18 Ağustos 2024 Pazar

ATEŞ OLMADAN KÖZ OLMAZ_Dünden Bugüne Kaypakkaya Geleneği Üzerine_1__FİKRET KARAVAZ

Birinci Bölüm : 

Millî Demokratik Devrim, Türkiye'de 1970'li yıllarda askerî bir müdahale ile Marksist-Leninist tipte bir sosyalist devrimin olması gerektiğini savunan düşüncedir. Doğan Avcıoğlu'nun başı çektiği Yön ve Devrim dergileri, Millî Demokratik Devrim'in savunucusuydu ve 12 Mart Sürecinde önemli bir yere sahipti. 

 Millî Demokratik Devrim, Türkiye İşçi Partisi (TİP) içinde tartışılmış ve bölünmeye neden olmuştur. Özellikle Mehmet Ali Aybar'ın liderliğindeki TİP çevresi, "Millî Demokratik Devrim" ile "Sosyalist Devrim"i birbirinden ayrılamaz olduğunu savunup doğrudan bir sosyalist devrimi tercih ederken Mihri Belli'nin kavramlaştırdığı Millî Demokratik Devrim ise Türkiye'ye daha uygun bir devrim olarak ikinci bir grup tarafından tercih edilmiştir.

 

Bu gruptakilere göre devrim, iki aşamalı olmalıdır. Önce Millî Demokratik Devrim, "askerî darbe" şeklinde "genç subayların" önderliğinde olacak; sonra da "proleter devrim" şiddete dayanmadan kesintisiz bir şekilde işçi sınıfının hâkimiyetini kuracaktır.

 

Çünkü MDD ile sosyalist devrim farklı türde çelişkilerin çözümünü içermekte, dolayısıyla farklı hedef ve ittifaklara dayansalar da birbirlerini tamamlamaktadırlar. Belli ve ekibi kendilerine yakıştırılan MDD'ciler ismini reddetmiş ve kendilerini "proleter devrimciler" olarak tanımlamayı tercih etmişlerdir.MDD’cilerin sosyalist devrimin birinci aşamasında bir askeri darbeye bel bağlamaları kuşkusuz onların kemalizme ve Kemalist orduya biçtikleri ilerici misyondan kaynaklanıyor ve bu nedenle de  Marksist devlet teziyle çelişiyordu.

 

İşte tam da burada İbrahim Kaypakkaya sosyalist devrimin asgari programına karşılık gelen Demokratik Halk Devrimi (DHD)’nin dayanması gereken sınıf ittifakları ve mücadele stratejisiyle her türden oportünist- revizyonist çizgilerle arasına kalın bir çizgi çizmiştir.

 

Benzer bir yaklaşım Kemalizm konusundaki tereddütlerine rağmen Mahir Çayan’da da mevcuttur. 

   

 İbrahim Kaypakkaya’nın kendi sürecinde diğer devrimcilerden esas farkı, gerek devrim aşaması olarak DHD’nin dayanması gereken işçi-köylü ittifakı ve gerekse ulusal sorun bağlamında Kürt ulusal sorununun devrimci karakterine yaklaşımıyla, MDD’cilerin asker-sivil aydın zümreden başka devrimci bir dinamik göremedikleri coğrafyamızın devriminin asli dinamiklerine yaptığı vurgu ve stratejik hattındadır. 

   

 

 Demokratik devrim belirlemesi, ilk olarak Marks tarafından Almanya'da burjuva demokratik devrimin tamamlanmamış görevlerine dair olarak yapılmıştır. Daha sonra, kapitalizmin emperyalizm aşamasında, Lenin tarafından, sömürge ve yarı sömürgelerin devrim programı olarak demokratik devrim, İşçi köylü temel ittifakı ile sosyalist devrimin asgari programı olarak belirlenmiştir 

  

 

 Maoizm ise Çin devrimi pratiğinde demokratik devrimi yine Sovyet devrimi gibi sosyalist devrimin asgari programı olarak geliştirmesine rağmen, bu kez devrim coğrafyasının bir yarı sömürge olmasıyla sınıf ittifakları daha geniş yelpazede, milli burjuvaziyi de kapsayacak bir biçimde gerçekleşmişti.

 

Maoizm Demokratik Halk Devrimi olarak tanımlanan devrim programının karakterini milli olarak tanımlarken bu tanımlama devrim Demokratik cephesinde milli burjuvazinin bulunmasından dolayı değil, hem komprador kapitalizme hem de açık emperyalist işgale karşı gelişen devrimci sürecin niteliğinden dolayıdır. 

  

Ben, FİKRET KARAVAZ

 

bu yazı dizisinde, Kim daha iyi ya da daha kötü Kaypakkayacı tartışmalarına doğmatik bir perspektiften değil ama 73’ten günümüze değin olan gelişmeler bağlamında İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerini gerçekçi bir yaklaşımla değerlendirerek, onun her türden revizyonizm ve oportünizmle arasına koyduğu kalın çizgileri belirsizleştirmeyen yeni bir DHD perspektifi ortaya koymaya çalışacağım.

 

 Çünkü,

 

İbrahim Kaypakkaya’dan günümüze değin olan gelişmeleri dikkate almayan doğmatik bir savunu kadar, söz konusu değişimlerin ana yönlerini yanlış belirleyen ve değişmeden kalan sosyo ekonomik ve siyasal olguları dikkate almayan herhangi bir İbrahim Kaypakkaya revizyonunun da Anadolu ve Kürdistan devrimine tutarlı bir perspektif getiremeyeceğini düşünüyorum.

 

Kuşkusuz, Kaypakkayacı gelenek Kemalizmin sınıfsal niteliğine ilişkin tutumu ile resmi ideolojiden köklü bir kopuşa karşılık gelmesiyle coğrafyanın devrim tarihinde farklı ve özgün bir konuma sahiptir.

 

Fakat,

 

bu, komünistlerin birliği sorununun Kaypakkayacıların birliği sorununa indirgeme yaklaşımlarına zemin oluşturabilecek bir olgu da değildir. 

  

İbrahim Kaypakkaya’nın fark yaratan görüşlerinin derinliğinde Kemalizmin faşist sınıfsal karakterinin teşhirinin yanı sıra, dönemin MDD’cilerinin burjuva feodal devlet aygıtını ele geçirip onu devrim menfaatine kullanma fantezilerinin ürünü olan anti Marksist, darbeci tezlerine karşı DHD perspektifli devrim anlayışını, devrimin dayanması gereken temel sınıf ve ittifaklar bağlamında net bir biçimde ortaya koyarken, yine, kendi döneminin teorik yazınında hiç dikkate alınmayan ve o dönem için açık bir mücadele biçimi almamış olan Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı kapsamındaki olası bir mücadelesinin  Anadolu  ve  Kürdistan devrimi için  tayin edici öneminin fark ederek Kürt ulusal sorununa ayrı bir önem vermesi ve 12 Mart sonrası silahlı mücadeleyi de Kürt coğrafyasından başlatmasıdır.

 

 

İyi bir Kaypakkayacı olmak her şeyden önce iyi bir Marksist-Leninist-Maoist olmayı gerektirir.

 

Bugün,iyi bir Kaypakkayacı olmanın ölçütü onu şuradan ya da buradan savunmak değil  onun görüşlerini değişen ve değişmeyen koşullar bağlamında coğrafyanın devrim pratiğine tutarlı bir biçimde uyarlamaktır.

 

Yoksa,

 

Kapakkaya’yı doğmatik bir biçimde savunanlar kadar onun Kemalizm tesbitlerinden ulusal soruna kadar görüşlerini muhafaza ederek çeşitli biçimlerde revizyona tabi tutanlar da şu ya da bu biçimde Kaypakkayacıdır, en azından ondan etkilenmiştir.

 

Bu anlamda, kaypakkaya çizgisinin coğrafyanın gerçekleriyle örtüşmeyen tutarsız revizyonları kadar onun görüşlerini değişen koşulları dikkate almadan doğmatik bir biçimde savunmaya çalışanlar da hatalıdır.Ve eğer ortada bir hatalar silsilesi varsa bir komünist olarak bize bu hatalar silsilesinin kaynaklarını göstererek Kaypakkayacıları tutarlı bir çizgide bir araya getirebilecek yeni bir perspektif arayışına olanaklar ölçüsünde çaba göstermek düşer. Böylesine güç ve her an her cepheden çeşitli biçimlerdeki tepkileri üzerine çekebilecek bir tartışmanın içine bireysel bir yaklaşımla girmek ne kadar riskli bir iş olsa da inandığım davaya inancım bana böyle bir cüreti göstermem gerektiğini söylüyor. 

  

 İbrahim Kaypakkaya,

 

68 :sürecinin temel bölünmelerinden olan MDD -sosyalist devrim ayrımında MDD geleneğinden gelmesine rağmen DHD surecini bir MDD olarak tanımlamaz.

 

Anadolu devrimin karakterinin DHD niteliğinde olduğunu, Çünkü, burjuva demokratik devrimin tamamlanmadığını, feodal ve yarı feodal üretim ilişkilerinin komprador kapitalizmle kompleks bir yapı oluşturduğunu belirterek, işçi köylü temel ittifakı ve uzun sureli halk savaşı stratejisiyle belirli bir DHD tanımlaması yapmıştır.

 

 

 İsçi köylü temel ittifakına şehir küçük burjuvazisi ile birlikte orta burjuvazinin devrimci kesimlerininde katılabileceğini belirtirken, başta Çin devrimi olmak üzere geçmiş devrim deneyimlerinin birikimleri üstünden belirlemeler yapmıştır. 

  

İbrahim Kaypakkaya, yine, genel olarak demokratik devrimle ilişkisi bağlamında ulusal sorun ve özel olarak Kürt ulusal sorununun niteliğine dair de çözümlemeler yaparken, proletaryanın öncüsünün, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi kapsamında, milli hareketler içindeki halk sınıflarının demokratik devrimde kendiliğinden proletaryanın müttefiki potansiyeli taşıdığını da belirler.

 

Bizzat bu belirlemenin kendisi doğrudan sosyalist devrim programlarında ulusal hareketlere ve bu karakterdeki devrimci hareketlere hiç yer vermeyen yâ da kendi kaderini tayin hakkinin demokratik muhtevasını genel olarak demokratik devrim programı ile ilişkilendirmeyen anlayışlardan farklı olarak, Anadolu devriminin niteliğinin, hem yarı feodal sosyo-ekonomik yapı ve dolayısıyla demokratik devrimin tamamlanmamış olmasından dolayı ve hem de burjuva demokratik bir hak kapsamında olan ulusal sorunun halen çözülmemiş olmasından dolayı DHD karakterinde olduğunu belirlerken, DHD sürecini ise içinden geldiği siyasal gelenekten farklı olarak MDD olarak tanımlamamaktadır.

 

 Kuşkusuz bu olguda oldukça yeterli bir ideolojik birikimle birlikte, ulusal sorunun gelişme eğilimlerine karşı güçlü bir siyasal ön sezi söz konusudur. 

  

İbrahim Kaypakkaya’da, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının burjuva demokratik bir hak olarak halen çözüme bağlanmamış olmasından dolayı, coğrafyanın devrim sürecinin, diğer nedenlerle birlikte DHD  süreci olduğuna dair açık bir ifade bulunmamasına rağmen, Kürt sorununun, ayrıntılı bir biçimde gelecekte alabileceği biçimler bağlamında da irdelenmiş olması, onun, sorunu DHD sürecinin ayrılmaz ve en önemli parçalarından biri olarak  gördüğünü ortaya koyar.

 

Çünkü,

 

bilindiği gibi DHD’nin birincil görevi, burjuva demokratik devrimin çözüme bağlamadığı ya da bağlayamadığı sorunları çözüme bağlamaktır. 

  

 Anadolu ve Kürdistan devrimi ,esas olarak, yukarıda belirtilen temel problemlerinden dolayı bir DHD sureci tanımlasa da bu süreç bir MDD süreci olarak tanımlanamaz.

Her şeyden önce ,temel olarak iki farklı ulustan halk sınıflarının katılımı ile gelişme eğilimi gösteren bir DHD süreci, ister farklı siyasal yapılar biçiminde, isterse ortak bir siyasal program etrafında gelişsin, her iki durumda da MDD olarak tanımlanamaz

  

Her iki durumda da DHD surecini MDD olarak tanımlamak, eğer, egemen ulusun milli nitelikteki devrimini tanımlıyorsa, en kaba biçimiyle bir şovenizme karşılık geldiği gibi, kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin demokratik muhtevasının da hem açık bir ihlali ve hem de genel olarak ulusal sorunun DHD ile ilişkili diyalektiğine karşı bir kayıtsızlığın göstergesidir. 

  

Tarihte, ulusal hareketlerin, bir coğrafyada, sosyalizm mücadelesinden daha güçlü siyasal dinamikler geliştirmesi, özellikle, 68 sonrası süreçlere dair nadir bir olgudur. Sosyalizm deneyimlerinin yenilgileri ile birlikte sosyalizmin dünya genelinde yaşadığı saygınlık kaybı ve sonrasında 3.emperyalist paylaşım Savaşlarının dünya genelinde bölgesel çatışmalar biçiminde gelişmesi, ulusal kurtuluş mücadelelerinin gelişme trendini güçlendiren uluslararası koşulları yaratmıştır. 

   

Anadolu coğrafyasında da Kürt ulusal sorunu etrafında gelişen ulusal kurtuluş mücadelesi, kendi kaderini tayin hakkı ilkesi bağlamında demokratik bir muhtevaya sahiptir. Kuşkusuz, iki farklı milliyetten halk sınıflarının faşizme karşı mücadelesi, ister farklı siyasal yapılanmalar biçiminde gelişsin, isterse ortak bir siyasal program etrafında gelişsin bir MDD tanımlamaz.

 

Çin devrim deneyimi ve sonrasında tek uluslu ya da ezilen ulus konumunda olan siyasal hareketlerin devrim süreci MDD olarak tanımlansa da Anadolu devriminde ,Kürt ulusal sorununun, aynı zamanda, tarım ve köylü sorunuyla iç içe geçmiş bir niteliğe sahip olması ,Kürt ulusal sorunun nihai çözümünü, DHD süreci ve sosyalist devrimle hem asgari program ve hem de azami program bağlamında esastan ilgilendiren bir nitelik göstermektedir.

 

Dolayısıyla, ulusal kültür, dil sorunu gibi ulusal sorunun argümanlarını oluşturan meselelerin DHD ile ilişkisi bağlamında bir MDD programının kapsamı ile sınırlandırılamaz niteliği ve yine, Anadolu  ve Kürdistan coğrafyası için ulusal sorundan başka farklı kimlik ve aidiyet sorunlarının varlığı, DHD’nin asgari programının alanını genişletmekte ve DHD surecini bir MDD olarak tanımlamaya olanak tanımamaktadır.

 

DHD’nin asgari programının genişleyen kapsamı, devrimin niteliğine dair MDD belirlemelerini pratikte uygulanması olanaksız ütopik belirlemeler haline getirmektedir . 

  

Komprador kapitalizmin, eşitsiz gelişme yasasının hâkimiyetinde yarattığı bölgesel dengesizlikler ve özellikle Kürt coğrafyasının iklimsel ve tarımsal farklılığı ile birlikte kapitalist gelişmenin verimli tarım alanları etrafında ve ulaşım yolları üstünde gelişme eğilimi, Kürt coğrafyasında kapitalist gelişme bakımından büyük uçurumlar yaratmaktadır. Kürt köylülüğü kendi coğrafyasının dışında proleterleşmekte, bu olgu da Kürt ulusal sorunu sınıf mücadelesi ile ortaklaştıran bir nitelik göstermektedir.

   

Kürdistan ve Anadolu devrimi, bir birinden farklı iki ayrı MDD süreci olarak belirlense dahi, ne Kürt coğrafyasının ne de Anadolu coğrafyasının, yalnızca kendi dinamikleri, MDD surecini sonuca vardıracak yeterliliklerden yoksun görünmektedir. Kürt coğrafyası için tanımlanabilecek bir MDD süreci, köylülüğün, esas eğilim olarak, kendi coğrafyası dışında proleterleşme eğilimi sebebiyle sınıfsal dinamiklerden yoksun olduğu gibi, Kürt milli burjuvazisinin, yine, esas olarak ticaret sermayesi niteliğinde olması ,Kürdistan devriminin  tutarlı bir MDD süreci olarak gelişmesini olanaksız hale getirmektedir.

 

 

 Yine, Kürt milli burjuvazisinin esas olarak tarım kökenli sermaye yapısı ve milli burjuvazinin de tarımın yarı feodal yapısına bağlı olarak, sermaye birikiminin üretim süreci dışında, değişim süreçlerinde oluşması eğilimiyle tefeci tüccar sermayesi niteliğinde olması ,bu sınıfın komprador kapitalizmle çelişkilerinin esas olarak pazar çelişkileri alanında kalmasının koşullarını yaratırken,

 

yine

 

Kürt milli burjuvazisini anakent şehirlere bağımlı hale getirmekle, milli devrimin tutarlı bir MDD süreci olarak gelişmesine olanak tanımamaktadır. 

 

 

Kapitalizmin emperyalizm aşamasında ,yarı sömürge ve sömürgelerde geliştirilen komprador kapitalizmlerin bütün dinamikleri tarımın yarı feodal niteliğine bağımlı olarak inşa edilir.

 

 

Dolayısıyla,

 

yalnız emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazinin değil, milli burjuvazinin de tarımda yarı feodal biçimleri tasfiye edecek ve tarımı kapitalistleştirecek bir niteliği yoktur.

 

 

Çünkü, bu sınıfların tamamı bizzat tarımın yarı feodal niteliğinin yarattığı ekonomi politik dinamiklerle kendilerini yeniden üretmektedirler.

 

  Bu olgu, egemen sınıflar cephesinden bir gerçeklik olduğu gibi halk sınıfları cephesinden de böyledir.

 

Örneğin,

 

Anadolu coğrafyasında halk sınıflarının kaynağı köylülüktür. Proletarya gibi küçük burjuvazi ve orta sınıflar da köylülüğün farklılaşması sonucu gelişmektedir. Köylülüğün farklılaşması süreçleri, kapitalizmin emperyalizm öncesi serbest rekabetçi kapitalizm döneminden farklı nitelikler gösterir.

 

Komprador kapitalizm,

 

bir taraftan ,ucuz iş gücü ve hammaddeyi tarımın yarı feodal niteliğine bağlı olarak yeniden üretirken, diğer taraftan ,bu yarı feodal yapı toplumun diğer bütün sınıfsal farklılaşmalarının niteliğini de belirlemektedir.

 

 Örneğin,

 

 ekilebilir arazilerin sabit kalmasıyla kırlarda oluşan artı nüfus şehirlerde birikirken, bu artı nüfusun bir bölümü tamamen köyle ilişkisinden koparak proleterleşirken, bir bölümü de Köyle ilişkisini yarıcı ve kiracı ekonomisi ile sürdürerek, köydeki toprağının büyüklüğüne göre, şehirlerde yarı proletarya, küçük burjuvazi ve orta sınıfları meydana getirmektedir.

 

Şehirlerde biriken bu artı nüfusun, yarı proletaryayı oluşturan kısmı, köyden bir miktar gelirinin olmasıyla, emeğin kendisini yeniden üretmek için ihtiyaç duyduğu miktara karşılık gelen gerekli emek zamanını düşürerek ortalama ücretleri düşürmektedir.

 

Bu olgu, komprador kapitalizme ucuz iş gücü yaratan dinamiklerin esasını oluşturmaktadır.

 

Yine, şehirlerde biriken artı nüfustan işsiz kitleler de arz ve talep dengeleri ile ortalama ücretleri düşürmektedir.  

   Diğer taraftan, küçük ölçekli aile tarımı niteliğindeki yarı feodal tarımda üretim surecine giren feodal angaryanın farklı biçimleri ve esas olarak satın alınmış ücretli emek kullanımının tali kalması, tarımsal ürünlerin ve dolayısıyla sınaî hammaddelerin ilk elden fiyatını düşürmekte, komprador kapitalizm ve emperyalizme ucuz hammadde kaynağı yaratmaktadır.

 

 Sermaye birikiminin, tarımda esas eğilim olarak üretim süreçleri dışında, değişim surecinde gelişme eğilimi tefeci tüccar sermayesi biçimini alırken, bu tefeci tüccar sermayesi ,iş birlikçi holding sermayesinin olduğu gibi bizzat devletin ekonomik faaliyetinin de niteliğini belirlemektedir. Yine, orta sınıflar ve milli burjuvazi de tarımla ilişkisi bağlamında tefeci tüccar sermayesi niteliği göstermektedir. 

  

 

 Küçük  ve orta ölçekli tarım ve buna bağlı olarak halk sınıflarının bileşiminde çekirdek proletaryanın zayıf konumu ve toprak talebinin zayıflığı, asgari programın ekonomik talepler ve sınıf dinamikleri bağlamında handikaplı karakterini oluşturmaktadır. Anadolu coğrafyasında, halk sınıflarının birleşiminde ,küçük burjuvazi ve yarı proletaryanın belirgin hakimiyeti ile birlikte, küçük ve orta ölçekli tarıma bağlı olarak toprakta küçük mülkiyetin belirleyici niteliği ile toprak talebinin zayıflığı, DHD asgari programının handikaplarını oluştururken, tarihsel olarak köklü bir ulusal sorunla birlikte, yine tarihsel kökleri olan bir kimlik sorunu olarak, alevi kimliğinin demokratik talepleri asgari programın siyasal muhtevasını genişleterek DHD’nin içeriğini sınıfsal dinamiklerle birlikte derinleştirmektedir. 

 

 

Köylü ve tarım sorunuyla iç içe geçmiş olan Kürt ulusal sorunu ve alevi kimliğinin demokratik talepleriyle birlikte, diğer ezilen toplumsal kimliklerin talepleri, asgari programın siyasal muhtevasını ve kitle tabanını sınıfsal dinamiklerin ötesine taşımaktadır. Bu niteliği ile Anadolu ve Kürdistan coğrafyasının DHD süreci, Kürt ve Türk coğrafyasında iki ayrı MDD biçiminde değerlendirilse dahi her iki coğrafyanın gerek sınıfsal, gerekse kimliksel dinamikleri DHD surecinin bir MDD biçiminde gelişmesine yeterli siyasal koşulları üretememektedir.

 

 Dolayısıyla,

 

 

bütün ekonomik ve siyasal göstergeler, Kürdistan demokratik devrimi ile Anadolu demokratik devrimini ortaklaşa ve iç içe süreçler haline getirmesine rağmen, gerek Kürt milli burjuvazisi ve bir kısım toprak ağalarının, dört ayrı devlet coğrafyasına bölünmüş olan Kürt realitesinin bölgesel faşizmlerle çatışmasında, halen meşru bir niteliğe sahip olan demokratik taleplerin temsilcisi konumunda olması ve bu olgudan dolayı, Kürt proletaryası ve köylülüğünü halen siyaseten yedekleme avantajlarıyla ve gerekse ,Anadolu devrimci dinamiklerinin siyaseten ve örgütsel yetersizlikleri, Kürt ve Anadolu demokratik devriminin ortaklaşma koşullarını olumsuz etkilemektedir.

   

 

 

Görünen odur ki Anadolu devrimi ile Kürdistan devriminin ortaklaşma koşulları ,Kürdistan demokratik devrimi için asıl mücadele eden kitleleri oluşturan Kürt proletaryası ve köylülüğünün, yalnızca kimliksel ve demokratik taleplerinin değil ama sınıfsal taleplerinin de Kürt milli burjuvazisi ve toprak ağalarından farklılaşacağı bir siyasal konjonktüre kadar Anadolu devrimi ve Kürdistan devriminin siyasal öncü düzeyinde ortaklaşma koşulları handikaplıdır.

 

DHD’nin bütün bu handikaplarına rağmen, Kürdistan ve Anadolu coğrafyasının iki farklı MDD sureci olarak gelişme olanaklarının yetersizliği ,Kürdistan ve Anadolu devrimini giderek daha güçlü siyasal dinamiklerle iç içe süreçler haline getirmektedir. 

  

 Burada,

 

özellikle, şu olgunun vurgulanması da gerekir ki Anadolu ve Kürdistan DHD süreci için işçi- köylü temel ittifakının müttefik sınıfı, genel olarak  orta burjuvaziye karşılık gelen milli burjuvazi değil ama yalnızca Kürt milli burjuvazisidir.

 

Çünkü,

 

Türk milli burjuvazisi, özellikle, Kürt sorununun varlığı bağlamında komprador burjuvazi saflarında şoven bir siyasal pozisyonu işgal etmektedir.Diğer nedenler bir tarafa bırakılsa dahi Kürt milli burjuvazisinin DHD sürecinde işçi –köylü temel ittifakının müttefiki olmasını koşullayan Kürt ulusal sorununun bile tek başına varlığı, coğrafyanın devrim sürecinin DHD süreci olduğuna dair yeterli bir sebep teşkil eder.

 

DHD’den sosyalist devrime doğru olacak olan gelişme, DHD sürecinde kazanılacak mevzilerin belirleyeceği,konjonktürdeki değişmelere göre  çeşitli mücadele biçim ve yöntemlerinin birbiriyle  yer değiştireceği uzun soluklu bir mücadele sürecini güncellemektedir.

 

 

 Gerek Anadolu coğrafyasında, hem halk sınıfları cephesinden hem de kimlik ve aidiyet sorunları cephesinden DHD’nin  asgari programı için engel oluşturan olgular, aynı zamanda, her iki coğrafyanın devriminin siyasal öncülüğünün gelişme dinamiklerini de yine çelişkinin bu özgün niteliği koşullarında belirlemeye adaydır. Halk sınıfları cephesinden, proletaryanın zayıf konumu ve köylülüğün esas olarak küçük  ve orta köylülükten oluşması sebebiyle toprak talebinin zayıflığı koşullarında, halk sınıflarının bileşiminin de küçük burjuvazi ve yarı proletaryanın çoğunluğu teşkil etmesiyle, devrimci dinamiklerin, esas olarak küçük burjuvazi ve yarı proletaryanın devrimci unsurları zemininde gelişmesi ,güçlü bir proletarya partisinin mevcut siyasal konjonktürde yaratılma koşullarına handikap oluşturmakta ve devrim cephesinde çok parçalı siyasal bir görünüm oluşmasına sebep olmaktadır.

 

 

DHD’nin esas dinamiklerinde güçlü bir hareket yaratma yeterliliğinde bir proleter öncülüğün yaratıma koşulları, kendi coğrafyası dışında proleterleşen Kürt halk sınıflarının, siyaseten kendi mülk sahibi sınıflarından farklılaşacağı bir siyasal konjonktürün gelişme koşulları tarafından belirlenecektir.

 

Kürt köylülüğü ve proletaryasının, kendi ulusal kimlik sorunlarının ötesinde ,sınıfsal dinamiklerle katılmadığı bir DHD, Anadolu coğrafyası için pratikte gerçekleşmesi olanaksız bir ütopyadan ibarettir.

Yine,

 özellikle orta sınıfların ve milli burjuvazinin ekonomik dinamiklerinin tarıma bağımlı niteliği ile örneğin, KOBI tarzı işletmelerin ve mikro işletmelerin faaliyet dışı gelirlerinin tarım kaynaklı olması, komprador kapitalizmin ekonomik buhranlarına bir esneklik vermekte ve bu olgu, halk sınıflarının birleşiminde  çekirdek proletaryanın zayıf konumu ile birleşerek emperyalizmin ve komprador kapitalizmin ekonomik buhranlarının siyasal buhranlara dönüşmesindeki yetersizliklere sebep teşkil etmektedir. 

  

 Anadolu coğrafyası için DHD surecini Bir MDD süreci olarak algılayan siyasal anlayışlar, kitlelerde beklenen politizasyonun istenen düzeyde gelişmediği koşullarda ve özellikle halk savaşı için köylülüğün toprak talebinin zayıflığından dolayı kitlesel gelişmenin yetersizliği koşullarında, DHD’nin bu şabloncu dogmatik anlayışından cayarak, bu kez modern değişimci bir konuma savrularak doğrudan sosyalist devrim tezlerine sarılmaktadır.

 Oysa,

 diyalektik olarak düşünüldüğünde, sınıfsal dinamiklerin bir DHD sureci için dahi engel oluşturduğu ve yetersizlik gösterdiği koşullarda sosyalist devrimin hangi sınıfsal dinamikler üstünde gelişeceği kocaman bir soru işareti olarak durmaktadır. 

  

Bütün siyasal ve ekonomik göstergeler Anadolu ve Kürdistan demokratik devrimlerini, gerek kimlik sorunları etrafında ve gerekse sınıfsal dinamikler etrafında ortaklaşmaya doğru sürüklemektedir. Sosyalist devrim ve DHD’nin  azami programı ile asgari programının birleşme dinamikleri tam da Anadolu ve Kürdistan devrimlerinin zorunlu ortaklaşma dinamiklerinden gelişmeye aday konumdadır.

 

Örneğin ,

 

ulusal sorunun köylü sorunu ile iç içe niteliği ile birlikte, Kürt köylülüğünün kendi coğrafyası dışında proleterleşme koşulları, bu sınıfsal dinamiklerden başlıcalarını oluştururken, yine, bir toprak reformunun yarı feodal tarla tarımının niteliğinde bir değişim yaratmayacağı ve küçük tarımı ortadan kaldırmayacağından dolayı ,tarım ve köylü sorunun nihai çözümünün, tarımın kolektifleştirilmesine zorunlu bağımlılığı, asgari programın azami programa koordine olduğu siyasal içeriği oluştururken, DHD den sosyalist inşaya geçiş süreçlerini de iç içe olgular haline getirmektedir. 

   

 

Anadolu DHD’ni MDD formatında kavrayan siyasal anlayışlar serf niteliğinde topraksız köylülükten ziyade, küçük ve orta köylülük yapısındaki kırlardan beklenen reaksiyonu gerçekleştiremediklerinde, bu kez, DHD’nin  temel tezlerini Külliyen yadsımakla doğrudan sosyalist devrim paradigmaları geliştiriyorlar.

 

Oysa, DHD surecinin toprak ve köylü sorunu, ulusal sorun, kimlik ve aidiyet sorunları etrafındaki asgari programı atlanarak doğrudan azami programı esas almakla bir sosyalist devrim paradigması yaratmak olanaksızdır.

 

Çünkü,

 

asgari programa niteliğini veren ve böylece devrim sürecinin de niteliğini belirleyen sorunlar silsilesi etrafında gelişen politizasyon, örneğin, içeriği kendi kaderini tayin hakkı gibi burjuva demokratik bir hak olan, bizzat Kürt sorununun varlığı, doğrudan azami programı siyasallaştırmaya olanak tanımadığı gibi yukarıda belirtildiği gibi halk sınıfları içinde çekirdek  proletaryanın konumunun belirleyici nitelikte olmaması da doğrudan sosyalist devrim paradigmalarını pratikte uygulanması olanaksız, kağıt üstünde tezler haline getirmektedir.

Herhangi bir coğrafyada devrim sürecinin niteliği, o coğrafyanın ekonomi politiğinden, devrimci ve karşı devrimci sınıflar arasındaki çelişkilerin niteliğinden ve varsa ulusal sorun ve kimlik sorunları gibi siyasal sorunlar etrafında gelişen taleplerin niteliğinden bağımsız olarak belirlenemez.

 

Doğrudan sosyalist devrim paradigmaları ,asgari programı azami programın kuyruğuna yedekleyerek devrimin siyasal içeriğini belirlediklerini sanmakla yanılmaktadırlar. Çünkü, doğrudan sosyalist devrim paradigması, esas olarak, proletaryayı öncü ve temel güç olarak belirlemeyi gerektirir ve baş çelişki emek sermaye çelişkisi olarak belirlenir.

 

 

Oysa, baş çelişkinin niteliğindeki bu farklılık, yalnızca, yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı, emek kitlesinde antikapitalist bir politizasyon yaratmaya yetmeyeceği gibi, asgari programın görevlerini de tali hale getirerek savsaklayacaktır.

 

Çünkü,

 

Anadolu coğrafyasında, zaten, DHD perspektifi için asil sorun, köylülüğün proleterleşme surecinin kendine dair niteliğinden kaynaklanmaktadır. Köylülüğün proleterleşme süreci, tarımın yarı feodal yapısı ve küçük ve ortak ölçekli tarım karakterine bağlı olarak komprador kapitalizm koşullarında yavaş ve sıkıntılı bir nitelik göstermektedir.

 

Yine, bu süreç, kırsal artı nüfustan yalnız proleter kitleleri değil ama ondan daha belirgin olarak yarı proleter ve küçük burjuva kitleleri de türetmektedir. Yarı proletarya ve küçük burjuvazinin halk sınıflarının birleşiminde belirgin bir çoğunluk teşkil ettiği bir siyasal coğrafyada, bir de bu olguya ulusal sorun ve diğer aidiyet ve kimlik sorunları eklenmişse, doğrudan sosyalist devrim paradigması bir ütopyadan öte bir anlam ifade etmeyecektir. 

 

Fikret Karavaz 

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)