18 Ağustos 2024 Pazar

ATEŞ OLMADAN KÖZ OLMAZ_Dünden Bugüne Kaypakkaya Geleneği Üzerine_1__FİKRET KARAVAZ

Birinci Bölüm : 

Millî Demokratik Devrim, Türkiye'de 1970'li yıllarda askerî bir müdahale ile Marksist-Leninist tipte bir sosyalist devrimin olması gerektiğini savunan düşüncedir. Doğan Avcıoğlu'nun başı çektiği Yön ve Devrim dergileri, Millî Demokratik Devrim'in savunucusuydu ve 12 Mart Sürecinde önemli bir yere sahipti. 

 Millî Demokratik Devrim, Türkiye İşçi Partisi (TİP) içinde tartışılmış ve bölünmeye neden olmuştur. Özellikle Mehmet Ali Aybar'ın liderliğindeki TİP çevresi, "Millî Demokratik Devrim" ile "Sosyalist Devrim"i birbirinden ayrılamaz olduğunu savunup doğrudan bir sosyalist devrimi tercih ederken Mihri Belli'nin kavramlaştırdığı Millî Demokratik Devrim ise Türkiye'ye daha uygun bir devrim olarak ikinci bir grup tarafından tercih edilmiştir.

 

Bu gruptakilere göre devrim, iki aşamalı olmalıdır. Önce Millî Demokratik Devrim, "askerî darbe" şeklinde "genç subayların" önderliğinde olacak; sonra da "proleter devrim" şiddete dayanmadan kesintisiz bir şekilde işçi sınıfının hâkimiyetini kuracaktır.

 

Çünkü MDD ile sosyalist devrim farklı türde çelişkilerin çözümünü içermekte, dolayısıyla farklı hedef ve ittifaklara dayansalar da birbirlerini tamamlamaktadırlar. Belli ve ekibi kendilerine yakıştırılan MDD'ciler ismini reddetmiş ve kendilerini "proleter devrimciler" olarak tanımlamayı tercih etmişlerdir.MDD’cilerin sosyalist devrimin birinci aşamasında bir askeri darbeye bel bağlamaları kuşkusuz onların kemalizme ve Kemalist orduya biçtikleri ilerici misyondan kaynaklanıyor ve bu nedenle de  Marksist devlet teziyle çelişiyordu.

 

İşte tam da burada İbrahim Kaypakkaya sosyalist devrimin asgari programına karşılık gelen Demokratik Halk Devrimi (DHD)’nin dayanması gereken sınıf ittifakları ve mücadele stratejisiyle her türden oportünist- revizyonist çizgilerle arasına kalın bir çizgi çizmiştir.

 

Benzer bir yaklaşım Kemalizm konusundaki tereddütlerine rağmen Mahir Çayan’da da mevcuttur. 

   

 İbrahim Kaypakkaya’nın kendi sürecinde diğer devrimcilerden esas farkı, gerek devrim aşaması olarak DHD’nin dayanması gereken işçi-köylü ittifakı ve gerekse ulusal sorun bağlamında Kürt ulusal sorununun devrimci karakterine yaklaşımıyla, MDD’cilerin asker-sivil aydın zümreden başka devrimci bir dinamik göremedikleri coğrafyamızın devriminin asli dinamiklerine yaptığı vurgu ve stratejik hattındadır. 

   

 

 Demokratik devrim belirlemesi, ilk olarak Marks tarafından Almanya'da burjuva demokratik devrimin tamamlanmamış görevlerine dair olarak yapılmıştır. Daha sonra, kapitalizmin emperyalizm aşamasında, Lenin tarafından, sömürge ve yarı sömürgelerin devrim programı olarak demokratik devrim, İşçi köylü temel ittifakı ile sosyalist devrimin asgari programı olarak belirlenmiştir 

  

 

 Maoizm ise Çin devrimi pratiğinde demokratik devrimi yine Sovyet devrimi gibi sosyalist devrimin asgari programı olarak geliştirmesine rağmen, bu kez devrim coğrafyasının bir yarı sömürge olmasıyla sınıf ittifakları daha geniş yelpazede, milli burjuvaziyi de kapsayacak bir biçimde gerçekleşmişti.

 

Maoizm Demokratik Halk Devrimi olarak tanımlanan devrim programının karakterini milli olarak tanımlarken bu tanımlama devrim Demokratik cephesinde milli burjuvazinin bulunmasından dolayı değil, hem komprador kapitalizme hem de açık emperyalist işgale karşı gelişen devrimci sürecin niteliğinden dolayıdır. 

  

Ben, FİKRET KARAVAZ

 

bu yazı dizisinde, Kim daha iyi ya da daha kötü Kaypakkayacı tartışmalarına doğmatik bir perspektiften değil ama 73’ten günümüze değin olan gelişmeler bağlamında İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerini gerçekçi bir yaklaşımla değerlendirerek, onun her türden revizyonizm ve oportünizmle arasına koyduğu kalın çizgileri belirsizleştirmeyen yeni bir DHD perspektifi ortaya koymaya çalışacağım.

 

 Çünkü,

 

İbrahim Kaypakkaya’dan günümüze değin olan gelişmeleri dikkate almayan doğmatik bir savunu kadar, söz konusu değişimlerin ana yönlerini yanlış belirleyen ve değişmeden kalan sosyo ekonomik ve siyasal olguları dikkate almayan herhangi bir İbrahim Kaypakkaya revizyonunun da Anadolu ve Kürdistan devrimine tutarlı bir perspektif getiremeyeceğini düşünüyorum.

 

Kuşkusuz, Kaypakkayacı gelenek Kemalizmin sınıfsal niteliğine ilişkin tutumu ile resmi ideolojiden köklü bir kopuşa karşılık gelmesiyle coğrafyanın devrim tarihinde farklı ve özgün bir konuma sahiptir.

 

Fakat,

 

bu, komünistlerin birliği sorununun Kaypakkayacıların birliği sorununa indirgeme yaklaşımlarına zemin oluşturabilecek bir olgu da değildir. 

  

İbrahim Kaypakkaya’nın fark yaratan görüşlerinin derinliğinde Kemalizmin faşist sınıfsal karakterinin teşhirinin yanı sıra, dönemin MDD’cilerinin burjuva feodal devlet aygıtını ele geçirip onu devrim menfaatine kullanma fantezilerinin ürünü olan anti Marksist, darbeci tezlerine karşı DHD perspektifli devrim anlayışını, devrimin dayanması gereken temel sınıf ve ittifaklar bağlamında net bir biçimde ortaya koyarken, yine, kendi döneminin teorik yazınında hiç dikkate alınmayan ve o dönem için açık bir mücadele biçimi almamış olan Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı kapsamındaki olası bir mücadelesinin  Anadolu  ve  Kürdistan devrimi için  tayin edici öneminin fark ederek Kürt ulusal sorununa ayrı bir önem vermesi ve 12 Mart sonrası silahlı mücadeleyi de Kürt coğrafyasından başlatmasıdır.

 

 

İyi bir Kaypakkayacı olmak her şeyden önce iyi bir Marksist-Leninist-Maoist olmayı gerektirir.

 

Bugün,iyi bir Kaypakkayacı olmanın ölçütü onu şuradan ya da buradan savunmak değil  onun görüşlerini değişen ve değişmeyen koşullar bağlamında coğrafyanın devrim pratiğine tutarlı bir biçimde uyarlamaktır.

 

Yoksa,

 

Kapakkaya’yı doğmatik bir biçimde savunanlar kadar onun Kemalizm tesbitlerinden ulusal soruna kadar görüşlerini muhafaza ederek çeşitli biçimlerde revizyona tabi tutanlar da şu ya da bu biçimde Kaypakkayacıdır, en azından ondan etkilenmiştir.

 

Bu anlamda, kaypakkaya çizgisinin coğrafyanın gerçekleriyle örtüşmeyen tutarsız revizyonları kadar onun görüşlerini değişen koşulları dikkate almadan doğmatik bir biçimde savunmaya çalışanlar da hatalıdır.Ve eğer ortada bir hatalar silsilesi varsa bir komünist olarak bize bu hatalar silsilesinin kaynaklarını göstererek Kaypakkayacıları tutarlı bir çizgide bir araya getirebilecek yeni bir perspektif arayışına olanaklar ölçüsünde çaba göstermek düşer. Böylesine güç ve her an her cepheden çeşitli biçimlerdeki tepkileri üzerine çekebilecek bir tartışmanın içine bireysel bir yaklaşımla girmek ne kadar riskli bir iş olsa da inandığım davaya inancım bana böyle bir cüreti göstermem gerektiğini söylüyor. 

  

 İbrahim Kaypakkaya,

 

68 :sürecinin temel bölünmelerinden olan MDD -sosyalist devrim ayrımında MDD geleneğinden gelmesine rağmen DHD surecini bir MDD olarak tanımlamaz.

 

Anadolu devrimin karakterinin DHD niteliğinde olduğunu, Çünkü, burjuva demokratik devrimin tamamlanmadığını, feodal ve yarı feodal üretim ilişkilerinin komprador kapitalizmle kompleks bir yapı oluşturduğunu belirterek, işçi köylü temel ittifakı ve uzun sureli halk savaşı stratejisiyle belirli bir DHD tanımlaması yapmıştır.

 

 

 İsçi köylü temel ittifakına şehir küçük burjuvazisi ile birlikte orta burjuvazinin devrimci kesimlerininde katılabileceğini belirtirken, başta Çin devrimi olmak üzere geçmiş devrim deneyimlerinin birikimleri üstünden belirlemeler yapmıştır. 

  

İbrahim Kaypakkaya, yine, genel olarak demokratik devrimle ilişkisi bağlamında ulusal sorun ve özel olarak Kürt ulusal sorununun niteliğine dair de çözümlemeler yaparken, proletaryanın öncüsünün, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi kapsamında, milli hareketler içindeki halk sınıflarının demokratik devrimde kendiliğinden proletaryanın müttefiki potansiyeli taşıdığını da belirler.

 

Bizzat bu belirlemenin kendisi doğrudan sosyalist devrim programlarında ulusal hareketlere ve bu karakterdeki devrimci hareketlere hiç yer vermeyen yâ da kendi kaderini tayin hakkinin demokratik muhtevasını genel olarak demokratik devrim programı ile ilişkilendirmeyen anlayışlardan farklı olarak, Anadolu devriminin niteliğinin, hem yarı feodal sosyo-ekonomik yapı ve dolayısıyla demokratik devrimin tamamlanmamış olmasından dolayı ve hem de burjuva demokratik bir hak kapsamında olan ulusal sorunun halen çözülmemiş olmasından dolayı DHD karakterinde olduğunu belirlerken, DHD sürecini ise içinden geldiği siyasal gelenekten farklı olarak MDD olarak tanımlamamaktadır.

 

 Kuşkusuz bu olguda oldukça yeterli bir ideolojik birikimle birlikte, ulusal sorunun gelişme eğilimlerine karşı güçlü bir siyasal ön sezi söz konusudur. 

  

İbrahim Kaypakkaya’da, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının burjuva demokratik bir hak olarak halen çözüme bağlanmamış olmasından dolayı, coğrafyanın devrim sürecinin, diğer nedenlerle birlikte DHD  süreci olduğuna dair açık bir ifade bulunmamasına rağmen, Kürt sorununun, ayrıntılı bir biçimde gelecekte alabileceği biçimler bağlamında da irdelenmiş olması, onun, sorunu DHD sürecinin ayrılmaz ve en önemli parçalarından biri olarak  gördüğünü ortaya koyar.

 

Çünkü,

 

bilindiği gibi DHD’nin birincil görevi, burjuva demokratik devrimin çözüme bağlamadığı ya da bağlayamadığı sorunları çözüme bağlamaktır. 

  

 Anadolu ve Kürdistan devrimi ,esas olarak, yukarıda belirtilen temel problemlerinden dolayı bir DHD sureci tanımlasa da bu süreç bir MDD süreci olarak tanımlanamaz.

Her şeyden önce ,temel olarak iki farklı ulustan halk sınıflarının katılımı ile gelişme eğilimi gösteren bir DHD süreci, ister farklı siyasal yapılar biçiminde, isterse ortak bir siyasal program etrafında gelişsin, her iki durumda da MDD olarak tanımlanamaz

  

Her iki durumda da DHD surecini MDD olarak tanımlamak, eğer, egemen ulusun milli nitelikteki devrimini tanımlıyorsa, en kaba biçimiyle bir şovenizme karşılık geldiği gibi, kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin demokratik muhtevasının da hem açık bir ihlali ve hem de genel olarak ulusal sorunun DHD ile ilişkili diyalektiğine karşı bir kayıtsızlığın göstergesidir. 

  

Tarihte, ulusal hareketlerin, bir coğrafyada, sosyalizm mücadelesinden daha güçlü siyasal dinamikler geliştirmesi, özellikle, 68 sonrası süreçlere dair nadir bir olgudur. Sosyalizm deneyimlerinin yenilgileri ile birlikte sosyalizmin dünya genelinde yaşadığı saygınlık kaybı ve sonrasında 3.emperyalist paylaşım Savaşlarının dünya genelinde bölgesel çatışmalar biçiminde gelişmesi, ulusal kurtuluş mücadelelerinin gelişme trendini güçlendiren uluslararası koşulları yaratmıştır. 

   

Anadolu coğrafyasında da Kürt ulusal sorunu etrafında gelişen ulusal kurtuluş mücadelesi, kendi kaderini tayin hakkı ilkesi bağlamında demokratik bir muhtevaya sahiptir. Kuşkusuz, iki farklı milliyetten halk sınıflarının faşizme karşı mücadelesi, ister farklı siyasal yapılanmalar biçiminde gelişsin, isterse ortak bir siyasal program etrafında gelişsin bir MDD tanımlamaz.

 

Çin devrim deneyimi ve sonrasında tek uluslu ya da ezilen ulus konumunda olan siyasal hareketlerin devrim süreci MDD olarak tanımlansa da Anadolu devriminde ,Kürt ulusal sorununun, aynı zamanda, tarım ve köylü sorunuyla iç içe geçmiş bir niteliğe sahip olması ,Kürt ulusal sorunun nihai çözümünü, DHD süreci ve sosyalist devrimle hem asgari program ve hem de azami program bağlamında esastan ilgilendiren bir nitelik göstermektedir.

 

Dolayısıyla, ulusal kültür, dil sorunu gibi ulusal sorunun argümanlarını oluşturan meselelerin DHD ile ilişkisi bağlamında bir MDD programının kapsamı ile sınırlandırılamaz niteliği ve yine, Anadolu  ve Kürdistan coğrafyası için ulusal sorundan başka farklı kimlik ve aidiyet sorunlarının varlığı, DHD’nin asgari programının alanını genişletmekte ve DHD surecini bir MDD olarak tanımlamaya olanak tanımamaktadır.

 

DHD’nin asgari programının genişleyen kapsamı, devrimin niteliğine dair MDD belirlemelerini pratikte uygulanması olanaksız ütopik belirlemeler haline getirmektedir . 

  

Komprador kapitalizmin, eşitsiz gelişme yasasının hâkimiyetinde yarattığı bölgesel dengesizlikler ve özellikle Kürt coğrafyasının iklimsel ve tarımsal farklılığı ile birlikte kapitalist gelişmenin verimli tarım alanları etrafında ve ulaşım yolları üstünde gelişme eğilimi, Kürt coğrafyasında kapitalist gelişme bakımından büyük uçurumlar yaratmaktadır. Kürt köylülüğü kendi coğrafyasının dışında proleterleşmekte, bu olgu da Kürt ulusal sorunu sınıf mücadelesi ile ortaklaştıran bir nitelik göstermektedir.

   

Kürdistan ve Anadolu devrimi, bir birinden farklı iki ayrı MDD süreci olarak belirlense dahi, ne Kürt coğrafyasının ne de Anadolu coğrafyasının, yalnızca kendi dinamikleri, MDD surecini sonuca vardıracak yeterliliklerden yoksun görünmektedir. Kürt coğrafyası için tanımlanabilecek bir MDD süreci, köylülüğün, esas eğilim olarak, kendi coğrafyası dışında proleterleşme eğilimi sebebiyle sınıfsal dinamiklerden yoksun olduğu gibi, Kürt milli burjuvazisinin, yine, esas olarak ticaret sermayesi niteliğinde olması ,Kürdistan devriminin  tutarlı bir MDD süreci olarak gelişmesini olanaksız hale getirmektedir.

 

 

 Yine, Kürt milli burjuvazisinin esas olarak tarım kökenli sermaye yapısı ve milli burjuvazinin de tarımın yarı feodal yapısına bağlı olarak, sermaye birikiminin üretim süreci dışında, değişim süreçlerinde oluşması eğilimiyle tefeci tüccar sermayesi niteliğinde olması ,bu sınıfın komprador kapitalizmle çelişkilerinin esas olarak pazar çelişkileri alanında kalmasının koşullarını yaratırken,

 

yine

 

Kürt milli burjuvazisini anakent şehirlere bağımlı hale getirmekle, milli devrimin tutarlı bir MDD süreci olarak gelişmesine olanak tanımamaktadır. 

 

 

Kapitalizmin emperyalizm aşamasında ,yarı sömürge ve sömürgelerde geliştirilen komprador kapitalizmlerin bütün dinamikleri tarımın yarı feodal niteliğine bağımlı olarak inşa edilir.

 

 

Dolayısıyla,

 

yalnız emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazinin değil, milli burjuvazinin de tarımda yarı feodal biçimleri tasfiye edecek ve tarımı kapitalistleştirecek bir niteliği yoktur.

 

 

Çünkü, bu sınıfların tamamı bizzat tarımın yarı feodal niteliğinin yarattığı ekonomi politik dinamiklerle kendilerini yeniden üretmektedirler.

 

  Bu olgu, egemen sınıflar cephesinden bir gerçeklik olduğu gibi halk sınıfları cephesinden de böyledir.

 

Örneğin,

 

Anadolu coğrafyasında halk sınıflarının kaynağı köylülüktür. Proletarya gibi küçük burjuvazi ve orta sınıflar da köylülüğün farklılaşması sonucu gelişmektedir. Köylülüğün farklılaşması süreçleri, kapitalizmin emperyalizm öncesi serbest rekabetçi kapitalizm döneminden farklı nitelikler gösterir.

 

Komprador kapitalizm,

 

bir taraftan ,ucuz iş gücü ve hammaddeyi tarımın yarı feodal niteliğine bağlı olarak yeniden üretirken, diğer taraftan ,bu yarı feodal yapı toplumun diğer bütün sınıfsal farklılaşmalarının niteliğini de belirlemektedir.

 

 Örneğin,

 

 ekilebilir arazilerin sabit kalmasıyla kırlarda oluşan artı nüfus şehirlerde birikirken, bu artı nüfusun bir bölümü tamamen köyle ilişkisinden koparak proleterleşirken, bir bölümü de Köyle ilişkisini yarıcı ve kiracı ekonomisi ile sürdürerek, köydeki toprağının büyüklüğüne göre, şehirlerde yarı proletarya, küçük burjuvazi ve orta sınıfları meydana getirmektedir.

 

Şehirlerde biriken bu artı nüfusun, yarı proletaryayı oluşturan kısmı, köyden bir miktar gelirinin olmasıyla, emeğin kendisini yeniden üretmek için ihtiyaç duyduğu miktara karşılık gelen gerekli emek zamanını düşürerek ortalama ücretleri düşürmektedir.

 

Bu olgu, komprador kapitalizme ucuz iş gücü yaratan dinamiklerin esasını oluşturmaktadır.

 

Yine, şehirlerde biriken artı nüfustan işsiz kitleler de arz ve talep dengeleri ile ortalama ücretleri düşürmektedir.  

   Diğer taraftan, küçük ölçekli aile tarımı niteliğindeki yarı feodal tarımda üretim surecine giren feodal angaryanın farklı biçimleri ve esas olarak satın alınmış ücretli emek kullanımının tali kalması, tarımsal ürünlerin ve dolayısıyla sınaî hammaddelerin ilk elden fiyatını düşürmekte, komprador kapitalizm ve emperyalizme ucuz hammadde kaynağı yaratmaktadır.

 

 Sermaye birikiminin, tarımda esas eğilim olarak üretim süreçleri dışında, değişim surecinde gelişme eğilimi tefeci tüccar sermayesi biçimini alırken, bu tefeci tüccar sermayesi ,iş birlikçi holding sermayesinin olduğu gibi bizzat devletin ekonomik faaliyetinin de niteliğini belirlemektedir. Yine, orta sınıflar ve milli burjuvazi de tarımla ilişkisi bağlamında tefeci tüccar sermayesi niteliği göstermektedir. 

  

 

 Küçük  ve orta ölçekli tarım ve buna bağlı olarak halk sınıflarının bileşiminde çekirdek proletaryanın zayıf konumu ve toprak talebinin zayıflığı, asgari programın ekonomik talepler ve sınıf dinamikleri bağlamında handikaplı karakterini oluşturmaktadır. Anadolu coğrafyasında, halk sınıflarının birleşiminde ,küçük burjuvazi ve yarı proletaryanın belirgin hakimiyeti ile birlikte, küçük ve orta ölçekli tarıma bağlı olarak toprakta küçük mülkiyetin belirleyici niteliği ile toprak talebinin zayıflığı, DHD asgari programının handikaplarını oluştururken, tarihsel olarak köklü bir ulusal sorunla birlikte, yine tarihsel kökleri olan bir kimlik sorunu olarak, alevi kimliğinin demokratik talepleri asgari programın siyasal muhtevasını genişleterek DHD’nin içeriğini sınıfsal dinamiklerle birlikte derinleştirmektedir. 

 

 

Köylü ve tarım sorunuyla iç içe geçmiş olan Kürt ulusal sorunu ve alevi kimliğinin demokratik talepleriyle birlikte, diğer ezilen toplumsal kimliklerin talepleri, asgari programın siyasal muhtevasını ve kitle tabanını sınıfsal dinamiklerin ötesine taşımaktadır. Bu niteliği ile Anadolu ve Kürdistan coğrafyasının DHD süreci, Kürt ve Türk coğrafyasında iki ayrı MDD biçiminde değerlendirilse dahi her iki coğrafyanın gerek sınıfsal, gerekse kimliksel dinamikleri DHD surecinin bir MDD biçiminde gelişmesine yeterli siyasal koşulları üretememektedir.

 

 Dolayısıyla,

 

 

bütün ekonomik ve siyasal göstergeler, Kürdistan demokratik devrimi ile Anadolu demokratik devrimini ortaklaşa ve iç içe süreçler haline getirmesine rağmen, gerek Kürt milli burjuvazisi ve bir kısım toprak ağalarının, dört ayrı devlet coğrafyasına bölünmüş olan Kürt realitesinin bölgesel faşizmlerle çatışmasında, halen meşru bir niteliğe sahip olan demokratik taleplerin temsilcisi konumunda olması ve bu olgudan dolayı, Kürt proletaryası ve köylülüğünü halen siyaseten yedekleme avantajlarıyla ve gerekse ,Anadolu devrimci dinamiklerinin siyaseten ve örgütsel yetersizlikleri, Kürt ve Anadolu demokratik devriminin ortaklaşma koşullarını olumsuz etkilemektedir.

   

 

 

Görünen odur ki Anadolu devrimi ile Kürdistan devriminin ortaklaşma koşulları ,Kürdistan demokratik devrimi için asıl mücadele eden kitleleri oluşturan Kürt proletaryası ve köylülüğünün, yalnızca kimliksel ve demokratik taleplerinin değil ama sınıfsal taleplerinin de Kürt milli burjuvazisi ve toprak ağalarından farklılaşacağı bir siyasal konjonktüre kadar Anadolu devrimi ve Kürdistan devriminin siyasal öncü düzeyinde ortaklaşma koşulları handikaplıdır.

 

DHD’nin bütün bu handikaplarına rağmen, Kürdistan ve Anadolu coğrafyasının iki farklı MDD sureci olarak gelişme olanaklarının yetersizliği ,Kürdistan ve Anadolu devrimini giderek daha güçlü siyasal dinamiklerle iç içe süreçler haline getirmektedir. 

  

 Burada,

 

özellikle, şu olgunun vurgulanması da gerekir ki Anadolu ve Kürdistan DHD süreci için işçi- köylü temel ittifakının müttefik sınıfı, genel olarak  orta burjuvaziye karşılık gelen milli burjuvazi değil ama yalnızca Kürt milli burjuvazisidir.

 

Çünkü,

 

Türk milli burjuvazisi, özellikle, Kürt sorununun varlığı bağlamında komprador burjuvazi saflarında şoven bir siyasal pozisyonu işgal etmektedir.Diğer nedenler bir tarafa bırakılsa dahi Kürt milli burjuvazisinin DHD sürecinde işçi –köylü temel ittifakının müttefiki olmasını koşullayan Kürt ulusal sorununun bile tek başına varlığı, coğrafyanın devrim sürecinin DHD süreci olduğuna dair yeterli bir sebep teşkil eder.

 

DHD’den sosyalist devrime doğru olacak olan gelişme, DHD sürecinde kazanılacak mevzilerin belirleyeceği,konjonktürdeki değişmelere göre  çeşitli mücadele biçim ve yöntemlerinin birbiriyle  yer değiştireceği uzun soluklu bir mücadele sürecini güncellemektedir.

 

 

 Gerek Anadolu coğrafyasında, hem halk sınıfları cephesinden hem de kimlik ve aidiyet sorunları cephesinden DHD’nin  asgari programı için engel oluşturan olgular, aynı zamanda, her iki coğrafyanın devriminin siyasal öncülüğünün gelişme dinamiklerini de yine çelişkinin bu özgün niteliği koşullarında belirlemeye adaydır. Halk sınıfları cephesinden, proletaryanın zayıf konumu ve köylülüğün esas olarak küçük  ve orta köylülükten oluşması sebebiyle toprak talebinin zayıflığı koşullarında, halk sınıflarının bileşiminin de küçük burjuvazi ve yarı proletaryanın çoğunluğu teşkil etmesiyle, devrimci dinamiklerin, esas olarak küçük burjuvazi ve yarı proletaryanın devrimci unsurları zemininde gelişmesi ,güçlü bir proletarya partisinin mevcut siyasal konjonktürde yaratılma koşullarına handikap oluşturmakta ve devrim cephesinde çok parçalı siyasal bir görünüm oluşmasına sebep olmaktadır.

 

 

DHD’nin esas dinamiklerinde güçlü bir hareket yaratma yeterliliğinde bir proleter öncülüğün yaratıma koşulları, kendi coğrafyası dışında proleterleşen Kürt halk sınıflarının, siyaseten kendi mülk sahibi sınıflarından farklılaşacağı bir siyasal konjonktürün gelişme koşulları tarafından belirlenecektir.

 

Kürt köylülüğü ve proletaryasının, kendi ulusal kimlik sorunlarının ötesinde ,sınıfsal dinamiklerle katılmadığı bir DHD, Anadolu coğrafyası için pratikte gerçekleşmesi olanaksız bir ütopyadan ibarettir.

Yine,

 özellikle orta sınıfların ve milli burjuvazinin ekonomik dinamiklerinin tarıma bağımlı niteliği ile örneğin, KOBI tarzı işletmelerin ve mikro işletmelerin faaliyet dışı gelirlerinin tarım kaynaklı olması, komprador kapitalizmin ekonomik buhranlarına bir esneklik vermekte ve bu olgu, halk sınıflarının birleşiminde  çekirdek proletaryanın zayıf konumu ile birleşerek emperyalizmin ve komprador kapitalizmin ekonomik buhranlarının siyasal buhranlara dönüşmesindeki yetersizliklere sebep teşkil etmektedir. 

  

 Anadolu coğrafyası için DHD surecini Bir MDD süreci olarak algılayan siyasal anlayışlar, kitlelerde beklenen politizasyonun istenen düzeyde gelişmediği koşullarda ve özellikle halk savaşı için köylülüğün toprak talebinin zayıflığından dolayı kitlesel gelişmenin yetersizliği koşullarında, DHD’nin bu şabloncu dogmatik anlayışından cayarak, bu kez modern değişimci bir konuma savrularak doğrudan sosyalist devrim tezlerine sarılmaktadır.

 Oysa,

 diyalektik olarak düşünüldüğünde, sınıfsal dinamiklerin bir DHD sureci için dahi engel oluşturduğu ve yetersizlik gösterdiği koşullarda sosyalist devrimin hangi sınıfsal dinamikler üstünde gelişeceği kocaman bir soru işareti olarak durmaktadır. 

  

Bütün siyasal ve ekonomik göstergeler Anadolu ve Kürdistan demokratik devrimlerini, gerek kimlik sorunları etrafında ve gerekse sınıfsal dinamikler etrafında ortaklaşmaya doğru sürüklemektedir. Sosyalist devrim ve DHD’nin  azami programı ile asgari programının birleşme dinamikleri tam da Anadolu ve Kürdistan devrimlerinin zorunlu ortaklaşma dinamiklerinden gelişmeye aday konumdadır.

 

Örneğin ,

 

ulusal sorunun köylü sorunu ile iç içe niteliği ile birlikte, Kürt köylülüğünün kendi coğrafyası dışında proleterleşme koşulları, bu sınıfsal dinamiklerden başlıcalarını oluştururken, yine, bir toprak reformunun yarı feodal tarla tarımının niteliğinde bir değişim yaratmayacağı ve küçük tarımı ortadan kaldırmayacağından dolayı ,tarım ve köylü sorunun nihai çözümünün, tarımın kolektifleştirilmesine zorunlu bağımlılığı, asgari programın azami programa koordine olduğu siyasal içeriği oluştururken, DHD den sosyalist inşaya geçiş süreçlerini de iç içe olgular haline getirmektedir. 

   

 

Anadolu DHD’ni MDD formatında kavrayan siyasal anlayışlar serf niteliğinde topraksız köylülükten ziyade, küçük ve orta köylülük yapısındaki kırlardan beklenen reaksiyonu gerçekleştiremediklerinde, bu kez, DHD’nin  temel tezlerini Külliyen yadsımakla doğrudan sosyalist devrim paradigmaları geliştiriyorlar.

 

Oysa, DHD surecinin toprak ve köylü sorunu, ulusal sorun, kimlik ve aidiyet sorunları etrafındaki asgari programı atlanarak doğrudan azami programı esas almakla bir sosyalist devrim paradigması yaratmak olanaksızdır.

 

Çünkü,

 

asgari programa niteliğini veren ve böylece devrim sürecinin de niteliğini belirleyen sorunlar silsilesi etrafında gelişen politizasyon, örneğin, içeriği kendi kaderini tayin hakkı gibi burjuva demokratik bir hak olan, bizzat Kürt sorununun varlığı, doğrudan azami programı siyasallaştırmaya olanak tanımadığı gibi yukarıda belirtildiği gibi halk sınıfları içinde çekirdek  proletaryanın konumunun belirleyici nitelikte olmaması da doğrudan sosyalist devrim paradigmalarını pratikte uygulanması olanaksız, kağıt üstünde tezler haline getirmektedir.

Herhangi bir coğrafyada devrim sürecinin niteliği, o coğrafyanın ekonomi politiğinden, devrimci ve karşı devrimci sınıflar arasındaki çelişkilerin niteliğinden ve varsa ulusal sorun ve kimlik sorunları gibi siyasal sorunlar etrafında gelişen taleplerin niteliğinden bağımsız olarak belirlenemez.

 

Doğrudan sosyalist devrim paradigmaları ,asgari programı azami programın kuyruğuna yedekleyerek devrimin siyasal içeriğini belirlediklerini sanmakla yanılmaktadırlar. Çünkü, doğrudan sosyalist devrim paradigması, esas olarak, proletaryayı öncü ve temel güç olarak belirlemeyi gerektirir ve baş çelişki emek sermaye çelişkisi olarak belirlenir.

 

 

Oysa, baş çelişkinin niteliğindeki bu farklılık, yalnızca, yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı, emek kitlesinde antikapitalist bir politizasyon yaratmaya yetmeyeceği gibi, asgari programın görevlerini de tali hale getirerek savsaklayacaktır.

 

Çünkü,

 

Anadolu coğrafyasında, zaten, DHD perspektifi için asil sorun, köylülüğün proleterleşme surecinin kendine dair niteliğinden kaynaklanmaktadır. Köylülüğün proleterleşme süreci, tarımın yarı feodal yapısı ve küçük ve ortak ölçekli tarım karakterine bağlı olarak komprador kapitalizm koşullarında yavaş ve sıkıntılı bir nitelik göstermektedir.

 

Yine, bu süreç, kırsal artı nüfustan yalnız proleter kitleleri değil ama ondan daha belirgin olarak yarı proleter ve küçük burjuva kitleleri de türetmektedir. Yarı proletarya ve küçük burjuvazinin halk sınıflarının birleşiminde belirgin bir çoğunluk teşkil ettiği bir siyasal coğrafyada, bir de bu olguya ulusal sorun ve diğer aidiyet ve kimlik sorunları eklenmişse, doğrudan sosyalist devrim paradigması bir ütopyadan öte bir anlam ifade etmeyecektir. 

 

Fikret Karavaz 

 

Servet Vergisi ve Sermayenin Olmayan Vijdanına Teslim Olmak_Yusuf Köse

Bugünlerde de toplumsal eşitsizlik sermayenin birikimine ve merkezileşmesine koşut olarak artınca, zenginlerden servet vergisi alınmasını dilendirenlerde çoğalmaya başladı.

1-Servet vergisi, toplumsal servetin belli ellerde birikmesinden bu yana ara sıra gündeme getiriliyor. Zaman zaman kısmen de uygulanmıştır. Örneğin savaş dönemlerinde vb. Yine ABD'de, 1960'larda 400 zenginden %53 oranında vergi alınmıştır. Bunların dışında, kısmi servet vergisi (bazı servet kalemlerinden alınan vergi), Belçika, Fransa, İtalya, Hollanda'da; net servet vergisi (net servet; kişinin varlıklarından borçları düşüldükten sonra kalan miktarı ifade ediyor) ise Norveç, İspanya, İsviçre'de hala var.

2-Buradan da görülüyor ki, burjuvazi, yasak savma misali bir “servet vergisi” alıyor. Özünde ise kapitalistler vergi bile vermiyor denebilir. Tersine, işçiler ve diğer emkeçilerden vergi adı altında gaspedilen paralar, kapitalistlere kredi olarak veriliyor. Örneğin, “5'li çete” olarak bilinen ve devletten en fazla ihale alanlar olarak, uluslararası inşaat tekelleri içinde ilk 10'nun içinde adlarını yazdırdılar.

3-Bunların ve diğer tekellerin vergileri, ödenmeyen sağlık sigorta primleri, ödenmeyen elektrik faturaları ve benzeri silinen borçları ise her gün birçok günlük gazete de yer alıyor. Faturasını ödeyemediği için elektriği kesilen yoksullara ise bir türlü vergi afı gelmiyor.

 

Kapitalist işletmelerden alınan kurumlar gelir vergisi, OECD ülkelerinde, 1980'den bu yana yarı yarıya azalmıştır. 1980'de %48'ler oranında alınan gelir vergisi, 2022 yılında %23,1'e düşürülmüştür. Dünya genelinde ise kurumlar gelir vergisi 1975 ile 2019 arasında %23'ten %17'ye düşürülmüştür.

4-İşletmelerden alınan kurumlar vergisi böyle iken, işçilerden alınan vergilere bakalım:

OECD'nin Ücretlendirme Raporu (Taxing Wages) 2024'den bir aktarma: “ABD'de ortalama bekar çalışan için vergi dilimi oranı 2000 ile 2023 arasında 0,9 puan azalarak %30,8'den %29,9'a düştü. Aynı dönemde, OECD genelindeki ortalama vergi dilimi oranı 1,4 puan azalarak %36,2'den %34,8'e düştü.”

5-İşçi ve diğer çalışanlardan kesilen vergiler, kurumlar vergisinden çok çok yüksek. Bu küçük örnek bile, devletlerin hangi sınıfa ait olduğunun resmidir.

 

Bu verilerden de anlaşılıyor ki, kapitalistler, normal vergilerini dahi ödemeyip, her geçen yıl vergi oranlarını düşürürken, servet vergisi uygulamasını “komünist sistem” diye reddetmişlerdir ve reddetmeye devam edeceklerdir. Oysa, sosyalizmde servet vergisi olamaz, çünkü bütün servet, bütün topluma aittir.

 

“Vergi cennetleri” diye bilinen yerler var. Türkiye'de Tayyip Erdoğan'ın çocukları ve yakınlarının Man adasına para kaçırdıkları gündem olmuştu. Man adası gibi onlarca “vergi cenneti” var.

6 -Kapitalistlerin bu çok özel “cennetleri” gizli saklı değil. Bütün dünyanın bildiği bir gerçek ve yasal.

Uluslararsı büyük tekellerin yanı sıra orta düzeyde tekeller de “vergi cennetleri”nde büro açarak, karlarının küçümsenmeyecek bölümünün buralara kaydırarak, vergi vermekten kurtuluyorlar.

 

“Vergi Cennetleri”, uluslararası tekel ve emperyalist ülkelerden bağımsız değil. Hemen hemen hepsi emperyalist ülkelerin denetimin de ya da koruması altındadır. ABD'sinden, İngiltere'sine, AB'sine ve Çin'e kadar, bu cennetler bu güçler tarafından koruma altına alınmıştır. Bu emperyalist ülkeler, “cennetleri” koruma konusunda çok “adaletli”dirler. Bu küçük toprak parçaları “vergi cennetleri” incelendiğinde, burada dış ülkelere büyük sermaye yatırımlarının akışı görülebilir.

 

Ancak, servet vergisi konusunda şöyle bir algı yaratılmak isteniyor: Vergi kaçırma ve “vergi cennetleri” olmasa, toplumsal eşitlik sağlanır” gibi. Ya da kapitalist işletmeler vergilerini adil bir şekilde ödeseler, “eşitsizlik olmaz” gibi, oldukça yanlış bir algı yaratılmak isteniyor.

Burjuvazinin Serveti İçinde Toplumsal Eşitlik Olur Mu?

Oxfam'ın adı geçen raporundan hareket edersek, dünyanın en zengin beş adamın (süper zenginler) 2020 yılında toplamda 405 milyar olan serveti %114 artışla 2023 yılında 869 milyar ABD dolarına yükselmiş.

Oxfam'ın adı geçen raporundan aktarmaya devam edelim:

“Orta Doğu'da en zengin %1, finansal servetin %48'ine sahiptir; Asya'da en zengin %1, servetin %50'sine sahiptir; ve Avrupa'da en zengin %1, servetin %47'sine sahiptir.
Dünyanın en büyük 50 halka açık şirketine baktığımızda, milyarderler bu şirketlerin %34'ünün ya ana hissedarı ya da CEO'sudur ve toplam piyasa değeri 13,3 trilyon ABD dolarıdır.”7

Bunlar, gerçek olmasına gerçek, ama, Oxfam gibi “sivil” örgüter, “herkes için ekonomi” ninnisini önermekte ısrar ediyor.

“• Bu bölünme on yılının başlangıcı olan 2020'den bu yana, dünyanın en zengin beş adamı servetlerini iki katından fazla artırırken, yaklaşık beş milyar insanın serveti düştü.
• Dünya çapında en zengin beş adamın her biri günlük bir milyon ABD doları harcasa, toplam servetlerini tüketmeleri 476 yıl sürerdi.

• Küresel olarak, erkekler kadınlardan 105 trilyon ABD doları daha fazla servete sahiptir - bu servet farkı ABD ekonomisinin dört katından daha fazlasına eşittir.
• Dünyanın en zengin %1'i tüm küresel finansal varlıkların %43'üne sahiptir.”8

Eşitsizlikler rakamlarla verilmeye devam ediyor:

 

“• Dünyanın en zengin %1'i, insanlığın en fakir üçte ikisiyle aynı miktarda karbon kirliliği yaymaktadır.
• ABD'de, tipik bir Siyah hanenin serveti, tipik bir beyaz hanenin servetinin yalnızca %15,8'idir. Brezilya'da, ortalama olarak, beyaz insanların gelirleri Afro-torunlardan %70'ten daha fazladır.
• Dünyanın en büyük ve en etkili şirketlerinin 1.600'den fazlasının yalnızca %0,4'ü çalışanlarına
yaşam ücreti ödemenmesinden yanadır.

Sağlık ve sosyal sektördeki bir kadın çalışanın, en büyük Fortune ilk 100 şirketlerindeki bir CEO'nun bir yılda ortalama kazandığı parayı kazanması 1.200 yıl sürer.”

Ve ekliyor:

“ILO'ya göre, her yıl 2,3 milyon işçi iş kazaları veya iş kaynaklı hastalıklar nedeniyle ölüyor ve 17,3 milyon kişi özel sektörde zorla (köle olarak -YK-) çalıştırılıyor, bunların çoğu yerel ve küresel tedarik zincirlerinde çalışıyor...”

Ve yakın bir süreçte “10 yıl içinde ilk trilyoneri göreceğimizin” tahminini de ekliyor.

Oxfam, eşitsizliklerin korkunç (bunun en açık prartik göstergesi Gazze'de yapılmaya devam edilen soykırım) boyutlarını istatistiki olarak vermiş. Buna karşın, çözüm önerisinin ne olduğuna bakalım:

İşte, Oxfam'ın “eşitsizliği ortan kaldırma” önerileri, “Herkes için bir ekonomiye doğru” başlığı altında toplmış ve şu somut öneriyi getirmiş:

 

“ Bu, ekonomik eşitsizliği azaltmak için net, zamanla sınırlı hedefler içermelidir ve nüfusun en üst %10'unun toplam gelirinin en alt %40'ının toplam gelirinden daha fazla olmamasını hedeflemelidir, buna Palma oranı9 1 denir. “10

 

Ne eşitlik ama! Yani, 100 kişilik bir toplumda, 10 (%10) kişinin sahip olduğu toplam gelir, enalttaki 40 (%40) kişinin sahip olduğu toplam gelir kadar olmalıdır. Bir başka şekilde, 10 kişi = 40 kişi!

10/40 formülü, burjuva liberal ekonomistlerden Thomas Piketty ve diğerlerininde kapitalist sistemin selameti için önerdikleri bir gelir bölüşüm formülü. Bunlar bir de kitap çıkardı, “Dünya Eşitsizlik Raporu” adında.11

Reformistlerin kapitalizmde bulduğu “eşitlik” çözümü bu. Oysa, bu formülde bir eşitlik söz konusu değildir. 100 kişilik toplumda, 10 kişi geriye kalan 90 kişiyi sömürerek, onlar üzerinde, ekonomik, siyasi ve kültürel baskı kurarak yaşayacaklardır. Yani, kapitalist sistemn ta kendisi. Bu liberal ekonomistlerin tek istediği, çok zengin kapitalistlerin biraz vijdana gelerek, “kazançlarından” çok cüzzi bir miktarını “Palma Oranı 1” adı altında servet vergisi olarak vermeleri. Yani, sokaktaki dilenciye para atar gibi sadaka vermelerini, “toplumsal eşitsizliği giderme formülü” olarak sunuyorlar ve bunu işçi sınıfının ve emekçilerin kabul etmesini istiyorlar.

“Palma Oranı”na göre, 100 kişilik bir toplum üçe bölünüyor. En üstte 10, ortada 50, en altta ise 40 kişi. Diyelim bu toplumun toplam100 TL serveti var. İlk 10 kişi %25'ini (kişi başına 2,5 TL) alacaktır. Yani 25 TL, ortadaki 50 kişi %50'sini (kişi başına 1 TL) alacak, yani, 50 TL ve geriye kalan 25 TL'yi ise en alttaki 40 (kişi başına 62,5 kuruş) kişi alacak. Ve liberal ekonomistler, böyle bir bölüşüm olursa eşitlik sağlanacağını iddia ediyorlar. Bu bölüşüm teorisi, bugüne kadar olan bölüşüm teorisinden farkı ne? Esas olarak yoktur. toplumu bir avuç burjuvaziye köle eden ücretli kölelik sistemi korunuyor; iktidar ve ekonomi-politika 10 kişinin elinde olacak şekilde hazırlanıyor. Yani, kapitalist sistem devam edecek. Yine zengin daha zengin olacak ve zengin zenginleştikçe yoksullaşma oranı da genişlemesine ve derinlemesine artacaktır.

Bu liberaller, elbette kapitalist sistemin eşitsizlikler sistemi olduğunu ve eşitsizliği sürekli ürettiğini bilmiyor olamazlar. Bunların akıllarına gelen formüller, eşitsizliği, her saniye, her dakika ve her gün üreten kapitalizmi yaşatma formülleri oluyor ve hepsinin içinde de sömürü var, yani eşitsizlik! Ama eşitsiz bir toplum olan sosyalizm ve komünizm asla akıllarına gelmiyor!

Bu tür burjuva liberallerin tek kabul etmediği sosyalizmdir. Yani, sömürüsüz, sınıfsız bir toplumsal sistemden yana olmadıkları için, eşitsizliklerin anası kapitalist sistemde işçilere azla yetinmenin sözde “eşitci” teorisini yapıyorlar. Bu ahmaklar sürüsü, kapitalist toplumu, üzerimizden atılamayack biyolojik bir toplumsal gen gibi, bizlere sunmanın teorisini yapıyorlar. Hayır! Kapitalist sistem bir biyolojik gen değildir ve onun alternatifi sosyalist toplum ve nihayetinde hiçbir eşitsizliğin olmadığı, insanın insanı ezmediği, sömürmediği komünist toplumdur.

Bu liberal baylar, neden toplumun üstünde %10 oturmak ve gelirin en büyüğünü bu %10 almak zorunda olduğunu açıklamaktan özenle kaçınıyorlar. Yani, “zengin olacak” diyorlar. Zengin varsa yoksulda vardır. Oysa, zenginin ve yoksulun olmadığı bir sistemi ( SSCB'de ve Çin'de, Arnavutluk'ta) bu dünya toplumu gördü.

Burjuva liberall entellektüeller ve Oxfam gibi sivil örgütler, yoksulluk daha “azalacak” derken, kendi raporlarında da dile getirdikleri gibi, sermaye daha az ellerde birikirken, yoksullaşma genişlemesine ve derinlemesine yaygınlaşıyor.

Aşağıdaki OECD verileri bunu net olarak ortaya koyuyor:

“OECD ülkesinde yapılan yeni bir araştırma, hanelerin en zengin %10'luk kesiminin toplam sermaye sahipliği varlıklarının %85'ine sahip olduğunu, buna şirketler, yatırım fonları ve diğer işletmelerdeki hisseler de dahil, en alttaki %40'lık kesimin ise sadece %4'üne sahip ...”12

Üç beş-kuruşluk Servet vergisi aladatmacası yerine, halktan çalınan servetlerin hepsi halka geri verilmelidir. Burjuva ve küçük burjuva liberallerin bu önermeyi yapmaya dilleri varmıyor.

Servet Vergisi: Devasa Yoksullaşmanın Üzerine Örtülmek İstenen İncir Yaprağı Önerisi

Büyük kapitalist tekellerden üç-beş milyon daha fazla vergi alınca, kapitalizm koşullarında “eşitsizlik” azalacakmış ve hatta ortadan kalkacakmış ve “kapitalizm daha adil bir düzen olacakmış” gibi, hayal argümanlarını ileri sürmek, ay sonunu nasıl getireceğini, kirasını ve diğer faturalarını nasıl ödeyeceğini, çocuğunu nasıl okula göndereceğini kara kara düşünen işçilere,”kanınızı emen sermayenin vijdana gelmesini bekleyin” demekten başka bir şey değildir.

Oysa işçiler, yaşamları boyunca sermayenin vijdanı olmadığını, onun tek bildiği şeyin, işçinin yaşam hakkını bütünüyle elinden aldığı ve ücretli köle haline getirdiğidir.

Bilimum burjuva ekonomistler de, “eşitsizliklerin çığ gibi büyüdüğünü”, kabul ediyorlar, ve bunu rapor haline getirerek, istastiki verilerle ortaya koyuyorlar. Bu konuda, yığınca denilebilecek kadar rapor var. Ancak, sözde “hükümetlerden bağımsız” bu tür sivil örgütlenmelerin burjuva iktisatçıların ya da burjuva reformist liberallerin yapmadığı, yapmaktan özenle kaçındıkları tek şey, kapitalist sistemin ekonomik temel yapısının bu haksızlığı her geçen gün devasa olarak ürettiğidir. Yani, sorun, tekellerden birkaç milyar dolar daha fazla vergi alınması, eşitsizliği ortadan kaldırmayacağı gibi, eşitsizlik derinleşerek devam edecektir.

Kapitalizm reforome edilerek “insafa” gelmez. Onun vijdanı sermayedir ve sermayenin birikimi ve devasa büyümesi kapitalizmin olmazsa olmaz yapısıdır. Kapitalizm işçi sınıfı ve emekçilerden yana reforme13 olmaz, tersine, sistem her geçen gün daha da vahşileşerek devam edecektir. Şu anda yaşananlar, dünyanın içinde bulunduğu durum her şeyi net olarak açıklıyor.

Servet vergisi alınmasına karşı çıkılmaz, ancak, bununla kapitalist sistemin temize çıkarılmasına karşı çıkılmalı ve teşhir edilmelidir. Bu nedenle,”servet vergisi” oyalamalarını bir kenara bırakıp, esas olarak kapitalist sistemin kökten yıkılıp sosyalizm için mücadele verilmeli ve sosyalizm acilen inşa edilmelidir. Dünya halklarının ve doğanın başka kurtuluşu yoktur! 15.08.2024

***

1 BirGün gazetesi yazarlarından H.Kozanoğlu. “Gelir adaletsizliği öldürür, servet vergisi şart” başlıklı makalesi. https://www.birgun.net/makale/gelir-adaletsizligi-oldurur-servet-vergisi-sart-548363, BirGün 30.07.2024

2https://www.mahfiegilmez.com/2024/03/servet-vergisi.html

3Yusuf Köse, Emperyalist Türkiye, sf.151, El Yayınları 2022

4Oxfam, agR, sf. 311

5https://www.oecd.org/content/dam/oecd/en/topics/policy-issues/tax-policy/taxing-wages-united-states.pdf

6„1- The Caribbean bölgesi, Bahama,Bermuda, Cayman adaları, İngiliz adaları,Hollanda antilleri,Turks

and Caicos adaları, Aruba, Barbados, Nevis,Montserrat, Anegada,Panama vs.

2- Akdeniz bölgesi, Gilbartar ve Kıbrıs,

3- Avrupa bölgesi, Hollanda, İsviçre, Lehictan, Andora, Lüksenburg, Kapione ve Monako,

4- Channel adaları bölgesi, Gurnsey, Jersey, The Isle of Man,

5- Pasifik bölgesi, Hong Kong, Vanutu ve Nauru“ https://dengeakademi.com/Files/Article/Erkan2001VergiCenn2.pdf

7Oxfam,agR, sf. 10

8Oxfam, agR, sf. 107-113

9„Ekonomistler Alex Cobham ve Andy Sumner tarafından geliştirilen ve Şilili bir ekonomist olan José Gabriel Palma’dan alan Palma oranı, en üstteki %10’un gelir payını alttaki %40’a böler. Bu oran ne kadar yüksek olursa, eşitsizlik o kadar büyük olur. Palma oranı 4 olan bir toplumda, en üstteki yüzde 10, en alttaki yüzde 40’ın dört katını kapıyor demektir. „ https://www.matematiksel.org/esitsizligi-olcmek-icin-gini-yerine-palma-orani/

10Oxfam, agR,sf. 49 pdf

11 Facundo Alverdo, Thomas Piketty ve diğerleri, “Der World Inequality Report, 2018”, pdf. Düzenleyen: Facundo Alverdo, C.H. Beck yayınları

12Oxfam, agR

13Yusuf Köse, https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/kapitalizm-ehlilesir-mi-3 ve bkz. yazının tamamı:

https://yusuf-kose.blogspot.com/2023/03/kapitalizm-ehlilesir-mi.html

15 Ağustos 2024 Perşembe

 

 

17 Ağustos 2024 Cumartesi

EMPERYALİST HAYDUTLAR, 3. DÜNYA SAVAŞI HAZIRLIKLARINI YOĞUNLAŞTIRMAKLA MEŞGUL…Halil Gündoğan_17.08.2024

Bazı sol-sosyalist ve kendilerini komünist addeden kesimler hâlâ (evet, hâlâ) bir 3. Dünya Savaşı çıkacak mı çıkmayacak mı ve keza “süreci belirleyen esas etmen savaş mı devrim mi?” ikilemi girdabında, adeta miskince bir fikirsel jimnastik rehavetiyle, sorunu ele almaya devam ede dursunlar; fakat süreç, maalesef ki hem de çok hızlı bir şekilde, o istenmeyen malûm sona doğru ilerliyor. 

 Önemle görülmelidir ki bu sorunun, hem kesinlikle hafife alınır bir yanının kalmadığı ve ama hem de gelinen aşama itibariyle, artık geriye dönüş imkanının da hızla tükenmekte olduğu bir sürece girilmiş durumda.

 Bir tarafta ABD’nin başını çektiği İngiltere ve diğer Batı Avrupalı emperyalistlerin oluşturduğu NATO kampı ve diğer tarafta; (“gizli” bir özne olarak) başını esasen Çin’in çektiği tartışmasız olan Çin- Rusya ana ittifakı etrafında toplaşan irili ufaklı devletlerin oluşturduğu kampın emperyalist haydutları, “savaşa hazırlanma maratonun” adeta “son düzlük” etabı koşuluyormuşcasına, hummalı bir gayretkeşlikle, rakiplerinden daha önce hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyorlar.

 Sürecin ayırt edici en önemli özelliklerinin başında; ABD ve İngiltere’nin, “savaşa hazırlık safhasını”, doğrudan NATO üzerinden ve ama “vekalet güçler” kullanarak, fiili bir savaş ortamında tamamlama taktiği gelir.

 Örneğin rakip kampın, SSBC topraklarında NATO’yu genişletme hamlesiyle en kolay kullanılma vesilesi yapılabilecek olan gücü Rusya’yı, Ukrayna ile savaşa sürüklemesi ve keza şu son dönemlerde savaşın Rusya topraklarına taşınması hamleleri, vs. vs, tamamen, “stratejik akıl üslerinde” kurguladıkları o büyük savaşa hazırlık kapsamındadır.

Çünkü böylece hem rakip kampın en güçlülerinden olan ve aynı zamanda da baş rakip Çin’in bir nevi “ileri karakolu” olan Rusya ekonomik ve askeri olarak zayıflatılacak ve hem de hem kendi cephesini, Rusya tehdidiyle, tahkim etmenin ve hem de eski silah ve cephaneyi tüketip, yerine yeni ve daha gelişkin olanlarını koymanın ve yeni silahları da denemenin vesilesi yapabilecekler (nitekim, İsrail aracılığıyla Gazze’de yıkım ve yok etme esası üzerine oturan “meskun mahal” savaşında yaptıkları da budur.). Yani işte böylesine de çok yönlü işlevliğe sahip bir “savaş oyunu” oynanıyor dünya kamuoyunun gözleri önünde.    

 Hangisinin bu süreci önde tamamlayacağını şimdiden kestirmek öyle çok kolay olmasa da ama “Dünyanın jandarması” olma konumunu hâlâ önemli oranda korumakta olan ve bunun avantajını kullanarak; savaş kışkırtıcılığının baş aktörü durumunda olanın, ayrılmaz ittifakı İngiltere ile birlikte, ABD emperyalizmi ve keza, bu süreçte üstlenmiş olduğu saldırgan misyonundan ötürü özel bir vurguyla öne çıkarılması isabetli olacak olan, bir başka emperyalist güç odağı olarak NATO’nun avantajlı olduğu söylenebilir.

 

Bu olgu, büyük savaşın “ilk mermisinin” de bu saldırgan ve kendilerini daha avantajlı konumda gören güçlerce ateşleneceği olasılığını güçlendiriyor gibi.

 Böyle olmasa bile, yani varsayalım ki doğan fırsatları kullanıp, ilk hamleyi yapma avantajını öbür taraf kullansa bile, bu, savaşın baş kışkırtanının ABD ve NATO olduğu çıplak gerçekliğini asla karartamaz.

 Bundan ötürü de bugün dünya halklarının ve Dünya barışının baş düşmanı konumunda ki güç, elbette ki hâlâ ABD-İngiltere emperyalizmidir.

 Dolayısıyla da kaçınılmaza yakın bir oranla, nükleer silahların da kullanılacak olmasından ötürü; insanlığın ve doğanın yıkımıyla sonuçlanacak böylesi top yekûn bir dünya savaşına karşı olan, başta Dünya halkları olmak üzere, mevcut koşullarda kendilerini savaş karşıtı ilan eden Dünya barışı yanlısı tüm kesimlerin okun sivri ucunu bu güçlere yönelterek; büyük kitlesel direnişler organize edip, caydırıcı etkilerini ortaya koymaları dışında, maalesef ki  bu süreci durduracak ve tersine çevirebilecek bir başka “sihirli” çözüm yolu gözükmüyor.

 Elbette uluslararası ölçekte böylesi güçlü ve ardışık kitlesel eylemler kendiliğinden ortaya çıkmayacaktır. İlle ki yine bir şekilde uluslararası ölçekte organize olma becerisi gösterebilmiş, diri-dinamik toplumsal oluşumlar böylesi zorlu bir görev ve sorumluluğu üstlenip, üstesinden gelebilir.

 Kuşku yok ki bu güçlerin en başında, doğallığıyla, komünist partiler ve keza sol-sosyalist örgüt ve çevreler gelir. Çünkü tarihi tecrübelerle sabit bir olgudur ki ancak ki bu güçler, istikrarlı ve kararlı bir anti-emperyalist savaş cephesinin motor gücü rolünü yerine getirebilme iradesine sahip olabilirler.

 Fakat önemle vurgulamak gerekir ki işlevsel bir etki gücüne sahip olması gereken anti-emperyalist savaş cephesi, komünist ve sol-sosyalist güçler önderliğinde olsa da sınıfsal fark gözetmeksizin, savaş karşıtı tüm toplumsal kesimleri bir şekilde bünyesinde toplamayı hedeflemek ve de bunu önemli oranda başarmak zorundadır. 

 Ancak galiba bazı çevreler hem sürecin gereksinimini duyduğu oluşumu bir “anti-emperyalist savaş cephesi” olarak değil de “anti-emperyalist cephe” olarak ele almakta ve hem de bu “anti-emperyalist cephe”yi de sadece ideolojik olarak “kardeş” gördükleri uluslararası bir avuç parti ve yapıyla kotarma derdinde. Yani kendilerini komünist, ML ve hatta MLM olarak tanımlayan diğer birçok uluslararası oluşumu bile kapsamayan bir darlık ve kısırlıkla ele almakta.  

 Haliyle de bu zihniyet ve yaklaşımla, komünistler toplumun diğer kesimleri nezdinde, hem güçlü bir çekim merkezi oluşturamayacakları gibi, hem de genel olarak zaten ciddi şekilde mevcut olan güven yitimini, mislince artırmış olacaklar. Kuşkusuz ki bu, asla affedilemeyecek tarihi bir sorumsuzluk olacaktır. Umalım, aklı selim galip gelsin.

 

 

16 Ağustos 2024 Cuma

Enternasyonal Devrimci NUBAR OZANYAN'ın Anısına-HOVSEP HAYRENI Yazdı: Tarihte bugün: 14 Ağustos 2017

Aynı sosyal ağlar içinde bulunup da onun ismini duymayan, kim olduğunu bilmeyen kalmamıştır sanırım. Ölümünün dördüncü yıldönümünde onu bir kere daha özlemle anarken kadrinin bilinmesine küçük bir katkı yapmaya çalışacağım.

 

Onu ilk olarak Tıbrevank'a yeni başladığım ve Orta 1'de olduğum yıldan hatırlıyorum. Nubar'ın bulunduğu Orta 2. Sınıf Tıbrevank'ın tarihinde gördüğü en kalabalık ve en renkli sınıftı. Bizim okul ve özellikle öğretmenler "Hababam Sınıfı" denilen şeyi daha filmi yapılmadan bu sınıfla tanımıştı.

 

En renkli ve enerjik simalardan biri de Nubar'dı. Okulun bir numaralı top cambazıydı. Küçük futbol sahasında herkesi çalıma dizer, kimse ayağından topu alamazdı. Sınıftaki yaramazlık ve muzipliğiyle öğretmen ve öğrencileri ne kadar kızdırsa, bir o kadar da gülmekten kırıp geçiren ve kendini sevdiren tatlı biriydi Nubar.

 

Asıl adı Fermun Çırak'tı. Nubar adını çok sonraları, Tıbrevank'tan sınıf arkadaşı olan ve aynı saflarda mücadele yürütürken Hollanda'da MİT cinayetine kurban giden yoldaşı Nubar Yalımyan'dan miras almıştı, Ozanyan'ı ise Ermeni devrimcilerin tarihteki büyük komutanı Antranik Paşa'dan… Tıbrevank'ta Nubar Yalımyan'ı Kürtçe "Reşo" diyerek kızdıranların başında gelen, Selamsız'ın sokaklarından ta Üsküdar-Kabataş vapurunun bacasına kadar büyük harflerle "Reşo" yazarak onu peşinden koşturtan Fermun, sonunda onun asıl ismiyle özdeşleşmişti.

 

Gençliğinde halter ve vücut geliştirme sporuyla uğraştığını kendi anlatımından biliyorum. O zamanlar Türkiye vücut geliştirme şampiyonu olan Ahmet Enünlü'nün yanında antreman görmüş, çok iyi dereceler yapmış, fakat Ermeni kimliğinden dolayı önü tıkandığı için hak ettiği noktalara gelememişti. Daha sonra mülteci olarak bulunduğu Paris'te Yılmaz Güney'in yakın korumalığını üstlenmiş. Bunun bahsini kendisinden değil, anısına yazılanlar sayesinde sonradan duymuş oldum.

 

Fransa'da geçirdiği yıllarını ortak arkadaş ve yoldaşlarımızdan Fakir adıyla duyardım. Bu onun aslında bütün hayatına damgasını vuran, bir lokma bir hırkayla yetinme özelliğinin kendisine verdiği bir sıfat olmalıydı. Oradan çıkıp Filistin'e, Lübnan'a geçmiş, katılmaya hazırlandığı sıcak devrimci mücadele için askeri eğitim görmüş, sonra da geçtiği Ermenistan'da Karabağ savaşının neferlerine eğitim vermiş ve yaptığı hizmetler için Marşal Bağramyan nişanıyla ödüllendirilmişti. Geçmiş yaşamındaki başka birçok şey gibi bunu da kendi ağzından değil, ancak ölümünden sonra acılarını paylaştığım sevgili yaşam arkadaşı ve evlatlığından öğrenmiş oldum.

 

Kırklı yaşlarındayken Ermenistan'da tekrar yakın olabildiğim Nubar, artık ağır sporlar yapmaktan uzak olsa da, her sabah çok erken çıkıp bir iki saat koşu yapmaya devam ediyordu. Ağır sporcularda sonradan görülen kas sarkması ve kilo alma durumu onda hiç bir zaman görülmedi. Çünkü koşu yanında hafif idmanı eksik etmeyen ve çok az yiyen biriydi. Ermenistan'da yaşarken Cermuk isimli maden suyunu ve yoğurdu çok sistemli alır, yanı sıra meyve sebzeye ağırlık verir ve hep ölçüsünü bilirdi.

 

Benim onda gördüğüm, nefsine hakim olmanın her anlamdaki mükemmel bir örneğiydi. Yeme-içme, giyim-kuşam, zevk-eğlence bakımından olduğu gibi, manevi egoyu tatmin etme bakımından da bütünüyle zaafsız denecek kadar sağlam bir karaktere sahipti. Yaptıklarıyla övünmek, hava basmak, caka satmak onun tabiatında hiç yoktu. Öyle ki, kendinden bahsetmeyi ayıp sayacak kadar ince bir tevazuya sahipti. Çok özel sorulmadıkça başından geçen birşeyi anlatmaz, sorular karşısında bile herşeyini açmazdı. İllegal mücadelede bu özelliği onun aynı zamanda çok iyi sır tutan biri olmasını sağlıyordu.

 

Hakkında yazılan tanıklık ve değerlendirmelerin hepsinde aşağı yukarı bu özellikler okunabilir. Mütevaziliği yanında son derece paylaşımcı ve özverili oluşu, dürüstlük ve samimiyeti, sakin ve yumuşak tabiatı, sözüne sadık ve güven veren kişiliği onu yakından tanıyanların hepsi için nettir. Hakikaten o iyi bir dava adamı, iyi bir yoldaş, ama her şeyden önce çok iyi kalpli bir insandı.

Halkının acıları ve travmalarını Yozgat gibi bir mezbahadan çıkan büyüklerinin dilinden dinleyerek büyümüş, ama içinde Müslüman kimliklere karşı nefretin zerresini de taşımamıştı. Sonra Fransa'da, Lübnan'da ve Ermenistan'da o tarihin derinliklerine vakıf olmaya başlamış, yerelle kalmayıp bütününü keşfetmiş, soykırım gerçekliğini bilmeyenlere öğretmenin ve Türkiye'de bir küfür olarak algılanan Ermeniliği doğru dürüst tanıtmanın mücadelesini de omuzlarında hissetmişti.

Nubar'la buluştuğum kısa dönem onun yanında benim de Ermeni tarih literatürü ve etnografik konularıyla haşır neşir olmamı getirdi.

 

Özel olarak üzerinde yoğunlaştığım Dersim ve çevresine dair Ermenice ilk kaynakları yine orada bulunan diğer rahmetli arkadaşım Sarkis Hatspanyan sayesinde keşfederken, daha sonra bir çoklarını da Nubar'ın yardımıyla temin edebilmiştim. Nubar'ın kendisi de sokak sergilerinden pek çok kitap alıyor ve onlarca yılın susuzluğunu giderircesine okuyup notlar tutuyordu.

 

Çeviri çalışmalarında onun öncelik verdiği, Türkiye'de hiç tanınmayan bir büyük Ermeni komünistinin hayatı ve mücadelesini "Kafkaslar'ın Lenin'i Stepan Şahumyan" başlığıyla Türkçeye kazandırmak oldu. Bunun öneminin anlaşılması bakımından diyebilirim ki, 1918'de Bakü Komünü'ne öncülük eden ve Transkafkasya çapında olağanüstü yetkili parti komiseri olan Şahumyan yaşasaydı, sonraki bazı şeyler (özelllikle Sovyet Rusya ile Kemalist Türkiye arasındaki ilişkiler ve Ermenistan'ın kaderi) çok farklı şekillenebilirdi.

 

Kafkaslar'ın ondan sonraki Bolşevik lideri Orconikidze ve Ermenistan'ın Sovyetleşmesi hakkında bir kitabı da çeviren Nubar, daha sonra 24 Nisan şehidi aydınlardan Nazaret Dağavaryan'ın Alevilik ile Protestanlığın tarihsel-kültürel köklerine dair çok değerli bir incelemesini benim tavsiyem üzerine Türkçeye çevirmişti. Ve tabii imkanı olsa yapmayı tasarladığı ve de başlangıç yaptığı bir çok başka çalışma vardı.

Ama hepsinin üstünde ve kendisini tanıyan pek çok dostunun, yoldaşının akıl ufuklarının ötesinde, 60 yaşını doldurmak üzereyken onun kendine biçtiği bir yeni misyon, yada partisi TKP/ML'nin çağrısı üzerine gözünü kırpmadan üstlendiği yeni bir görevi oldu. Suriye'nin kuzeyinde yaratılmakta olan Rojava özerklik alanını İŞİD canilerine ve büyük destekçisi Türk devletine karşı savunmak! Bunun için oluşturulan Enternasyonal Özgürlük Taburları'na katıldı ve gidip bölgede savaşçıların eğitilmesindan sıcak çatışmaları yönetmeye kadar bir dizi riskli sorumluluk yüklendi.

Tıbrevank'ın Fermun'u, Paris'in Fakir'i, Hayastan'ın Nubar'ı, Rojava'nın Orhan'ı, kırk yıl kadar önce Tıbrevank'tan çıkan feda ruhunu buralara taşıdı ve sınır tanımaz bir devrimci olarak 61 yaşında Armenak-Hayrabet-Nubar ve Manuel'lerin zincirine eklendiği gibi, tarihten Paramaz ve Antranik'lerin de yeni bir parıltısı oldu. Öyle ki sonradan aldığı isimlerin tümünün hakkını sonuna kadar verdi, tümü ona yakıştı.

 

Suriye'nin kuzeyinde yaşamını sürdüren az sayıda Ermenilerin, Asuri-Süryanilerin kendi güçleriyle Rojava Kürtlerine ve PYD güçlerine destek olmaları, dayanışma göstermeleri, ittifak oluşturmaları Nubar Ozanyan gibi yiğit bir komutanın öncü rolüyle daha bir ivme kazandı. Ölümünün ardından binlerce kişi onu uğurladığı gibi, daha sonra onun adına Ermeni taburu kuruldu ve halklar arası birlik duygusu gelişti. Bu aynı zamanda Kürt halkının Ermenilere bakışını olumlu yönde etkileyen canlı bir örnekti. Başka hiç bir şey için olmasa bile, sırf bu etkileri bakımından Nubar'ın oynadığı rol önemliydi. Kaldı ki bölgeden yapılan tanıklıklara göre o aynı zamanda müthiş bir taktik ustası olarak İŞİD'in ablukasını kırmayı başarmış oldu.

 

Bir kelimeyle hayatının yaşlılığa dayanmış bir evresinde onun cesaret edip yüklendiği öyle tehlikeli bir misyon ve öyle onurlu bir ölüm, biz sevenlerinin yüreğinde ne kadar sızı yaratsa da, bir o kadar derin saygı ve hayranlık uyandırdı. Doğrusu biraz da kendimize dönme, ne yaptığımızı ve neye yaradığımızı sorgulama vesilesi oldu.

 

Geçtiğiimiz son bir yıl içinde Artsakh (Dağlık Karabağ) ve Ermenistan'a yaşatılan kâbusu görmemiş olmakla Nubar talihli sayılır. Bu süreç daha önce kendisi oradayken yaşansa hiç durmaz ve Artsakh'ın savunmasına katılırdı. Muhakkak ki, Nubar'ın devrimci ruhu da bütün savaş boyunca orada kol gezdi, Yerabılur şehitleriyle kucaklaştı.

Sevgili Nubar, yerinde rahat uyu. Bir gün bütün düşlerinin gerçek olacağı bir dünya veya iyilerin baskın geleceği bir evren dileğiyle…

--------------------------------------------Kardeşin Hovsep--14 Ağustos 2021.

 

 

14 Ağustos 2024 Çarşamba

Inger Nubar Can, Hewal Nubar, Nubar Yoldaş’a



Halen pek çoğumuzun inanmak istemediği Nubar Ozanyan’ın ölümsüzleşmesinin 7. yılında, onu bir kez daha saygı ve sevgi ile anarken, şehadetinin yıldönümünde onu anlatmak da bizim için en zor yazılardan olacaktır.

Kaypakkaya geleneği ilk şehitlerinden olan Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar, Cemil Oka, M.Zeki Şeritler ile başlayan Ünal Küçükbayrak, Barbara Anna Kistler ile devam eden Rojava’da ölümsüzleşen enternasyonal devrimciler Lorenzo Orsetti, Nubar Ozanyanlar ile  yüzlerce ölümsüze ulaşan, Türkiye toplumunun komünist yüzünü oluşturan oluşturmuştur. Bu geleneğin Türkiye’nin toplumsal şekillenmesinden kaynaklı Türk, Kürt, Alevi, Sünni, işçi, köylü, zengin, fakir ve enternasyonal devrimcileri biraraya toplanması ile de ayrı bir yanı bulunmaktadır.

50 yıldan fazladır devam eden mücadele geleneğinde, 1915 Ermeni soykırımından, Kürt katliamlarından sonra İttihat ve Terakki’nin devamı olan Kemalist devlet yapılanmasına karşı, Paramazlardan, Manuşyanlardan, Seyit Rızalardan, Şeyh Saitlerden gelen mücadele geleneğini devralarak bugüne kadar sürülegelmiştir.

Geleneğimizin öncülerinden olan Armenak Bakırcıyan sayesinde Türkiye’nin dört bir yanından biraraya gelen “kılıç artıkları”nın buluştukları Ermeni yetimhanelerinde, Türkiye’de Ermeni soykırım gerçekliğini yazılarında ilk defa belirten İbrahim Kaypakkaya önderliğindeki çizgide buluşmaları tesadüfi değildir.

Manuel Demir, Nubar Yalımyan, Hayrabet Honca, Hrant Dink, Garbis Altınoğlu’ndan sonra Rojava’da Türkiye destekli IŞİD çetelerine karşı Rakka’nın özgürleştirilmesi hamlesinde şehit olan Nubar Ozanyan, Armenak Bakırcıyan’ın bize son emaneti idi.

 

 Nubar Ozanyan’ı anlatmak ne sayfalar dolusu kitaba ne romana ne de belgesele sığar. Birçoğumuz için Nubar Ozanyan’ın iradesi abartılı da gelebilir. O, Artsakh’ta Inger Nubar oldu. Rojava’da-Lübnan Bekaa Vadisinde Hewal Nubar oldu. Dersim-Kürdistan coğrafyasında yoldaş Nubar oldu.

O, hiçbir zaman nerede olursa olsun Ozanyan olmaktan vazgeçmedi. O, Ermeni Devrimci Geleneği, Fedai Geleneği’nin yaşayan ismi, yaşayan efsanesi oldu. Yeni nesillere örnek ve önder oldu. Çünkü o, Antranik Ozanyan gibi yaşadı. Onun gibi de arkasında unutulmaz izler bırakarak aramızdan ayrıldı. Şehitler kervanına katıldı.

Nubar Ozanyan’ın gittiği bütün coğrafyalarda bu kadar çok sevilmesinin arkasında O’nu ezen ile ezilen sınıf mücadelesinde her zaman mazlumların safında yer almış olması belirleyicidir. Filistin halkının haklı mücadelesinde Lübnan-Bekaa vadisinde Filistinli oldu. Artsakh’ta işgalci Türk faşizmine karşı Karabağlı oldu. Kürt halkının yeniden doğuşunda yine işgalci Türk Devleti ve çetelerine karşı Rojavalı oldu. Türkiye’de, Dersim’de Partizan oldu.

Tanışageldiğimiz ilk günden bu yana Türkiye Vücut Geliştirme şampiyonası’ndan kazandığı, o heybetli ve güçlü duruşu her zaman gözlerimizin önünde canlanırken, hiçbir zaman gücünü kötüye kullanmamış “karıncayı dahi incitmeyen” duruşundan taviz vermemiştir.

 Onun insani duruşu en belirgin özelliklerindendi. O, hiç kimsenin tahmin edemeyeceği, dış görünüşünden yanılacağı bilgi dolu yapısı ile sosyal hayatta herkesi yanıltmıştır.

 Boş zamanlarını değerlendirdi, plan ve programlar ile halka ve devrime daha nasıl faydalı olabilirim hesapları içerisinde oldu. Bilgi ve yeteneklerini, kişisel menfaat elde etmek için kullanmadı. Mal ve mülk sahibi olmak gibi bir derdi olmadı.

O yeteneklerini ve emeğini devrimci ve komünist hareketin gelişimine adadı.

 Örneğin Ermenice, Türkçe ve Fransızca bilmesini, bu dillerden Türkçe’ye çeviriler yapmak için kullandı. Daha fazla genç devrimcinin öğrenesi için “Kafkasların Lenin’i Stepan Şahumyan”, “G.K.Orjonokidze ve Ermenistan’da Sovyet İktidarının kuruluşu, Samvel Digrani Alihanyan”, “Hıristiyan Protestanlar ve Kızılbaş mezhebinin doğuşu; Nazaret Dağavaryan” “Tarihin Hükmü Öncesinde Jön Türkler, John Giragosyan I. Cilt” (Henüz yayınlanmadı) kitaplarını, Türkiye Devrimci Hareketi’ne sundu.

O; Ermeni, Kürt ve Filistin halkları ile omuz omuza savaştı!

 

1960’lardan bu yana Filistin halkı ile İsrail siyonistleri arasında süregelen savaşta bugün Gazze’de yaşanan işgalin adı Nakba-Soykırım’dır. Gazze’de soykırımın destekçisi ise ABD-AB ile İsrail siyonistlerinin işbirlikçisi Erdoğan’dır. Erdoğan, 22 yıl önce iktidara gelmesine yardımcı olan İsrail siyonistlerine vefa borcunu bugün lojistik-gıda ve askeri malzemeler sağlayarak ödemektedir. Yine İsrail’in kolay kolay kimseye vermeyeceği “Yahudi üstün cesaret madalyası” ile Erdoğan’ı ödüllendirdiği günleri henüz unutmadık.

Aynı şekilde İsrail siyonizmiyle “iki dost ve kardeş ülke” olan Azerbaycan da savaşın petrol ihtiyacını karşılamaktadır. Artsakh’ın işgalinde Azerbaycan’a sunduğu desteğin karşılığı olarak. Bu yüzden Erdoğan ile Aliyev soykırım suçlularıdır.

Dünyanın değişik ülkelerinden toplanarak Filistin halkının topraklarına işgal ederek yerleşen Siyonistler bugüne kadar dökülen kanın sorumlusudurlar. İsrail Devleti halen süren kanlı saldırılara ve savaşlara neden olmaktadır. Dünyanın değişik ülkelerinden devrimcilerinin haklı ve meşru olan Filistin halkının mücadelesine destek sunarlarken, Türkiye’den ise ’68 kuşağının devrimci önderleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’lar “Savra Hatha-Zafere Kadar Devrim” diyerek, Filistin mücadelesini kendi davaları olarak görmüşlerdir. Üç bine yakın Türkiyeli devrimci Filistin halkıyla dayanışmak için siyonizmle savaşmaya gitti. Bazı devrimciler ölümsüzleşti, bazıları İsrail hapishanelerinde işkencelere maruz kaldı, yıllarca hapis yattı. İsrail hapishanelerinde esir tutulanlar ile savaşta şehit olan ve halen mezar yerleri belli olmayan devrimciler unutulmadı.

Diğer tarafta devrimcileri polise ihbar eden “Filistin’de ne işleri var?” var diyen, dönemin İslami hareket liderlerinden olan, Erdoğan’ın da “biat ettiği” N.Fazıl Kısakürek, İsmail Kahraman gibi gerici odakların bütün amaçları Filistin Davası’nı rant haline getirmek olmuştur. İsrail’e giden bütün yardımların gizlice Türkiye’den gönderildiği bugün ispatlanmış, Erdoğan’ın gerçek yüzü ortaya çıkmıştır.

Ortadoğu’nun en kadim halklarından olan Ermeniler, 1915 Soykırımı ile Kürt halkı ise Lozan Anlaşması (1923) ile yurtlarından edildi. Filistin halkının yaşadığı topraklar Siyonistlerce işgal edildi. Bugün süren bütün savaşların ana sebebi işgal ve soykırıma uğrayan halkların haksızlığa olan başkaldırısıdır. Geleneğimizin de içinde olduğu Filistin ve Kürt halkı ile dayanışma kampanyalarına ilk önce katılanlardan biri Nubar Ozanyan oldu. Filistin’e gitti. “Zafere Kadar Devrim” şiarı ile Filistin halkı ile beraber oldu.

Diğer tarafta kendi kaderini tayin eden Artsakh halkının mücadelesinde halkını yalnız bırakmadı. Türk ordusu ve desteğindeki Azeri-MHP-Ülkü Ocaklarına karşı savaştı. Türk Cumhuriyetleri ile birlik oluşturmanın önünde engel olarak görülen ve yüz yıldır devam eden Ermenistan’ın ortadan kaldırılması hayallerine karşı mücadele etti. Monte Melkonyan-Leonid Azdgalyan’lar ile birlikte omuz omuza savaştı. Halkına karşı görevlerini yerine getirdi.

2012’de bu sefer Ortadoğu Suriye-Kobane’de tutuşturulan Kürt halkının özgürlük ateşine katılmak için Rojava’ya gitti. Türk devleti desteğindeki IŞİD çetelerine karşı savaşma önerisini kabul etti. Tek başına kalma pahasına da olsa, geçici yol arkadaşlarının “bizim orada ne işimiz var?” anlayışına karşı çıkarak, Kürt halkı ile omuz omuza savaştı. Geleneğimizin de içinde yer aldığı, Rojava’nın özgürleştirilmesi hamlesinde tarihi başarılara imza attı. IŞİD çetelerine hayatları boyunca unutamayacakları dersler verdi.

Ararat’tan Dersim’e, Filistin’den Rojava’ya… Bir devrim neferi!

Ortadoğu’nun en barbar ordularının başında gelen Türk Ordusu destekli IŞİD çetelerinin işgali altında ve başkent ilan ettikleri Rakka Operasyonu’nda kaybettiğimiz Nubar Ozanyan’ın yeri kolay kolay doldurulamayacak Partizanlarımızdan olmuştur. Kendini sadece savaş ustası olarak değil, aynı zamanda bugün inkar edilen “Ermeni Tarihi-Ermenistan Tarihi” konulu çalışmaları ile de başvurduğumuz bilge Partizan olmuştur. Birçokları gibi bilgilerini hiçbir zaman “şan ve şöhret” edinmek için kullanmadı. Maddi kazanç sağlamak için çalışmadı. Gösterişten uzak, çoğu zaman maddi sıkıntılar içerisinde yaşama tutundu. Ama hiçbir zaman yakınmadı.

Teknik ve askeri yeteneklerini yüzlerce Enternasyonal Devrimci’nin yetiştirilmesinde onlara öğretmenlik yaparak gösterdi. Bu yüzden yoldaşları onun yanını kendilerini her zaman güvende hissettikleri yer olarak görmüşlerdir. Rojava’ya ulaşmadan önce, çok zor koşullar altında Türk Ordusu’nun hezimete uğradığı ağır yenilgiler aldığı, Gare’de askeri eğitimini tamamladı. İlerlemiş yaşına rağmen verilen ve gösterilen görevleri her ne pahasına olursa olsun yerine getirme azmi ve kararlılığı içerisindeydi. Bir gurup yoldaşı ile partisinin talimatı doğrultusunda Rojava’ya geçti. Hiç kimseye “şunu yapın- bunu yapın, ben sonra gelirim” emir ve direktiflerde bulunmadı. En önde kendisi gitti. Örnek ve önder oldu.

Bugün Rojava’da Türk devletinin işgal ve tehditleri halen devam etmektedir. Türk ordusu ve çeteleri destekli saldırılar tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Terör gerekçe gösterilerek, Rojava bir kez daha işgal ile karşı karşıyadır. 2012’de başlayan özgürlük ateşi Rojava’da on beş bine yakın şehit verilerek savunulmuş, IŞİD çetelerine diz çöktürülmüştür. Erdoğan’ın en büyük isteği olan “Kobane düştü düşecek” hayali boşa çıkarılmıştır.

Rojava’da kaybettiğimiz enternasyonal devrimci Ulaş Bayraktaroğlu “…faşizme karşı, Türkiye’de, Kürdistan’da, Rojava’da omuz omuza mücadele ediyoruz ve savunuyoruz, alınterimiz ve kanımız birbirine karışıyor” derken, Rojava’nın özgürleştirilmesi hamlesinde kaybettiğimiz enternasyonal devrimciler, Amerikalı, İngiliz, İtalyan, Alman, Türk devrimcilerin kanları ile Rojava toprakları sulanmıştır. Aynı şekilde 14 Ağustos’ta Rakka’nın özgürleştirilmesinde Inger Nubar Can, Hewal Nubar, Nubar yoldaşı da kaybettik.

Nubar Ozanyan’ın şehit düşmesi haberi ile Yervan’dan Türkiye’ye, Başur’dan Filistin’e kadar birçok coğrafyada derin üzüntü ile karşılanmıştır. Naaşının Hayastan’a defnedilmesi talebi, Kürt halkı tarafından sahiplenilmesi ve naaşının Rojava’da kalması istenmesi nedeniyle yerine getirilmemiştir. Rojava topraklarında kalması istenmiştir. Derik şehrinde bulunan Xebat Şehitliği’nde istirahatine yoldaşları ile Kürt halkı karar verilmiştir. Derik halkı, Nubar Ozanyan’ı sahiplenerek bağrına basmıştır. Kürt halk geleneklerine göre, başka topraklarda şehit olan gerilla, bir aileye emanet edilmektedir. Nubar Ozanyan’ın şehitlik nasnamesi bir Kürt aileye verilmiştir.

Nubar Ozanyan yoldaş bütün yaşamı boyunca Kaypakkaya çizgisine sadık kaldı. Nasıl düşündüyse öyle yaşadı. Sadece yaşamadı aynı zamanda yaşamının her anında mücadele içinde oldu. Partisi Nubar Ozanyan ölümsüzleştikten sonra gerçekleştirdiği Birinci Kongresi’ni Nubar Ozanyan’a adadı ve kongre duyurusunda “1. Kongremiz ayrıca Kongre iradesi tarafından Partili kimliğin örnek bir temsilcisi olan, Partimizin bir üyesi olarak Rojava’da şehit düşen Nubar Ozanyan yoldaşa atfedilerek; İbrahim Kaypakkaya’dan Mehmet Demirdağ’a ve Nubar Ozanyan’a uzanan çizgide, Partimizin nasıl bir komünist kişilik ve kadro istediğinin altı çizilmiş ve bu zorlu sürecin ‘Ozanyanlaşarak’ aşılacağı vurgulanmıştır” ifadelerini kullandı.

Bugün ardılları onun bıraktığı yerden mücadelesini devralmışlar ve onu yaşatıyorlar…

Inger Nubar Can, ölmedi mücadelemizde yaşıyor!

(Bir mücadele yoldaşı)

 

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/inger-nubar-can-hewal-nubar-nubar-yoldasa

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)