30 Ağustos 2024 Cuma

1-TARİHTEN_NOTLAR_Anti-emperyalist niteliğe sahip olmayan bir ulusal hareket "ulusal devrimci" hareket olarak nitelendirilemez!

Anti-emperyalist niteliğe sahip olmayan bir ulusal hareket "ulusal devrimci" hareket olarak nitelendirilemez!

“Burjuva demokratik hareketten söz edersek reformcu hareketle devrimci hareket arasındaki bir ayrımı silip atmış oluruz. Oysa o ayrım son zamanlarda geri kalmış ve sömürge ülkelerde ayan beyan ortaya çıkmıştır. Çünkü, emperyalist burjuvazi reformcu hareketi ezilen milletlere de sokmak için elinden geleni yapmaktadı              (…………………Lenin)

MLM bilimini kendisine kılavuz edinen ve onu kavrayan her marksist çok iyi bilmektedir ki, proletaryanın bilimsel dünya görüşü olan komünist teorinin daha fazla sulandırılarak tarifata ve küçük burjuva çarpıtmalara sahne olduğu dönemler, gerek uluslararası gerekse tek tek ülkeler düzleminde olsun sınıf mücadelesinin düşük seviyede seyrettiği ve komünist hareketin güçsüz (subjektif olarak bazı zaaflar taşıması ve dağınıklığı) olduğu dönemlerdir.

Sözün özü, marksizmin her türlü revizyonunun prim yaptığı ortamların daha çok bu tip dönemlere denk düşmekte olduğu gerçekliğidir. Bunu söylemekle, yani komünist hareketin gerek uluslararası alanda gerekse tek tek ülkeler özgülünde güçlü olduğu, dolaysıyla sosyal kurtuluş mücadelesine istenilen düzeyde önderlik ettiği dönemlerde marksizme yabancı düşünce akımlarının (revizyonist, reformist ve oportünist) olmadığını veya olmayacağı sonucuna varılmasın!

Daha açık bir söylemle ifade edecek olursak, sözü geçen düşünce akımları her iki dönemde de var, sınıflar ve sınıf mücadelesi varlığını sürdürdüğü müddetçe de varolacaklardır. Ancak, bizim burada işaret etmek istediğimiz her iki dönemde varlığı-yokluğu tartışması değil, bir dönemde daha az etkinliğe, diğer bir dönemde ise daha fazla etkinliğe sahip olduklarıdır.

Bu gerçekliği yadsımak ya da görmezlikten gelmek, kapitalist toplumun bağrında boy veren ve işçi sınıfının sosyal kurtuluş mücadelesiyle birlikte maddileşen diyalektik materyalist felsefe ve buna doğrudan karşı olan burjuva ideolojisinin yanısıra bu ideolojinin türevi olarak, yani onun

 PARTİZAN 10_sf.13

idealist ipliğinden dokunmuş marksizme yabancı düşünce akımlarını görmemekle aynı olduğu gibi, bu güçlere karşı mücadele (ideolojik) edilmeyeceği anlayışıyla da aynıdır. Bu anlayış da, kapitalist toplumu meydana getiren iki temel sınıf (proletarya ve burjuvazi) dışında kalan ara sınıf ve tabakaların (küçük burjuvazi, köylülük, milli burjuvazi vb.) toplum üzerindeki etki ve varlıklarının küçümsendiği ya da reddi anlayışını getirir ki, onlara karşı mücadeleyi gereksiz kılar.

Yine bu gerçekliği (farkı) görmemek veya küçümsemek, gerek sosyal kurtuluş devrimlerini yapmış (bugün hepsinde de geriye dönüşlerin olduğunu söyleyelim) veya yapmamış diğer ülkelerin Komünist partilerin tarihlerinden gerekse 60'lar sonrası devam edegelen uluslararası komünist hareketin (enternasyonal bir örgütün olmaması, veya güçsüz oluşu) içinde bulunduğu durumdan, habersiz olmak demektir.

 Demek istediğimiz o ki, marksizme yabancı bu ara akımlardan bazıları hatta kimi zaman çoğu kendilerini "marksist", "sosyalist" lanse ettirerek mücadele sahasında yer alırlar. Veya aldılar. Hatta diyebiliriz ki, bazı zamanlarda ise bu mücadelede güçlü bir potansiyele de sahip olurlar. Tabiki bu etkinlikleri kalıcı değil geçicidir.

Nasıl ki, bu gibi ara akımların mücadele sahasında yer aldıkları somut bir gerçeklik ise,bu akımların (düşünce) toplumsal ve sınıf yapılarından kaynaklı özellikleri de (istikrarsız, korkak /cesur, panikçi, umutsuz /umutlu, kararlı/kararsız vb. gibi) üzerlerinde taşıdıkları bir o kadar gerçekliktir.

Şöyle ki; bu akımlar ezilen ve sömürülen sınıfların toplumsal muhalefetinin seviyesine göre tavır takınırlar. Eğer toplumsal muhalefet yüksek bir seviyede sevrederse, bu akımlar daha çok canlı ve atak olur; düşükse, coşku ve ataklık yerini korkaklık, umutsuzluk, panik, pasiflik ve karamsarlığa bırakır. Daha açık bir deyişle, bir dönem birinci özellikleri ön plana geçerken, diğer dönem ikinci özellikler ön plana geçer. Çünkü, sözü geçen özelliklerin tümünü de kendi üzerlerinde taşıyarak bir arada yaşamaktadır.

Marksizme yabancı bu ara akımların (sınıflar bağlamında) sosyal kurtuluş mücadelesine karşı tavırlarını

Mao şöyle ifade etmektedir:

“Ara sınıflar, bir kısmının sola dönerek devrime katılması, bir kısmının ise sağa, dönerek karşı-devrime katılmasıyla hızla parçalanmaya mahkumdurlar; ’bağımsız kalabilmeleri imkasızdır.

Dolayısıyla Çin’deki orta-burjuvazinin, kendisinin önder olacağı, ’bağımsız' bir devrim düşünmesi boş bir hayaldir” tabi), diye milli burjuvaziyi tanımlarken,

küçük-burJuvazi için ise şu tanımlamayı yapmakta:

”Normal şartlarda küçük burjuvazinin üç bölümünün (sağ-sol ve orta-bn) devrime karşı tavrı farklıdır. Ama savaş zamanında, yani devrim dalgası yükseldiği ve zafer ufukta görüldüğü zaman, küçük-burjuvazinin sadece sol kanadı değil orta kesimi de devrime katılabilir, hatta proletaryanın ve küçük burjuvazin in sol kanadının devrimci dalgası ile sürüklenen sağ kanatçılar bile devrime katılabilir. “

 PARTİZAN 10_sf.14

İşte Mao'nun sözünü ettiği ve tanımladığı bu ara akımlar yalnızca Çin'de değil, Çin gibi yarı-sömürge yarı-feodal tüm toplumlarda olduğu gibi, devleti olan-olmayan tüm ezilen ülkeler (buna yarı-sömürge ve çok uluslu devletlerde dahil) ve ulusların bağrında bu ara sınıflar vardır. Ve varlıklarını da sürdürmektedirler.

 Bu gibi ara sınıflar olduğu gibi, onların ideolojik /siyasi düzlemde temsilcisi olan partiler ve örgütler de vardır. İşte bu gibi ara sınıfların ideolojik düzlemdeki temsilcileri marksist teoriden "ödünç" aldığı kırıntılarla, gerek çeşitli milliyetlerin yaşadığı Türkiye'de gerekse diğer ülkelerde olsun sosyal kurtuluş hareketlerinin güçlü olduğu dönemlerde yüzlerini marksizme döndürürken, tersi durumda ise hem marksizme hem de sosyal kurtuluş hareketlerine sırtlarını döndürdüklerini başta belirtmiştik.

İşte bu gibi yabancı akımların, komüntern ve komünformun dağılması, arkasından dünyanın en güçlü sosyalist ülkesi olan Sovyetler birliğinde kapitalizmin restorasyonuyla ve arkasından da "doğu-bloku" diye adlandırılan ülkelerde geriye (kapitalizme) dönüşlerin olması,

 

bunlarla birlikte Çin (76), Arnavutluğun ise '78'lerde bu sürece girerek tamamlaması, dahası da kimi akımların hala da güç bağladığı Rusya'nın tamamıyla yüzündeki "sosyalist" maskeyi de atarak "kapitalizmi savunuyoruz" diye aleni olarak ortaya çıkmasıyla daha bir boy vererek attığını söyleyelim.

 

Bu gelişmelerden (Rusya ve Doğu- bloku ülkelerindeki son gelişmeler) MLM bilimini savunan akımlar pek etkilenmedi.

 

Çünkü onlar için bu gelişmeler yeni değil eskiydi. Fakat, MLM bilimini savunmayan akımlar için bu gelişmeler "yeni" sayılırdı. Çünkü, çoğu akımlar kendilerini gerek ideolojik, gerekse diğer yönlerden (Rusya vb. ülkeler yardım yapmazsa devrim yapılamaz vb. diyenler) adı geçen devletlere angaje etmişlerdi. Dolayısıyle bu gelişmeler sonucunda şoke oldular. Ve daha bir ideolojik deprasyona savruldular. Ve bununla birlikte "yeni yeni" teoriler (oysa özünde eski olan) üretmeye başladılar/ başlandı.

Kimileri "marksizm günümüz koşullarına uymuyor" diyerek "yeni devrim süreci" (özünde reformist olan), kimileri, "Stalin'den Lenin'e oradanda Marks'a kadar hepsini yeniden değerlendirmeye tabi tutmalı", "kimileri sınıf mücadeleleri yerine sınıf uzlaşmacılığı", "kimileri" devrim yerine toplumu sivilleştirmeyi birincil görev olarak öne koymayı”, kimileri diplomatik ilişkiler adı alanda emperyalist devletler ve gericilerden destek almayı "ilkeli ve eşit bir ilişkidir", kimileri "geçmişin muhasebesini yapma" vb. vb. gibi teorilerle marksizmi revize eden ve üstelikte sosyalist maskeyle MLM bilimine fütursuzca saldıran "yeni" teoriler icat ettiler ve hala da bunu savunuyorlar.

Daha önceleri de vurguladığımız gibi bu teorilerin hiçbirisi de yeni değil, eskidir. Sadece "yeni" olan birşey varsa, o da bu tip maskelerle MLM bilimine daha çok cepheden saldırıldığı gerçekliğidir.

Daha açıkçaşı, eskiye göre bugün daha çok marksizme cepheden saldırılmakta olduğu gerçekliğidir "yeni" olan.

•Konumuzla bağlantısı olduğundan, her ne kadar bütün sosyalist ülkelerde geriye dönüşler olduysa ve bunlar karşı-devrim cephesine iltihak ettilerse

PARTİZAN 10_sf.15

de bu olumsuz gelişmelerin gelişmekte olan sosyal kurtuluş (Peru bunun somut örneğidir) ve ulusal kurtuluş hareketlerini engelleyemediği de ortadadır. Sözün özü, bu olumsuz gelişmeler Komünist hareketleri subjektif olarak etkilediyse de, yükselmekte olan devrim etmenlerini engelleyemedi. Geçmişte olduğu gibi bugünde devrim etmenleri ağırlıktadır. Bu konuda birincil görev sosyal kurtuluş mücadelesine hız vermek ve devrimin başarıya ulaşması için olunca çaba sarfetmek olmalıdır.

Ve bu arada yazımızın amacının uluslararası komünist hareketin geçmişini irdelemek veya yukarıda işaret ettiğimiz ara sosyal tabakaların niteliklerini ayrıntılı olarak ortaya koymak değil, Kürt milliyetçisi akımların "Çekiç Güç", "Birleşmiş Milletler" ve Güney Kürdistan'da kurulan "Kürt Fedarasyonu"na ilişkin izledikleri çizgilerle başvurdukları bazı çarpıtmaları, genel olarak ele alıp değerlendirmek olacağını vurgulayallm.

Işte, gerek Türkiye solu, gerekse Kürt milliyetçisi akımların burjuva düşüncelerinin mahkûm edilmesinin biricik yolunun da MLM biliminin, bugün eskisinden daha çok özümsenip-savunulmasından geçecektir.

 

Sözün özü, bu bilimin özümsenip savunulmasıyla ancak yabancı düşünce akımları (ideolojik düzlemde) mahkûm edilinebilir. Bu düşünce akımlarının ideolojik düzlemde mahkûm edilmelerinin biricik bilimsel yöntemi MLM bilimiyse, pratik düzlemde ise bu bilim ışığında daha çok pratiğe (radikal mücadeleye) yüklenmek olmalıdır. Ancak bu diyalektik birlikteliğin sağlanması (teori ile pratiğin birliği) sonucu marksizme yabancı düşünce akımlarının toplum üzerindeki etkisi kırılır veya asgariye indirilebilir. Yoksa, tek cephede verilmiş veya verilecek bir mücadeleyle sözkonusu düşünce akımlarının etkisi kırılamaz!

İşte bu bilinçten hareketle "Çekiç Güç", "BM" ve Güney Kürdistan'da kurulan "Kürt Fedarasyonu"na ilişkin düşüncelerimizi bir kez daha bu sayfaları aktarmayı uygun gördük.

 

Birleşmiş Milletler örgütü (bugünkü haliyle) ve Çekiç Güç olgusunun altında yatan gerçekler kavranamadan, emperyalizme karşı doğru bir yön- tele mücadele yürütülemez!

Öncelikle Birleşmiş Milletler olgusu üzerinde duralım.

Birleşmiş Milletler'in 70'li yıllar öncesi oynadığı rolü, bugün oynamadığını başta belirtelim. Bugün neden 70'ler öncesi rolü oynamıyor, diye sorulduğunda bunun altında yatan birinci olgu, birleşmiş milletler örgütü içerisinde yer alan devletlerin hepsinin de karşı-devrimci ve emperyalizmin dalgalan- dırdığı beyaz bayrak altında yer almasıdır.

 Daha açık bir dille ifade edecek olursak, 70'ler öncesi Sovyetlerin başını çektiği (özellikle 60'lar öncesi) sosyalist ülkelerin oluşturduğu sosyalist kamp henüz dağılmamıştı ve bu örgüt içerisinde yer aldığından da dünya halkları ve ezilenleri için olumlu ve etkin kararlar çıkabiliyordu. Dahası da bu örgüt içerisinde bir yandan emperyalistler ve tüm gericilerin dalgalandırdığı beyaz bayrak varken, öte yandan sos-

PARTİZAN 10_sf.16

yalist devletlerin dalgalandırdığı, kızll bayrak vardı. İşte Sovyetlerde kapitalizme dönüşle birlikte (ve onu takib eden doğu-bloku ülkeleride bu kervana katılınca) sosyalist kampın dağılması sonucu, Birleşmiş Milletler denilen ör gütün dünya ezilen halkları ve uluslarının yararı için bir karar ya da bir tavır belirlediklerini söyleyemeyiz.

Sosyalist kampın dağılması arkasında hala da sosyalist niteliğe sahip olan Çin ve Arnavutluğun ise (ki bunlar da 70’li yılların ortalarında ve son çeyreğinde kapitalizme ve karşı-devrim cephesine entegre oldular) bu örgüt içerisinde etkinliği yoktu.

 

Ve olduğu da söylenemez. İşte bu gelişmeler sonucu, yani sosyalist kampın dağılması ve arkasından da  diğer sosyalist devletlerin karşı-devrime iltihak etmeleri sonucunda BM dünya halkları için tek kutuplu bir örgüt haline dönüştü. Kısacası, bu örgüt emperyalist güdümlü karşı-devrimci bir oluşum niteliğine büründü.  

Ki, bu örgüt, gelinen bugünkü aşamada ise Rus sosyal emperyalizminin güç kaybederek ve ABD karşısında boy ölçüşecek durumdan düşmesiyle birlikte ABD’nin birinci derecede insiyatifi altına girdi.

 

Sözkonusu örgüt içerisinde ABD'nin borozanının öttüğünü ve bu örgütün tek kutuplu bir örgüt niteliğinde olduğunu söylerken bununla ABD ve diğer emperyalist devletlerin kendi aralarında çelişkiler kalkmıştır/yoktur sonucuna varılmasın.

 

 Tek kutuplu derken bu örgütün tümüyle emperyalist cephenin elinde olduğunu, dolayısıyla devrim cephesine karşı tek bir ağızdan konuşarak ittifak içerisinde olduklarını vurgulamak istiyoruz. Yoska bu güçler arasında bir yandan devrim cephesine karşı ittifak (birlik) içerisindelerken öte yandan tekelci karakter ve çıkarları için bir çelişki, hem de uzlaşmaz çelişki içerisindeler.

 

Aynı durum emperyalist devletlerin kendi aralarında olduğu gibi bu devletlerin yarı-sömürgelerde sosyal dayanağı durumundaki komprador burjuva ve büyük toprak ağaları sınıfı için de geçerlidir. Yani emperyalist devletler arası çelişkiler onları temsil eden sınıflara da yansır.


Lenin'in işaret ettiği gibi, emperyalistler arası çelişkilerle ittifaklar emperyalizmin karakteridir.

Yine sözkonusu örgüt (BM) '70'ler öncesinin örgütü olmadığı gibi, bu niteliğinin sonucu olarak da istedikleri devletleri istedikleri an oluşuma dahil ettikleri gibi istedikleri an da oluşumdan çıkartıp izole edebiliyorlar.

Örgüt belli bir amaca ulaşmak için kurulan bir araç olduğuna göre, burada kavranılması gereken sorun da bu örgütün kime hangi amaçla hizmet ettiği ve bu  örgiüte önderlik eden güçlerinde kimler olduğu  sorunudur.

 

 İşte tam da burada bu örgütün (gelinen aşamada) tamamıyla emperyalistlerin denetiminde olduğu ve emperyalist çıkarlar için kullanıldığı gerçekliği gün gibi açık değil midir?

 

Böyle bir nitelik ve misyona sahip oluşumu, ezilen halkların sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerini desteklediği görülmüş müdür?

 

 "Desteklese de“ bunun da temel kaynağını kendi çıkarları oluşturmuyor mu?

 

PARTİZAN 10_sf.17

Emperyalist güdümlü ve ABD'nin borozanının öttüğü bu oluşumun bugün "insan hakları", "demokrasi", "çevre sorunları", "umut,operasyonları" adı altında sürdürdüğü operasyonlar, tamamıyla emperyalist ve gerici çıkarlarını sağlama almak ve bunları kamufle etmek için birer aksesuar değil de nedir?

Bugün ABD'nin bir yan kuruluşu gibi çalışan BM Somali ve Irak’a zulüm ve katliamdan başka bir şey vermemiştir.

Bugünkii haliyle öylesine bir nitelik ve misyona sahip bir oluşumun Güney Kürdistan'daki askeri simgesini ise Çekiç Güç denilen "imhacı" ve "işgalci" güçler oluşturmaktadır.

Bilindiği gibi bu karşı-devrimci korsan güç, başta ABD olmak üzere diğer emperyalist devletler ve onun bir numaralı uşağı olan TC tarafından altı ay daha Güney Kürdistan toporaklarında kalmak üzere süresi uzatıldı. Bir yandaki emperyalistler ve onun suç ortakları bu "işgal" ve "imha" edici gücün uzatılmasını savunurken, diğer yandan ise ideolojik dokusunu burjuvaziden alan Kürt milliyetçisi akımlarda bu işgalci gücün oluşturulması ve kalmasını hararetle savunmaktadırlar.

 Bunun ötesinde öyle bir gücün oluşturulmasını sevinçle alkışlamaktan da geri durmadılar ve hala da durmuyorlar. Dahası, bu yönlü anlayış ve tavırlarla dolaylı ya da dolaysız emperyalistler ve onlaır suç ortaklarının çıkarlarına hizmet etmiş oldular. Kürdistani Cephenin başını çeken IKDP ve YNK bu oluşuma (Çekiç Güç) hem öznel hem de objektif olarak ön ayak olurken, bu karşı-devrimci gücün kalmasını ve oluşturulmasını savunanlar, subjektif niyetleri ne olursa olsun, objektif olarak bu karşı-devrimci oluşuma hizmet ettikleri somut bir realitedir.

Çekiç Gücün süresi altı ay daha uzatıldı derken, artık bir daha uzatılmayacak /ya da uzatmayacaklar gibisinden hayalci sonuçlara varılmasın. Nasıl ki emperyalist devletler kendi yarı-sömürge ve sömürgeleri durumunda olan ülkelerin topraklarında askeri üslerini (bu toplumsal yapı kaldığı

 sürece) kaldırmayıp kalıcılaştırmışlarsa, Çekiç Güç denilen bu korsan gücü de Güney Kürdistan'dan kaldırmayacaklardır. Ta ki bu güç kovuluncaya veya emperyalistler buralardaki çıkarlarını sağlama alıncaya dek, bu gücün de kalacağnı söylersek, varolan somut bir gerçeğe parmak basmış oluruz. Bu gerçekliği görmemek veya yadsımak, emperyalist devletlerin yarı-sömürge ülke topraklarındaki askeri üslerini görmemek ve kavramamakla aynı olduğu gibi, emperyalistlerle onların sosyal dayanağı, olan sınıfların "işbirlikçi" olduklarını görmemekle de aynıdır.

Olgular varolan objektiflik ise gerçeklik te bu olguların iç kanunlarına hükmedici yasalardır Yine her "icat" belli bir ihtiyacın sonucu olarak ortaya çıkıyorsa, yani "ihtiyaçlar icadın anasıysa" bilimsel belirlemesinde olduğu gibi, Çekiç Güç olgusunun ortaya atılması ve Güney Kürdistan'a yerleştirilmesi de elbette belli bir ihtiyacın sonucu olarak ortaya atılmıştır. Yoksa

PARTİZAN 10_sf.18

durup dururken ortaya atılmadı. Diyalektik materyalist teorinin emrettiği gibi hiçbir şey birden bire ortaya çıkmaz. Bunun gibi Çekiç Güç olgusu da birden bire ortaya çıkmadı. İşte burada kavranılması gereken tamda Çekiç Güç olgusunun kim ya da kimlerin çıkarları için ortaya çıktığı gerçekliğinin kavranmasıdır. İşte Çekiç Güç denilen bir olgu ortaya çıktı ama bu ihtiyaç, Kürt halkı ve ulusunun ihtiyacı olarak değil, tersine emperyalist devletlerin ihtiyaçlarını karşılamak için ortaya atılarak oluşturuldu.

Kürt halkının ve tüm ezilen halkların can düşmanı emperyalist haydutların Çekiç Gücü Güney Kürdistan'a konuşlandırmalarının altında yatan temel ihtiyacın, bu haydutların çıkarları olduğu gerçekliğini görmeyenler, Lenin'in emperyalizm üzerine tezlerini bir nebzecikte olsa kavramayanlar olur ancak.

Şimdi sorunun daha bir kavranılması için Çekiç Gücün neden Güney Kürdistan topraklarına konuşlandırılıp da, başka topraklara konuşlandırılmadıklarının nedenleri üzerinde azıcıkta olsa duralım.

Bilindiği üzere Irak'ın Kuveyt'i işgaliyle birlikte başta ABD ve emperyalist canavarlar Irak'a "ders" vermeye karar verdiler. Ki bu entrikalı planlarını ise "insan haklarını korumak", "demokrasi" vb. şeylerle süsleyip senaryolaştırdıktan sonra pratiğe geçirdiler. Daha önceleri bir dizi korsanlıklar yaparak başka ülkeleri işgal eden bu güçler bir anda işgalciliğe karşı oldular (!). Her zaman olduğu gibi, yine emperyalist çıkarlarının emrettiği şekilde Irak'a her türlü silah ve techizada saldırdılar.

Emperyalistler ve onların suç ortakları Irak'a saldırdı derken, Irak'ın Kuveyt’i işgal etmesini doğru bulduğumuzu, dolayısıyla Irak'ın yanında yer almak gerektiği anlayışını savunduğumuz sanılmasın.

 

Ki, sınıf bilinçli proletarya, bu savaşı haksız ve gerici bir savaş olarak nitelendirdiğini, dolayısıyla hiçbir tarafın yanında yer almıyarak bu savaşa karşı çıktığına dair düşüncelerini ve tavrını koymuştuk.

 

Bizim burada işaret etmek istediğimiz savaşın haksızlığı yanında ABD ve emperyalist canavarları orta-doğuya sürükleyen nedenlerin neler olduğu gerçekliğidir. Nasıl ki, Irak Kuveyt’e saldırmakla ve işgal etmekle kendi siyasi ve ekonomik çıkarları için hareket ettiyse, ABD ve canavarlarda Irak’a saldırmakla ve Kuveyt'i kurtarmakla (!) başlattıkları savaşın altında yatan, kendi siyasi ve ekonomik çıkarlarıydı.

Bu arada bir gerçeğe daha parmak basmak yerinde olur: 

Eğer faşist Saddam  emperyalist efendilerinden izin alarak Kuveyt'i işgal etseydi, o zaman ne böyle bir savaş çıkardı ne de öyle sonuçlanırdı. Fakat Saddam efendilerinin çıkarlarına ters düşen bir hareket yaptığı için, "cezalandırılmaktan da" kendisini kurtaramazdı. Ve öyle de oldu. Çünkü, ’emperyalist haydudar kendi çıkarlarını zedeleyen çocuklarını (uşaklarını), tıpkı feodal düşüncelere sahip bir babanın kendi çıkarlarına ters düştüğü anda çocuğunu cezalandırdığı gibi cezalandırma yoluna giderler. Ve bir daha kendilerine kafa tutmamaları için de "iyiden iyiye döverler". Bunun örnekleri geçmişte olduğu gibi bugünde vardır. Sözgelimi; bir Panamada geçmişte CIA'nın aynı olan Norie-

PARTİZAN 10_sf.19

 ga ve Filipinler'deki Markos, Afganistan’da (Rusya'nın yaptığı) yapılan hükümet değişiklerinin hepsi de bunun somut örnekleridir. İşte emperyalistlerin "Körfez savaşında" Irak yönetimine karşı uyguladıkları yöntem de geçmişte bolca yapılanlardan başka bir şey değildi.

Kısacası, emperyalist devletleri Körfez savaşma sürükleyen olgunun altında yatan temel ihtiyaç, ne "Kuveyt'i kurtarma" ne de "insan haklarını koruyup kollama" değil, ekonomik ve siyasi çıkarlarını (orta-doğu petrol ve bu alanda askeri olarak üstünlük sağlamak) sağlama almaktı.

Öz olarak savaşın nedenleri böyle iken, savaş sonrası da sözkonusu çıkarlarırn daha bir sağlamlaştırmak ve çeşitli mücadele yöntemlerini denemekten de geri duramazlardı elbette.

Çünkü, emperyalist çıkarları böyle emrediyordu.

Savaşta yenilgiye uğrayan Saddam ve yönetimi emperyalistlere yeterince güven vermediği ve onların güvenini sarstığı için, başta ABD olmak üzere diğer emperyalistler Saddam hükümetinin değiştirilip başka bir hükümetin yerine getirilmesi için alternatifler sundular. Fakat Saddam, hükümeten ay- rılmayınca ve alternatif muhalif partilerde Saddam'ı hükümetten düşürecek güçte olmadıklarından (ki bu alternatif güçler hala da var) ABD bu planında başarılı olamadı. Saddam'ı yalnızlaştırmak için ilk olarak bu yöntemi denemekle birlikte bunun yanısıra başka yöntemlerde denemeye giriştiler.

Bilindiği gibi Kürdistani Cephe ile Irak devleti arasında uzun yıllara dayanan bir çelişki vardı. Ve ABD'de bu çelişkiyi iyi keşfetmiş olacak ki IKDP ve YNK temsilcileriyle ilişkilerini daha bir sıklaştırarak, hem de onların zayıf yanlarından yararlanarak atağa geçti. Kürdistani Cephenin başını çeken bu güçlerle ABD ve emperyalist güler arasındaki ilişkiler Körfez savaşından öncede vardı, fakat Körfez savaşı sonrası kadar boyutlu değildi.

Kürfez savaşının bitiminin hemence akabinde, yani ’91 Mart’ında Kürdistani Cephenin önderliğinde ulusal temelde bir ayaklanma oldu. Ve bu ayaklanmayla bir-çok Kürt bölgesi Kürdistani Cephenin denetimine geçti. Fakat bu gelişmeler uzun sürmedi. Dahası, Faşist Saddam diktatörlüğü bu ayak- lanmayı kanla ve katliamla (emperyalistleri de yanına alarak) bastırarak kaybettiği yerleri tekrar ele geçirdi. Bu katliamlar olurken diğer taraftan da yüzbinlerce Kürt göç etmeye başladı.

İşte bu olumsuz gelişmeler Kürdistani Cephenin karakterinden kaynaklı uzlaşıcı ve teslimiyetçi yanını daha bir hızlandırarak emperyalist güçlere ve TC'ye yaklaştırdı. Ve onlardan kendilerine "destek? ve "yardım" etmelerini istedi. İşte tam da bu dönemde ABD güdümlü Birleşmiş Milletler, "insan haklarını korumak", "Kürtlere yapılan katliamları durdurmak" vb. gibi insancıl sözlerle Kürdistani Cepheyi'de yanına alarak "Çekiç Güç oluşturulmalıdır" tartışmasını yaptılar. Ki kısa süre geçmeden de oluşturdular. Böylelikle, emperyalist canavarlar orta-doğu ve Kürdistan'daki çıkarlarını sağlama almak için bir adım daha ileriye atmış oldular. Kürdistani Cephe ise varolan uzlaşıcı tavır ve teslimeyitciliğini daha bir pekiştirdi.

PARTIZAN 10_sf.20

 

Ve böylelikle kendini onların kucağına atmış oldu.

Çekiç Gücün "imha ve işgalci" niteliğini görmeyipte, onu Saddam'a "karşı oluşturulmuş caydıncı" ve "Kürtleri koruyucu" bir güç olarak değerlendirenler, büyük bir gaflet ve sınıf uzlaşmacılığı içiresindedirler. Çünkü, bu karşı-devrimci gücün her halükarda emperyalistlerin orta-doğudaki çı- karlarını korumak için oluşturulduğunu yadsımakla birlikte, bu oluşumun bir misyonun da Kürdistan'da gelişmekte olan ve gelişecek sosyal kurtuluş mücadelesini bastırmak ve öte yandan ulusal kurtuluş mücadelesini de boğmak veya onların öncülerini kendi denetimleri altına almak olduğu gerçekliğidir. Daha şimdiden Kürdistani Cepheyi kendi denetimi altına aldığı gibi, bir dizi Kürt milliyetçisi akımı da reformist ve uzlaşmacı çizgiye doğru savurmuştur.

Bugüne kadar Kürdistan'ı "bölüp parçalayan" bu emperyalist canavarlar ve onların suç ortakları nasıl oluyorda bir anda "Kürtlerin koruyucu meleği" olup "insan haklarını koruyor”???

Bugüne kadar ve bugünde Kürtlerin katledilmesi için uşak iktidarları ve kendileri tarafından kullanılan silah ve techizatlar bu iyilik meleği (!) güçlerin değil midir? Bu anlayış ve tavırlarınızla Kürt halkı ve ulusuna ihanetin zeminlerini hazırladığınızın veya buna ortak olduğunuz un farkında mısınız?

Konumuzun başında Güney Kürdistan'daki "Çekiç Gücün" geçici olmadığını, uzun vadeli hesaplar için oluşturulduğunu belirtmiştik. İşte bu gerçeklik görülmediği ve uzlaşıcı davranıldığı içindir ki Kürdistani Cephe emperyalist devletlere ve TC'ye daha bir sırtını dayayarak onların kucağına oturdu. Ve PKK'ya karşı ortak bir hareketle de pekiştirmiş oldu.

"Güneş balçıkla sıvanmaz", özdeyişinde olduğu gibi, gerçekler bu kadar açık ve net iken, hala da kalkıp Kürdistani Cephenin ilişkilerini "diplomatik" ve "eşit koşullar la sürdürülen ilişkilerdir" diye lanse etmenin ve savunmanın adı, Kürt halkına olduğu kadar Kürt ulusuna oradan da dolaylı olarak dünya ezilenlerine kadar herkese zarar veren "gerici" ve "teslimiyetçi" anlayış ve tavırlar değil de, nedir?

Marksist teoriye ilgi duyan ve gözü milliyetçilikten uzak herkesin görebileceği gibi, Kürdistani Cephenin emperyalist devletlerle sürdüre geldiği ilişkiler emperyalizmden uzaklaştırmak yerine onları emperyalistlere daha çok yaklaştırdığını ve denetimlerine soktuğunu rahatlıkla görebilir.

MLM bilimini savunan ve ona asgari ilgi duyan, ondan da öte tutarlı devrimci-demokrat kişi veya kişiler, hiçbir zaman ne emperyalist güçlerin kendi topraklarında üs kurmasını ne de başka güçlerin başka ulus ve ülkelerin toprakları üzerinde üs kurmasını savunmazlar.

Çünkü, bu askeri güçler ezilenlerin dostu değil, düşmarndır. Dolayısıyla bu karşı-devrimci güçlerden yardım adı altında destek de istemezler. Karşı-devrimci güçler arasındaki çelişkiden yararlanmak farklı şey, bunlara sırtını dayayarak yardım etmek

PARTİZAN 10_sf.21

Devam edecek.

farklı şeydir. Daha açıkçası, karşı-devrimci iktidarlar (devletler) arasındaki çelişkilerden yararlanmak demek, Kürdistani Cephenin yaptığı gibi birini diğerine tercih etmek demek değildir! Bu bilimsel anlayış ve tavrın aksini savunmaya kalkışanlar olsa olsa burjuvazi ile onun ipliğinden dokunmuş küçük burjuvalarla, onun ideolojik düzlemdeki temsilcileri olur ancak. Bu teoriye neresinden bakılırsa bakılsın (kendi özgücüne ve müttefiklerinin gücüne güvenmeyen) bu teorinin reformist/revizyonist ve oportünist düşünceler olduğu ortada.

Evet, Güney Kürdistan'daki cephenin başını (eken IKDP ve YNK ulusal niteliğe sahiptirler, fakat bu güçlerin ulusal niteliğe sahip olmaları başka şeydir, bu güçlerin desteklenmesi ise başka şeydir.

Dahası, bu güçlerin ulusal niteliklerini tespit etmek farklı bir durumu oluştururken, bu güçleri karşı- devrimci olarak nitelendirmek ise farklı bir durumdur. Bunlar birbirine karıştırılmamalıdır. Bunun açılımını konumuzun akışı içerisinde yapacağız.

Çelişkilerden yararlanmak demek birinden vazgeçip (Irak'tan) diğer güçlere sırtını dayamak değildir dedik. Ve Irak'tan kurtulayım da kim gelirse gelsin anlayışı ve tavrı Kürt halkına ve ulusuna ihanettir.

Hem Irak'la tüm bağlarını kesmeyen bir hareket "bağmsız" olamayacağı gibi, emperyalist devletlerle de başını kesmeden bağımsız olamaz. Aksini düşünmek gerçekleşmesi imkansız bir ütopyadır! Burjuva önderlikli ulusal kurtuluş hareketlerinin tarihsel tecrübeleri göstermiştir ki, ulusal burjuva önderlikli hareketler birinden kopmadan diğerine bağlanıyorlar.

Yani, emperyalizmden kopmadan ona bağlanmaktadırlar. Bu bağlamda, Güney Kürdistan’da etkin olan güçlerin, gerek çekiç güce evet demeleri ve onu davet etmeleri, gerek emperyalist icazetli federasyon ilanları ve gerekse emperyalist devletlerin ve TC'nin emriyle PKK'ya karşı harekata katılmaları bu bağlanmanın birer somut göstergesi değil midir?

Aksini iddia eden varsa, o gerek emperyalizmin karakterini gerekse Kürdistani Cephe (IKDP ve YNK) karakterini bilmiyor ya da kavramıyor demektir.

Çoğunluk Kürt milliyetçisi akımlar, "nasıl olurda emperyalizm Kürt fedarasyonunun kurulmasına izin verir?", ”bu emperyalistlerin karakterine ters düşmez mi”?

 gibisinden sorular sorabilirler.

Evet,

 ilk bakışta bu durum çelişkiler arzetmektedir. Fakat olgular, neden ve sonuçlarıyla birlikte somut bir biçimde tahlil edildiği zaman hiçte çelişkili olmadığı ortaya çıkar.

Lenin'in emperyalizm ve ulusal sorun üzerine yazdığı tezlerinden haberi olan herkes, finans kapitalin, ulusal pazarlara tek başına hakim olmak isteyen ve  kendisine karşı çıkan ulusal hareketlere karşı olduğunu görür.

Çünkü, bu tip hareketler (anti-emperyalist) kendi çıkarlarını zedelemektedir. Dolayısıyla, kendi çıkarlarını zedelemeyen ulusal hareketlere ancak izin verirler. Buradaki açık amaç kendi çıkarlarını korumak ve sağlama almaktır. Ki bu da emperyalist devletlerin rekabet bilimine bağlı olarak ortaya çıkar. Bu, emperyalist savaşlar ın olduğu dönemlerde farklı bir biçim alırken relatif (geçici) barışın olduğu dönemde ise farkli biçimler alır.

PARTİZAN 10_sf.22

Daha açik bir deyişle, emperyalist devletler bu tip dönemlerde kendi çıkarlarını sağlama almak için ulusal hareketi kendisine yedeklemek ister. Emperyalistler açısından tek amaç bu iken, burjuva nitelikli ulusal hareketler ise, kendisinden güçlü egemen ulusa ya da bașka güçlere karşi mücadele ederken emperyalistlerden veya kimi faşist devletlerden destek almak için bu tip durumları"bulunmaz bir firsat olarak değerlendirirler.

IKDP ve YNK'nin bırakalım emperyalist güçlerden direkt olarak yardım istemelerini, bu güçler çatışma halinde oldukları güçlerden dahi geçmişte yardım almıșlardır.

Açıkcası, IKDP ve YNK arasındaki kardeş çatışmasında, IKDP lideri M. Mustafa Barzani, İran şahi Rıza Pehlevi'den yardım isterken, YNK lideri Talabani ise Irak faşist diktatörlüğünden yardım isteyerek onlara sığındılar.

Bu gibi karaktere sahip hareketler zor ve güçsüz durumda kaldiklarında kendi sınıf yapılarının gereği, "denize düşen yılana sarılır” özdeyişinde olduğu gibi onlar için düşmanın büyüğü-küçüğü pek önemli değil, yeterki kendisine ”yardim ve destek" versinler. Geçmişte gerek Rusya, gerek Amerika ve gerekse diğer emperyalist devletler bu yola başvurdukları gibi bu günde başvurmaktadırlar.

Lenin'in konuya ilişkin sözlerini aktarırsak ye- rinde olur:

” Finans kapital açısından tek tek küçük ulusların sahip olabilecekleri kadar, hatta “siyasi bağımsızlığa kadar” (abç) demokratik özgürlüğe sahip olmalarına razı olmak, böylece ‘’kendi” askeri operasyonlarının zarar görmesi tehlikesini kaldırmak, sadece – elde edilebilir—değil, trörstler için,kendi emperyalist politikaları için, kendi emperyalist savaşları için bazen daha karlıdır.

Siyasi ve stratejik, ilişkiler özelliğini görmezlikten gelmek ve ‘’emperyalizm’’ kelimesini ayırım gözetmeden, ezberden tekrarlamak,Marksizmden başka herşeydir.’’

  (MBK ve Em.Ek)

Görüldüğü gibi, emperyalizm ekonomik/siyasi ve askeri çıkarları için ezilen ulusların demokratik istemlerine razı olur. Hatta "siyasi bağımsızlıklarına kadar.” İşte çekiç gücü Güney Kiirdistan'da konuşlandırmaları ve arkasından da Kürt federasyonuna izin vermelerinin altinda yatan temel gerçek- lik, sözkonusu çıkarlardır.

Ekonomik çıkarlarının başında orta-doğu petrolleri gelirken, siyasi çıkarlarının başında ise, gerek Kürdistan'da gerekse diğer orta-doğu ülkelerinde olsun gelişmekte olan sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerini bastırmak, boğmak veya kendi denetimi altına almak için ortadoğuda siyasi denetimi elinde tutmaktır. Ki, bu denetimi sağlamak ve operasyonlarını gerçekleştirmek için de çekiç gücü devreye sokmuştur.

Emperyalizmin federasyona izin vermesinin bir nedeni de,

Kürtlerin federasyonu atlayarak "bağımsız bir devlet" kurma haklarını engellemek ve federasyonla Kürtleri denetim altında tutmaktır. Bunların yanında bir de Saddam yönetimine karşı askeri operas- yonları sağlamak için çekiç gücü kullanmaktır. Sonuçta, bu gibi oluşumlara müsade etmesi ve oluşturmasının tek nedeni varsa o da emperyalistlerin çıkarlarının olduğu gerçekliğidir.

PARTIZAN 10_sf.23

Yoksa, amaçları, ne insan haklarını korumak (!) ne de Kürtlerin katledilmesini önlemekti. İnsan haklarının ve ezilen halkların bir numaralı düşmanı ve kanemicileri olan emperyalistlerin, insan hakları savunucusu ve kürt dostu oldukları görülmemiştir. Çünkü onlar iyiden/güzelden yana herşeyin baş düşmanlarıdır!...

Evet, Kürdistani Cephe ile emperyalist devletler (başta ABD) arasındaki işbirliği sonucu Kürt federasyonu kurulacağı açıklanırken, faşist TC yetkilileri bundan tedirgin oldular, fakat bu tedirginliklerinin görüntüde olduğunu da söyleyelim. Bu güçleri tedirgin eden yan, federasyonun kurulduğu veya kurulacağı değil, "bağımsız bir devlet haline dönüştürüleceği ihtimaliydi" Fakat, Kürdistani Cephe yetkilileri emperyalistlerle anlaştıkları üzere, yani "biz Irak'ın bütünlüğünü bozmayacağız, bu bütünlüğü koruyacağız, dolayısıyla bağımsız devlete doğru gitmeyeceğiz" gibi sözler verdiğinden ve onların (emperyalistler) sözlerinden çıkmayacaklarına dair açıklamalarda bulun- makla, arkasından da TC ile birlikte PKK’a karşı ortak hareket düzenlemeleri için teminat verince ve bunu da pratikte uygulayınca faşist TC'nin görüntüdeki tedirginliği de giderilmiş oldu.

Toparlayacak olursak:

Çekiç güç, dünya halklarının can düşmanı emperyalistler ve onların suç ortakları tarafından Güney Kürdistan'da topraklarının üs olarak kullanılmak üzere oluşturulan "imha" ve "işgalci" askeri bir ordudan başka birşey değildir.

Emperyalist güçlerin yarı-sömürge ve sömürgelerdeki askeri üsleriyle Çekil Güç arasında nitelik farkı yoktur. Her ikisi de, emperyalist yağmacılık ve onun çıkarlarının koruyucusudur. Dolayısıyla, çekiç gücün oluşturulmasının altında ne "insan hakları" ne de Kürt sevgisi (!) yatıyor. Bu yönlü sözler emperyalistlerin kendi planlarını gerçekleştirmek için birer aldatmacadan başka hiçbir anlam ifade etmiyor.

Çekiç Gücün niteliği ve üstlendiği misyon bu kadar açık iken, buna karşın Kürt milliyetçisi akımların hala da bu gücü "koruyucu kalkan", "Caydırıcı güç", "Kürt federasyonu için güvence" vb. gibi gerekçelerle savunmaları ve bunu oy vermelerinin altında yatan gerçeklik, sınıf mücadelesi yerine uzlaşmacılığı, direnme ve ilerleme yerine teslimiyet ve yozlaşmayı, özgücüne ve müttefiklerine güvenme yerine, dış güçlere ve düşmanlara güvenmek, devrim yerine düzen içi değişiklikleri tercih etmeyi vb. teorize eden düşünceler olduğu açıktır.

Bu düşüncelerin sınıf dokusu burjuva ve küçük burjuva sınıf dokusudur

İşte bu sınıf dokularının bir sonucudur ki çekiç gücün kalmasına evet, gitmesine hayır demekteler!..

Marksist olduğunu iddia eden, bırakalım marksistliği bir kenara tutarlı demokrat-devrimci bir kişi ya da kişiler dahi "imha ve işgal" edici gerici orduların kendi topraklarında üslenmelerine karşı çıktığı gibi başka ulusların

PARTİZAN 10_sf.24

topraklarında üslenmelerine de karşı çıkar. Ve bu üslerin kurulmasını istemez!... Çünkü, devrimci-demokratlığın önemli kriterlerinden birisi de ilhak ve işgalciliğe karşı olmasıdır!..

Kısacası, Birleşmiş milletler ve çekiç gücün niteliği ve misyonu kavramadan emperyalizme karşı doğru bir yöntemle  mücadele edilemeyeceği gibi, onun dümen suyuna da girilebilinir.

 

SINIF BİLİNÇLİ PROLETARYA BÜTÜN ULUSAL HAREKETLERİ NİTELİĞİNE BAKMADAN DESTEKLER Mİ?

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)