20 Aralık 2023 Çarşamba

MİLLİ HAREKETLER KARŞISINDA TAVIR SORUNU

MİLLİ HAREKETLER KARŞISINDA

TAVIR SORUNU

   Her ezilen ulus, sömürge yapıdan, ilhak veya işgalden kaynaklanan köleleştirmeye karşı bir direniş gösterir. Bu direniş, birinci olarak ezilen ulusun sınai, mali, ticari vb. olanakları ile hammadde kaynakları ve iş gücü alanında kurulan ilhak, sömürge ya da işgal statüsüne yönelir.

 

 Direniş ikinci olarak ve aynı zamanda, ezilen ulusun dilini, tarihini, yaşam tarzını, bir bütün olarak kültürünü baskı altına alma, inkar ve asimile etme politikasına yönelir. Bundan dolayı böylesi bir direniş, özünde demokratik bir direniştir ve haklıdır.

 

Direnişe hangi sınıf ve dünya görüşü önderlik ederse etsin, bu önderliğin niteliği, direnişin demokratik içeriğini ve haklılığını ortadan kaldırmaz. Bizim desteğimizi tayin eden şey, harekete önderlik eden sınıfın niteliği değil, hareketin demokratik içeriği ve haklılığıdır.

 

 Bu önderlik, kendi direniş sahası içinde komünist partisinin örgütlenmesine müsaade etsin veya etmesin, emperyalizme darbe vursun veya vurmasın bu gerçek değişmez.

  

Geçen yüz yıl içinde İngiliz ve Rus sosyal emperyalizmine, yüzyılımızda ise Amerika’nın başını çektiği emperyalist NATO blokuna karşı, Afgan ticaret burjuvazisinin en iri kesimleriyle feodallerin önderliğinde verilen milli direniş, haklılığa ve dolayısıyla demokratik bir içeriğe sahipti. Bu önderliklerin sevk ve idaresinde ortaya çıkan direnişlerin şeriatçı olup olmamaları, kadın haklarına karşı olup olmamaları, bu hareketlerin anti-komünist olup olmamaları,  bizim tavrımızın esasını belirlemedi.

   Altını çizerek, döne döne belirtmeliyiz ki haklılığı tayin eden, önderliğin niteliği değil, milli hareketi ortaya çıkaran sorunun doğasıdır. Sorun ciddidir; istilacı bir gücün bir yaşam alanını işgal veya ilhak etmesi, o alanın dilini, kültürünü, tarihini, bir bütün olarak bağımsız hayat hakkını prangalaması, asimilasyon sürecine sokması sorunudur. Bu bir özgürlük sorunudur. Gaspedilen alandaki tüm sınıf ve zümrelerin, cinslerin, inançların ortak sorunudur. Demokratik muhtevayı ve haklılığı ortaya çıkaran da bu yakıcı durumun kendisidir.

   Biz direnen dile, kültüre, tarihe, bağımsız yaşama hakkına ya da nasıl diyelim devlet kurma hakkına yani kendi kaderini tayin etme hakkına destek sunarken, bu hakkın gerçekleşmesi için tarih sahnesine çıkan bir hareketin önderliğine bakarak, bize örgütlenme hakkı tanıyıp tanımamasına bakarak destek sunmuyoruz. Bizim desteğimizi tayin eden şey, sorunun kendisidir. Peki önderlik genel olarak sorunun bir parçası değil mi? Evet, bir parçasıdır, ama sorunun ortaya çıkardığı bir parçadır. Belirleyici olan sorunun kendisidir.

   Bizim görevimiz bir yandan milli hareketin demokratik içeriğine ve haklılığına vurgu yapmak diğer yandan harekete önderlik eden sınıfların politikalarını tüm yönleri ve ayrıntılarıyla halka açıklamak, mevcuda ve geleceğe dair görüşlerimizi serimlemektir.

Biz milli hareketi, demokratik içeriği ve haklılığından dolayı desteklerken, ona önderlik eden sınıfların dünya görüşlerini, çıkarlarını, yakın ve uzak vadedeki amaçlarını tüm yönleriyle eleştirmekten, halkı bu konuda uyarmaktan da geri durmayız.

   Ezen ulus milliyetçiliğini veya politikalarını güçlendiren sol sekter görüşler bu konuda ya tarafsızlık pozisyonu içine giriyorlar ya da sorunu bulanık bir tarzda muallakta bırakıyorlar. Harekete enderlik eden sınıfların niteliğini, politikalarını gericilikle barbarlıkla nitelerken böylesi bir önderlik altındaki bir harekete, haklı da olsa destek vermenin yanlış olduğunu belirtiyorlar.

Bunlar için tayin edici olan önderliğin niteliği ve izlediği politikalardır; milli hareket, gerici sınıfların önderliği altında ise, haklı da olsa desteklenmez. Bundan dolayı, zeminini haklı da bulsalar, Hamas’ın işgale karşı direnişini desteklemiyorlar. Bu noktadan hareketle, İsrail egemenlerinin, batılı emperyalistlerin açık desteğini alarak, Hamas’a ve Filistin halkına karşı yürüttüğü savaş ve kitlesel katliamı, iki gerici güç arasında cereyan eden bir savaş olarak değerlendiriyorlar.

 

Bu değerlendirme, komünistlerin bir bölümünü de etkiliyor. Öyle bir görüş ortaya çıkıyor ki geçmişte destekleyebileceğimiz bir Asya hareketi kalmıyor. Şeyh Şamiller, Şerif Hüseyinler, İzzettin Kassamlar, Emenullah Hanlar, Şeyh Saitler, Ömer Muhtarlar, hepsi güme gidiyor. Bizi ısırmayan, bize biraz uygun düşen bir önderlik arar duruma geliyoruz.

   Ulusal sorun konusunda en geniş ve bence en doğru görüşleri Lenin ile Stalin koydu. Lenin, 1916’da, ‘Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkına Dair Tartışmanın Özeti’nde,

 “Her ezilen ulusun burjuva milliyetçiliği, zulme karşı yönelmiş olan genel bir demokratik içerik taşır ve bizim ulusal ayrıcalıklar sağlama eğiliminden bunu kesin olarak ayırt ederek… kayıtsız şartsız desteklediğimiz işte bu içeriktir,”  der.

 Stalin ise, Lenizmin Sorunları adlı eserinin 65. sayfasında, “Emperyalist baskı koşulları içinde ulusal hareketin devrimci niteliği, harekette mutlaka proleter ögelerin varlığını, hareketin demokratik bir temelinin varlığını gerektirmez.

Afkan Emri’nin, Afganistan’ın bağımsızlığı için mücadelesi, Emir’in ve taraftarlarının kraliyetçi karakterine rağmen nesnel olarak devrimci bir mücadeledir.

 Çünkü bu mücadele emperyalizmi zayıflatır parçalar ve baltalar,” der.

   Yukarıda aktardığım bu doğru yaklaşımlarına rağmen, bu iki liderin, başka yazılarında, yukardaki doğru yaklaşımlarının ruhuyla çelişen tespitler yaptıklarını da görebiliyoruz.

 

Bir milli hareketin desteklenip desteklenmemesi sorununu, o milli hareketin, sınıf mücadelesinin çıkarlarını baltalayıp baltamadığı, komünistlerin çalışmalarını yasaklayıp yasaklamadığı, emperyalizme darbe vurup vurmadığı sorununa bağlıyorlar. Bu durum ister istemez, milli hareketi destekleme sorununu, sınıfların karşılıklı çıkarlarına bağlayan pragmatik bir anlayışa götürüyor bizi.

 

Emperyalizm çağında,

 birbirleriyle çatışan Emperyalist blokların milli hareketler karşısındaki tavırları, blokların çıkarlarına göre biçimleniyor.

Bir blok milli hareketi bastırmaya çalışırken bir başka blok ona destek verebiliyor.

 Bir milli hareketin çıkarları ile bir emperyalist ülkenin o anki  çıkarları bazen örtüşebiliyor.

Onun için temel ölçüt, hareketin haklı olup olmamasıdır.

Bu temel ölçütten saptık mı pratikte tutarsız durumlara da düşebiliriz. Rojavadaki Kürt milli hareketinin, dünya halklarının baş düşmanı Amerikan Emperyalizmine doğrudan darbe vurmadığı ve hatta onunla, örtüşen dönemsel çıkarlardan dolayı kısmi ve zımni bir ittifak içinde olduğunu bilmemize rağmen, bu milli harekete eleştirel desteğimizi sunmaya devam ediyoruz.

   Stalin, ‘Leninizmin Sorunları’nın 64. Sayfasında,  “Öyle durumlar olabilir ki, ezilen belirli bir ülkenin ulusal hareketi, proletarya hareketinin gelişmesinin çıkarlarına aykırı düşebilir. Böyle bir durumda, desteğin hiç söz konusu olmadığı açıktır,” diyor. Buna benzer bir görüşü de Lenin ileri sürüyor.

1921’de İngilizlerle uzlaşma planları kuran Kemalistler, ‘Yeşil Ordu’ ile birlikte hareket eden Çerkez Ethem ve Demirci Mehmet Efe’nin silahlı güçlerini imha ettiklerinde, TKP Merkez Komitesi üyelerini Kara Deniz’de boğdurduklarında, Halk İştirakyun Partisi’nin önderlerini ise tutukladıklarında Bolşevikler, Kurtuluş Savaşı’na verdikleri desteği geri çekmediler.

 

Savaşın haklı karekterini esas aldılar. Kaldı ki bu haklılık da, Batı Ermenistan, Kürdistan, Pontus ve Lazistan’da değil, Türkiye topraklarında geçerliydi.

 

 Bana öyle geliyor ki Lenin ve Stalin’in bu hataları, Marx ve Engels’in hatalarına dayanıyor. Marx ve Engels, Çarlık Rusya’sını Avrupa mutlak yetini kalesi, dolayısıyla Avrupa’daki demokratik gelişmenin, kıpırdanışların, mücadelelerin ve hakların baş düşmanı olarak görüyorlardı.

 

 Bu baş düşmana yönelen, onu zayıflatan hareketleri destekliyor, onunla birlikte hareket eden, onu güçlendiren hareketlere de karşı çıkıyor, destek vermiyorlardı. Polonyalıların ve Macarların, mutlakiyete darbe vuran ama asıl kendi bağımsız devletlerini kurma amacı taşıyan ulusal hareketlerini desteklerken, Çeklerin ve Güney Slavların kendi kaderlerini tayin etmeyi amaçlayan ve Çarlık tarafından desteklenen ulusal hareketlerini da desteklemediler.

 

 Ölçü böyle olunca, Yunanlıların, Bulgarların, Sırpların, Arnavutların ve benzeri hakların Osmanlı’ya karşı yükselen ve Çarlık tarafından desteklenen milli hareketlerini desteklememe gibi bir tutuma da götürüyor bizi. Marks ve Engels’in, Çarlık Rusyasına karşı Osmanlı’ya yakın ilk politika izlediklerini biliyoruz. Bunun yanında, Marks ve Engels Asya, kuzey Afrika ve güney Amerika’daki milli hareketler konusunda görüş ifade ederlerken onların gelişen kapitalizm karşısındaki pozisyonlarını ileri değil geri buluyorlardı.

 

 Mağrip halklarının Avrupa sömürgecileri karşısındaki durumunu değerlendirirken onları tarihsiz halklar olarak nitelemeler, Latin Amerika’da anti sömürgeciliğin başını çeken Simon Bolivar’a destek vermemeleri, İngiliz sömürgeciliğinin Hindistan‘da olumlu bir rol oynadığı yönündeki görüşleri bize ulusal sorunun bir yanıyla ilerlemeye ve modernizme kurban edildiğini gösteriyor. Bizim esas alacağımız kriter, Marks’ın İrlanda sorunu karşısındaki tutumudur.

 Ezen bir ulus özgür olamaz. Yani özgürlük sadece ezilenin değil ezenin de sorunudur.

   Bir ulusun dilini, kültürünü, tarihini ve bir bütün olarak uzamsal ve mekansal  varlığını baskı altından kurtarma hareketi, onun erime ve yok olma politikalarına karşı direnme, var olup olmama hareketi yani böylesine haklı bir hareket doğası gereği ileri bir harekettir. Hangi sınıfın, zümrenin veya inancın önderliğinde olursa olsun, onun bu doğasıdır tayin edici olan.

Şeriatçı ise gelir kendi şeriat devletini kurar, sınıfı ve cinsi baskı altına alır. Bununla beraber, erimeyi ve yok olmayı yaşayan dil, kültür, tarih ve bir bütün olarak toplumun kendine özgü yaşamı ise baskı altından kısmen kurtulur, canlanır, şu veya bu şekilde gelişme sürecine girer. Bu işin getirisini ve götürüsünü komünistler tüm yönleriyle halka açıklamak durumundadırlar. Kendi diliyle kendini ifade edemeyen, kendi kültüründen ve geçmişinden kopan ezilen bir sınıfın, cinsin veya inancın anatomisini ve sınıf mücadelesindeki konumunu anlamak, açıklamak durumundadırlar.

 

Ben konuşamıyorum, konuşsam bile kolu kanadı kırılmış, prangalara vurulmuş bir dil ile kendimi ifade edemiyorum, kültürümden, tarihimden kendime özgü tüm değerlerimden kopmuşum diye bağıran bir insana ne diyebiliriz? Dilini kaybeden çok derin bir varlık sorunu yaşar. Bu sorunu atlayarak ona hiçbir şey anlatamayız.

   Bana göre milli hareketin desteklenmesi sorununda esas alınacak şey, milli hareketin zulme yönelen demokratik içeriği ve haklı temelidir. Milli hareketi desteklememe durumu, bu demokratik içeriğin ve haklı temelin ortadan kalkmasına veya harekete önderlik eden gücün bu haklı temele ihanet etmesi durumuna bağlı olarak ortaya çıkar.

 

Diğeri, sen gerici önderliksin, sen emperyalizme darbe vurmuyorsun, sen örgütlenmeme izin vermiyorsun, kadrimi kıymetimi bilmiyorsun, onun için seni desteklemiyorum gibi bir tutumdur ki bana pek ciddi bir politika gibi görünmüyor, hatta mülk insanının “her şey karşılıklı” şeklindeki pragmatik tutumunu çağrıştırıyor.

Gazete patika

 

DENİZ ARAS | Çakma komünistler!.... Yeni Yaşam Gazetesi

  Çakma komünistler!..

 

Ama sınıflar mücadelesi ve içinde yaşadığımız toplumun çelişkileri, Kaypakkaya’nın görüşlerini doğrulamaya devam ediyor. Onun coğrafyamızda komünist bir önder olarak ortaya çıkmasına vesile olan çelişkilerin varlığı ve sınıf mücadelesi sürdükçe görüşleri de güncelliğini sürdürüyor.

 

Kaypakkaya’nın Türk devleti tarafından katledilmesinin üzerinden yarım asır geçmesine rağmen ileriye sürdüğü tezlerin günümüz koşullarında halen bir başvuru kaynağı olması, bir yanıyla Kaypakkaya’nın coğrafyamızda sol ve devrimcilik adına en ileri duruşun temsilcisi olduğunu, diğer yanıyla da tezlerinde bahsini ettiği toplumsal çelişkilerin çözülemediğini göstermektedir.

 

Geçtiğimiz hafta Şeyh Said merkezli yaşanan tartışmalar, Kaypakkaya’nın, coğrafyamızda devrim ve komünizm mücadelesinde söz söyleyen ve pratik tutum alanlar açısından nasıl bir ölçü olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Amed Belediyesi’ne atanan kayyumun bir bulvara Şeyh Said ismini vermesi çakma komünistler tarafından “Cumhuriyet’i savunma” adına kınanmış, açıklamaya tepkiler gelmiş ve ardından Şeyh Said adı üzerinden Kürt ulusuna, bu ulusun tarihi şahsiyetlerine saldırıya dönüşmüştür. Öyle ki Şeyh Said’i Hitler faşistiyle karşılaştırıp, Hitler’i yeğ tutan alçaklar bile çıkmıştır.

 

Diğer yandan BDP döneminde Amed Belediyesi tarafından Şeyh Said ismi 2011 yılında bir bulvara verildiği için davalar açıldığı da biliniyor. Bugün mesele, rejimin ve onun emrindeki “bağımsız yargı”nın, Kürt ulusuna ve onun iradesine yönelik faşist yaklaşımının çarpıcı örneklerinden birine dönüşmüştür: Halihazırda Kürtler, Şeyh Said ismi nedeniyle yargılanırken, rejim ise bundan siyasi rant devşirmeye çalışmaktadır. Rejim, Şeyh Said’i kullanarak seçimler için Hizbulkontra Partisi’ne alan açmaya çalışmaktadır.

 

Kendilerine “komünist” adını verenler ise durumdan vazife çıkarıp, rejimin belediyelere kayyum atamasını protesto edip, ikiyüzlülüğünü teşhir edeceklerine, kayyum belediyesinin Şeyh Said ismini kullanmasını mesele yapıp, Kürt halkına saldırmayı marifet sanıyorlar. Şeyh Said’in dini kimliği öne çıkarılarak Kürt ulusal isyanını “şeriat ve feodal gericiliğin” simgesi olarak tanımlayarak Kemalist Cumhuriyet’in gerici faşist karakterini gizlemeye çalışıyorlar. Ve buna da komünistlik diyorlar!

 

Bu çakma komünist, gerçekte ise sosyal şovenistlerin ısrarla görmezden geldiği husus; Kürt ulusal hareketinin, ezen ulusun hakim sınıflarının zulmüne, zorbalığına, imtiyazlarına yönelmiş olmasıdır. Ulusal baskının kaldırılması, ulus ve milliyetler arasında eşitliğin sağlanması, hakim ulusun hakim sınıflarının imtiyazlarının kaldırılması, dil üzerindeki yasaklama ve sınırlamaların son bulması, her alanda ulus ve milliyetler arasında eşitliğin ve ulusal devlet kurma hakkı eşitliğinin tanınması, bütün bunlar demokratik ve ilerici taleplerdir. Dolayısıyla gerçek komünistler, bu demokratik içeriği kayıtsız şartsız desteklerler.

 

Çakma komünistler ise Türk hakim sınıflarından daha çok Kürt ulusal hareketine saldırmaktadırlar. Deyim yerindeyse kraldan daha çok kralcı kesilmektedirler. Kürtlere uygulanan ulusal baskı ve katliamları “gericilikle mücadele” diyerek olumlayan bu sosyal şovenler, örneğin belediyelere kayyum atanmasına karşı çıkmayıp, kayyumun Şeyh Said ismini kullanmasını dert etmektedirler. “Gericiliğe karşı cumhuriyeti savunmak” adı altında Kürt ulusunun en genel demokratik muhtevasının karşısında yer almakta, Türk şovenistleriyle aynı safta buluşmaktadırlar.

 

Bu çakma komünistlerin söz konusu tavrını her daim yapıldığı gibi “alavere dalavere Kürt Memet nöbete” diyerek görmezden gelsek bile “Yaşasın Cumhuriyet” diyerek savundukları rejimin niteliği o dönemden günümüze kadar ortadadır.

 

Adını gasp ettikleri gerçek Türkiye Komünist Partisi’nin lideri Mustafa Suphi ve 15’lerin bir komployla katledilmesinden, 1923’te 1 Mayıs bildirisi dağıttıkları için İstanbul Uluslararası İşçi Birliği’nin kapatılmasına, 1926 yılında Seyrüsefayin Şirketi’nde çalışan işçilerin grevinin bastırılmasından 1927 Ağustos ayında Fransızlara ait Adana-Nusaybin demiryolunda çalışan işçilerin grevine saldırılmasına kadar bir dizi pratiğin sahibi olan cumhuriyeti ilerici ilan etmek ancak ve ancak bu çakma komünistlerin işi olabilir.

 

Bir de bu çakma komünistlerin ve bilumum Kemalistlerin çok sevdikleri ve tekrarlamaktan bıkmadıkları Şeyh Said İsyanı’nın arkasında “İngiliz parmağı” olduğu iddiasıdır. Bu iddianın doğru olmadığı, dahası gerçekte “İngilizlerle iş tutanın” dönemin Cumhuriyet iktidarı olduğu açığa çıkmışken halen bu safsatayı propaganda etmek, tam anlamıyla alçaklıktır.

 

Bu alçaklığa Kaypakkaya yıllar önce şöyle değinmiştir: “İngiliz emperyalizminin, Şeyh Sait hareketinde parmağı olduğunu iddia ederek Türk hükümetinin, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını çiğnemesini, kitle katliamlarına girişmesini vs. haklı ve ilerici göstermeye çalışanlar, bir kere daha tekrarlayalım, iflah olmaz Türk şovenistleridir. …Bir milletin kendi kaderini tayin hakkı, emperyalizme alet oldukları veya olabilecekleri iddiasıyla kısıtlanamaz veya ortadan kaldırılamaz; böyle bir iddiayla bir milletin ‘ezilmesi ve gadre uğraması’ savunulamaz. Kaldı ki, sözkonusu dönemde bizzat Türk hükümeti, İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle işbirliği halindedir.”

 

İflah olmaz Türk şovenistleri, benzer tavrı Rojava devrimi sürecinde de gösterdiler. Kendilerine devrimci ve hatta komünist diyenler, Rojava’da başta Kürt ulusu olmak üzere bölge halklarının DAİŞ’e ve Türk gericiliğine karşı mücadelesine kayıtsız kalıp, dahası Rojava’daki mücadeleye katılan devrimcilere “Ameriga için petrol kuyularına bekçilik yapıyorlar” gibi alçakça iftiralarla saldırmaktan geri durmadılar.

 

Bu iflah olmaz Türk şovenistlerinin, Kürt düşmanlığında somutlanan saldırılarının yanında Türkiye devrimci ve komünistlerinin kahir ekseriyeti Kürt ulusal özgürlük hareketiyle aynı safta ve ortak düşmana karşı birleşik devrimci mücadele içindedir. Bu pratik tutum, ezilen ulus ve milliyetlerin mücadelelerinin demokratik muhtevasını desteklemelerinin doğrudan sonucudur. Coğrafyamızın gerçek komünist ve devrimcileri, aynı yaklaşımla Filistin ulusal hareketinin Siyonist İsrail’e karşı haklı ve meşru mücadelesinin demokratik muhtevasını da desteklemektedirler. Ancak bu destek, bilinçli bir şekilde “Yahudi karşıtlığı” ve dahası “solun antisemitizmi” olarak propaganda edilmektedir. Bu tutum çakma komünistlerin Kürt düşmanlığına kan taşımaktadır.

https://ozgurgelecek51.net/deniz-aras-cakma-komunistler/

Yeni Yaşam Gazetesi 20 Aralık 2023

 

          

Gözaltında Bir Kayıp- Süleyman Cihan


              Adalet Mücadelesinde 43 Küsür Yıl

Yani katiller, Süleyman Cihan’ı bir komünist önder olduğu için hedef seçmiş, onu vur emriyle takip etmiş, 12 Eylül askeri faşizminin devrimciler için bir tür “sürek avı” düzenlediği bir dönemde, bundan yaklaşık 30 yıl önce gözaltına alıp hunharca katletmişlerdir.

 

Kırmanç-Kürt ve Kızılbaş bir ailenin çocuğu olarak, Dêrsim ’38 jenosidinin çıplak yaralarına doğan Süleyman Cihan, gerek onca acının ve gerekse tanık olduğu onca zulmün sebep olduğu öfkesini örgütledikçe, ömrünü devrimci mücadeleye adamakta tereddüt etmeyen bir komünisttir. Devlet de bunu bilmekte ve bu nedenle onu yıllar öncesinden aramaktadır.

Onu ele geçirmek için eşini, kız kardeşini, annesini ve hatta o dönemde 8 yaşındaki kızını dahi gözaltına alan yine bu devlettir. 12 Eylül ile birlikte bu iz sürüşü ‘vur emri’ ile aramaya dönüştüren, ‘özelikle bir komünisti hedeflediklerini kendi ağızlarıyla açıklamış’ olan ve ele geçirdiğinde onu katleden bu devlet, ilgili tüm kurum ve sorumlularıyla bu cinayetin müsebbibi ve muhatabıdır!

(…)

Bu cinayeti belgeleyen yargı dosyasına Nisan 2010’da ulaşıldığında, önceden kurgulanan çalışmalar hemen başlatılmış, Süleyman Cihan’ın pek çok yoldaşının da katkısıyla, belki kimi eksiklerle ama onun devrimci yaşamına yaraşır bir kolektif emekle, sevgiyle, hasretle bu kitap hazırlanmış oldu. Binlerin, on binlerin yaşamlarını adadığı ‘geçmiş’in, aynı zamanda bir gelecek tasavvuru olduğu bilinir. Bunu bir armağan gibi hatırlatmanın, bu tasavvurla doğrudan ilişkisi ve önemi de..

Egemenlerin ısrarla unutturma, tavrına karşın; hayat yine doğrular ki, zalimler suçlarıyla lanetli kalırken, gencecik ömürlerini insanlığın kadim hasretine, yani sınırsız ve sınıfsız bir dünya düşüne adayanlar, mücadele safında hatıra ve hatırlarıyla ölümsüzleşirler. Yaşananlara dair kolektif hafızanın toplumsal bilince ve devrimci var oluşa katkısının, gelecek kuşaklara daha farkında bir ‘geçmiş’ sunma imkânının, biraz da yaşayanların, yaşadıklarını paylaşmalarından geçtiğini, bu çalışma sürecinde yeniden ve yeniden anlamış olduk..

 

Bir ‘kan davası’ değildir ardında olunan; nice devrimci gibi, Süleyman Cihan’ın da hayatını adadığı ‘adalet ve hakkaniyet’ talebidir öncelikli olan. Yani kamu vicdanı, 12 Eylül faşizminin bunca zulmünün hesabını sormadıkça, ‘adalet’ dağıtan kurumlar, hiç değilse Arjantin, Şili, İspanya gibi benzer örneklerde yaşandığı gibi, sorumluluklarını yerine getirmedikçe, 12 Eylül süreci bitmiyor, o derin acılar ‘bir nebze’ dahi olsa, dinmiyor.

 

Partileri, basını, bütün ideolojik aygıtlarıyla devletin, ‘12 Eylül ile hesaplaşma’ sahteciliği sürecek görünüyor. Nitekim “12 Eylül darbesinin sorumlularına cezai ve hukuki dokunulmazlık sağlayan geçici 15. madde” 12 Eylül 2010 referandumuyla ortadan kalkmasına, 13 Eylül 2010 sabahından itibaren, İHD başta olmak üzere, muhatapları, ‘darbecilerin yargılanması’ talebiyle suç duyurusunda bulunmasına rağmen…

Her ne kadar 12 Eylül’den hesap sorulması mahkemelerden önce toplumsal muhalefetin sorunuysa da, 12 Eylül 2010 referandum sürecinde de görüldüğü gibi, kendileri de 12 Eylül ürünü olan, seçim sistemi, baraj vb. gibi, 12 Eylül dönemi keyfiliğiyle semirenler, onlar mı 12 Eylül’den hesap soracaktı. Kamu vicdanının haklı olarak sorduğu gibi, ‘peki ama bunca işkencenin, zulmün, faili belli meçhulün, kayıpların, toplu mezarların, hunharca işlenen bunca cinayetin sorumluları nerede o halde?’

(…)“Ben bu katili gözlerimle gördüm” diyordu Nilgün Türkler; “Devlet önce babamı öldürttü, ondan sonra öldürttüğü katili senelerce korudu, daha sonra gözümüzün içine baka baka davaları görmedi, normal seyrinde görülmesine izin vermedi. Şimdi de gözümüzün içine bakarak, Yargıtay, Kemal Türkler’in katili olduğuna onay verdiği halde, şu anda zamanaşımı nedeniyle bu davanın ortadan kaldırılması gerektiğini söylüyor. Babam 30 yıldır mezarında yatıyor, hâlâ babamın mezarından ve babamdan korkuyorsunuz…”

Korkuyorlar, evet. Yaşattıkları büyük acıların derinleştirdiği farkındalıkla, ‘acının zamanaşımı yok, adaletin de olmamalı’ diyen toplumsal hafızanın binlerce eli, egemenlerin yakasından düşmedi, düşmeyecek..

 

Yaşıyor olsaydı şimdi altmışında olacaktı Süleyman Cihan. A. Camus’nun “Ağaç vardır, insan var olur” demesi gibi, Süleyman Cihan’ın da bir ‘olma’ süreci vardı kuşkusuz. Bundandır ki zamanın geniş avlusunda, onu, içine doğduğu hayattan başlayarak, yaşamını adadığı değerlere hazırlayan iklimle, hatıralarıyla, komünist önderlik süreciyle, aramızdan alınması ve sonrasıyla, yeniden anlamaya çalıştık. Kolektif hatıraların yoldaşlık divanında söyleştik, dertleştik, eksiğiyle, fazlasıyla ama olanca sahiciliğiyle bunları paylaşıma sunmak istedik. Bu anlamda kitabın anlatı bölümü esasen bu tanıklıklar üzerinde sürüyor ve tanıklar da ortak bir hayattan geldikleri için, kolektif hafızada sınanarak geliyorlar.

https://www.suleymancihan.com/

ŞİİR:Süleyman Cihan

https://www.youtube.com/watch?v=fFmOUy7S4vo&t=41s

 







  

18 Aralık 2023 Pazartesi

TKP(ML) KISA TARİHİ_M_Oruçoğlu


 TKP(M-L)’nin kurucu kadroları,Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin içinden çıktı. İlk kıpırdanışlar, 15-16 Haziran İşçi Hareketinin bastırılmasından sonra başladı. Kitle hareketlerinin inişe geçtiği, ekonomik dar boğazın aşılamadığı, ordu içindeki darbecilerin ise faaliyetlerine hız verdiği bir dönemde, Partinin İstanbul örgütünden İbrahim Kaypakkaya, Muzaffer Oruçoğlu, Garbis Altınoğlu ve Adil Ovalıoğlu gibi kadrolar, 15-16 Haziranın değerlendirildiği toplantılarda, büyük işçi hareketinin üç temel noktayı açığa çıkardığını savundular.


 Bunlar, önem sırasına göre: 1- İşçi hareketi, solun çok büyük bir kesiminin orduya ve devlete dair beslediği hayallere ciddi bir darbe vurmuş, egemen sınıflar arasındaki çelişkileri keskinleştirmiş, devrimin dikkatini, reformcu- restorasyoncu bir eğilimden, devletin parçalanması esasına çekmiştir; 2-işçi hareketi, komünist partisi önderliğindeki bir devrimin, şehirlerde toplu bir ayaklanmayla başarıya ulaşamayacağını göstermiştir; 3-İşçi hareketi, partiye, İllegal çalışmanın önemini ve ana kadrolarını, hiç vakit geçirmeksizin, milli zulmün gemi azıya aldığı Doğu Anadolu başta olmak üzere, çelişkilerin en keskin olduğu kırsal alanlarda seferber etmesi görevini hatırlatmıştır.

 

    Ordunun sol kanadını, sağ kanat karşısında zayıf duruma düşürerek, bir sol darbe ihtimalini zayıflatacağı, partiyi şehirlerde yeraltına indirip, iyice tecrit edeceği ve işçi sınıfından koparacağı endişesiyle, silahlı mücadeleye sıcak bakmayan Parti yönetimi, işçi hareketinin derslerine dair bu üç noktadan hiçbirisine açıktan karşı çıkmadı. Sadece kadrolar arasında, Parti yönetiminin, Parti içinde uç vermeye başlayan sol oportünizmin henüz ciddi bir tehlike olmadığına inandığı söylentileri yayıldı.

Türk Solu Dergisinin beş kişilik yazı kurulunda yer alan iki kişiden İbrahim, İşçi Bürosunun, Muzaffer ise Köylü Bürosunun sorumlusu olarak çalışıyorlardı. İşçi Bürosunun amacı, işçi semtlerinde ve sendikalarda faaliyette bulunmak, grevleri örgütlemek, işçileri, ileride kurulacak bir sınıf sendikasına hazırlamak ve partiye kaydetmekti. Köylü Bürosu ise Trakyada, kooperatifleri ve köylü birliklerini kurmayı, toprak işgalleri, mitingler, yürüyüşler örgütlemeyi, ileri çıkan köylüleri gerilla grupları şeklinde seferbet etmeyi görev olarak üstlenmiş, bu amaçla, Bülent Tanör, Yücel Sayman, Halil Berktay gibi aydınların da içinde yer aldığı propaganda ve inceleme gruplarını Trakya’ya göndermeye başlamıştı.

 

    Ordu içindeki güç odaklarının harekete hummalı bir şekilde hazırlandıkları, askeri sol kanadın, sivil devrimci kanatla, Can Yücel’in “askeri müşterekler” diye alay ettiği, “asgari müşterekler”de birleşme toplantıları yaptıkları, Dev-Genç içindeki siyasi grupların da silahlanarak illegal yapılara dönüşmeye başladığı bir dönemde, TİİKP Ankara Toplantısı gerçekleşti.

 

Toplantıya Çağrılan İbrahim ve Muzaffer, görüşlerini 11 İlke Başlığıyla formüle ederek, kürsüden kadrolara açıklayıp bir tartışma başlatmayı amaçladılar. Merkez komitesinin genel hattına bağlı kalan kadrolar, 11 ilke üzerinde tartışmaya bile yanaşmadılar, uzun süreli bir silahlı mücadelenin ve yeraltı örgütlenmesinin önemine vurgu yapan  taslağı reddettiler.

 

Ankara Toplantısından sonra partiden ilk kopanlar, Parti yönetiminin, “Birinci Tasfiyeciler” olarak adlandırıldığı, Garbis ve arkadaşları oldu. Adil Ovalıoğlu’nun Ankara Toplantısından önce birlikte ayrılma önerisi,  İbrahim ve Muzaffer tarafından zamansız bulunarak kabul görmedi.

 

    12 mart muhtırası, çelişkileri daha da kızıştırdı. İkili muhalefet, muhtıranın faşist bir darbe olduğunu, partinin derhal kırlara çekilmesi gerektiğini, İşçi Köylü Gazetesinin, yurtsever subayları sol bir darbeye teşvik etme eğilimi içine girdiğini ve partinin, muhtırayı dolaylı bir şekilde destekleyen Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı çizgisine düştüğünü savundu. Darbecilerin, sol askeri darbe tehlikesini tamamen bertaraf etmelerinden sonra, devrimci harekete ve sol muhalefete karşı planladıkları “Balyoz Hareketi” nin başlamak üzere olduğu günler içinde, ikili muhalafet, soluğu Kürdistan’da aldı.

 

 Kısa zamanda,İbrahim Kaypakkaya, Oral Çalışlar  ve  Muzaffer Oruçoğlu’nun içinde yer aldığı üç kişilik bir Doğu Anadolu Bölge Komitesi oluştu. Oral’ın Antep’te yakalanmasıyla komite, ikiye indi. İbrahim, Ali Taşyapan ve Ali Mercan’la birlikte, Malatya ve Dersim’i, Muzaffer ise Kabil Kocatürkle birlikte, sınırdan Filistin’e kadro geçirme işi dahil, Siverek ve Diyarbakır’ı esas aldı. Komitenin sayısı daha sonra, Bora Gözen’in katılmasıyla üçe çıktı.

 

    1971’in ortalarında, Merkez Komitesi, Muzaffer’i  Filistindeki Kadroları teftiş amacıyla Beyruttaki eğitim kamplarına gönderdi. Burada, Cengiz Çandar, Şahin Alpay, Atıl Ant gibi gizli muhalif  eğilimlere sahip olan üst kadroların içinde yer aldığı, yaklaşık on kişilik bir ekip vardı.

Bu ziyaretten sonra ikili muhalefet ilk kez, muhalafetin kendileriyle sınırlı olmadığını anladı. Yıl sonuna doğru, Parti program Taslağı üzerinde başlatılan  tartışmalarda, ikili muhalefetin görüşleri iyice şekillenmeye başladı. DABK içinde, Siverekte yapılan tartışmalarda, ikili muhalefet, Kurtuluş savaşı ve Kemalist Hareketin değerlendirilmesi, Milli mesele, dünyada ve ülkede durum, baş çelişkiler, baş düşmanlar, mücadele ve örgütlenme biçimleri, Cumhuriyet Tarihinin değerlendirilmesi ve bir dizi sorunda görüş ortaya koydu.

 

Parti yönetimi, özellikle, Kemalist önderliğin, Ermeni ve Rum mallarıyla iyice palazlanan, komprador Türk burjuvazisinin bir siyasal hareketi olduğu tezine, Kürt milletinin kendi kaderini bizzat kendinin tayin hakkının programa konulmasına ve Cumhuriyet tarihinde ortaya çıkan Kürt milli hareketlerinin desteklenmesine, TKP’nin bu hareketler karşısındaki milli-şoven politikalarının açığa çıkarılıp mahkum edilmesine, partinin esas gücünü, Doğu Anadolu Bölgesinde örgütlenecek bir gerilla savaşına hasretmesine yanaşmadı.

 

Tartışmalardan beş ay sonra, 1972’nin şubatında, DABK, yayınladığı bir genelgeyle ayrılığını ilan etti. Nisan ayının sonuna doğru, İbrahim, Muzaffer, Aslan Kılıç, Ali Taşyapan, Ali Mercan, Cem Somel ve  bugüne kadar gerçek adı tesbit edilmemiş bir kişi daha olmak üzere, 7 kişilik bir koordinasyon komitesiyle, İstanbul, Dersim, Malatya ve Siverekte faaliyetlerine başladı.

 

    12 Mart Darbecileri, THKO, THKPC ve TİİKP’i yokettikten sonra, tüm gücüyle TKP(M-L)ye yüklendi. Temel görüşlerini yazılı hale getiren, çalışma bölgelerinde komitelerini kuran ve kadrolarını genişleten  parti hareketi, program ve tüzüğünü hazırlamayı ve resmi kuruluşunu bir kongreyle gerçekleştirmeyi tasarlıyordu. Tasarısını gerçekleştiremedi.

 

Ortaya çıkışından on ay sonra, 1973’ün başlarında, birbirlerini izleyen operasyonlardan, İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, kurucu üyelerinin ve kadrolarının ezici çoğunluğunu koruyamayarak yenildi. İbrahim Kaypakkaya’nın, ortaya koyduğu ve devletin o ana kadar Türkiye komünist hareketinden pek duymadığı köklü görüşlerinden ve işkence altındaki çetin direnişinden dolayı öldürülmesi, TKP(M-L) için yeri doldurulamaz, ağır bir kayıp oldu. Onun görüşleri MİT raporlarına, “tehlikeli görüşler”, siyasal künyesi ise, “komünist ve kızılbaş” olarak geçti.

 

    Kadrolarının yüzde doksan beşi tutuklanan Parti, 1974’den itibaren, kitle hareketinin yükselmesiyle birlikte, yeniden toparlanmaya başladı.

 

1976’da, parti merkezi, Ülkenin sosyo-ekonomik yapısının geri kapitalist olduğunu ve şehirlerdeki faaliyetin önem kazandığını savunan bir tartışma yazısı yayınlayınca, parti, değişimi savunan TKP(M-L) Hareketi ve 1972 çizgisini olduğu gibi savunan TKP(M-L) olmak üzere ikiye bölündü.

 

 TKP(M-L) Hareketinin 1978’de, tavrını Arnavutluk Emek Partisinden yana koyması ve 1972 çıkışını, devrimci küçük burjuva bir çıkış olarak değerlendirmesiyle de iki kanatlı durum, fiilen sona erdi.

 

    TKP(M-L), 1978’de, partinin kuruluş çizgisini, ufak tefek değişikliklerle onaylayan, 1. Konferansını gerçekleştirdi. Enver Hoca çizgisini reddetti, Mao ve Kültür Devrimi çizgisini savundu.

 

 12 Eylül Darbesinden önce, TKP(M-L)’den, bir sol radikal grup daha ayrıldı. Parti,  12 eylül  darbesiyle, sekreteri Süleyman Cihan başta olmak üzere ağır bir kadro kaybına uğradı. Yakalanmayanların bir bölümü kırsal alanlara çekilirken, bir bölümü de yurt dışına çıktı.

Parti, ikinci ciddi bölünmeyi, İkinci Konferans döneminde, Avrupada yaşadı. 1981’de, Merkez Komitesinin izlediği çizgiyi Menşevizm’le niteleyen, büyük bir muhalif kanat, Bolşevik Partizan adıyla, ayrı bir kongre gerçekleştirerek, partiden ayrıldı. Bolşevik Partizan’ın da bir müddet sonra ikiye bölünmesi ve güç kaybederek ciddi bir varlık gösterememesi üzerine, iki büyük kanatlı durum bir kez daha sona ermiş oldu.

 

    Dersim ve İstanbul’da yoğunlaşan TKP(M-L), 12 Eylül Cuntasının saldırıları karşısında, geri çekilme ve güç toplama taktiğini izledi. Dersim ve çevresindeki gerilla faaliyetlerinde bulunan parti, Kazım Cihan (parti sekreteri) başta olmak üzere, seçkin kadrolarını kaybetti.

 

 1987’ye kadar, Diyarbakır kırsalına ve Karadenize açılma teşebbüsünde bulunan, ama Dersim’de sıkışıp kalan Parti, vaktini 3. Konferansa hazırlanma ve iç tartışmalarla geçirdi. Yenilenme cesaretini gösteremedi.

 

 1987’de, 3. Konferansa katılmak üzere giden delegelerinin ezici çoğunluğunu, bir hava saldırısında kaybetti.

 

3. Konferans, bir yıl sonra, moral çöküntüsü içinde gerçekleştirildi ve bu dönemde partinin dağ kanadı, izlenen çizgiyi sağ opportunist bularak, Merkez Komitesini gelişememenin asıl müsebbibi olarak gördü ve TKP(ML)-DABK adı altında, partiden ayrıldı.

 

Bu iki kanatlı durum, 1992’de , I. Olağanüstü Parti Konferansıyla yeniden birliğe dönüştü.

 

Bu birlik, iki yıl sonra, birleşenlerin yeniden ayrılmasıyla parçalandı ve ortaya,  yeniden birbirlerine benzeyen iki büyük kanat çıktı.

Her iki kanat da Dersim ve Karadenizde gerilla faaliyetini yoğunlaştırmayı ve genişlemeyi hedef olarak önlerine koydular.

1997’de, TKP/ML- DABK kanadı, Dersim’de ordu birlikleriyle giriştiği çatışmada, genel sekreteri Cüneyt Kahraman’ı kaybetti.

 

Kahraman, parti içindeki ajanların açığa çıkarılıp, kurşuna dizilmesinde birinci derecede rol oynayan, partinin gelmiş geçmiş en savaşçı ve aynı zamanda şair ruhlu sekreteri olarak biliniyordu.

 

Bu olaydan iki yıl sonra da, TKP-ML-Konferans kanadının genel sekreteri Mehmet Demirağ vuruldu Kardenizde.

 

TKP(ML)-DABK kanadı, 2002’de düzenlediği I. Kongre ile adını Maoist Komünist Partisi olarak değiştirdi ve alanını Türkiye ve Kuzey Kürdistan olarak belirledi.

 

MKP, 2005’de II. Kongresini Dersimde gerçekleştirmeye çalışırken, Mercan Vadisinde uğradığı bir hava saldırısı sonucunda, Parti sekreteri Cafer Cangöz başta olmak üzere, Merkez Komitesi üyeleri ile delegelerinin önemli bir bölümünü kaybetti.

 II. Kongresini iki yıl sonra, 2007’de gerçekleştirdi.

 

    1996 ile 2010 arası, TKP(M-L) nin her iki kanadının, Dersim ve Karadenizin belirli yerlerinde, ağır kadro kayıplarına yol açan ve büyüme istidadı gösteremeyen bir gerilla faaliyetiyle geçti.

 

Genel duruma bakıldığında ise, TKP(M-L), 1972’den bu yana, görüşlerini değişen dünya ve ülke şartlarına bağlı olarak yenileyemeyen, büyüyemeyen ve zaman zaman kesintiye de uğrasa inatla sürdürülen, en uzun  gerilla hareketi tarihine sahip  partilerden biri olarak tanındı.

 

Yüzlerce kadrosu, bu mücadelede vurulup düştü, binlercesi de tutuklandı. TKP(M-L)nin 1972 çıkışını komünist olarak değerlendirip, miras olarak sahiplenen ve faaliyet halinde olan üç kanat veya parti var bugün: MKP, TKP/ML ve TKP/ML-Bolşevik Partizan.

 

    TKP(M-L), bitmez tükenmez, ideolojik, politik ve örgütsel tartışmaların, çizgi mücadelelerinin, irili ufaklı ayrılmaların, birleşmelerin ana rahmi oldu kuruluşundan bu yana.

Bu partinin bağrından onlarca şair, öykücü, müzisyen, romancı, ressam, tiyatrocu, sinemacı ve iş adamı çıktı.

 Kuruluşundan bu yana seçimleri boykot etti. Marks-Engels-Lenin-Stalin ve Mao’yu komünizmin kilometre taşları olarak savundu.

 

Kanatlarını birleştirince güç kaybetti, kanatlara ayrıldığında ise güç topladı, güçlendi. Sekreterlerini sıradan neferleriyle aynı mevziye soktu ve kuruluşundan bu yana, İbrahim Kaypakkaya,  Süleyman Cihan,Kazım Çelik, Cüneyt Kahraman, Mehmet Demirağ ve Cafer Cangöz olmak üzere, toplam altı genel sekreterini kaybetti.

13 Aralık 2023 Çarşamba

EİNSTEİN ÖZELİNDE GÖRELİLİK KURAMI’NIN FELSEFİ ART ALANI YÜKSEK LİSANS TEZİ_SENA ARDİÇ

 ÖZET__ Tarihin her döneminde hareketin nasıl meydana geldiği, hareketin nedenleri, hareketin kanunları, uzay ve zamanın yapısı, filozoflar ve bilim adamları tarafından önemli araştırma alanlarından biri olmuştur. Bazen hareket, antik çağda olduğu gibi maddenin doğası veya gerekliliği olarak, bazen de Newton'un modern zamanlarda yaptığı gibi bazı mutlak yasalara tabi olarak algılandı.

 

Filozofların ve bilim adamlarının hareket anlayışları kozmoloji anlayışlarını etkilemiştir ve kozmoloji anlayışları felsefelerini etkilemiştir. Makro fiziğin en önemli teorisi olan görelilik teorisi hem hareket anlayışımızda hem de uzay ve zaman anlayışımızda devrim niteliğinde değişikliklere neden olmuştur. Fizik alanında devrim niteliğinde değişimlere neden olan bu teorinin dinler ve felsefe açısından da önemli sonuçlar doğurması kaçınılmazdır.

 Bu çalışma ile İzafiyet Teorisi'nin ortaya çıktığı 20. yüzyılın başlarından itibaren bu teori temelinde savunulan fikirler değerlendirilmiş ve Relativite Teorisi'nin sonuçları ortaya konulmaya çalışılmıştır.

 Anahtar Kelimeler: Görelilik, Felsefi Art, Einstein. Danışman: Prof. Dr. Eyüp ERDOĞAN, Bilim Tarihi Anabilim Dalı, Mersin Üniversitesi, Mersin

 


EİNSTEİN ÖZELİNDE GÖRELİLİK KURAMI’NIN FELSEFİ  ART ALANI

YÜKSEK LİSANS TEZİ_SENA ARDİÇ

MERSİN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE ANABİLİM DALI Danışman Prof. Dr. Eyüp ERDOĞAN ORCID: MERSİN ARALIK - 2022

GİRİŞ_ Görelilik kavramı felsefe tarihi boyunca tartışılmış ve her zaman güncelliğini korumuştur. Var olmak ya da belirlenmek için bağıntı yoluyla başka bir şeye bağımlı olma durumu olarak tanımlanmaktadır. Görelilik Kuramı, bilim tarihi boyunca da tartışılan ve her zaman güncelliğini koruyan bir kavramdır.

Görelilik Kuramı, klasik fiziğin mutlak kabul ettiği bazı şeylerin uzay-zamanda düzenli bir sistem seçimine bağlı olduğunu ve bu seçimin gözlemciye göre değişebileceğini öne süren Einstein'ın fizik kuramıdır. Bu kurama göre uzay-zaman nicelikleri, gözlemcinin bakış açısına ve hareket durumuna bağlıdır.

Örneğin, bir mesafeyi ölçerken, bu mesafeye göre durağan bir gözlemcinin sonucu, hareket halindeki bir gözlemcinin sonucundan farklı olacaktır. Bu nedenle ölçüm yaparken her zaman gözlemciyi ve onun bakış açısını dikkate almalıyız. Öte yandan, görelilik kuramı, klasik fiziğin göreli kabul ettiği bazı şeyleri hesaba katar.

TEŞEKKÜR__ Yüksek Lisans Tezimin konusunun seçiminden tamamlanmasına kadar her aşamada araştırmalarımı yönlendiren ve bilimsel bakımdan en iyi şekilde yetişmem hususunda samimi gayretlerini esirgemeyen, tecrübe ve bilgileriyle her zaman yanımda olan değerli danışmanım Prof. Dr. Eyüp ERDOĞAN’a sonsuz teşekkürlerimi sunarım.

 

Tez savunma jürimde bulunarak, yapmış olduğum çalışmanın, doğruya en yakını bulmamda ve tezimin geliştirilmesinde destek olan Dr. Öğr. Üyesi Naciye ATIŞ’a ve Dr. Öğr. Üyesi Onur VAROLUN hocalarıma teşekkür ederim. Ayrıca yüksek lisans eğitim hayatıma başladığım ilk günden son güne kadar desteğini esirgemeyen sevgili eşim Mehmet ARDİÇ’e, kıymetli annem, babam, kardeşlerime ve canım oğlum Mehmet Atlas ARDİÇ’e bana olan desteklerinden dolayı sonsuz teşekkür ederim.

 https://drive.google.com/file/d/14tN9tiyE18MuZ7uTiYxUwALlvCvMsnS2/view?usp=drive_link

 

2 Aralık 2023 Cumartesi

EAST-MED boru hattı projesi

 

  Bir İttifak: EAST-MED boru hattı projesi

 

Adına East-Med Boru Hattı denilen proje, ilk bakışta ekonomik bir anlaşma olarak görünse de aslında hem jeopolitik sınırları hem de deniz sınırlarını belirlemek üzere başlatılan girişimlerle yakından bağlantılı. Mısır, Yunanistan, İsrail ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) başını çektiği ittifak, Ocak 2019’da Mısır’ın başkenti Kahire’de “1. Doğu Akdeniz Gaz Forumu Bakanlar Buluşması” adlı bir toplantı gerçekleştirdi.

 Görüşmeler böylece artarak devam etti. Ardından 20 Mart 2019 tarihinde Güney Kıbrıs, Yunanistan, İsrail arasında 6’ıncı Üçlü Zirve Kudüs’te yapıldı. Zirve sonrası yapılan açıklamada; “ABD, İsrail, Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti hükümetleri; Doğu Akdeniz bölgesinde refah, güvenlik, barış ve istikrarı teşvik etme konusundaki taahhütlerini tekrarlamaları amacıyla bugün (20 Mart 2019’da) Kudüs’te bir araya geldiler” denildi. Toplantıya, sürpriz bir şekilde Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı Mike Pompeo da katıldı.

----------------------------- -----------------

Bölgedeki kararlı duruşu yanı sıra her zaman uluslararası normlara ve hukuk kurallarına saygılı olduğunu ifade eden Türkiye’nin, ulusal menfaatlerini ve gerekli kıta sahanlığı haklarını koruyabilmek için bazı adımları ivedilikle atması gerekiyordu. Bu aşamada Türkiye’yi harekete geçiren iki önemli faktör ön plana çıkıyordu.

 

Bunlardan ilki, Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının Avrupa’ya taşınmasını öngören East-Med Boru Hattı Projesi’nin Türkiye’nin hakkı verilmeyip es geçilerek yürütülmesi; ikincisi de Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni küçük bir deniz sınırlarına hapsetmek için atılan adımlar.

 

Türkiye böylece Doğu Akdeniz’deki çalışmalarına hızlıca bir giriş yapma niyetiyle çalışmalarına başladı. Önce sondaj gemileri Barbaros Hayrettin Paşa, Fatih ve Yavuz gemileriyle bölgede sondaj çalışmalarına başlayan Türkiye, kendisine yaptırım kararı alan AB’yi de dinlemeyip Karadeniz ve Marmara’da arama yapan Oruç Reis sismik araştırma gemisinin de Doğu Akdeniz’e inmesine karar verdi. Böylece ‘’bölgede bende varım’’ mesajını dünyaya ileten Türkiye, bu adımlar ile de yetinmedi. 27 Kasım 2019 tarihinde Türkiye ile Feyyaz es-Serraj liderliğindeki Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti arasında imzalanan Deniz Yetki Alanları Anlaşması Türkiye’yi bölgede Antalya Körfezi’ne hapsetme girişimlerine adeta bir cevap niteliği taşıyor ve Türkiye dünyaya adeta ‘’bölgeden vazgeçmeyeceğiz’’ mesajı veriyordu.

-----------------İsrail’in Türkiye Mecburiyeti

Bölgede haklarını korumak isteyen ve adil bir paylaşımdan yana olan ve bölgede oluşan kaosun ancak tüm kıyıdaşların çıkarlarının hesaba katılarak çözüleceğini düşünen Ankara ise diyalog ve iş birliği için her zaman hazır olduğunun da her defasında altını çiziyor. Üstelik bununla ilgili olarak İsrail ile gizli bir temasta söz konusu.

 

“İsrail ve Türkiye doğalgaz boru hattı için müzakerelere hazır” şeklindeki haberleri basına sızdıran tarafın İsrail olması ise açıkça gösteriyor ki iş birliğine hevesli olan taraf Tel Aviv yönetimi. Mevcut şartlar gereği Türkiye’de bu müzakerelere hazır durumda olduğunu belli eder vaziyette. İsrail’in bu yakınlaşmaya oldukça hevesli olmasının altında yatan sebepler ise şunlar;

 

Birinci sebep:

 İsrail gazının Türkiye’yi By-Pass ederek Güney Kıbrıs’ı ve Yunanistan’ı dolaşıp Avrupa’ya satılması hem çok maliyetli hem çok uzun hem de uzmanlara göre teknik olarak neredeyse imkânsız. Denizin altında bulunan bazı büyük çukurlardan ve yer yer şiddetli basınçtan dolayı da epey de riskli bir proje.

 

Uzmanlara göre dünyanın en uzun deniz altı doğalgaz boru hattı olacak olan bu projenin deniz basıncından dolayı taşıyacağı gaz miktarı da oldukça az ve sınırlı kalacak.

Dolayısıyla Türkiye üzerinden yapılacak boru hattına kıyasla gaz muhtemelen üç veya dört kat daha pahalı olacak. Üstelik bu daha da uzun ve tehlikeli bir hat inşa edilmesi anlamına da geliyor.

 

Yani Avrupa’da satılmak istenen İsrail gazı, Rus gazıyla rekabet edemeyecek kadar pahalı olacak ve dolayısıyla elde edilecek kârda oldukça düşecek.

 Bu koşullarda bu hatta yatırım yapacak firma bulmak da oldukça zor bir mesele. Projenin ortaklarından olan Yunanistan’ın da kapasitesi ve tecrübesi Türkiye’nin imkânlarına göre çok kısıtlı.

 

Türkiye bugün hâlihazırda tek başına denizin altına döşediği boru hattı ile KKTC’ye su taşıyor. İsrail için Türkiye ile anlaşılacak bu doğalgaz boru hattının döşenmesi ve bu gazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması hiç de zor değil.

 

Üstelik Ankara bu konuda büyük tecrübeye sahip. BOTAŞ veya Türkiye Petrolleri veya özel şirketler bunu kolaylıkla başarabilecek tecrübeye, kaynağa ve altyapıya sahip. Türkiye üzerinden yapılacak muhtemel bir gaz boru hattı çok daha kârlı olacağı için buna yatırım yapacak/finanse edecek firma bulmak da hiç de zor değil.

 

İkinci sebep:

İsrail mali ve teknik zorlukları aşarak, gazını Türkiye’yi By-Pass ederek Avrupa’ya taşımak istese bile bu siyasi ve politik açıdan pek de kolay değil. Türkiye özellikle son dönemde attığı etkili adımlarla kendisinin içinde olmadığı girişimlerin önünü tıkamış vaziyette. Türkiye’nin özelikle Libya ile yapılan deniz yetki alanları anlaşmasından sonra Libya’ya asker göndermesi şimdilik İsrail’in ve bölgesel güçlerin elini ayağını bağlamış durumda. İsrail, sahip olduğu enerji rezervinin ihraç edilmesi hedefi için hâlihazırda Doğu Akdeniz’de oluşan bu karmaşık düğümü bir an önce çözmek zorunda.

 

İsrail’in bu projesinin önünün bir şekilde kesilmiş olması ve Türkiye’nin Kıbrıs’a silahlı insansız hava aracı (SİHA) üssü kurması ve Libya’ya asker göndererek Libya ulusal mutabakat hükümetini desteklemesini de bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

 

İsrail ise mevcut durumda oluşan dengelerden dolayı gaz meselesine tamamen rasyonel bakmakta ve Türkiye olmadan gazını en az maliyetle dünyaya satmasının mümkün olmadığının farkında.

 

Yunanistan, Mısır, Kıbrıs Rum Kesimi ve İtalya ile yapılan görüşmelerin daha çok Türkiye’ye karşı koz olarak siyasi bir blöf yapmak için gerçekleştirildiği aşikâr. Yoksa İsrail’de bu projenin hayata geçirilebileceğinin mevcut şartlarda zor olacağını biliyor.

 

Türkiye ise mevcut durumun farkında ve Tel Aviv’in kapısını yeniden çalmak zorunda olduğunun bilincinde. Öte yandan İsrail ve Filistin devletinin deniz yatakları ve kıta sahanlıklarının jeolojik açıdan bitişik olması nedeniyle; İsrail ve Filistin arasında anlaşmazlığa sebep olan denizdeki bazı bölgelerin hangi devletin kıta sahanlığına girdiğine dair tartışmalar devam ediyor. Ancak bu tartışmalara kulak asmayan İsrail, Filistin devletinin iznini almaksızın bölgede bir dizi arama faaliyeti başlatarak işgalini denizlere de taşımış durumda.

 

Bu durumun farkında olan Ankara ise adil bir paylaşımla Filistin’in payının da göz ardı edilmeyecek şekilde bu konuda iş birliğine hep açık ve eli güçlü olan tarafın kendisi olduğunu, aynı zamanda İsrail’in kendisine mecbur olduğunu da biliyor ve blöflere kulak asmıyor.

 

Doğu Akdeniz’deki enerji savaşlarının ne tarafa eğrileceğini, Moskova ve Berlin’de gerçekleşen barış görüşmelerine rağmen bir türlü çözülemeyen Libya meselesinin nasıl bir çözüme kavuşturulacağını ve İsrail’in Türkiye mecburiyetinin dengeleri nasıl etkileyeceğini hep birlikte bekleyip göreceğiz…

https://medium.com/@alialtunkaya/doğu-akdeni̇zde-enerji̇-savaşlari-ve-i̇srai̇l-i̇n-türki̇ye-mecburi̇yeti̇-95b2621bf670

 

28 Kasım 2023 Salı

Tasfiyenin “Radikalliği”, Estetik Kuramlar ve Pasifist Eylemler Üzerine…



Tasfiyenin “Radikalliği”, Estetik Kuramlar ve Pasifist Eylemler Üzerine…

MLM ideolojinin köklü dönüştürme kuramını es geçerek, köklü bir kopuş sağlanamaz. Dokunulmaz kılınan ve korunaklı zırhlarla çevrilip kutsallaştırılan bir MLM kavrayışta aynı tahrip edici özelliğe sahiptir.

Emperyalist barbarlık, dünyanın ezilip sömürülen mazlum halklarının biricik silahı olan Marksist, Leninist ve Maoist ideolojik kuramını etkisizleştirme çabasından hız kesmiyor. 21. yüzyıl dünyasının kuramsal fikirleri 20. yüzyılın çığır açan ve kapitalizmi alaşağı eden komünist ideolojiyle kavga yürüterek kendi varlığını sürdürmenin çırpınışlarını yaşıyor.  Bunu yaparken dünyanın iç dinamikleri ve çatışmalarıyla açığa çıkan sorunları ezilenlerin tarihsel birikimlerinin yadsınması temelinde ele alıyor. Aynı zamanda proletarya ve emeklilerinin bilimsel silahı MLM ideolojinin mahiyetini, niteliğini ve yıkıcı konumlanışının eskidiği iddiasını kanıtlamaya çalışıyor.  

Olguyla kurulan bağın metafizik yönü, sınıfsal pozisyonun kavranılmaması, tarihsel gelişmelerin özünün anlaşılmaması ve sınıflı toplumlar gerçeğinin örtbas edilmesi bu gerçeği bütün yönleriyle açığa çıkaran, sınıfın ideolojisine eş zamanlı ve çok yönlü saldırıların maddi zeminin yaratmaktadır. Diğer bir yan ise sınıflar dünyasında ki çarpışmanın burjuva mevziisinde yer alma halidir. Yani ezilenlerin kuramsal silahının etkisizleştirilmesi çabasıyla da anlam bulmaktadır. Bu gayret ve bunca çabanın kuramsal adı post Marksizm olarak sahada yer edinirken, kendini kimi zaman Radikal Demokrasi, kimi zaman Demokratik Konfederalizm kimi zaman Demokratik Uygarlık, kimi zaman Ekolojik Toplum, kimi zaman ise otonomcu kuramlarla tarif ediyor. Bu otonomcu, anarşist, liberal kuramların niteliğine yön veren ve aynı noktada buluşturan şey ise anti Marksist konumlanışlarıdır. 

1950 itibariyle nükseden ve 1970 ortalarından sonra tamamen politik alanda kendisine yer bulan Post Marksizm, birçok tartışmayı gündeme sokmuş oldu. Dünya sathında sosyalist bloğun darbelenmesi ve yenilgisi Marksizm’e içkin sorunların ve açmazların bir yansıması olarak yorumlandı. Bu yorumlayış anti Marksist bir öz üzerinden kendini inşa ederken, kapitalizmin sivri uçlarını törpülemeyi ciltler dolusu kitaplarla teorileştirilmesinde, Frankfurt Okulu’nun son derece önemli bir rol oynadığını belirtelim. Teori yaşamın bütünlüklü ve radikal dönüşümünü askıya alırken, bu dönüşümün dinamiklerini açığa çıkaran, yol haritasını çizen, hedef ve yörüngeyi belirleyen ideolojilere cephe aldı. Yeni toplumsal hareketlerin açığa çıkması, bazılarının da görünür olması bu teorilerin inşasında önemli bir rol oynadı.

Sosyalist kalelerin fiili yenilgisi, ideolojik bir yenilgi olarak tanımlanıp yeni dünyanın gelişmelerinin ancak ve ancak komünist ideolojinin gölgesinden çıkmakla mümkün olacağı gür sesle dillendirildi. “Elveda Proletarya”dan, “Tarihin Sonu Tezi”ne uzanan kapitalizme methiyeler silsilesini açığa çıkardı. Bir yandan kapitalizmin “ebedi zaferine” şapka çıkarılıp, alkışlanırken beri yandan ise yeni toplum projeleri sahaya sürüldü. Leslie Lipson’un “Demokratik Uygarlığı”, Hart ve Negri’nin “Çokluk ve İmparatorluğu”, Murray Bookchin’in “Toplumsal Ekoloji”si, Laclau ve Mouffe’nin “Radikal Demokrasi”si arayışların zirvesi olarak tanımlanıp büyük bir şevkle kucaklandı.

Dünyanın post yapısalcı ve post modern fikirdaşları hep aynı notaya basarak Marksizm’i lanetlemeye koyuldular. MLM ideoloji ve bu ideolojinin yörüngesinde biçim alan devrimler ideolojik ve politik çıkmazın bir sonucu olarak yıkıldığı ve tarif edilen teorinin bu pratikle geçersizleştiği iddia edildi. Kurucu öznenin yanlışlığı, felsefenin yanlışlığı, devlet ve iktidar tarifinin yanlışlığı gibi birçok başlık sıralanarak son kertede sınıflar mücadelesinin reddiyesi teorileştirilmiş oldu. İşçi devleti, sınıf mücadelesi, komünizm, diyalektik materyalist felsefe, iktidarın zor yoluyla zaptı, üretim ilişkileri, alt yapı üst yapı, gibi MLM ideolojinin temel dayanakları bu “yeni kuramlarla” birlikte hedef alındı. Tartışılan ve tartışılmaya açılan konular anti Marksist özellikleri itibariyle yeni dünya düzenine uyumluluğunu salık veriyordu. Kapitalist emperyalist hegemonyanın kuşatmasını yararak radikal toplumsal dönüşümün perspektifi ve araçlarını inşa eden MLM ideoloji post Marksistler tarafından determinist, sınıf indirgemeci, özcü, devletçi sapma hali olarak tanımlandı. Alternatif olarak sunulansa; kapitalist kuşatma içerisinde özerk bölgeler, emperyalizmin kötücül yanlarının törpülenmesi, konfederalizm içerisinde öz yönetimler ( tabi bunlar üniter devletin varlığını yadsımıyor), ABD gibi emperyalist devletlerin medeni çıkışlarının sahiplenilmesi, işçi ve patronun, sömürülen ülkelerle sömürücü devletlerin ortak uyumlu barışçıl yaşaması, iktidar değişimi değil zihniyet değişimi gibi otonomcu, anarşist ve liberal teoriler toplamı alternatif olarak çapsız argümanlarla ileriye sürüldü. Post Marksizm varlığını sınıf uzlaşmacı ve kimliksel mücadelelerin dinamikleri üzerinden inşa ederken, Guy Standing’in Prekerya – “Yeni Tehlikeli Sınıf” teorisiyle yine sınıflar mücadelesinin ve komünizmin reddiyesi ekseninde burjuvaziden yana saf tuttuğunu ilan etti.

MLM’de ne bir determinizm nede sınıf indirgemeciliğiyle malul bir yön bulunabilir

Tüm bu özet tablo emperyalist kapitalist hegemonyanın ideolojik alandaki saldırılarından bağımsız düşünülemeyeceği gibi, burjuva liberal ideologların sınıf uzlaşmacı ürünleri olarak açığa çıkmaktadır. Bütün bunlar, tarihsel olguların tek yanlı yorumlanması, çarpıtılması ve ideolojik felsefik kökenlerinin iğdiş edilmesini hedeflemektedir. Sınıflar mücadelesiyle başlayan ve Marksist- Leninist ve Maoistlerin tarihsel momentlerde çarpıştığı alanlardan biride ideolojik sahadır. Bu kapsamda Marks anarşistlerle, ütopik sosyalistlerle mücadele yürütmüş, Lenin sınıf uzlaşmacı Menşeviklerle, II. Enternasyonal’cilerle çarpışmış; Mao ise, aynı kapsamda sol dogmatizmle mücadeleyi sosyalizm koşullarında “burjuva karargâhları bombalama” evresine yükseltirken burjuva sınıf artıkları ve ideologlarını hedef almıştır. Yani ideolojik savaşım her koşulda ve durumda güncellenmiştir.

MLM ideolojinin diyalektik ilerleyişi nesnel olanın maddi dönüşümünü hedeflerken bunu bilgiden, nesnel gerçeğin okunmasından, bilimden ve felsefeden soyutlamaz. Kendi varlığını inşa ederken maddi evrenin kodlarını, olgunun bütün yönlerini, toplumlar tarihini göz önüne almıştır. Marksizm bilinmedik, uhrevi bir Mesih düşü olarak yaşamamıştır. Canlı yaşamın içsel gerilim hatlarından, çelişkilerinden ve bunların bütünlüklü yorumlanışının bir sonucu olarak açığa çıkmıştır. Kendi koşullarının ürünü olduğu gibi o koşulların felsefi, politik ve ideolojik eseridir. Yani Marksizm, proletaryanın, radikal dönüştürücü unsur olduğunu tanımlarken, diğer toplumsal katmanların varlığını reddine düşmemiştir.

Kapitalizmin ilk dönemlerinde, kapitalizmin içsel dinamiklerini, neye dayandığını ve nasıl işlediğini ortaya koymuştur. Yorumlamayla sınırlı kalmayan Marks, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet durumunun kaldırılması ve bunun yerine toplumsal mülkiyetin konulması gerektiğini tanımlarken, maddi yaşamın hangi araçlarla dönüştürüleceğini yanıtlamıştır.

Marks gibi Lenin ve Mao’da diyalektik gelişim seyrinin halkaları olarak sınıf mücadelesine, felsefeye, politikaya ilişkin katkılar sağlamıştır. Yani Marksizm felsefe, bilim ve maddi yaşamın içsel çelişkilerini çözen bir pusula olması dolayısıyla sürekli bir biçimde yeni koşullarda ve yeni sorunların çözümünü gerçekleştirmiştir. O, ölü bir teorik manzume değil, maddi yaşam içerisinde kendini güncelleyebilen bir praksistir. Bu açıdan MLM’de ne bir determinizm nede sınıf indirgemeciliğiyle malul bir yön bulunabilir.

Devrimler tarihi ve MLM ideoloji bütün yönleriyle objektif gözle ele alındığı zaman bu gerçeğin kavranması güç olmayacaktır. İşte tamda burada Marksizm, post Marksistler tarafından bilinçli bir tercihle kötürüm hale sokulmak istenmektedir. Önce fikirlerde bir Marksizm portresi çizilmekte ve sonra kavramlar, tanımlamalar ona göre biçimlenmektedir. 

Genel Sapmanın, özele indirgenmesi ve savrulmanın teorileştirilmesi 

Dünya sathında uzun zamandır esen bu gerici rüzgâr coğrafyamızda etkin bir güç haline gelerek kendi teorisyenlerini yaratmıştır. Kürt Ulusal Hareketi bu bağlamda sancağı en önde taşıyan siyasal harekettir. Öcalan’ın teorisyenliğini yaptığı ve tutsak düşmesinden sonra esasta açığa çıkan otonomcu, anarşist ve liberal fikirler aynı havzadan beslenerek Marksizm karşıtlığıyla varlığını inşa etti. Marksizm’in ulus devletçi olduğu, modernitenin sınırlarını aşamadığını, eski uygarlık zihniyetini devam ettirdiğini, kapitalizme katkı sağladığını, katı bir determinist olduğu gibi birçok tarif yapılarak tüm bunlardan arınıldığı belirtilmiştir. Ve son noktayı;“Marks’ın görüşlerinden esinlenen muazzam boyutlardaki toplumsal değişim hareketlerinin kapitalizmin en iyi hizmetçiliğini aşamadıkları genel olarak kabul gören bir görüştür. Bu anlamda aptal bir Marksist mürit olmayacağım açıktır” diyerek safını net biçimde belirlemiştir. Bugün ulusal hareketin ulus devlet karşıtlığı, üniter devlet içerisinde özerk bölgeler inşa etmeye çalışması, radikal demokrasi fikri ekseninde her bir sınıfla ve fikirle ortaklaşabileceği beyanları ve çabası bu teorik formasyondan ileri gelmektedir.

Radikal Demokrasi” sınıf uzlaşmacı liberal bir anti Marksist teoridir. Ve Marksizm’in bu reddi güncel gelişmelerden, coğrafyamızın temel sorunlarına dair çözümlere kadar son derece derin problemler taşımaktadır. Bununla sınırlı kalamayıp UKKTH dahi inkâr edilip, ulusların devlet kurma hakkı yadsınmaktadır. Üniter devletin kontrolünde, yeni bir bağımlılığı meşrulaştırmaktır. Kemalizm meselesine yaklaşımdan, burjuva partilerini ele alıştan, devlet yapısının tahlilinden, iktidarın radikal dönüşümünün reddine kadar uzanan kapsamlı bir savruluş söz konusudur. Ve savruluşun hangi zemin üzerinden nitelik kazandığı bilinmek durumundadır. Eğer elinizde Marksizm gibi güçlü bir silah yoksa ideolojik olarak sınıf uzlaşmacı bir yönelime girmeniz kaçınılmaz olacaktır. Kürt ulusal hareketinin güncel gelişmelerden tutalım da politik ve ideolojik konumlanışının arkasında yatan sebepler post Marksizm’in kılavuzluğunda biçim almaktadır. Radikal devrimci kuvvetlerin, mazlum ulusun temsilcileriyle ilişkilenmesi, ilerici demokratik normlar taşıyan ve halk sınıf katmanları içerisinde yer alan politik aktörlerle ittifak kurması, parçalı güçlerin birleştirilmesi ne kadar devrimciyse, o güçlerin yaslanmış oldukları ideolojik ve politik kodlara karşı mücadele yürütmesi de bir kadar devrimcidir. 

Coğrafyamızda özellikle 2000 yıllından sonra kapsamlı tasfiyeci bir süreç başlatıldığı gerçeği göz önüne alındığında, ideolojik ve politik olarak komünist bariyerin örülmesinin tarihsel bir anlam ifade ettiği kesinlikle bilince çıkarılmak durumundadır. Politik iktidar mücadelesinin teminatı düşmana karşı net bir duruşu gerektirir. Ancak bunun ön koşulu ideolojide netlik ve politikada radikal konumlanıştır. Açık ifade etmek gerekir ki coğrafya devrimci- komünist hareketinin geriye düşmesi sınıf uzlaşmacı reformist ve revizyonist öznelerin güçlenmesini koşullamıştır. Bu açıdan tehlike küçümsenemez. Radikal Demokrasi ve parlamenterist mücadele bugün etki gücünü geliştirerek ezilenlere farklı nitelikte pranga vurmuştur. Özel mülkiyet dünyasının yıkımı ve kapitalizmin kapsamlı kuşatması pasifizmle anlam bulan parlamenter mücadeleler ve kapitalizmi aşmaya yeltenmeyen fikirlerle parçalanamaz.

 Marks’ın öğretisi köklü değişimin, köklü savaşımla gerçekleşeceği içeriğiyle anlam bulur. Bunun için de, burjuvazinin mülkiyetinde bulunan üretim araçlarına el konulması; proletarya diktatörlüğünün bu aşamada zorunlu bir durak olduğu, sınıfsız toplumun bu aşamalardan geçmek suretiyle komünizme ulaşacağı tezi maddi olanın çözümlenişine içkindir. Gotha Programında “Bizim devletimiz kelimenim gerçek anlamıyla devlet olmayan devlettir” kuramı bütün iktidarlara karşı konumlanışında tanımlamasıdır. Paris Komünü’nden açığa çıkarılan sonuç, devletin nasıl bir rol oynayacağını tanımlamıştır.

Yani Öcalan’ın Marks’a atıfta bulunarak “Burjuvaziden esinlenerek onların diktatörlüğü varsa neden proletaryanın diktatörlüğü olmasın” biçiminde ki yorumlayışı bilinçli bir çarpıtma değilse Marksizm’e dair bir şey bilmemektir. Marks, Engels, Lenin ve Mao’da asla son durak olarak iktidarın ele geçirilmesi tanımlanmaz. Tersine, sosyalizmde sınıf mücadelesinin niteliğinin değişerek o mecrada da süreceğinin altı çizilir. Son tahlilde Öcalan’ın kendi teorik zeminini inşa etmeye çalıştığı olguların toplamı post Marksistlerin estirdiği liberal teorilerin etkisiyle biçimlenmiştir. Özgün fikirlerden ziyade eklektik olup yamalı bir bohçadır. 

Sürece radikal müdahale bir şarttır!

Bu Kısa vurgu ve atıflarla ortaya koyduğumuz örnekler, büyük ve kapsamlı bir cephenin kurulduğunu göstermektedir. Bu açıdan tasfiyecilik ideolojik ve politik sahada farklı biçimlere bürünerek toplumsal ve sosyal alana etkide bulunmuştur. Kürt ulusal hareketiyle eş güdümlü biçimde Queer teori, feminist kuramlar, çevre hareketleri, hayvan hakları ve diğer kimliksel hareketlerin büyük bir çoğunluğunda bu etki muazzam derecelerde görülür. Yeni toplumsal hareketlerin demokratik ve ilerici yanları birçok açıdan devrimci komünist hareketlerin önünü açtığı ve bilinçsel düzeyde sorgulamaya ittiği kesindir. Zaten komünist özne dışındaki gelişmeler ve bunların dinamikleriyle hemhal olmadan maddi yaşama müdahalede bulunamaz. Nesnel dünyanın çelişki ve çatışmaları teoriyi inşa eder. Teori “vahiy” yoluyla buyrulmaz. Radikal teori özgün çelişmelerin, devrimci yorumlanışı temelinde inşa olur. Bu açıdan yeni toplumsal hareketlerin dinamik teorileriyle ilişkilenip, onu Marksist toplumsal dönüşümün kılavuzluğunda biçimlendirmeliyiz. Ancak bunu yaparken kuramların hangi ideolojik tedrisattan geçtiğini, hangi sınıf fikrinden etkilendiği, politik açıdan yetersizliklerini ortaya koymaktan geri duramayız. 

Görülmesi gereken şudur ki tüm ilerici ve öğretici yanlarına karşın bu hareketler post Marksist zeminde yol yürümektedirler. Radikal görünüm ardında pasifizmin ve uzlaşmanın teorisi bulunmaktadır. Emperyalist kapitalist kuşatma sarmalındaki dünyamız derin buhranlarla ve telafisi olmayacak felaketlerle karşı karşıyadır. Küçük bir azınlık tekeller marifetiyle her bir alanı işgal etmiştir. Son yıllarda yaşanan bölgesel çatışmalar ve bu noktada açığa çıkan sonuçlar göz önüne alındığında dünyaya hakim olma ve dünyanın en küçük kara parçasını pazarı haline getirme rekabeti doruk noktadadır. Emperyalizm, dizginsiz genişlemeyi şart koşar. Bu işleyişinden kaynaklı olarak büyük kaoslar kapitalizme içkindir. Güncel gelişmeler ve politik olgular göz önüne alındığında bu sürece radikal müdahale bir şarttır.

Emeğin gasp edilişinden, işgal altında ki ülkelerin kurtulmasına; göçmen, kadın, LGBTİ+, ekoloji ve insan dışı türlerin köklü kurtuluşu devrimci radikal mücadelenin geliştirilmesine bağlıdır. Bu bir inkâra, redde ve hiçleştirmeye dair perspektiflerle sağlanamaz. MLM ideolojinin köklü dönüştürme kuramını es geçerek, köklü bir kopuş sağlanamaz. Dokunulmaz kılınan ve korunaklı zırhlarla çevrilip kutsallaştırılan bir MLM kavrayışta aynı tahrip edici özelliğe sahiptir. Lenin “Marksizm’i ölü cümlelere hapsedemeyiz” derken nesnel olanın bağrında filizlenen gelişmelere müdahaleye davet ediyordu. Bazen doğrular tüm bilimsel özüne karşın, marjinal kalırlar. Fakat marjinal kalınması onlardan ısrar etmeyi anlamsızlaştırmaz.  O devrimci müdahalelerle güçleneceği gibi, doğru ideolojik konumlanışla gerçeği besler ve büyütür.

Bu açıdan MLM karşıtı öznelerin estetik kuramların, naif ve büyüleyici esintisine karşı koymak görevler açısından ilk sıralardadır. Bu olmadan doğruyu ve gerçeği inşa etmek mümkün değildir. MLM, Rosa Lüksemburg’un Marksizm’e dair “Marksizm, yeni bilgiler edinmek için aralıksız mücadeleyi öngören, donmuş ve kesin kalıplardan başka bir şeyden iğrenmeyen ve hayati gücünü öz eleştiri silahının şakırtısı ile tarihin yıldırım darbelerinde bulan bir devrimci dünya görüşüdür.” derken çok haklıdır. 

Bu devrimci dünya görüşünü korumak komünistlerin başlıca görevidir. Ve bunu Marks’ın Ruge’ye mektubunda ifade ettiği gibi; “Acımasız bir eleştiriye, kutsal sayılan her şeyi tepeden tırnağa eleştirmeye, kısaca, putları kıracak bir fikirler terörüne ihtiyaç var” belirlemesine sahip çıkarak yapmalıyız. 

Bu yazı ilk olarak Halkın Günlüğü gazetesinin 34. sayısında yayımlanmıştır!


 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)