayrılıklarımızla ilgili bir özet yapmış olmalarını isterdik. Sebep ne olursa olsun net olarak elimizde bulunan yaklaşım, partimizde ideolojik bütünlüğün olmadığı iddiasıdır; bizim cevabımız da bu iddiaya cevapla sınırlı olacaktır.  

1)-Bir partide ideolojik birlik/bütünlük nasıl tespit edilir? Bu sorunun tespitinde tayin edici unsur nedir?

 Öncelikle, o partideki irade-eylem birliğinin olup olmamasına, irade-eylem birliğini yansıtan ve ona zemin sunarak olanak veren demokratik-merkeziyetçi örgütlenme ilkesine göre örgütlenip örgütlenmemesine, örgütün hiyerarşik zincir içinde merkezileşip merkezileşmemesine, gönüllü disiplinin ve eleştiri-özeleştiri  mekanizmasının işleyip işlemediğine ve o parti/örgütün  merkezi yapıya sahip olup olmamasına, nihayetinde o partinin programı ve tüzüğüne vb. bakılarak karar verilir…

Daha anlaşılır ifadeyle söylersek; şayet bir parti/örgüt kongre veya konferansında ideolojik-siyasi-örgütsel çizgisini ya da genel siyasi çizgisini, irade temsiliyeti taşıyan ilgili demokratik platformunda yürüttüğü özgür tartışmalar sonunda demokrasiye uygun olarak çoğunluğun görüşleri temelinde kararlaştırmış ise, o partide ‘‘ideolojik bütünlük‘‘ var demektir. Daha doğrusu, bir partide ideolojik bütünlüğün olup olmadığını, ilgili partinin kongresinde aldığı karara ya da kararlaştırdığı ideolojik çizgiye bakarak saptayabiliriz.

Yani, değerlendirecek merci için bağlayıcı ve meşru olan yol şudur; değerlendireceğin partide, parti içinde yaşanan ideolojik mücadelelere bakılarak, ideolojik tartışma ve farklılıklara bakılarak değil, O PARTİNİN demokratik kongresinde, meşru parti iradesinin aldığı karara veya kararlaştırdığı çizgiye bakılarak o partinin ideolojik çizgisi saptanır. Muhatap alınan tek çizgi bu olur. Eleştiri konusu yapılan çizgi bu olur. Ama bu yaklaşım terk edilip, muhtelif bir partinin içindeki farklı görüş ve eğilimlere göre hareket edilir, onlar dikkatte alınarak saptamalar yapılırsa açık ki, bu yanlış olur.  Hangi partinin içinde hangi farklı ideolojik akım ve eğilimler var sorunu, bizzat o partinin merak alanına girer, başkasının değil. En önemlisi de o başkası, muhatabı olan bir başka partiyi değerlendirirken ya da ideolojik bütünlüğünü merak edip ölçerken, bunda düz ve doğru yol O PARTİNİN kongre kararlarına, ideolojik-teorik savunularına, belge ve metinlerine bakmaktır. Diğeri yorucu olmaktan başka işe yaramaz. Bir partideki ideolojik bütünlük durumu A’ya B’ye bakılarak münakaşa edilemeyeceği gibi, şu veya bu konudaki farklı eğilim ve görüşlere bakılarak da kararlaştırılamaz.  Merkezileşmiş görüş-çizgi neyse, bağlayıcı olan odur. Zira, azınlık değişebilir, azınlık fikir dönüşebilir; bundandır ki bunlara göre hareket edilmez…

2)-Monolotik bir partiden söz etmek diyalektik dışıdır. Her partide farklı fikirlerin olduğu teorik doğru olmaktan öteye, her partinin bizzat deneyimlediği pratik bir gerçektir. Tek bir fikirden teşekkül olan hiçbir süreç yoktur. Her süreç bir dizi farklı görüş ve eğilimi barındırır. Bu zemin genel manada ideolojik farklılıklara işaret eder. İdeolojik olarak mutlak arı olan bir siyasi parti tasavvur edilemeyeceği gibi, hiçbir ideoloji de katıksız saflığa sahip değildir. Bütün bunların sınıfsal ve maddi temellere, sınıflar arası ilişki ve etkileşim gerçeğine uygun olup, değişim-gelişim(çelişki) yasasına uygun olduğunu söylemeye gerek yok…

Özcesi, (muhtemelen hemen her siyasi partide olduğu gibi) partimizde de ideolojik meselelerde bir dizi iç tartışmanın olduğunu, bunun bir süreç olarak işlediğini söyleyebiliriz. Parti içinde farklı fikirlerin varlığını, nesnel bir gerçeklik ve sınıflı toplumsal gerçeğin bir yansıması olarak kaçınılmaz olduğu/olacağı görüşündeyiz.  Siyasi partilerin iradesine rağmen ve iradesinden bağımsız olarak farklı fikirler parti içinde olurlar. İki çizgi mücadelesi, ideolojik mücadele, doğru-yanlış mücadelesi ve hatta eleştiri-özeleştiri süreci vb. parti içindeki farklı fikirlerin göstergesi ve ürünüdür.

Eğer parti içinde bu tartışma/canlı ideolojik tartışma yoksa o parti siyasi ölümünü tamamlama yolunda ilerliyor demektir. Yani, parti içinde ideolojik sorun, tartışma ve farklılıklar inkar edilemez gerçeklerdir; bizlere rağmen vardır ve bu farklılıkların olması kaçınılmazdır.  Lakin bu durum, partinin ‘‘ideolojik bütünlük içinde olmadığı” anlamına gelmez. Partideki ideolojik bütünlük, kongrede kararlaştırılan ideolojik çizgiyle ölçülür.

Önemli olan parti iradesi tarafından demokratik normlar temelinde onaylanan veya kararlaştırılan çizgidir/ideolojik birliktir. Parti, merkezi görüş ve kararı temelinde ideolojik çizgisini netleştirmiş, ideolojik-siyasi-örgütsel merkezileşmesini sağlamıştır. Bu yapıldıktan sonra, içeride farklı fikirlerin olması, şu veya bu görüşlerin varlığı vs. partiyi ideolojik bütünlükten yoksun kılmaz.  Kaçınılmaz olarak ve irademize rağmen parti içinde gündeme gelecek olan farklılıklar ideolojik bütünlüğün olmadığı anlamına gelmez. İddia ediyoruz ki, her partide farklı fikir ve görüşler vardır; bunlar kaçınılmazdır. İdeolojik durum bu görüş ve fikirlerden bağımsız mütalaa edilemeyeceğine göre, her partide ideolojik farklılıklar, bunu biliyoruz; diyalektiği içermeksizin hiçbir şeyin var olmayacağını kendi varlık durumumuzdan emin olduğumuz kadar eminiz! Vardır…

 https://halkingunlugu5.org/birlik-cagrimiza-olumsuz-yanitin-gerekcesine-dair-kisa-bir-degerlendirme/

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)