30 Ağustos 2024 Cuma

1-TARİHTEN_NOTLAR_Anti-emperyalist niteliğe sahip olmayan bir ulusal hareket "ulusal devrimci" hareket olarak nitelendirilemez!

Anti-emperyalist niteliğe sahip olmayan bir ulusal hareket "ulusal devrimci" hareket olarak nitelendirilemez!

“Burjuva demokratik hareketten söz edersek reformcu hareketle devrimci hareket arasındaki bir ayrımı silip atmış oluruz. Oysa o ayrım son zamanlarda geri kalmış ve sömürge ülkelerde ayan beyan ortaya çıkmıştır. Çünkü, emperyalist burjuvazi reformcu hareketi ezilen milletlere de sokmak için elinden geleni yapmaktadı              (…………………Lenin)

MLM bilimini kendisine kılavuz edinen ve onu kavrayan her marksist çok iyi bilmektedir ki, proletaryanın bilimsel dünya görüşü olan komünist teorinin daha fazla sulandırılarak tarifata ve küçük burjuva çarpıtmalara sahne olduğu dönemler, gerek uluslararası gerekse tek tek ülkeler düzleminde olsun sınıf mücadelesinin düşük seviyede seyrettiği ve komünist hareketin güçsüz (subjektif olarak bazı zaaflar taşıması ve dağınıklığı) olduğu dönemlerdir.

Sözün özü, marksizmin her türlü revizyonunun prim yaptığı ortamların daha çok bu tip dönemlere denk düşmekte olduğu gerçekliğidir. Bunu söylemekle, yani komünist hareketin gerek uluslararası alanda gerekse tek tek ülkeler özgülünde güçlü olduğu, dolaysıyla sosyal kurtuluş mücadelesine istenilen düzeyde önderlik ettiği dönemlerde marksizme yabancı düşünce akımlarının (revizyonist, reformist ve oportünist) olmadığını veya olmayacağı sonucuna varılmasın!

Daha açık bir söylemle ifade edecek olursak, sözü geçen düşünce akımları her iki dönemde de var, sınıflar ve sınıf mücadelesi varlığını sürdürdüğü müddetçe de varolacaklardır. Ancak, bizim burada işaret etmek istediğimiz her iki dönemde varlığı-yokluğu tartışması değil, bir dönemde daha az etkinliğe, diğer bir dönemde ise daha fazla etkinliğe sahip olduklarıdır.

Bu gerçekliği yadsımak ya da görmezlikten gelmek, kapitalist toplumun bağrında boy veren ve işçi sınıfının sosyal kurtuluş mücadelesiyle birlikte maddileşen diyalektik materyalist felsefe ve buna doğrudan karşı olan burjuva ideolojisinin yanısıra bu ideolojinin türevi olarak, yani onun

 PARTİZAN 10_sf.13

idealist ipliğinden dokunmuş marksizme yabancı düşünce akımlarını görmemekle aynı olduğu gibi, bu güçlere karşı mücadele (ideolojik) edilmeyeceği anlayışıyla da aynıdır. Bu anlayış da, kapitalist toplumu meydana getiren iki temel sınıf (proletarya ve burjuvazi) dışında kalan ara sınıf ve tabakaların (küçük burjuvazi, köylülük, milli burjuvazi vb.) toplum üzerindeki etki ve varlıklarının küçümsendiği ya da reddi anlayışını getirir ki, onlara karşı mücadeleyi gereksiz kılar.

Yine bu gerçekliği (farkı) görmemek veya küçümsemek, gerek sosyal kurtuluş devrimlerini yapmış (bugün hepsinde de geriye dönüşlerin olduğunu söyleyelim) veya yapmamış diğer ülkelerin Komünist partilerin tarihlerinden gerekse 60'lar sonrası devam edegelen uluslararası komünist hareketin (enternasyonal bir örgütün olmaması, veya güçsüz oluşu) içinde bulunduğu durumdan, habersiz olmak demektir.

 Demek istediğimiz o ki, marksizme yabancı bu ara akımlardan bazıları hatta kimi zaman çoğu kendilerini "marksist", "sosyalist" lanse ettirerek mücadele sahasında yer alırlar. Veya aldılar. Hatta diyebiliriz ki, bazı zamanlarda ise bu mücadelede güçlü bir potansiyele de sahip olurlar. Tabiki bu etkinlikleri kalıcı değil geçicidir.

Nasıl ki, bu gibi ara akımların mücadele sahasında yer aldıkları somut bir gerçeklik ise,bu akımların (düşünce) toplumsal ve sınıf yapılarından kaynaklı özellikleri de (istikrarsız, korkak /cesur, panikçi, umutsuz /umutlu, kararlı/kararsız vb. gibi) üzerlerinde taşıdıkları bir o kadar gerçekliktir.

Şöyle ki; bu akımlar ezilen ve sömürülen sınıfların toplumsal muhalefetinin seviyesine göre tavır takınırlar. Eğer toplumsal muhalefet yüksek bir seviyede sevrederse, bu akımlar daha çok canlı ve atak olur; düşükse, coşku ve ataklık yerini korkaklık, umutsuzluk, panik, pasiflik ve karamsarlığa bırakır. Daha açık bir deyişle, bir dönem birinci özellikleri ön plana geçerken, diğer dönem ikinci özellikler ön plana geçer. Çünkü, sözü geçen özelliklerin tümünü de kendi üzerlerinde taşıyarak bir arada yaşamaktadır.

Marksizme yabancı bu ara akımların (sınıflar bağlamında) sosyal kurtuluş mücadelesine karşı tavırlarını

Mao şöyle ifade etmektedir:

“Ara sınıflar, bir kısmının sola dönerek devrime katılması, bir kısmının ise sağa, dönerek karşı-devrime katılmasıyla hızla parçalanmaya mahkumdurlar; ’bağımsız kalabilmeleri imkasızdır.

Dolayısıyla Çin’deki orta-burjuvazinin, kendisinin önder olacağı, ’bağımsız' bir devrim düşünmesi boş bir hayaldir” tabi), diye milli burjuvaziyi tanımlarken,

küçük-burJuvazi için ise şu tanımlamayı yapmakta:

”Normal şartlarda küçük burjuvazinin üç bölümünün (sağ-sol ve orta-bn) devrime karşı tavrı farklıdır. Ama savaş zamanında, yani devrim dalgası yükseldiği ve zafer ufukta görüldüğü zaman, küçük-burjuvazinin sadece sol kanadı değil orta kesimi de devrime katılabilir, hatta proletaryanın ve küçük burjuvazin in sol kanadının devrimci dalgası ile sürüklenen sağ kanatçılar bile devrime katılabilir. “

 PARTİZAN 10_sf.14

İşte Mao'nun sözünü ettiği ve tanımladığı bu ara akımlar yalnızca Çin'de değil, Çin gibi yarı-sömürge yarı-feodal tüm toplumlarda olduğu gibi, devleti olan-olmayan tüm ezilen ülkeler (buna yarı-sömürge ve çok uluslu devletlerde dahil) ve ulusların bağrında bu ara sınıflar vardır. Ve varlıklarını da sürdürmektedirler.

 Bu gibi ara sınıflar olduğu gibi, onların ideolojik /siyasi düzlemde temsilcisi olan partiler ve örgütler de vardır. İşte bu gibi ara sınıfların ideolojik düzlemdeki temsilcileri marksist teoriden "ödünç" aldığı kırıntılarla, gerek çeşitli milliyetlerin yaşadığı Türkiye'de gerekse diğer ülkelerde olsun sosyal kurtuluş hareketlerinin güçlü olduğu dönemlerde yüzlerini marksizme döndürürken, tersi durumda ise hem marksizme hem de sosyal kurtuluş hareketlerine sırtlarını döndürdüklerini başta belirtmiştik.

İşte bu gibi yabancı akımların, komüntern ve komünformun dağılması, arkasından dünyanın en güçlü sosyalist ülkesi olan Sovyetler birliğinde kapitalizmin restorasyonuyla ve arkasından da "doğu-bloku" diye adlandırılan ülkelerde geriye (kapitalizme) dönüşlerin olması,

 

bunlarla birlikte Çin (76), Arnavutluğun ise '78'lerde bu sürece girerek tamamlaması, dahası da kimi akımların hala da güç bağladığı Rusya'nın tamamıyla yüzündeki "sosyalist" maskeyi de atarak "kapitalizmi savunuyoruz" diye aleni olarak ortaya çıkmasıyla daha bir boy vererek attığını söyleyelim.

 

Bu gelişmelerden (Rusya ve Doğu- bloku ülkelerindeki son gelişmeler) MLM bilimini savunan akımlar pek etkilenmedi.

 

Çünkü onlar için bu gelişmeler yeni değil eskiydi. Fakat, MLM bilimini savunmayan akımlar için bu gelişmeler "yeni" sayılırdı. Çünkü, çoğu akımlar kendilerini gerek ideolojik, gerekse diğer yönlerden (Rusya vb. ülkeler yardım yapmazsa devrim yapılamaz vb. diyenler) adı geçen devletlere angaje etmişlerdi. Dolayısıyle bu gelişmeler sonucunda şoke oldular. Ve daha bir ideolojik deprasyona savruldular. Ve bununla birlikte "yeni yeni" teoriler (oysa özünde eski olan) üretmeye başladılar/ başlandı.

Kimileri "marksizm günümüz koşullarına uymuyor" diyerek "yeni devrim süreci" (özünde reformist olan), kimileri, "Stalin'den Lenin'e oradanda Marks'a kadar hepsini yeniden değerlendirmeye tabi tutmalı", "kimileri sınıf mücadeleleri yerine sınıf uzlaşmacılığı", "kimileri" devrim yerine toplumu sivilleştirmeyi birincil görev olarak öne koymayı”, kimileri diplomatik ilişkiler adı alanda emperyalist devletler ve gericilerden destek almayı "ilkeli ve eşit bir ilişkidir", kimileri "geçmişin muhasebesini yapma" vb. vb. gibi teorilerle marksizmi revize eden ve üstelikte sosyalist maskeyle MLM bilimine fütursuzca saldıran "yeni" teoriler icat ettiler ve hala da bunu savunuyorlar.

Daha önceleri de vurguladığımız gibi bu teorilerin hiçbirisi de yeni değil, eskidir. Sadece "yeni" olan birşey varsa, o da bu tip maskelerle MLM bilimine daha çok cepheden saldırıldığı gerçekliğidir.

Daha açıkçaşı, eskiye göre bugün daha çok marksizme cepheden saldırılmakta olduğu gerçekliğidir "yeni" olan.

•Konumuzla bağlantısı olduğundan, her ne kadar bütün sosyalist ülkelerde geriye dönüşler olduysa ve bunlar karşı-devrim cephesine iltihak ettilerse

PARTİZAN 10_sf.15

de bu olumsuz gelişmelerin gelişmekte olan sosyal kurtuluş (Peru bunun somut örneğidir) ve ulusal kurtuluş hareketlerini engelleyemediği de ortadadır. Sözün özü, bu olumsuz gelişmeler Komünist hareketleri subjektif olarak etkilediyse de, yükselmekte olan devrim etmenlerini engelleyemedi. Geçmişte olduğu gibi bugünde devrim etmenleri ağırlıktadır. Bu konuda birincil görev sosyal kurtuluş mücadelesine hız vermek ve devrimin başarıya ulaşması için olunca çaba sarfetmek olmalıdır.

Ve bu arada yazımızın amacının uluslararası komünist hareketin geçmişini irdelemek veya yukarıda işaret ettiğimiz ara sosyal tabakaların niteliklerini ayrıntılı olarak ortaya koymak değil, Kürt milliyetçisi akımların "Çekiç Güç", "Birleşmiş Milletler" ve Güney Kürdistan'da kurulan "Kürt Fedarasyonu"na ilişkin izledikleri çizgilerle başvurdukları bazı çarpıtmaları, genel olarak ele alıp değerlendirmek olacağını vurgulayallm.

Işte, gerek Türkiye solu, gerekse Kürt milliyetçisi akımların burjuva düşüncelerinin mahkûm edilmesinin biricik yolunun da MLM biliminin, bugün eskisinden daha çok özümsenip-savunulmasından geçecektir.

 

Sözün özü, bu bilimin özümsenip savunulmasıyla ancak yabancı düşünce akımları (ideolojik düzlemde) mahkûm edilinebilir. Bu düşünce akımlarının ideolojik düzlemde mahkûm edilmelerinin biricik bilimsel yöntemi MLM bilimiyse, pratik düzlemde ise bu bilim ışığında daha çok pratiğe (radikal mücadeleye) yüklenmek olmalıdır. Ancak bu diyalektik birlikteliğin sağlanması (teori ile pratiğin birliği) sonucu marksizme yabancı düşünce akımlarının toplum üzerindeki etkisi kırılır veya asgariye indirilebilir. Yoksa, tek cephede verilmiş veya verilecek bir mücadeleyle sözkonusu düşünce akımlarının etkisi kırılamaz!

İşte bu bilinçten hareketle "Çekiç Güç", "BM" ve Güney Kürdistan'da kurulan "Kürt Fedarasyonu"na ilişkin düşüncelerimizi bir kez daha bu sayfaları aktarmayı uygun gördük.

 

Birleşmiş Milletler örgütü (bugünkü haliyle) ve Çekiç Güç olgusunun altında yatan gerçekler kavranamadan, emperyalizme karşı doğru bir yön- tele mücadele yürütülemez!

Öncelikle Birleşmiş Milletler olgusu üzerinde duralım.

Birleşmiş Milletler'in 70'li yıllar öncesi oynadığı rolü, bugün oynamadığını başta belirtelim. Bugün neden 70'ler öncesi rolü oynamıyor, diye sorulduğunda bunun altında yatan birinci olgu, birleşmiş milletler örgütü içerisinde yer alan devletlerin hepsinin de karşı-devrimci ve emperyalizmin dalgalan- dırdığı beyaz bayrak altında yer almasıdır.

 Daha açık bir dille ifade edecek olursak, 70'ler öncesi Sovyetlerin başını çektiği (özellikle 60'lar öncesi) sosyalist ülkelerin oluşturduğu sosyalist kamp henüz dağılmamıştı ve bu örgüt içerisinde yer aldığından da dünya halkları ve ezilenleri için olumlu ve etkin kararlar çıkabiliyordu. Dahası da bu örgüt içerisinde bir yandan emperyalistler ve tüm gericilerin dalgalandırdığı beyaz bayrak varken, öte yandan sos-

PARTİZAN 10_sf.16

yalist devletlerin dalgalandırdığı, kızll bayrak vardı. İşte Sovyetlerde kapitalizme dönüşle birlikte (ve onu takib eden doğu-bloku ülkeleride bu kervana katılınca) sosyalist kampın dağılması sonucu, Birleşmiş Milletler denilen ör gütün dünya ezilen halkları ve uluslarının yararı için bir karar ya da bir tavır belirlediklerini söyleyemeyiz.

Sosyalist kampın dağılması arkasında hala da sosyalist niteliğe sahip olan Çin ve Arnavutluğun ise (ki bunlar da 70’li yılların ortalarında ve son çeyreğinde kapitalizme ve karşı-devrim cephesine entegre oldular) bu örgüt içerisinde etkinliği yoktu.

 

Ve olduğu da söylenemez. İşte bu gelişmeler sonucu, yani sosyalist kampın dağılması ve arkasından da  diğer sosyalist devletlerin karşı-devrime iltihak etmeleri sonucunda BM dünya halkları için tek kutuplu bir örgüt haline dönüştü. Kısacası, bu örgüt emperyalist güdümlü karşı-devrimci bir oluşum niteliğine büründü.  

Ki, bu örgüt, gelinen bugünkü aşamada ise Rus sosyal emperyalizminin güç kaybederek ve ABD karşısında boy ölçüşecek durumdan düşmesiyle birlikte ABD’nin birinci derecede insiyatifi altına girdi.

 

Sözkonusu örgüt içerisinde ABD'nin borozanının öttüğünü ve bu örgütün tek kutuplu bir örgüt niteliğinde olduğunu söylerken bununla ABD ve diğer emperyalist devletlerin kendi aralarında çelişkiler kalkmıştır/yoktur sonucuna varılmasın.

 

 Tek kutuplu derken bu örgütün tümüyle emperyalist cephenin elinde olduğunu, dolayısıyla devrim cephesine karşı tek bir ağızdan konuşarak ittifak içerisinde olduklarını vurgulamak istiyoruz. Yoska bu güçler arasında bir yandan devrim cephesine karşı ittifak (birlik) içerisindelerken öte yandan tekelci karakter ve çıkarları için bir çelişki, hem de uzlaşmaz çelişki içerisindeler.

 

Aynı durum emperyalist devletlerin kendi aralarında olduğu gibi bu devletlerin yarı-sömürgelerde sosyal dayanağı durumundaki komprador burjuva ve büyük toprak ağaları sınıfı için de geçerlidir. Yani emperyalist devletler arası çelişkiler onları temsil eden sınıflara da yansır.


Lenin'in işaret ettiği gibi, emperyalistler arası çelişkilerle ittifaklar emperyalizmin karakteridir.

Yine sözkonusu örgüt (BM) '70'ler öncesinin örgütü olmadığı gibi, bu niteliğinin sonucu olarak da istedikleri devletleri istedikleri an oluşuma dahil ettikleri gibi istedikleri an da oluşumdan çıkartıp izole edebiliyorlar.

Örgüt belli bir amaca ulaşmak için kurulan bir araç olduğuna göre, burada kavranılması gereken sorun da bu örgütün kime hangi amaçla hizmet ettiği ve bu  örgiüte önderlik eden güçlerinde kimler olduğu  sorunudur.

 

 İşte tam da burada bu örgütün (gelinen aşamada) tamamıyla emperyalistlerin denetiminde olduğu ve emperyalist çıkarlar için kullanıldığı gerçekliği gün gibi açık değil midir?

 

Böyle bir nitelik ve misyona sahip oluşumu, ezilen halkların sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerini desteklediği görülmüş müdür?

 

 "Desteklese de“ bunun da temel kaynağını kendi çıkarları oluşturmuyor mu?

 

PARTİZAN 10_sf.17

Emperyalist güdümlü ve ABD'nin borozanının öttüğü bu oluşumun bugün "insan hakları", "demokrasi", "çevre sorunları", "umut,operasyonları" adı altında sürdürdüğü operasyonlar, tamamıyla emperyalist ve gerici çıkarlarını sağlama almak ve bunları kamufle etmek için birer aksesuar değil de nedir?

Bugün ABD'nin bir yan kuruluşu gibi çalışan BM Somali ve Irak’a zulüm ve katliamdan başka bir şey vermemiştir.

Bugünkii haliyle öylesine bir nitelik ve misyona sahip bir oluşumun Güney Kürdistan'daki askeri simgesini ise Çekiç Güç denilen "imhacı" ve "işgalci" güçler oluşturmaktadır.

Bilindiği gibi bu karşı-devrimci korsan güç, başta ABD olmak üzere diğer emperyalist devletler ve onun bir numaralı uşağı olan TC tarafından altı ay daha Güney Kürdistan toporaklarında kalmak üzere süresi uzatıldı. Bir yandaki emperyalistler ve onun suç ortakları bu "işgal" ve "imha" edici gücün uzatılmasını savunurken, diğer yandan ise ideolojik dokusunu burjuvaziden alan Kürt milliyetçisi akımlarda bu işgalci gücün oluşturulması ve kalmasını hararetle savunmaktadırlar.

 Bunun ötesinde öyle bir gücün oluşturulmasını sevinçle alkışlamaktan da geri durmadılar ve hala da durmuyorlar. Dahası, bu yönlü anlayış ve tavırlarla dolaylı ya da dolaysız emperyalistler ve onlaır suç ortaklarının çıkarlarına hizmet etmiş oldular. Kürdistani Cephenin başını çeken IKDP ve YNK bu oluşuma (Çekiç Güç) hem öznel hem de objektif olarak ön ayak olurken, bu karşı-devrimci gücün kalmasını ve oluşturulmasını savunanlar, subjektif niyetleri ne olursa olsun, objektif olarak bu karşı-devrimci oluşuma hizmet ettikleri somut bir realitedir.

Çekiç Gücün süresi altı ay daha uzatıldı derken, artık bir daha uzatılmayacak /ya da uzatmayacaklar gibisinden hayalci sonuçlara varılmasın. Nasıl ki emperyalist devletler kendi yarı-sömürge ve sömürgeleri durumunda olan ülkelerin topraklarında askeri üslerini (bu toplumsal yapı kaldığı

 sürece) kaldırmayıp kalıcılaştırmışlarsa, Çekiç Güç denilen bu korsan gücü de Güney Kürdistan'dan kaldırmayacaklardır. Ta ki bu güç kovuluncaya veya emperyalistler buralardaki çıkarlarını sağlama alıncaya dek, bu gücün de kalacağnı söylersek, varolan somut bir gerçeğe parmak basmış oluruz. Bu gerçekliği görmemek veya yadsımak, emperyalist devletlerin yarı-sömürge ülke topraklarındaki askeri üslerini görmemek ve kavramamakla aynı olduğu gibi, emperyalistlerle onların sosyal dayanağı, olan sınıfların "işbirlikçi" olduklarını görmemekle de aynıdır.

Olgular varolan objektiflik ise gerçeklik te bu olguların iç kanunlarına hükmedici yasalardır Yine her "icat" belli bir ihtiyacın sonucu olarak ortaya çıkıyorsa, yani "ihtiyaçlar icadın anasıysa" bilimsel belirlemesinde olduğu gibi, Çekiç Güç olgusunun ortaya atılması ve Güney Kürdistan'a yerleştirilmesi de elbette belli bir ihtiyacın sonucu olarak ortaya atılmıştır. Yoksa

PARTİZAN 10_sf.18

durup dururken ortaya atılmadı. Diyalektik materyalist teorinin emrettiği gibi hiçbir şey birden bire ortaya çıkmaz. Bunun gibi Çekiç Güç olgusu da birden bire ortaya çıkmadı. İşte burada kavranılması gereken tamda Çekiç Güç olgusunun kim ya da kimlerin çıkarları için ortaya çıktığı gerçekliğinin kavranmasıdır. İşte Çekiç Güç denilen bir olgu ortaya çıktı ama bu ihtiyaç, Kürt halkı ve ulusunun ihtiyacı olarak değil, tersine emperyalist devletlerin ihtiyaçlarını karşılamak için ortaya atılarak oluşturuldu.

Kürt halkının ve tüm ezilen halkların can düşmanı emperyalist haydutların Çekiç Gücü Güney Kürdistan'a konuşlandırmalarının altında yatan temel ihtiyacın, bu haydutların çıkarları olduğu gerçekliğini görmeyenler, Lenin'in emperyalizm üzerine tezlerini bir nebzecikte olsa kavramayanlar olur ancak.

Şimdi sorunun daha bir kavranılması için Çekiç Gücün neden Güney Kürdistan topraklarına konuşlandırılıp da, başka topraklara konuşlandırılmadıklarının nedenleri üzerinde azıcıkta olsa duralım.

Bilindiği üzere Irak'ın Kuveyt'i işgaliyle birlikte başta ABD ve emperyalist canavarlar Irak'a "ders" vermeye karar verdiler. Ki bu entrikalı planlarını ise "insan haklarını korumak", "demokrasi" vb. şeylerle süsleyip senaryolaştırdıktan sonra pratiğe geçirdiler. Daha önceleri bir dizi korsanlıklar yaparak başka ülkeleri işgal eden bu güçler bir anda işgalciliğe karşı oldular (!). Her zaman olduğu gibi, yine emperyalist çıkarlarının emrettiği şekilde Irak'a her türlü silah ve techizada saldırdılar.

Emperyalistler ve onların suç ortakları Irak'a saldırdı derken, Irak'ın Kuveyt’i işgal etmesini doğru bulduğumuzu, dolayısıyla Irak'ın yanında yer almak gerektiği anlayışını savunduğumuz sanılmasın.

 

Ki, sınıf bilinçli proletarya, bu savaşı haksız ve gerici bir savaş olarak nitelendirdiğini, dolayısıyla hiçbir tarafın yanında yer almıyarak bu savaşa karşı çıktığına dair düşüncelerini ve tavrını koymuştuk.

 

Bizim burada işaret etmek istediğimiz savaşın haksızlığı yanında ABD ve emperyalist canavarları orta-doğuya sürükleyen nedenlerin neler olduğu gerçekliğidir. Nasıl ki, Irak Kuveyt’e saldırmakla ve işgal etmekle kendi siyasi ve ekonomik çıkarları için hareket ettiyse, ABD ve canavarlarda Irak’a saldırmakla ve Kuveyt'i kurtarmakla (!) başlattıkları savaşın altında yatan, kendi siyasi ve ekonomik çıkarlarıydı.

Bu arada bir gerçeğe daha parmak basmak yerinde olur: 

Eğer faşist Saddam  emperyalist efendilerinden izin alarak Kuveyt'i işgal etseydi, o zaman ne böyle bir savaş çıkardı ne de öyle sonuçlanırdı. Fakat Saddam efendilerinin çıkarlarına ters düşen bir hareket yaptığı için, "cezalandırılmaktan da" kendisini kurtaramazdı. Ve öyle de oldu. Çünkü, ’emperyalist haydudar kendi çıkarlarını zedeleyen çocuklarını (uşaklarını), tıpkı feodal düşüncelere sahip bir babanın kendi çıkarlarına ters düştüğü anda çocuğunu cezalandırdığı gibi cezalandırma yoluna giderler. Ve bir daha kendilerine kafa tutmamaları için de "iyiden iyiye döverler". Bunun örnekleri geçmişte olduğu gibi bugünde vardır. Sözgelimi; bir Panamada geçmişte CIA'nın aynı olan Norie-

PARTİZAN 10_sf.19

 ga ve Filipinler'deki Markos, Afganistan’da (Rusya'nın yaptığı) yapılan hükümet değişiklerinin hepsi de bunun somut örnekleridir. İşte emperyalistlerin "Körfez savaşında" Irak yönetimine karşı uyguladıkları yöntem de geçmişte bolca yapılanlardan başka bir şey değildi.

Kısacası, emperyalist devletleri Körfez savaşma sürükleyen olgunun altında yatan temel ihtiyaç, ne "Kuveyt'i kurtarma" ne de "insan haklarını koruyup kollama" değil, ekonomik ve siyasi çıkarlarını (orta-doğu petrol ve bu alanda askeri olarak üstünlük sağlamak) sağlama almaktı.

Öz olarak savaşın nedenleri böyle iken, savaş sonrası da sözkonusu çıkarlarırn daha bir sağlamlaştırmak ve çeşitli mücadele yöntemlerini denemekten de geri duramazlardı elbette.

Çünkü, emperyalist çıkarları böyle emrediyordu.

Savaşta yenilgiye uğrayan Saddam ve yönetimi emperyalistlere yeterince güven vermediği ve onların güvenini sarstığı için, başta ABD olmak üzere diğer emperyalistler Saddam hükümetinin değiştirilip başka bir hükümetin yerine getirilmesi için alternatifler sundular. Fakat Saddam, hükümeten ay- rılmayınca ve alternatif muhalif partilerde Saddam'ı hükümetten düşürecek güçte olmadıklarından (ki bu alternatif güçler hala da var) ABD bu planında başarılı olamadı. Saddam'ı yalnızlaştırmak için ilk olarak bu yöntemi denemekle birlikte bunun yanısıra başka yöntemlerde denemeye giriştiler.

Bilindiği gibi Kürdistani Cephe ile Irak devleti arasında uzun yıllara dayanan bir çelişki vardı. Ve ABD'de bu çelişkiyi iyi keşfetmiş olacak ki IKDP ve YNK temsilcileriyle ilişkilerini daha bir sıklaştırarak, hem de onların zayıf yanlarından yararlanarak atağa geçti. Kürdistani Cephenin başını çeken bu güçlerle ABD ve emperyalist güler arasındaki ilişkiler Körfez savaşından öncede vardı, fakat Körfez savaşı sonrası kadar boyutlu değildi.

Kürfez savaşının bitiminin hemence akabinde, yani ’91 Mart’ında Kürdistani Cephenin önderliğinde ulusal temelde bir ayaklanma oldu. Ve bu ayaklanmayla bir-çok Kürt bölgesi Kürdistani Cephenin denetimine geçti. Fakat bu gelişmeler uzun sürmedi. Dahası, Faşist Saddam diktatörlüğü bu ayak- lanmayı kanla ve katliamla (emperyalistleri de yanına alarak) bastırarak kaybettiği yerleri tekrar ele geçirdi. Bu katliamlar olurken diğer taraftan da yüzbinlerce Kürt göç etmeye başladı.

İşte bu olumsuz gelişmeler Kürdistani Cephenin karakterinden kaynaklı uzlaşıcı ve teslimiyetçi yanını daha bir hızlandırarak emperyalist güçlere ve TC'ye yaklaştırdı. Ve onlardan kendilerine "destek? ve "yardım" etmelerini istedi. İşte tam da bu dönemde ABD güdümlü Birleşmiş Milletler, "insan haklarını korumak", "Kürtlere yapılan katliamları durdurmak" vb. gibi insancıl sözlerle Kürdistani Cepheyi'de yanına alarak "Çekiç Güç oluşturulmalıdır" tartışmasını yaptılar. Ki kısa süre geçmeden de oluşturdular. Böylelikle, emperyalist canavarlar orta-doğu ve Kürdistan'daki çıkarlarını sağlama almak için bir adım daha ileriye atmış oldular. Kürdistani Cephe ise varolan uzlaşıcı tavır ve teslimeyitciliğini daha bir pekiştirdi.

PARTIZAN 10_sf.20

 

Ve böylelikle kendini onların kucağına atmış oldu.

Çekiç Gücün "imha ve işgalci" niteliğini görmeyipte, onu Saddam'a "karşı oluşturulmuş caydıncı" ve "Kürtleri koruyucu" bir güç olarak değerlendirenler, büyük bir gaflet ve sınıf uzlaşmacılığı içiresindedirler. Çünkü, bu karşı-devrimci gücün her halükarda emperyalistlerin orta-doğudaki çı- karlarını korumak için oluşturulduğunu yadsımakla birlikte, bu oluşumun bir misyonun da Kürdistan'da gelişmekte olan ve gelişecek sosyal kurtuluş mücadelesini bastırmak ve öte yandan ulusal kurtuluş mücadelesini de boğmak veya onların öncülerini kendi denetimleri altına almak olduğu gerçekliğidir. Daha şimdiden Kürdistani Cepheyi kendi denetimi altına aldığı gibi, bir dizi Kürt milliyetçisi akımı da reformist ve uzlaşmacı çizgiye doğru savurmuştur.

Bugüne kadar Kürdistan'ı "bölüp parçalayan" bu emperyalist canavarlar ve onların suç ortakları nasıl oluyorda bir anda "Kürtlerin koruyucu meleği" olup "insan haklarını koruyor”???

Bugüne kadar ve bugünde Kürtlerin katledilmesi için uşak iktidarları ve kendileri tarafından kullanılan silah ve techizatlar bu iyilik meleği (!) güçlerin değil midir? Bu anlayış ve tavırlarınızla Kürt halkı ve ulusuna ihanetin zeminlerini hazırladığınızın veya buna ortak olduğunuz un farkında mısınız?

Konumuzun başında Güney Kürdistan'daki "Çekiç Gücün" geçici olmadığını, uzun vadeli hesaplar için oluşturulduğunu belirtmiştik. İşte bu gerçeklik görülmediği ve uzlaşıcı davranıldığı içindir ki Kürdistani Cephe emperyalist devletlere ve TC'ye daha bir sırtını dayayarak onların kucağına oturdu. Ve PKK'ya karşı ortak bir hareketle de pekiştirmiş oldu.

"Güneş balçıkla sıvanmaz", özdeyişinde olduğu gibi, gerçekler bu kadar açık ve net iken, hala da kalkıp Kürdistani Cephenin ilişkilerini "diplomatik" ve "eşit koşullar la sürdürülen ilişkilerdir" diye lanse etmenin ve savunmanın adı, Kürt halkına olduğu kadar Kürt ulusuna oradan da dolaylı olarak dünya ezilenlerine kadar herkese zarar veren "gerici" ve "teslimiyetçi" anlayış ve tavırlar değil de, nedir?

Marksist teoriye ilgi duyan ve gözü milliyetçilikten uzak herkesin görebileceği gibi, Kürdistani Cephenin emperyalist devletlerle sürdüre geldiği ilişkiler emperyalizmden uzaklaştırmak yerine onları emperyalistlere daha çok yaklaştırdığını ve denetimlerine soktuğunu rahatlıkla görebilir.

MLM bilimini savunan ve ona asgari ilgi duyan, ondan da öte tutarlı devrimci-demokrat kişi veya kişiler, hiçbir zaman ne emperyalist güçlerin kendi topraklarında üs kurmasını ne de başka güçlerin başka ulus ve ülkelerin toprakları üzerinde üs kurmasını savunmazlar.

Çünkü, bu askeri güçler ezilenlerin dostu değil, düşmarndır. Dolayısıyla bu karşı-devrimci güçlerden yardım adı altında destek de istemezler. Karşı-devrimci güçler arasındaki çelişkiden yararlanmak farklı şey, bunlara sırtını dayayarak yardım etmek

PARTİZAN 10_sf.21

Devam edecek.

farklı şeydir. Daha açıkçası, karşı-devrimci iktidarlar (devletler) arasındaki çelişkilerden yararlanmak demek, Kürdistani Cephenin yaptığı gibi birini diğerine tercih etmek demek değildir! Bu bilimsel anlayış ve tavrın aksini savunmaya kalkışanlar olsa olsa burjuvazi ile onun ipliğinden dokunmuş küçük burjuvalarla, onun ideolojik düzlemdeki temsilcileri olur ancak. Bu teoriye neresinden bakılırsa bakılsın (kendi özgücüne ve müttefiklerinin gücüne güvenmeyen) bu teorinin reformist/revizyonist ve oportünist düşünceler olduğu ortada.

Evet, Güney Kürdistan'daki cephenin başını (eken IKDP ve YNK ulusal niteliğe sahiptirler, fakat bu güçlerin ulusal niteliğe sahip olmaları başka şeydir, bu güçlerin desteklenmesi ise başka şeydir.

Dahası, bu güçlerin ulusal niteliklerini tespit etmek farklı bir durumu oluştururken, bu güçleri karşı- devrimci olarak nitelendirmek ise farklı bir durumdur. Bunlar birbirine karıştırılmamalıdır. Bunun açılımını konumuzun akışı içerisinde yapacağız.

Çelişkilerden yararlanmak demek birinden vazgeçip (Irak'tan) diğer güçlere sırtını dayamak değildir dedik. Ve Irak'tan kurtulayım da kim gelirse gelsin anlayışı ve tavrı Kürt halkına ve ulusuna ihanettir.

Hem Irak'la tüm bağlarını kesmeyen bir hareket "bağmsız" olamayacağı gibi, emperyalist devletlerle de başını kesmeden bağımsız olamaz. Aksini düşünmek gerçekleşmesi imkansız bir ütopyadır! Burjuva önderlikli ulusal kurtuluş hareketlerinin tarihsel tecrübeleri göstermiştir ki, ulusal burjuva önderlikli hareketler birinden kopmadan diğerine bağlanıyorlar.

Yani, emperyalizmden kopmadan ona bağlanmaktadırlar. Bu bağlamda, Güney Kürdistan’da etkin olan güçlerin, gerek çekiç güce evet demeleri ve onu davet etmeleri, gerek emperyalist icazetli federasyon ilanları ve gerekse emperyalist devletlerin ve TC'nin emriyle PKK'ya karşı harekata katılmaları bu bağlanmanın birer somut göstergesi değil midir?

Aksini iddia eden varsa, o gerek emperyalizmin karakterini gerekse Kürdistani Cephe (IKDP ve YNK) karakterini bilmiyor ya da kavramıyor demektir.

Çoğunluk Kürt milliyetçisi akımlar, "nasıl olurda emperyalizm Kürt fedarasyonunun kurulmasına izin verir?", ”bu emperyalistlerin karakterine ters düşmez mi”?

 gibisinden sorular sorabilirler.

Evet,

 ilk bakışta bu durum çelişkiler arzetmektedir. Fakat olgular, neden ve sonuçlarıyla birlikte somut bir biçimde tahlil edildiği zaman hiçte çelişkili olmadığı ortaya çıkar.

Lenin'in emperyalizm ve ulusal sorun üzerine yazdığı tezlerinden haberi olan herkes, finans kapitalin, ulusal pazarlara tek başına hakim olmak isteyen ve  kendisine karşı çıkan ulusal hareketlere karşı olduğunu görür.

Çünkü, bu tip hareketler (anti-emperyalist) kendi çıkarlarını zedelemektedir. Dolayısıyla, kendi çıkarlarını zedelemeyen ulusal hareketlere ancak izin verirler. Buradaki açık amaç kendi çıkarlarını korumak ve sağlama almaktır. Ki bu da emperyalist devletlerin rekabet bilimine bağlı olarak ortaya çıkar. Bu, emperyalist savaşlar ın olduğu dönemlerde farklı bir biçim alırken relatif (geçici) barışın olduğu dönemde ise farkli biçimler alır.

PARTİZAN 10_sf.22

Daha açik bir deyişle, emperyalist devletler bu tip dönemlerde kendi çıkarlarını sağlama almak için ulusal hareketi kendisine yedeklemek ister. Emperyalistler açısından tek amaç bu iken, burjuva nitelikli ulusal hareketler ise, kendisinden güçlü egemen ulusa ya da bașka güçlere karşi mücadele ederken emperyalistlerden veya kimi faşist devletlerden destek almak için bu tip durumları"bulunmaz bir firsat olarak değerlendirirler.

IKDP ve YNK'nin bırakalım emperyalist güçlerden direkt olarak yardım istemelerini, bu güçler çatışma halinde oldukları güçlerden dahi geçmişte yardım almıșlardır.

Açıkcası, IKDP ve YNK arasındaki kardeş çatışmasında, IKDP lideri M. Mustafa Barzani, İran şahi Rıza Pehlevi'den yardım isterken, YNK lideri Talabani ise Irak faşist diktatörlüğünden yardım isteyerek onlara sığındılar.

Bu gibi karaktere sahip hareketler zor ve güçsüz durumda kaldiklarında kendi sınıf yapılarının gereği, "denize düşen yılana sarılır” özdeyişinde olduğu gibi onlar için düşmanın büyüğü-küçüğü pek önemli değil, yeterki kendisine ”yardim ve destek" versinler. Geçmişte gerek Rusya, gerek Amerika ve gerekse diğer emperyalist devletler bu yola başvurdukları gibi bu günde başvurmaktadırlar.

Lenin'in konuya ilişkin sözlerini aktarırsak ye- rinde olur:

” Finans kapital açısından tek tek küçük ulusların sahip olabilecekleri kadar, hatta “siyasi bağımsızlığa kadar” (abç) demokratik özgürlüğe sahip olmalarına razı olmak, böylece ‘’kendi” askeri operasyonlarının zarar görmesi tehlikesini kaldırmak, sadece – elde edilebilir—değil, trörstler için,kendi emperyalist politikaları için, kendi emperyalist savaşları için bazen daha karlıdır.

Siyasi ve stratejik, ilişkiler özelliğini görmezlikten gelmek ve ‘’emperyalizm’’ kelimesini ayırım gözetmeden, ezberden tekrarlamak,Marksizmden başka herşeydir.’’

  (MBK ve Em.Ek)

Görüldüğü gibi, emperyalizm ekonomik/siyasi ve askeri çıkarları için ezilen ulusların demokratik istemlerine razı olur. Hatta "siyasi bağımsızlıklarına kadar.” İşte çekiç gücü Güney Kiirdistan'da konuşlandırmaları ve arkasından da Kürt federasyonuna izin vermelerinin altinda yatan temel gerçek- lik, sözkonusu çıkarlardır.

Ekonomik çıkarlarının başında orta-doğu petrolleri gelirken, siyasi çıkarlarının başında ise, gerek Kürdistan'da gerekse diğer orta-doğu ülkelerinde olsun gelişmekte olan sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerini bastırmak, boğmak veya kendi denetimi altına almak için ortadoğuda siyasi denetimi elinde tutmaktır. Ki, bu denetimi sağlamak ve operasyonlarını gerçekleştirmek için de çekiç gücü devreye sokmuştur.

Emperyalizmin federasyona izin vermesinin bir nedeni de,

Kürtlerin federasyonu atlayarak "bağımsız bir devlet" kurma haklarını engellemek ve federasyonla Kürtleri denetim altında tutmaktır. Bunların yanında bir de Saddam yönetimine karşı askeri operas- yonları sağlamak için çekiç gücü kullanmaktır. Sonuçta, bu gibi oluşumlara müsade etmesi ve oluşturmasının tek nedeni varsa o da emperyalistlerin çıkarlarının olduğu gerçekliğidir.

PARTIZAN 10_sf.23

Yoksa, amaçları, ne insan haklarını korumak (!) ne de Kürtlerin katledilmesini önlemekti. İnsan haklarının ve ezilen halkların bir numaralı düşmanı ve kanemicileri olan emperyalistlerin, insan hakları savunucusu ve kürt dostu oldukları görülmemiştir. Çünkü onlar iyiden/güzelden yana herşeyin baş düşmanlarıdır!...

Evet, Kürdistani Cephe ile emperyalist devletler (başta ABD) arasındaki işbirliği sonucu Kürt federasyonu kurulacağı açıklanırken, faşist TC yetkilileri bundan tedirgin oldular, fakat bu tedirginliklerinin görüntüde olduğunu da söyleyelim. Bu güçleri tedirgin eden yan, federasyonun kurulduğu veya kurulacağı değil, "bağımsız bir devlet haline dönüştürüleceği ihtimaliydi" Fakat, Kürdistani Cephe yetkilileri emperyalistlerle anlaştıkları üzere, yani "biz Irak'ın bütünlüğünü bozmayacağız, bu bütünlüğü koruyacağız, dolayısıyla bağımsız devlete doğru gitmeyeceğiz" gibi sözler verdiğinden ve onların (emperyalistler) sözlerinden çıkmayacaklarına dair açıklamalarda bulun- makla, arkasından da TC ile birlikte PKK’a karşı ortak hareket düzenlemeleri için teminat verince ve bunu da pratikte uygulayınca faşist TC'nin görüntüdeki tedirginliği de giderilmiş oldu.

Toparlayacak olursak:

Çekiç güç, dünya halklarının can düşmanı emperyalistler ve onların suç ortakları tarafından Güney Kürdistan'da topraklarının üs olarak kullanılmak üzere oluşturulan "imha" ve "işgalci" askeri bir ordudan başka birşey değildir.

Emperyalist güçlerin yarı-sömürge ve sömürgelerdeki askeri üsleriyle Çekil Güç arasında nitelik farkı yoktur. Her ikisi de, emperyalist yağmacılık ve onun çıkarlarının koruyucusudur. Dolayısıyla, çekiç gücün oluşturulmasının altında ne "insan hakları" ne de Kürt sevgisi (!) yatıyor. Bu yönlü sözler emperyalistlerin kendi planlarını gerçekleştirmek için birer aldatmacadan başka hiçbir anlam ifade etmiyor.

Çekiç Gücün niteliği ve üstlendiği misyon bu kadar açık iken, buna karşın Kürt milliyetçisi akımların hala da bu gücü "koruyucu kalkan", "Caydırıcı güç", "Kürt federasyonu için güvence" vb. gibi gerekçelerle savunmaları ve bunu oy vermelerinin altında yatan gerçeklik, sınıf mücadelesi yerine uzlaşmacılığı, direnme ve ilerleme yerine teslimiyet ve yozlaşmayı, özgücüne ve müttefiklerine güvenme yerine, dış güçlere ve düşmanlara güvenmek, devrim yerine düzen içi değişiklikleri tercih etmeyi vb. teorize eden düşünceler olduğu açıktır.

Bu düşüncelerin sınıf dokusu burjuva ve küçük burjuva sınıf dokusudur

İşte bu sınıf dokularının bir sonucudur ki çekiç gücün kalmasına evet, gitmesine hayır demekteler!..

Marksist olduğunu iddia eden, bırakalım marksistliği bir kenara tutarlı demokrat-devrimci bir kişi ya da kişiler dahi "imha ve işgal" edici gerici orduların kendi topraklarında üslenmelerine karşı çıktığı gibi başka ulusların

PARTİZAN 10_sf.24

topraklarında üslenmelerine de karşı çıkar. Ve bu üslerin kurulmasını istemez!... Çünkü, devrimci-demokratlığın önemli kriterlerinden birisi de ilhak ve işgalciliğe karşı olmasıdır!..

Kısacası, Birleşmiş milletler ve çekiç gücün niteliği ve misyonu kavramadan emperyalizme karşı doğru bir yöntemle  mücadele edilemeyeceği gibi, onun dümen suyuna da girilebilinir.

 

SINIF BİLİNÇLİ PROLETARYA BÜTÜN ULUSAL HAREKETLERİ NİTELİĞİNE BAKMADAN DESTEKLER Mİ?

 

29 Ağustos 2024 Perşembe

Çin “sosyalist” kamuflajlı emperyalist bir devlettir. Kerem Yıldırım

Sosyalist Siyasette Filistin Meselesine Yönelik İdeolojik Sapmalar

Hem emperyalistler arasındaki hem de emperyalist işgale karşı mücadele edenler arasındaki çelişmeleri doğru tahlil ve tasnif etmek, emperyalist kapitalizme karşı komünist seçeneğin güçlenmesi açısından yaşamsaldır.

 Hakikat çelişmedir. Hakikatin çelişmelere dayanması şeyler arasındaki farklara dayanır. Şeyler arasındaki farkların uzlaşmaz hâle gelmesine karşıtlık denir. Diğer bütün çelişmeleri ardından sürükleyen birincil/başat çelişme ise baş çelişmedir. Baş çelişme, karşıtlığa dönüşmüş temel çelişmeyi değiştirmez ancak temel çelişmenin ele alınmasında yön verici niteliğe sahip, çelişmenin özel bir biçimidir.

Sınıflar mücadelesi toplumsallaşma pratiğinin esasıdır. Sınıflar mücadelesi; gerek egemen sınıflar içindeki farklı eğilimlerin mücadelesi gerekse de egemen sınıflar ile ezilen sınıflar arasındaki mücadeleler olarak karşımıza çıkar.

Kapitalizmin dünyalılaşmasıyla birlikte sınıflar mücadelesinin temel çelişkisi burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki çelişkidir. Kapitalist ilişkileri ve kapitalist özel mülkiyeti tasfiye edecek sınıf, kapitalistleşmenin sonucu olarak ortaya çıkan işçi sınıfıdır.

Kapitalizmin yirminci yüzyılın başında tekelci aşamaya geçmesiyle birlikte, kapitalizmin temel çelişmesi değişmedi ancak Batı’da yükselen emperyalist burjuvazi, dünya genelinde kurduğu sömürü mekanizması sayesinde Batılı işçi sınıfına emperyalist sömürüden “pay” verdi. Bu durum İngiltere’de, Kıta Avrupa’sında ve Kuzey Amerika’da burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki karşıtlığın silikleşmesine neden oldu. Çünkü Batı emperyalist burjuvazisi “içeride” yaşadığı krizi kapitalizmin henüz gelişmediği sömürge ve yarı sömürge coğrafyalara taşıdı.

Krizin dünyanın ezilen coğrafyalarına taşınması uluslararası kapitalizmin temel çelişmesini değiştirmese de, karşıtlığın ve çelişmelerin daha karmaşık bir hâle bürünmesine yol açtı.

Bu karmaşık durumun en önemli başlıklarından biri de ulusal sorundu. Emperyalistleşen Batı burjuvazisi dünya pazarında egemenlik yarışını sürdürürken, sömürülen dünyadaki ulusal baskı siyasetini daha da arttırdı. 1917 Ekim Devrimi Avrupa’nın en geri ülkesinde emperyalist zinciri kırarak emekçi iktidarını kurdu.

Ekim Devrimi’nin en ayırt edici yanı ise Çarlık Rusya’sının ulusal baskı zincirini de kırmasıydı. Devrim, ulusal meseleyi ulusal eşitlik temelinde çözen ve Çarlık dışında yaşayan ezilen uluslara da ilham olan bir iradeyi temsil etti.

Emperyalist baskı ve sömürü ile ezilen dünya arasındaki çelişme baş çelişme hâline geldi. Batı’da silikleşen temel çelişkinin belirginleşmesi de, emperyalizmin zayıf halkalarındaki-ezilen dünyadaki- zincirin kırılmasına bağlıydı.

Sosyalist iktidarlar; Ekim Devrimi’nden Çin Sosyalist Devrimi’ne ve sonrasına uzanan bütün süreçlerde, özellikle Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı’na dek, ulusal meselelerin eşitlik temelinde çözülmesinde ve emperyalist işgallere karşı mücadelelerde, büyük ölçüde olumlu bir rol oynadılar. Sosyalist iktidarların etkin olduğu ve ağırlığını hissettirdiği bir dünyada ulusal mesele de devrimci bir siyasal hatta çözüme kavuşma olanağı buldu.

Bu arada şu hakikati de teslim etmek gerekiyor. Siyasal pratik içinde sosyalizmin her türlü ulusal meseleyi sorunsuz çözdüğü iddiasında değiliz. Ancak genel bir yönelim olarak, ulusal hareketler emperyalizme ve ulusal baskıya karşı mücadelelerinde sosyalist iktidarlardan güç alan, emperyalist zinciri kırma noktasında, bugünle kıyaslandığında belirgin bir biçimde emperyalizmle uzlaşmaya uzak bir siyasal eğilim içindeydiler.

Filistin meselesi de bu genel eğilimden muaf değildir. Hatta Filistin meselesini tam da bu tarihsel arka plan eşliğinde konuşmak, hakikati ele alırken boşluk bırakmamanın da güvencesidir.

Filistin meselesi, ikinci emperyalist savaş sonrası “Yahudi sorununun” Batılı emperyalist burjuvazi eliyle Orta Doğu’ya taşınmasıdır. Bu meseleye karşı sosyalist mücadelenin etkin olduğu bir dünyada, özellikle 1970’li yıllarda, İsrail işgalciliğine karşı yürütülen ulusal savaşta kızıl rengin belirginliği şüphesiz bir gerçekti.

Bu gerçeklik sosyalizmin yenilgisi ve emperyalist dünyanın Müslüman coğrafyayı anti-komünist kuşatmasından sonra değişti. Dünün mevcut gerçekliği siyasal özneler açısından bugün zıddına dönüştü. Siyasal özneler açısından durum değişse de, İsrail işgali gerçeği değişmediği gibi, yeni emperyalist paylaşım aşamasında daha da karmaşıklaşan ve kurumsallaşan bir zemine oturdu.

***

Sosyalizmin son yarım asırlık yenilgisi dünya solunda olduğu kadar Türkiye solunda da önemli ideolojik sapmaların oluşmasına yol açtı.

12 Eylül faşist darbesi ve 2000’deki cezaevi katliamları devrimci hareketin yalnızca fiziksel tasfiyesine yol açmadı. Bu tarihsel kırılmalar aynı zamanda ideolojik tasfiyenin de önünü açan olumsuz bir süreç yaşanmasına neden oldu.

Komünistlerin ulusal meseleye ve emperyalist savaşa yaklaşımı da yaşanan ideolojik tasfiye süreçlerinden nasibini aldı. Kitlelerle bağı zayıflayan devrimci hareketler, dünyada komünist bir merkezin olmamasının da yarattığı “kıblesizlikle” sağa ve “sola” savrulan siyasal çizgilere yöneldiler.

Bu savrulmaları Filistin özelinde ele almadan önce, meselenin anlaşılmasını kolaylaştırması açısından başka örneklere de yer vermekte fayda olduğunu düşünüyoruz.

Yakın bir geçmişte olan Rusya emperyalizminin Ukrayna’yı ilhak etmesi çarpıcı bir önektir. Öncelikle NATO’nun Ukrayna’da faşist Zelenski hükümetini destekleyip, Rusya’ya karşı kışkırtması da Rusya’nın Ukrayna’yı ilhak etmesi de emperyalist savaş emaresidir. Bu savaş NATO ile Rusya emperyalizminin savaşıdır. Tehdit kapasitesi ve saldırganlık eğilimi açısından hâlâ ABD’nin başının çektiği emperyalist blok baş emperyalist bloktur. Ancak Rusya emperyalizmi de yeni ve gelişen emperyalisttir. Komünistlerin görevi baş emperyalistin saldırganlığını esas alıp, karşıdaki yeni emperyalist blokun önemli öznelerinden olan Rusya’ya yedeklenmek değildir. Komünistler için esas olan bağımsız sınıf/komünist siyasetinin korunmasıdır. Ukrayna hem NATO güdümünden hem de Rusya ilhakından kurtulmalıdır. Rusyalı ve Ukraynalı emekçilerin çıkarına olan; emperyalist savaşta taraf olmak değil, her türlü emperyalist tehdide karşı mücadele etmektir.

Benzer durum Filistin için de geçerlidir. Filistin meselesinde burjuva-“laik” bir okuma ile ilerici ve gerici tanımı yapmak, bu okuma üzerinden de Hamas düşmanlığını körüklemek, en nihayetinde dolaylı bir İsrail olumlaması yapmak, düzen içi ve gerici bir tutumdur. Türkiye solunun CHP etkisi altındaki kesimlerinde ve demokratik siyasette bu gerici yaklaşımın izleri vardır. Hatta bu çizgi uluslar arası konumlanma açısından baş emperyalizmi ve işgali dolaylı olumlamasından ötürü karşı devrimci bir niteliğe de sahiptir. Bu nedenle Filistin meselesindeki hatalı yaklaşımların en tehlikelisidir.

Hamas, Filistin iç siyaseti açısından gerici bir burjuva partisidir. Anti-komünist “yeşil kuşak” tedrisatının ürünüdür, kadın düşmanıdır, uzlaşmacıdır. Ancak İsrail işgaline karşı mücadelesi ileri ve demokratik niteliktedir. Bu konuda esas olan İsrail işgalinin gayri meşruluğudur. Batılı emperyalist bloğun hamiliğinde Filistin’i işgal eden İsrail haksızdır. İsrail işgaline direnen bütün Filistinli siyasal güçler haklı ve meşrudur. Çünkü Filistin’deki baş çelişme İsrail işgali ile işgale karşı direnen güçler arasındadır.

Bir başka yanlış çizgi ise Hamasçılıktır, Hamas’ın İsrail tarafından öldürülen liderini “şehit” olarak kabul etmektir. Öznelerinin ideolojik-sınıfsal pozisyonu yadsınarak ele alınan bir ulusal hareket değerlendirmesi, komünistleri burjuvazinin kuyruğuna takar. Komünistler Filistin’in işgaline karşı direnen bütün işgal karşıtı güçleri meşru görürken, bu güçlerin ideolojik-sınıfsal aidiyetlerini göz ardı edemezler. Bu tutum esasen bağımsız komünist hattın hiçleşmesine, ideolojik tasfiyeye yol açar. Hamas’ın işgal koşulları altındaki çift karakterli ideolojik rolü gözden kaçırılmamalıdır. Hamas ideolojik-sınıfsal aidiyetleri gereği İsrail işgaline karşı göreli ileri, Filistin iç siyasetinde ise gerici bir pozisyondadır.

Bugün pek görünür olmasa da, Filistin meselesinde bir başka yanlış çizgi de, Filistin direnişine yönelik yeni emperyalist bloğun olumlanmasıdır. Bu yanlış ve tasfiyeci çizgi özetle; Batı emperyalist bloğuna ve İsrail işgaline karşı Çin sosyal-emperyalizminin başını çektiği yeni emperyalist bloğu hoş görerek, ABD emperyalizmine karşı Çin’i destekliyor.

Bugün Filistin meselesinin güncel anlamı, yeni emperyalist savaşın düello alanlarından da birine dönüşüyor olmasıdır.

Çin “sosyalist” kamuflajlı emperyalist bir devlettir.

Çin hammadde ve enerji tedarikini karşılamak için hem Afrika, Latin Amerika ve Orta Doğu’ya hem de Avrupa ve Avustralya’ya büyük yatırımlar yaptı. Keza Çin, 2017 yılında ABD’yi geride bırakarak en büyük ham petrol ihracatçısı konumuna yükseldi.

1990 yılından beri yayınlanan ve elde edilen gelirlere göre dünyanın en büyük 500 şirketinin listelendiği Fortune 500’ün verilerine göre, listeye giren Çinli şirket sayısı ABD’li şirket sayısını geçtiğimiz üç senede geride bıraktı.

Çin’in Orta Doğu yatırımları her geçen gün artıyor, Çin devleti geçen mayıs ayında ise Orta Doğu’ya altı savaş gemisi konuşlandırdı.

Özetle, güncel açıdan Filistin meselesi aynı zamanda ABD emperyalizmi ile Çin sosyal-emperyalizmi yarışı açısından bir muhabere alanı olma niteliği de taşıyor.

Filistin meselesi üzerinden Çin’in olumlanmasının sinsi ve tehlikeli boyutu ise Çin devleti tarafından beslenen bazı “sol” çevrelerin, Çin sosyal-emperyalizmini “sosyalist” olarak pazarlamasıdır.

Bu açıdan da bağımsız komünist hatta ısrar etmek ve emperyalistler arası paylaşım kavgasına değil emperyalist savaşa/işgale karşı taraf olmak, komünist siyaset açısından asli ideolojik ilkedir.

Ele alacağımız son yanlış çizgi ise İsrail işgaline karşı Filistin ulusal davasını haklı görüp, Kürdistan’daki işgale karşı sessiz kalan çizgidir. Filistin ulusunun işgale karşı tutumu ne kadar haklı ise, Kürt ulusunun da işgale ve ilhaka karşı ulusal eşitlik mücadelesi o denli haklıdır. Filistin ulusal davasının yanında tavır almaktan çekinmeyenler, Kürt meselesinde dolaylı olarak Türk burjuva devletinin yanında konumlanıyorlar. Bu çizgi sosyal-şovenist çizgidir ve ideolojik tasfiyeciliğin de en katmerli biçimidir.

Komünistler; Kürt ulusal sorununa üşüşen emperyalistlerden de uzlaşmacı ulusal dinamikten de bağımsız bir komünist hatta ve uzlaşmaz bir devrimci çizgide ısrar etmelidir.

Son tahlilde; emperyalist işgalleri koşulsuz bir biçimde haksız görmekle, emperyalist işgallere ve ilhaklara karşı direnen siyasal güçleri haklı görmekle işgale karşı direnen burjuva siyasal öznelere yedeklenmek birbirine karşıt iki çizgiyi temsil etmektedir.

Her türlü emperyalist işgal ve ulusal baskı gayri meşrudur. İşgale karşı direnen bütün siyasetler haklıdır.

Baş emperyalist bloğa karşı çıkarken yeni gelişen emperyalist bloğu olumlamak komünist hattan, işçi sınıfının devrimci çizgisinden ideolojik sapmadır, tasfiyeciliktir.

İşgale karşı mücadele eden uzlaşmacı-burjuva özneleri koşulsuz sahiplenerek, bağımsız komünist hattın yadsınması da ideolojik sapmadır, tasfiyeciliktir.

Hem emperyalistler arasındaki hem de emperyalist işgale karşı mücadele edenler arasındaki çelişmeleri doğru tahlil ve tasnif etmek, emperyalist kapitalizme karşı komünist seçeneğin güçlenmesi açısından yaşamsaldır.

Bir yandan emperyalist işgale karşı en geniş birleşik cepheyi savunacağız, diğer yandan da anti-emperyalizmin en tutarlı formu olan komünist siyasetin bağımsız hattını inşa edeceğiz. Emperyalist işgale ve ulusal soruna karşı güncel komünist görev budur.

 https://gazetepatika22.com/sosyalist-siyasette-filistin-meselesine-yonelik-ideolojik-sapmalar-157268.html

 

27 Ağustos 2024 Salı

OYA AÇAN | Cemil Oka: Çocukluğumun Duru Damlası_27 Ağustos 2024

"Onu tanıyan her birimiz kısacık da olsa, küçücük bir parçası da olsa onu anlatacağız, onun sesi olup tanımayanlara ulaşacağız. Tamamlayacağız bu tabloyu, canlandıracağız hayalinizde o güzelim yüzünü."

 Onu hep güzelim mavi gözleri ve hüzünlü duruşuyla hatırlıyorum. Sarıya çalan kumral saçları ve pek gülmeyen, bağırıp çağırmayan sakin ve ağırbaşlı haliyle biz şamatacı “kara kafa”lar içinde nazar boncuğu gibiydi.

O köy irisi nahiyenin derme çatma ilkokulunda sıra arkadaşımdı Cemil, başka bir alemden aramıza düşmüş gibiydi… Yıllar sonra 27 Ağustos 1977’te faşizmle girdiği çatışmadaki militan öne atılışıyla başka bir dünyanın insanı olduğunu bir kez daha kanıtladı; içimizi kanatarak, ruhumuzu coşturarak…

İlkokulun 4. ve 5. sınıflarını birlikte okuduk. Semiha öğretmendi o iki yılda da öğretmenimiz. Semiha Kılıç, o da bir subay eşiydi. Erzurum’un Kandilli kasabasında beş sınıflı Güvenç İlkokulu, subay çocuklarını da köy çocuklarını da ‘eğitim-öğretim’ adına barındırıyordu. Kerpiç bir binaydı, soğuktu ama okul soğukluğunu hiç hissettirmedi bize.

Cemil sıra arkadaşım mıydı pek hatırlamıyorum, büyük ihtimal öyleydi. Çünkü subay çocukları subay çocuklarıyla, köylü çocukları köylüleriyle otururlardı genellikle: Aynılar aynı yerde! Çocuk aklımızın bile sezebildiği bu sınıfsal ve toplumsal ayrım hiç hoşumuza gitmezdi. Teneffüslerde hep köylerden gelen çocuklarla oynadığımızı hatırlıyorum.

Bu sanki bir lütufmuş gibi onlar da bunu ödüllendirirlerdi sık sık. Köyden lavaş ekmek ve çökelekleri bir öğretmenlere bir de ikimize getirirlerdi. Cemil’de, içinde yaşadığımız toplumsal koşulların ayrımcı ve ötekileştirici tabiatına isyanın ilk filizleri sanırım o yıllarda atılmıştı. Kavraması, çözümlemesi ve safını belirlemesi ise daha sonraki yıllara kalmıştı. Sınıfını ve onun olanaklarını reddetmiş, inandığı değerler ve idealler için varolma yolunu seçmişti.

Kar yağdığında -Erzurum’un karı meşhurdur- okulun bahçesi çamur içinde kalırdı. Garnizon binalarının önleri, subay lojmanlarının çevresi, garaj ve askeri depoların girişleri metrelerce kar olurdu. Saatler boyunca kar küreyen erlerin hissizleşmiş ellerini hala hatırlarım. Yirmili yaşlarda 40 yaşında gösteren köy yoksullarının elleri… Damarlı, nasırlı, bezgin. Annemizin bize yaptığı gibi koynumuza sokup ısıtmak isterdik, yapamazdık. Erler, kelimenin gerçek anlamıyla köleydiler, ordunun ve subayların her türlü işini, angaryasını onlar omuzlardı.

Karlar erimeye başladığında, orada burada henüz erimemiş karları herkesten önce kapmak için sonu gelmez bir koşuşturmaca başlardı aramızda, çamurlar içinde debelenirdik. O bana göre daha “apartman çocuğu” denebilecek bir yapıdaydı, narindi, duyarlıydı. Ben yanlış bir cinsiyetle doğmuş gibiydim. İkimiz farklı bedenlerde varolsaydık sanki doğanın dengesine daha uygun olurdu…

Sık sık hastalanırdı, ödevlerini ben götürürdüm. O ödevleri defterine çekerken ben de o gün sınıfta olanları anlatırdım. Merakla dinlerdi. Annesi kurabiye yapmış olur, bir yandan atıştırır bir yandan sohbet ederdik. Kardeşlerine dair hiçbir iz kalmamış zihnimde…

 Cemil’in babası da benim babam gibi subaydı. Onun babası Nazif Oka[1], çelik pırıltılı gözleri, kapalı ince dudakları ve azametli duruşuyla gelecekte nasıl lanetli bir rol oynayacağını adeta hayal edebileceğiniz bir kurmay subaydı. Çocuk aklım ve duygularımla o zamanlar da sevmezdim onu ama sonraları nefret eder oldum. O bizim sınıf düşmanımızdı, bunu yaşamıyla ortaya koydu.

Cemil’i kaybettiğimizi öğrendiğimde müthiş sarsıldım. Onun devrimci olduğunu bile bilmiyordum. Babalarımız birer yıl arayla Ankara’ya tayin olmuştu ve birkaç kez görüşmüştük sadece… Hani insana bir baş ağrısı musallat olur ya hüzünden ya da coşkudan… İşte ikisini birlikte yaşadım. Gözyaşlarım sadece onu yitirmiş olmanın üzüntüsüyle boşanmadı, aynı zamanda büyük bir gurur ve coşku da duydum…

Cemil, İstanbul Okmeydanı’nda bir kamulaştırma eylemi sırasında polisle girdiği çatışmada yaralanmasına rağmen çemberi yarıp izini kaybettirmeyi başarmıştı. Parayı yoldaşlarına ulaştırmış. Göztepe’de tedavi olduğu evi tespit eden ve başlarında Uğur Gür ve Mete Altan gibi azılı faşistlerin bulunduğu, polislerin “Teslim ol!” çağrılarına silahıyla yanıt vermiş. Uğur Gür’ü yaralamış fakat kendisi de yeniden yaralanmış. Daha sonra içeri giren polisler onu oracıkta katletmişler…

Her gün yoldaşlarımızı, arkadaşlarımızı faşist namlularla yolda, belde, izde, işkencede toprağa verdiğimiz Türkiye’nin o günkü ortamında bu olağandı. Bana hâlâ şaşırtıcı gelen, has bir burjuva, yeminli bir devlet elemanı ve gözünü iktidar hırsı bürümüş Nazif Oka gibi bir babanın evladı olup da sosyalizm davası uğruna bu yiğitleşme, bu yüceleşmedir.

O andan başlayarak, birbirimizden koptuktan sonra neler yaşadığını, nasıl şekillendiğini, böyle gözüpek bir askeri komutan olmak için nelerden beslendiğini hep merak etmişimdir. Keşke bir süreliğine de olsa doğrulup bana bunları anlatabilse…

Ruhunu burjuva devlete satmış Nazif Oka, oğlunun cenazesini almaya bile gitmedi. Cemil’in fotoğraflarını evin her yanından kaldırttı. Uzun yıllar sözünü ettirmediğini öğrendik. Ne yapsa boşuna! Onu tanıyan her birimiz kısacık da olsa, küçücük bir parçası da olsa onu anlatacağız, onun sesi olup tanımayanlara ulaşacağız. Tamamlayacağız bu tabloyu, canlandıracağız hayalinizde o güzelim yüzünü. Hiç unutmayasınız diye…

Dipnot:[1] Nazif Oka, Elazığ, Malatya, Bingöl, Dersim ve Muş illeri Sıkıyönetim Komutanlığı yaptı. Emekli olduktan sonra HEMA yönetim kurulu üyeliğinde bulundu.

(sendika.org – 27 Ağustos 2024)

 

26 Ağustos 2024 Pazartesi

ANOKRONİZM NEDİR? ANOKRONİZMİN TÜRKİYE’DE TARİH OKUMASI VE SOL BİLİNÇ ÜZERINDEKİ TEZAHÜRLERİ_26 Ağustos 2024

“1- Değişik çağları birbirine karıştırma, bir olayın çağıyla ilgili yanılma; örneğin Fatih’in Papa’yla telefonla görüştürülmesi bir anakronizmdir.”

“2- Çağdaşlığa, çağdaş yaşama ayak uyduramama, günü geçmiş törelere bağlılık.” (TDK’den alıntı)

Bu noktada tarih disiplininin bilim dalını bir gözden geçirelim ve üzerine bir açıklama ve analiz ile doğruya bir yol almaya çalışalım.

Buna göre tarih disiplini ve gelişmelerini birde yaşanmışlıklarla ele alalım. Eğer birincil kaynaklara dayandırılmıyorsa, ortaya konan bu çalışmanın roman gibi, kurgusal bir içerikten farkı kalmaz. Birincil kaynaklara dayandırılmayan eserleri referans alan yorumlarsa farklı kulvarlara kayabilir ve genelde günümüzde sömürücü devletlerin egemenine uygun değerlendirilir. Anakronizm etkili olduğu toplumlar ise genelde gericiliğe yelken açarlar ve benliğini kendine has yanlış gelişen kültürlerle donatırlar.

Türkiye’de Türk toplumu da (Daha doğrusu Türkleşen toplum) bu noktada kültürel bir yığınla hatalı ve yanlış gelişmiştir:

– Paylaşım ve sınıf mücadelesi…

– Ezilen ulus ve azınlıklara yaklaşımı…

– Azınlık ve ezilen inançlara bakışı…

– Soykırım ve katliamlara yaklaşımı…

– Farklı dillere davranışı…

– Devlete, hükümete ve partilere biçtiği roller…

Tarihsel gelişmeler ve yaşanmışlıklara bakış açıları Anakronizm etkili olarak gelişmiştir. Mütosları ile sahte bir tarih ile sürekli övünüp durulur ve yeni kuşaklara da hep yanlış aktarılır. Anakronist kişi, nesne veya olayların kendi gerçek zaman ve mekanlarından kopartılıp farklı bir çerçeveye oturtulmasını sağlar devlet aklı olarak.

Anakronizm; edebiyatta kasıtlı olarak abartı, propaganda, komedi veya şok amacıyla da kullanılıyor. Devlet medyası destekli yazar, sanatçı veya icracı; teknoloji, terminoloji ve dil; gelenek ve tutumlar ve hatta farklı tarihsel dönemler arasında günümüzde Burjuvazinin çıkarına gelen bir sahte gündemlerle sahte tarihler yaratılır.

Özellikle Kurtuluş Savaşı, devlet oluşumu, ekonomik gelişmeler ve bunlara bağlı siyasetçileri de halka farklı yansıtarak yanlış bir tarihle sahte kahramanlar yaratmış durumdalar.

Soykırımlarla başlayan ve İngiliz emperyalizminin desteğiyle oluşturdukları tarihten bugüne her alanı yalan dolan bir süreç işlettiler, devlet militarizmine ve baskısına uğramamak için.

Sömürülenler sömürmediğini, inanmayanlar inandıklarını, devleti bilmeyenler devletçi olduklarını, farklı dil konuşanlar sırf Türkçe bildiklerini ve Türk olmayanların Türk olduğunu kanıtlama durumu şu an mevcut.

Ermeniler, Süryaniler, Keldaniler, Çerkezler vb.leri kripto bir yaşamla, Kürtler ise din ve inançlar üzerinden kardeşliği sağlama durumu ile, Aleviler Müslümanlığın özü ispatı uğrayışıyla, devletli yer edinme durumunda.

Anakronizm, bir kere bir toplumda etkili oldu mu hükümeti de muhalefeti de onun çerçevesinden çıkması çok güç bir hal alıyor ve sistemin dişlisi olmaktan çıkamıyor maalesef.

İlerici bölgelerde ileri ve gerici bölgelerde geri yöntemler faşizan saldırılarla hep geliştirilmekte.

Feodalizm ve vahşi kapitalizm döneminde kurulan devrik TC devletinin hata, eksik ve sömürülerini genelde Komünistler sanatta, kültürde ve mücadelelerle eleştirmiş ve karşı koydukları için hapis, işkence, katliam ve katliama en çokta onlar uğramıştır ülkede. Tüm ileri olan şiir, edebiyat, sanat ve siyasette genelde Komünistler sayesinde gelişmiştir. Anakronik yöntem ve araçlarla kendi ne idiği belli olmayan burjuvaları kahramanlaştırırken, komünistleri ise korkulacak düşman kişilikleri olarak halka lanse ettirip kabullendirdiler de maalesef.

Oysa ilerici halkın ve kamillerimizin gözünde tarih çok farklı anlatılıyor: “Bu topraklarda mimarinin, ticaretin, paylaşımın, dillerin ve inançların kutsallığı, farklılığın bir zenginlik olduğu; toprağın ve tüm canlıların değeri, tarihsel gelişmeler çok farklı olduğudur. Kahramanlığın güçte değil, sevgiden ve hoş görüden geçtiğidir. Yiğitliğin ezileni ve yoksulu korumaktan geçtiğidir. Halkların birliğinin ve kardeşliğinin kutsal olduğu gerçekliği ve mücadelesinin gerçek tarihsel gelişmeler olmasının altını çiziyorlar.”

Anokronizmin bir diğer tezahürü de sol, sosyalist, devrimci çevreler de, güncel politik inşa süreçlerinin mimarı olarak, sıklıkla göreve çağrıldığı bir çok durum da görülmelidir. Duygu, düşün, ideolojik, politik örgütsel pratikte, bunların belirlediği yönelim de geçmiş tarihle hiç bir konvansiyonel/ organik bağı olmayan bir çok politik öznenin anokronizm eliyle geçmiş anlatı ve bunu tamamlayan kimi sembollerle günü kurtarmaya çalışmaları bunun en somut görünür halidir.

Güncel siyasetin sistem içi üretim ve tüketimin de giderek tekleşen, reel politik içinde bir birine karışarak bir birine dönüşen politik yapıların, kullandıkları sembol dil ve onun konuşturduğu geçmiş hafıza anlatısı, her bir yapının konsilide ettiği tabanı üzerinde geçmişi bugünle bağlayan adeta bir tür ilizyona dönüştürmektedir.

Kaypakkaya geleneğinin kimi parçaları da dahil, bir bütün olarak 72 devrimci kopuşunu kendisine referans alan politik kesimlerin, geçmişle geriye düşen bir kopuşla, çıkış öncesi sistemsel çerçevede ki bir pratikte aynılaşmaları, anokronizm eliyle “şanlı geçmiş”in bugüne bakışı çarpıtan, onu kendi çıplak gerçekliği içinde görülmesini engelleyen manipülasyonla paralel her bir yapının “kemikleşmiş” kitlesini sorgulamayan, salt tabi olan bir yerden kendisinde tutmaya devam etmesini sağlamaktadır.

Bu politik kesimlerin, geçmiş anlatı ve onunla örtüşen sembollerini çıkardığınız da geriye kalan “bakiye”nin “aslın da yok bir birinden farkları” diyen bir hakikatle ortaklaştıkları, güncel güçten ve çaptan düşmüş “cüsseleri”nin geçmişin devrimci “ruhuyla” ikame edildiği rahatlıkla görülecektir.

Ne ki, anokronizmin güncelle tarihi, olması gerekenle olanı bir birine dolayarak insan zihnin de yarattığı “sahte gerçek” dün’le yarın’ı “bugün”le bölenlerin dilinde, gerçek tarihsel bağlamıyla alakasız bir yerde duran “dün bizimdi, gün bizimdir, yarın da bizim olacak” sloganıyla gerçeği “şanlı anlatı ve iddia” sihiriyle gizlemeyi başarmaktadır.

Sonuç olarak uzun bir zamandır uzak durulan, el sürülmeyen felsefe alanın da ideolojik perspektif ve doğru tarihsel rotayla yeniden bilincin kollarını sıvayıp mesaiye koyulması gelinen yerde daha fazla ertelenmeyecek kadar elzem bir yerde duruyor.

Kedilerin miyav seslerini, aslan kükreyişi olarak duyurmalarına düşünsel ayar oluşturan tüm tarih, anlatı ve bilinç çarpıklıklarına son verecek tarihsel maddeci diyalektik dünya görüşünün post modern tarih sökümünü durduracak ideolojik tahkimat da burdan yapılacak kazıyla sağlanacaktır.

Bir bütün olarak yeni gelişmeleri, eski doğrular üzerinden çözümlere kavuşturmak diyalektiğe uymayabilir. Kendisini yenileyemeyenin, toplumu yenilemeside pek imkanlı olmaz. Toplumsal muhalefet anın sorunlarını, gelecek vizyonlarıyla ve reel yapılanmalarıyla ancak materiyel niteliğe bürünür.

Geçmişi doğru analiz etmeyen tezler, ancak antiteze teslim olur ve sentezler hükmünü bulamaz.

Türkiye Cumhuriyeti tarihi kapitalizmi ve emperyalizmi hedefleyen burjuvazisi, anakronizm tarihi yaratarak gerçek tarihi çarpıtarak kamuya kabullendirdi.

İbrahim Kaypakkaya’nın ortaya koyduğu beş temel belge bu noktada en ciddi teorik itirazdı ve halen bir çok konu noktasında ciddi itirazlara muhtaç durum mevcut.

Ezilen toplumu anakronizm hastalığından, sömürü ve talan siyasetinden kurtarmak, ancak ciddi planlı örgütsel bir sınıf partisinin, doğru kadrolarla ve doğru perspektiflerle, başaracağı gerçekliği söz konusu.

https://www.devrimcidemokrasi3.org/anokronizm-nedir-anokronizmin-turkiyede-tarih-okumasi-ve-sol-bilinc-uzerinde-ki-tezahurleri/


 


 

KADINLARIN BİRLİĞİ | Kadınların Irkçı Hareketlere Katılımı: Karmaşık ve Çok Boyutlu Bir Gerçeklik -1-2

Emperyalistler arası çelişkiler derinleştikçe, ekonomik kriz ağırlaştıkça vb. bu sistemin sarıldığı en temel dayanaklardan birinin ırkçılık-faşizm olduğunu biliyoruz. Zira bunun, sistemin alametifarikalarından biri olduğunu birçok -acı- deneyimiyle elbette biliyoruz. Şu anda yine tam da böyle zamanlardan geçtiğimizi söylüyoruz.

 Bu tehlikeye dair önlemler almaktan bahsediyoruz, özellikle Avrupa’da ırkçı partilerin yükselişini izlerken, Avrupa Parlamentosu’ndan çeşitli Avrupa ülkelerinin kendi seçimlerine odaklarımızı çeviriyoruz vs.

Ancak bir izleyici olmaktan öteye geçerek meseleye daha yakından ve elbette (köşemizin formatına uygun olarak) kadınlar cephesinden bakmalıyız. Zira faşizmin, ırkçılığın, emperyalist bir savaşın vs. en çok da kadınlara ve LGBTİ+lara yönelik nasıl bir yıkım olduğu genel doğrusunu söylerken, yükselen ırkçı-faşist hareketlerin nasıl da yaygın bir şekilde kadınları içerdiğini, peşine takabildiğini görmezden gelebiliyoruz.

Hatta kadınların ve LGBTİ+ların “doğası gereği” sanki ırkçılığa-faşizme karşı olması gerektiği gibi önyargılar dahi “sol” kesimde yaygın bir kanıdır. Kadınların bu hareketler içindeki etkinliğini görmezden gelen, tarihten öğrenmeyen, meseleye yüzeysel bakan (faşizm kadınlar için yıkımsa kadınlar faşizme karşı olmalıdır gibi anti-bilimsel yaklaşımlar gibi) anlayışlar zehirli bir yılan gibi faşizmin kadınlar içindeki yayılımını da görmezler elbette.

Tarihten öğrenmek derken, örneğin Adolf Hitler’in etrafındaki güçlü kadın figürlerinin, Nazi rejiminin ve Hitler’in ideolojik ve kişisel çevresinde önemli roller oynadığını unutmamak gerekir. Bu kadınlar, genellikle propagandada, ideolojinin yayılmasında veya kişisel ilişkilerde etkili olmuşlardı.

Örneğin, Berlin’in düşmesinden bir gün önce, 29 Nisan 1945’te Hitler ile evlenen ve ertesi gün onunla birlikte intihar eden Eva Braun’u, savaşı kaybettiklerinde altı çocuğunu ve kendisini öldürerek Nazi ideolojisine olan bağlılığını gösteren Magda Göbbels’i, Hitler’in propaganda filmlerinin yönetmeni olarak ün kazanan Leni Riefenstahl’ı, Nazi rejiminin kültürel politikalarında önemli katkılarda bulunan Winifred Wagne’ı, Nazi partisi üyelerinin yüzde 40’ını oluşturan Nasyonal Sosyalist Kadınlar Birliği’ni, onun kurucusu-lideri Gertrud Scholtz-Klink’i, Mussolini’nin yakın çevresinde yer alan etkili bir kadın ve onun sanat danışmanı olan Margherita Sarfatti’yi, Angelica Balabanoff’u ve Hitler ve Mussolini’nin peşinden giden milyonlarca kadını görmezden gelerek ya da kandırılmış olduklarını düşünerek bir değerlendirme yapmak hem tarihe, hem bilime hem de kadınları özne gören bakış açısına son derece terstir.

Tarihi bir yana koysak dahi, bugün özellikle Avrupa’da ırkçı-faşist partilerin yönetim kademelerindeki kadınları da görmezden gelemeyiz, değil mi? O zaman daha derinlikli bir bakış açısına, kadınların neden bu partilerde yer aldığı sorusunu yanıtlayan bir perspektife ihtiyacımız mevcuttur.

Baştan belirtmek gerekir ki, bu sorunun yanıtı, birçok faktörün karmaşık bir birleşiminde yatıyor. Geleneksel “değerlerin” korunması ve ailenin rolünden, güvenlik ve düzen ihtiyacına, eğitim ve bilinç seviyesinden, kadına atfedilen sadakat, fedakarlık gibi toplumsal cinsiyete dayalı özelliklerin bu partiler tarafından yoğun bir şekilde kullanılmasına kadar bir dizi faktörden bahsedebiliriz.

Diğer yandan ırkçı-faşist partilerin, halkın anlayabileceği basit sloganlarla (Büyük Almanya, Büyük İtalya, Güçlü, Büyük ve Yeni Osmanlı) duygulara hitap edebilmesi, dünya çapında devrimci, komünist mücadelenin geri çekilmiş olması, savaş ve ekonomik kriz nedeniyle yoğun bir göç-mülteci akınının yaşanması ve bunun ortaya çıkardığı ve ırkçı propagandayla beslenen “güvenlik” sorunu, ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte büyüyen geçim derdi vb. argümanlar, bu parti ve örgütlerin temel argümanlarını oluşturmakta ve bir karşılık da bulmakta.

Bu meselenin ayrıntısına bir sonraki bölümde devam edeceğiz…

(Devam edecek)

Kadınların Irkçı Hareketlere Katılımı: Karmaşık ve Çok Boyutlu Bir Gerçeklik -2-

 

Son yıllarda, emperyalist savaş tehlikesinin zemininin güçlenmesine paralel, dünya genelinde ırkçı hareketlerin ve partilerin dikkat çekici boyutta güçlendiğine vurgu yapmış, bu yükselişin, sadece belirli demografik gruplarla sınırlı kalmadığını, kadınları da içine aldığını gördüğümüzü ifade etmiştik.

Peki, kadınlar neden bu tür hareketlere katılıyor? Bu sorunun yanıtı, birçok faktörün karmaşık bir birleşiminde yatıyor.

İlk olarak, geleneksel değerlerin korunması ve aile rolü üzerinde durmak gerekiyor. Irkçı partiler (en klasikleri olan Hitler ve Mussolini’nin kadınlara yönelik propagandalarında da görüldüğü üzere), politik platformlarını sıklıkla aile ve geleneksel değerler üzerine inşa ederler. Bu tür partiler, toplumsal düzenin korunması gerektiğini ve bu düzenin temelinin aile olduğunu savunur.


Zira, aile, toplumsal cinsiyet rollerinin en belirgin şekilde yaşandığı ve öğretildiği yerdir ve kadınlar (çoğunlukla), annelik ve ev içi rollerle özdeşleştirildikleri için, aile ve geleneksel değerlerin korunmasını kendileri ve toplumları için hayati görürler.

Toplumsal kurtuluş ve dolayısıyla kadınların özgürlük mücadelesinin “derin” ve “bilinmeyen” sularına dalmaktansa, statükoyu koruduğunu söyleyen ırkçı partilerin “güvenli” ve “bildik” limanları toplumsal cinsiyet rollerinin şekillendirdiği kadınlar için daha tercih edilebilir bir durum yaratır/yaratabilir.

Diğer yandan ırkçı partiler, yabancı düşmanlığı ve göç karşıtlığı üzerinden aile kurumunun tehdit altında olduğunu iddia ederken, göçmenler ve farklı kültürel grupların varlığı, bu partilerin retoriğinde aile yapısının bozulması ve geleneksel değerlerin erozyona uğraması olarak gösterilir.

Irkçı partilerin söylemleriyle büyütülen bu yapay tehdit algısı, “ailesinin ve özellikle de çocuklarının” korunmasını en önemli görevi olarak kabul eden/ettirilen kadınlar üzerinde güçlü bir etki oluşturabilmektedir.

Dikkat edilirse, ırkçı partilerin genellikle kadınların ekonomik ve sosyal statüsünü iyileştirecek politikalar önermediği rahatlıkla görülebilir. Çünkü, milyonlarca kadın ailelerini ve değerlerini koruma içgüdüsüyle, ekonomik vaatlerden ziyade ideolojik söylemlere odaklanmakta, bu da ırkçı partilerin kadınların tam anlamıyla boyun eğdirme, köleleştirme politikalarına desteği ortaya çıkarmaktadır.

Kadınlar ayrıca ekonomik krizin boyutlanarak uluslararası boyutlara ulaştığı ve bir savaşa yol açma ihtimalinin belirdiği koşullarda, yani belirsizlik dönemlerinde mevcut düzenin korunması için daha muhafazakar ve korumacı bir tutum sergileyebilir.

Diğer yandan, ırkçı-faşist parti ve gruplar, propagandalarını inşa ettikleri, alabildiğine basit ifadelerle ve sunduğu doğrudan çözüm yöntemleriyle geniş ve yoksul halk kitleleri içinde kolaylıkla kitleselleşebilmekte.

Pandemi döneminde oluşan belirsizlik, kaygı, gelecek endişesi vb. ortamda ırkçı-faşist partilerin özellikle Avrupa’da “aşı karşıtlığı” üzerinden geliştirdikleri hareketlilik bu duruma en iyi örneklerden biri olsa gerek. Hatırlanacağı gibi ırkçılar bunu yaparken kendisine “sol” diyen birçok kesim ise “zorunlu aşı”yı yani “devletin, insanların vücuduna zorla, yani iradesi dışında müdahalesini” savunuyordu!!!

Bir diğer nokta, kadınların erkeklere oranla televizyonla ilişkisinin daha yoğun olması, televizyon kanallarının prime time’larının özellikle kadınları ideolojik olarak şekillendirme ve sistemin ihtiyaçlarına göre rollerini-görevlerini kavratmada önemli bir işlev üstlendiğine de vurgu yapmalıyız.

Sosyal medya ama daha çok da televizyon gibi daha kolay ve dünyanın hemen her yerinden ulaşılabilir olan alanın ırkçı-faşist propaganda için etkili bir şekilde kullanılması da kadınların bu propagandaya maruz kalma ve etkilenme oranını yükselten bir başka faktör olarak sayılabilir.

Ataerkil yapının, sistemin ihtiyaçları doğrultusunda yaşama geçirdiği toplumsal cinsiyet rollerini doğru bir şekilde değerlendirmenin önemine burada bir vurgu yapmadan geçemeyiz.

Kadını tanımlayan, “fedakar, sadık, barışçıl, destekleyici, koruyucu, uyumlu” gibi olumluluk içerdiği yanılsamasını yaratan özelliklerini doğru bir şekilde tahlil etmeliyiz. Bu olumlu özelliklerin toplumsal kurtuluş ve kadın özgürlük mücadelesine etkin bir şekilde yansıtılmadığı koşullarda aynı zamanda faşizmin güçlü bir tabanını oluşturduğunu, oluşturabileceğini de bilmeliyiz.

Sadakatin bağımlılığı, koruyuculuğun muhafazakarlığı, uyumluluğun boyun eğmeyi vb. içerdiğini dikkate alarak meseleye yaklaşmalıyız.

Bu karmaşık ve çok boyutlu gerçekliği anlamak, kadınların ırkçı hareketlere katılımının nedenlerini daha iyi kavramamıza yardımcı olacaktır. (Bitti)

 

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/kadinlarin-birligi-kadinlarin-irkci-hareketlere-katilimi-karmasik-ve-cok-boyutlu-bir

 

 

 

22 Ağustos 2024 Perşembe

TÜRKİYE VE K. KÜRDİSTANLI SOLCULARA YÖNELİK BAYRAK ELEŞTİRİSİ_Halil Gündoğan_22.08.2024

Kendisi de sol-sosyalist cenahtan olan yazar ve aynı zamanda televizyon programcısı sayın Merdan Yanardağ, on binlerce solcunun, Fransa’da faşistleri yenilgiye uğratarak seçimlerin galibi olan Yeni Halk Cephesi’nin zaferini kutlamak için, ellerinde Fransa bayrağı ile toplaştığı Cumhuriyet Meydanı’nda, coşkuyla Enternasyonal marşını seslendirmelerinden övgü ve gıptayla bahsederken: “Bakın diğer ülke devrimcilerinin kendi ulusunun bayrağıyla bir sorunu yok. Ellerinde Fransa Bayrağı ile hep birlikte Enternasyonal okuyorlar. Harika bir durum… Fakat oldum olası bizim devrimcilerimizin kendi uluslarının bayrağıyla sorunları var. Bunu anlayamıyor ve doğru da bulmuyorum. Bu bayrak bir ulusun bayrağı. Devrimciler, mensubu oldukları ulusun ulusal değerlerine karşı olmamalı.” mealinde bir değerlendirmede bulundu.

 

Sayın Yanardağ’ın eleştirisinin iyi niyetli olduğundan kuşku duyulmasa da fakat isabetli olmadığını söylemek, kesinlikle doğru olacaktır. Çünkü hem bazı kavram ve sembolleri, süreç içerisinde yüklendikleri somut anlam ve rollerden ayrıştırarak, soyut bir şekilde ele almak doğru olmayacaktır ve hem de her ülke solcu, komünist ve devrimcilerini, her konuda bire bir aynı “doğru”lara sahip olmadıklarından; bu tür konularda yapılacak mukayeseler kantarında tartmak, kaçınılmaz olarak sorunlu olacaktır.

 

Bilinir ki ulus ile ulus-devlet aynı şeyler değildir. Özetle Ulus; genelde aynı etnik kökene dayanan, “çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, ülkü, duygu, gelenek ve görenek birliği olan insanların oluşturduğu topluluk” olarak tanımlanırken; her ne kadar da kâğıt üzerinde “bağımsız ve denge unsuru” olarak tanımlanırsa da ama nesnel yaşamda asla böyle olmayan ulus-devlet ise, aynı topraklar (ülke) üzerinde yaşayan o ulusal topluluğu, sermaye sahibi burjuva sınıfı adına yöneten idari bir aygıttır. 


Böyle olunca da hem ta başından beri devleti temsil eden ve hem de sonraki süreçlerde devlet ile özdeşleşmiş olan kültürel değer yargıları başta olmak üzere birçok sembol ve simge artık o aşama itibariyle yönetilen pozisyonda olan geniş emekçi kesimlerinin ortak değerleri olma vasfına sahip olamazlar. Halkın gözünde, onların tamamı olmasa dahi, büyük bir çoğunluğu baskıcı, sömürücü, adil olmayan diktatör bir devleti temsil ettiğinden, doğal olarak bunlar artık o “ortak ulusal değerler” kapsamında değerlendirilemezler.

 

Kaldı ki “Türkiye” denilen bu “ülke” sadece bir ulusun üzerinde yaşadığı tek bir ülke olmayıp, gönüllü birliktelik ve entegrasyonla değil, zorla ilhak edilmiş K. Kürdistan’ı da içeren iki ülke ve iki ulustan (ve de daha pek çok azınlık milliyet ve inançlardan) oluştuğundan; doğallığıyla, zorba egemen ulusu temsil eden o devletinin değer ve sembolleri, kaçınılmaz olarak, diğerinin “ortak değerleri” olarak kabul görmez.

 

Haklı olarak kabul görmez, çünkü sıradan bir Kürdün gözünde, tüm sembol ve değerleriyle o devlet, Kürdün anadilini bile yasak eden, soyunu onlarca kez kıyımlardan geçiren, evlerini köylerini defalarca başına yıkan, akla gelebilecek her türlü kötülüğü kendisine reva gören, her türlü ulusal hakkından mahrum bırakan, bir ulus olarak iradesini kabul etmeyen vb. daha pek çok zorbalığı temsil eder. Bayrak da “İstiklal Marşı” da meclisteki, askerdeki, okuldaki yemin de hepsi bu ırkçı-tekçi-inkârcı faşist devleti temsil eder. Aynı şekilde diğer ulusal azınlıklar ve inanç toplulukları için de böyledir.

 

Bütün bunlar, çok daha fazlasıyla bir komünist, sosyalist ve hatta tutarlı bir demokrat için de böyledir. Dolayısıyla da burada eleştirilmesi gereken Türkiye ve K. Kürdistanlı devrimci, sol-sosyalist ve komünistlerin bu son derece doğru ve isabetli tavır alışları değil; kendisine demokratım, sol-sosyalistim ve komünistim deyip de böyle davranmayanlar/davranamayanlar olmalıydı sayın Yanardağ. Maalesef ki sosyal şoven bir yorumda bulundunuz ve bu size hiç mi hiç yakışmadı.
 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)