4 Aralık 2024 Çarşamba

Rusya’ya Suriye’de İngiltere Operasyonu_Halil Gündoğan_4.12.2024

Suriye’deki son operasyon neyin ve kimin operasyonu?

Oldukça uzun bir süredir Suriye Rejimine karşı atıl durumda bekleyen “Rejim Muhalifi Güçler” olarak tanımlanan ve esasen, başta CİA, MOSSAD, MI6 ve MİT tarafından organize ve finanse edilen, ağırlıklı bölümünü cihatçıların oluşturduğu paramiliter-milis güçler,  iç güç dengelerinde kayda değer ölçekte büyük değişikliklerin de yaşanmadığı bir süreçte (elbette Hizbullah’a bağlı güçlerinin önemlice bir bölümünün Lübnan’a çekilmesi ve Rusya’nın eskisi kadar aktif olamaması gibi etmenler, saldırganlar açısından kısmen avantajlı bir ortam oluşturuyor olsa da) adeta “sürpriz” bir şekilde, 27 Kasım 2024 tarihinde güçlü bir atak ile karşı saldırıya geçtiler.

  Bunu, kelimenin yalın haliyle, gerçekten de zamanlaması manidar bir “operasyon” olarak nitelemek kesinlikle isabetli olacaktır. Bazıları bu zamanlamayı İsrail ile Lübnan arasında imzalanan ateşkesin hemen ardından başlatılmış olması ve Netanyahu’nun Esad’a yönelik; “ayağını denk al” yollu tehdidi sebebiyle, bunun aslında esasen bir İsrail operasyonu olarak yorumlamakta. Kimileri, gerek operasyonun başını çeken HTŞ ile olan bağlantıları ve gerekse doğrudan kendisine bağlı SMO’nun da bu operasyonda doğrudan yer alıyor olmasından ve gerekse bu güçlerin tamamının TSK’nın kontrolü altında bulunan bölgelerde hazırlanıp harekete geçmiş olmasından hareketle, bu operasyonun arkasında doğrudan Türkiye’nin bulunduğuna yorumlamakta. Kimileri ise bunun, BOP kapsamında, rutin bir CİA-MOSSAD-MI6 operasyonu olarak yorumlamakta.

Yani ortaklaşan genel kanı, bu operasyonun doğrudan söz konusu “Rejim Muhalifi Güçlerin” kendi inisiyatifleriyle başlattıkları bir operasyon olmadığıdır. Bu, doğru bir çıkarsamadır.

  Bu operasyon doğruda ABD ve İsrail Devleti’nin operasyonu mudur?

Fakat gerek CİA-Pentagon ve gerekse MOSAT- İsrail ikilisinin böyle bir bu operasyonu başlatmaları ancak ki BOP stratejisinin bir ön hamlesi olması halinde bir anlam ve mantığı olabilir. Gelinen aşama itibariyle BOP stratejisinin doğrudan yönelimi ancak ki İran veya İran eksenli olabilirdi. Mevcut koşullarda, Suriye Rejiminin İran’a kalkan veya bir ön mevzi, keza İsrail için doğrudan güçlü bir tehdit odağı olmadığı bir durumda, Suriye Rejiminin devrilmesi bunlar için neden öncelikli, acil bir hedef olsun ki? Bunun bir mantığı da yok gibi… Dikkat edilirse İsrail bile, doğrudan kendisinin Suriye’ye düzenlediği son aylarda ki operasyonlarda Rejim güçlerini değil; sadece İran güçlerini hedef alıyordu.

Dolayısıyla da doğrudan İran bağlantılı olmayan böylesi bir operasyonun, verili süreçte bu ikilinin direktifiyle yapılıyor olduğunun kabul edilebilir bir gerekçesi yok görünüyor.

 

 Bu operasyon doğrudan Türk Devleti’nin operasyonu mudur?

 

Bu operasyonun arkasında Türk Devleti’nin olması, Yeni Osmanlıcı ve Misak-ı Milli sevdalısı zihniyet açısından, pekâlâ olası aslında. Oluşan “otorite boşluğunu”, “fırsatı ganimete çevirme” hesabıyla değerlendirmek ister elbet. Hatta bunun için bin takla bile atabilir. Ancak “kurtlar sofrası” olan bu sahada bu pek öyle kolay olmasa gerek… Lokal bir hamle olsa, geçmişte yapıldığı gibi, belki karşılıklı bazı “al-ver” hesapları ile göz yumulabilir. Fakat Suriye’nin tamamını kapsayan böylesi bir operasyona Türkiye’nin tek başına cüret etmesi, boyunu aşan bir macera olur ki bunu da asla göze alacak durumda değil. Hele ki Rusya’yı cepheden karşısına almayı gerektiren böylesi bir çılgınlığa kalkışması, konjonktürel olarak pek akıl kârı olarak görülemez.

 

 O halde bu operasyon neyin operasyonu?

Şu artık net olarak anlaşılmıştır ki bu operasyon, doğrudan BOP kapsamında ön görülen bir askeri hamle değil; tamamen Ukrayna’daki büyük kapışmanın yeni cephesi olarak tezgahlanmış bir operasyondur. Yani Rusya’nın Akdeniz’den de kuşatılmasını içeren bir hamledir bu. 

 

 Bilindiği gibi Suriye hem Rusya’nın Ortadoğu’daki önemli stratejik üslerindendir ve ama daha da önemlisi hem de Akdeniz’e açılan kapısıdır. Dolayısıyla da bu operasyonu, Rusya’nın Ukrayna sahasında başta İngiltere olmak üzere NATO’ya çektiği “restin”, esaslı bir karşı hamlesi olarak değerlendirmek gerekiyor ki olguların işaret ettiği realite de budur.

 

 Bu operasyon esasta, emperyalist İngiltere Devleti’nin baş rolde olduğu bir operasyondur 

“Rusya-Ukrayna savaşı” olarak lanse edilen savaş aslında her ne kadar da Rusya-NATO savaşı olsa da ama bunun yanı sıra, ta en başından itibaren bir o kadar da Rusya-İngiltere savaşı özel boyutu taşıdığı da bir gerçektir... Hatırlanacağı gibi savaşı sonlandırmak için İstanbul’da varılan anlaşmayı son anda engelleyenin İngiltere olduğu, daha sonra basına yansıyan itiraflarla sabittir. Keza yeni ABD Başkanı seçilen Donald Trump’ın Ukrayna savaşını bitireceğine dair vaatleri üzerine İngiltere’nin buna itiraz ettiği ve alternatif yol arayışlarına girdiği ve Fransa ile ortak bir ordu kurmayı tasarladıkları ve Trump’a rağmen bu savaşın Rusya’nın yenilgisiyle sonuçlanması için ne gerekiyorsa onun yapılacağını açık beyanlarla kamuoyuna duyurdukları da bir gerçektir. Dolayısıyla da Rusya’ya açılan NATO savaşının gelinen aşamadaki fiili liderliğinin doğrudan İngiltere tarafından ele geçirildiği rahatlıkla söylenebilir.

Trump’ın, Rusya’nın kesin yenilgiye uğratılmasını ön gören NATO stratejisini akamete uğratacak olması sebebiyle, başta İngiltere olmak üzere diğer Batı Avrupalı emperyalist devletlerinin; “Rusya Ukrayna’yla yetinmez, Avrupa’ya saldırır” manipülasyonu ardında sıraya girerek, Macron’un dillendirdiği; “Rusya saldırmadan biz saldıralım” motivasyonu ile gard almaya çalıştıkları da bir giz değil.

Uzun menzilli NATO füzelerinin Rusya’ya karşı kullanılması kararının ardında ki etkili baskın güç de kamuoyuna yansıdığı kadarıyla yine doğrudan İngiltere’dir. Bilinen bir olgudur ki zaten öteden beri ABD’nin “devlet aklının” şekillenmesinde İngiltere etkin bir rol sahibidir.

İngiltere ile Rusya arasında ki düşmanlığın köklü bir tarihi geçmişi de göz önünde bulundurulursa; neden çıkan (ve aslında bilinçli bir provokasyon ile çıkması sağlanan) bu savaş ortamından yararlanarak, özel bir gayretkeşlikle, büyük ve ezeli rakibi olmaya devam eden Rusya’yı yenilgiye uğratmaya kilitlendiği de daha rahat anlaşılabilir.

 

İşte tüm bu arka plan nedenler göz önünde bulundurulursa; Rusya’nın son saldırılar ardından doğrudan İngiltere’yi açık hedef gösterip, kıtalar arası füzelerle tehdit etmesinin hemen sonrasında Suriye’deki bu operasyonun başlatılmış olmasının mantığı daha bir yerli yerine oturacaktır.

Bu operasyonda Türkiye gerçek anlamda bir taşeron güç olarak konumlandırılmıştır

Bir süreden beridir Rusya ve ABD’ye karşı İngiltere’nin Türkiye’nin hamiliğine soyunduğu ve Türkiye’nin de bu “koruyucu meleğine”, denize düşenin yılana sarılması misalinde olduğu gibi sarıldığı, herkesin malumu olsa gerek.

Her şeyin bir karşılığı vardır: Hamilik karşılığında, daha dün el uzatmak istediği Esad’ı devirmeyi amaçlayan ve Suriye’yi Rusya’nın elinden alarak, Rusya’yı Akdeniz’e açılan kapısından mahrum bırakma operasyonunda aktif olarak yer alma görevi verilmiştir. Bu görev karşılığında, sahadaki olgulardan öyle anlaşılıyor ki belli ölçülerde kendi alt emperyal amaçlarına uygun davranma serbestisi de tanınmış: Hem alt taşeronlarla oluşturulacak “yeni Suriye”, en azından bir süreliğine Türkiye’nin hamiliğine emanet edilecek ve hem de Türkiye doğrudan işgal-ilhak yoluyla, Misak-ı Milli sınırları içinde saydıkları yerleri kendi sınırlarına katma avantajına kavuşacak.

 

 Türk Devleti açısından bu genişleme operasyonu aynı zamanda Kürtler karşısında ikili bir opsiyonla davranma imkânı sunuyor: Ya gönüllü olarak Misak-ı Milli’ye dahil olursunuz ya da topraklarınızı işgal ve ilhak ederek, bunu zor yoluyla yaparım.

 

 Verili süreçte Türk Devleti’nin bu oldu-bitti korsanlığına, başta ABD olmak üzere, batılı emperyalist güçlerin de özel olarak İsrail’in de ciddi bir itirazı olmayacaktır. Çünkü nihayetinde stratejik çıkarlarına ters bir durum oluşturmuyor olacaktır Türk Devleti’nin bu tutumu.

Gelişmelerin seyrinin hangi yönde olacağını esasta Rusya, İran ve Suriye Devleti’nin geliştireceği direniş belirleyecektir. Toparlanmayı başarıp, ezebilirlerse söz konusu karşı saldırıyı, bir mola verme durumu oluşabilir belki. Yani mevcut statüko bir süreliğine daha varlığını sürdürme fırsatına kavuşabilecektir.

 Sonuç olarak:

 Emperyalist emel ve hesaplar ile geliştirilen ve halktan milyonlarca insanların kanı ve canına mal olan, katbekat fazlasını da yerinden yurdundan edip sersefil bırakan her türden operasyon ve askeri harekât kapsamındaki tüm bu saldırganlıklara karşı tavır almak gerekiyor. Bu özgülde oynadığı rol itibariyle özellikle de Türk Devleti’ne amasız fakatsız tavır takınmak gerekiyor. Özel olarak Kürt kazanımlarına karşı giriştiği saldırganlıklar kitlesel gösteriler ve basın açıklamalarıyla şiddetle kınanmalı ve bu operasyonlara derhal son vermesi istenmelidir.

 

 

 

25 Kasım 2024 Pazartesi

Toplumsal Tarihi Gerilerden Takip Etmenin Kaçınılmaz Eklektik Duruşu

TKP-ML, 2. Kongresi'ni yaptığını kamuoyuna duyurdu.1 Şu anda, aldıkları kararların ve siyasal ve sosyal saptamalarının geniş açılımı elimde yok. Ancak, kamuoyuna yaptıkları “TKP-ML Merkez Komitesi“ imzalı açıklamada, özellikle Türkiye'nin toplumsal ve siyasal gelişmeleri, devrimin strateji ve taktiklerini, maddeler halinde açıkladıkları için, kısa bir ön değerlendirme için yeterli materyal var. Buradan hareketl'e ben de kısa bir değerlendirme yapacağım.

 

Komünistlerin elinde güçlü bir bilimsel silah var. O, diyalektik materyalizmdir. Komünist partileri diyalektik ve tarihsel materyalizmden koptuğunda, ondan uzaklaştığında kaçınılmaz olarak teorileriyle, politiklarıyla ve pratikleriyle tarihi gerilerden takip ederler. Materyalist diyalektiğin olmadığı yerde eklektizm, subjektivizm ve dogmatizm olur. 

Aşağıda, „2. Kongere“ kararlarında da göreceğimiz gibi, ülkenin toplumsal durumunu somut olarak analiz etme yerine, sosyal duruma „kafalarındaki ilkelere“ uydurmayı esas hale getirince, birbiriyle çelişen eklektik bir „analiz“ ortaya çıkmıştır. Oysa, Engels der ki:

 „İlkeler, araştırmanın çıkış noktası değil, sonucudur; doğaya ve insanların tarihine uygulanmazlar, doğa ve insan dünyası ilkelere uymaz, ilkeler ancak doğa ve insan tarihine uydukları ölçüde doğrudur. Sorunun tek materyalist anlayışı budur.”

 

Esasta, 2. Kongre kararlarında “nitel değişiklikten” söz etsede, eski anlayışlarından farklı bir şey ortada yok denebilir. Temel „formasyon“ feodalizm, „yarı“ olmaktan çıkıp „kalıntılara“ dönüşmüş olmasına karşın, bu öyle bir „kalıntı“ ki, hem „hakim“, hem de temel ve baş çelişmenin asli unsurları arasında yerini korumayı başarmış.

 

„Günümüzde başlıca çelişmeler arasındaki temel çelişkinin, emperyalizm, komprador kapitalizm, feodal kalıntılar ile geniş halk yığınları arasındaki çelişki olduğunu; Demokratik Halk Devrimi sürecinde baş çelişkinin ise komprador kapitalizm, feodal kalıntılar ile geniş halk yığınları arasındaki çelişki olduğunu belirledi.“ (TKP-ML'nin adı geçen açıklamasından -aga- açYK)

 

Görüldüğü gibi, yarı-feodal „formasyon“ gitmiş, ama kalıp gibi „feodal kalıntılar“ gelip demokratik devrimin karşısına dikilmiş. Temel ve baş çelişmenin esas öğeleri arasında Komprador Kapitalizm ve feodal kalıntılar varsa, bu sıradan önemsiz bir „feodal kalıntı“ olamaz. Demek ki, toplumsal yapıda küçümsenmeyecek ve ancak bir devrimle saf dışı edilebilecek denli „kalıntı“ var anlamına gelir.

 

Ancak, aşağıda şöyle bir saptamada var:

 

„Demokratik Halk Devrimi mücadelesinde şehirler ve işçi sınıfı içinde çalışmanın esas; kırlarda ve yoksul köylüler içinde çalışmanın tali duruma düştüğünü...“ (aga)

 

„Şehirlerde işçi sınıfı içinde çalışmanın esas, köylülük alanlardaki çalışma tali“ duruma düştüğü saptanıyorsa, feodal kalıntı ne oluyor? „Başından sonuna kadar silahlı mücadelenin esas“ ne oluyor? Kimse küsmesin diye „

silahlı toplu ayaklanma“da bir deyim olarak, eklektik metinin içinde yerini almış.

Böyle bir MLM dünya görüşünden yoksun analiz çorbasına, „ne yardan ne serden“ vazgeçilmiş dense yeridir. Yani, „yarı-feodal“ yerini, „feodal kalıntılara“, „halk savaşı“, yerini, „silahlı gerilla mücadelesine“ bıraktırılmış. Ülkeye açıktan kapitalist dememek için, koprador kapitalizm ve şehirlerde işçiler içinde çalışma (oysa kırsal alanlardada işçi snıfı var) esas.

 Ama hala sosyalist devrim yok, daha önce savunulan „demokratik halk devrimi“ aynı şekilde yerinde duruyor, ama, öbür yandan, „Türkiye devriminin niteliği ve yolunun değiştiğini tespit etti.“ deniliyor. Galiba, „Halk savaşı ile yapılacak demokratik halk devrimi“ ile, „gerilla mücadelesi ile yapılacak demokratik devrim“ arasında bir nitelik fark görüyor olmalılar.

 

Ülkenin „yarı-feodal“ savunusu yapıldığı zamanda bir tarafında komprador kapitalizm vardı. Şimdi de koprador kapitalizm ve „feodal kalıntılar“ yeni bir nitel değişiklikmiş gibi öne sürülüyor.

 

İşçi sınıf içinde çalışma esas hale gelmişse, ülkenin ekonomik yapısına damgasını vuran kapitalizmdir. Bunun, MLM literatürde başkaca bir anlamı ve açıklaması yoktur. „Feodal kalıntılar“ dendiği zaman adı üstünde, kalıntıdır. Yani temel belirleyici ekonomik yapının içinde önemi olmayan, ama şu veya bu oranda var olan kapitalist ekonomi içinde çan çekişen anlamına gelir. O zaman bu baş çelişmenin içinde yer almaz. „Kalıntılar“ baş çelişkinin içinde yer alırsa, kapitalist ekonominin içinde yer alan daha bir çok küçük verilere de yer verilmesini öngörür.

 

Türkiye ve Kuzey Kürdistan istatistikleri incelendiğinde bir feodal kalıntı olmadığını, en ücra köşelere kadar kapitalizmin girdiğini göstermesine gösteriyor, ancak, somutu, diyalektik materyalist anlayışla analiz etmek olmayınca, metafizik ve idealizm devrimci idealleri „marksizm-leninizm-maoizm“ adına teslim alabiliyor. Ve ortaya tam anlamıyla, dogmatizm, eklektizm ve subjektivizm çıkıyor. 52 yıllık bir partinin teorik birikimi bu olamaz ve olmamalıdır. Ve bunun adı partinin adında var olan „ML“ ve böyle bir parti işçi sınıfının bilimsel öncü gücü asla olamaz.

„Türkiye’nin toplumsal formasyonunun komprador kapitalist ve feodal kalıntıların hakim olduğu bir ekonomik ve sosyal yapıda olduğunu, buna bağlı olarak Türkiye devriminin niteliği ve yolunun değiştiğini tespit etti.“ (aga) (aç.yk)

Türkiye devriminin niteliği ve yolu değişmişse, yerine konan ne? „Gerilla savaşı, silahlı mücadele“

Galiba, „halk savaşı“ndan vazgeçtik bari, onun yerine „silahlı mücadele“ koyalım diye düşünülmüş olmalı. Sosyal olgulardan kopuk tipik küçük burjuva düşünce tarzı.

Açıklamada, silahlı mücadelede çok iddialı şöyle bir belirleme var:

„...devrim mücadelesinin başından sonuna kadar silahlı mücadele temeli üzerinden yükseleceğini; silahlı halk ayaklanmasını hedefleyen ve fakat “küçük gruplar, büyük cüretler” temelinde, gerilla mücadelesinin devrimin başından sonuna kadar uygulanabilir olduğunu tespit etti.“

Devrim mücadelesi başından sonuna kadar silahlı olacaksa ve „köylülük bölgelerde çalışma tali“, „şehirlerde işçi sınıfı içinde çalışma esas“ olacaksa, bu silahlı mücadele şehirlerde olacak anlamına geliyor. Yani, fokoculuk? Özellikle şu saptama: “küçük gruplar, büyük cüretler” temelinde, gerilla mücadelesinin devrimin başından sonuna kadar uygulanabilir olduğunu tespit etti.“ (aga, açyk) Bu saptama, 52 yıllık kendi tarihinin eleştiri-özeleştiri temelinde bir öğretici olarak ele alınmadığı izlemini veriyor. „Küçük gruplar büyük cüretler“ öncü savaşı analayışının bir devamı ve sosyal koşullara rağmen „iman gücüyle“ devrim gelişmiyor. Kitlelerden kopuk bir avuç „önder“ militanın devrim yapacağı anlayışının cüretli hali, derde deva olmuyor. Devrimci teori, somut koşulların somut tahlilini öngörür.

Ancak, „devrimin niteliği ve yolu“ değimiş olmasına karşın „TİKKO“ duruyor. Yani, „silahlı ordu“ları var ya da kuracaklar. Nerde? Şehirler esas olduğuna göre, büyük olasılıkla burada!

Burada kısaca belirtmek gerekiyor. TİKKO Komutanlığı şöyle bir mesaj yayınlıyor: „2. Kongremiz Silahlı Mücadele Bayrağını Yükseltmenin Andıdır!“2 52 Yıldır bu parti bu sloganı sürekli yineleniyor. Her geçen yıl ise, „silahlı mücadele“nin seviyesi düştükçe düşüyor. Nedense bundan ders çıkarılmıyor. Rojava'dan seslenmenin Türkiye gerçekliği ile hiç bir ilgisi yoktur. Bu görülmelidir. Subjektif düşünceler, yaşamın kendi gerçek kalın duvralarına çarpkatan kurtulamaz.

Şehirlerde işçi sınıfı içinde çalışmanın esas alındığı saptamasının yapıldığı bir yerde; „gerilla mücadelesinin devrimin başından sonuna kadar uygulanabilir“ oluşu anlayışı, Kaypakkaya'nın TKHP-C ve THKO'yu eleştirdiği yere dönülmüş. Kırılık bölgeler taliyse, halk savaşı gibi bir strateji yoksa, köyden şehirlere doğru bir strateji yoksa, bu gerillalar nerede savaşacak? 2. Kongre'nin saptamalarına göre, elbette şehirlerde, çünkü orası esas hale gelmiş.

 Ya da „laf“ olsun diye böyle bir karar alınmış. Çünkü uzun zamandır ne kırda ne de şehirlerde, bu tür mücadeleleri savunanların „silahlı bir mücadelesi“ söz konusu değildir. Ve bu, yapmak istememekten kaynaklı değil, ülkenin koşulları böyle bir mücadeleye elverişli olmadığı içindir. Ülkenin koşulları toplu ayaklanmaya elverişlidir. Hayat öğretici, ancak ondan öğrenmesini „cüret etmek“, komünist partisini kitlelerle buluşturur.

Hatırlansın, MKP'de, „Halk Kurtuluş Ordusu“ ve şehirler için „Partizan Halk Güçleri“ „kurmuştu(?)3 Ancak, kağıt üstünde alınan bu kararların pratik halini göremedik. Sadece, sosyal koşullardan kopuk subjektif teoriler üretmek, Marksizmi Leninizmi ve Maoizmi savunmaya yetmiyor. Bu dünya görüşü temelinde sosyal koşulları doğru analiz etmekle MLM olunabilir. Ve ülke gerçeklerinden kopuk teoriler ile MLM'in genel evrensel ilkelerini savunmak da MLM olmaya yetmez. Sınıf mücadelesinden kopuk teori ve pratik, toplumsal marjinelleşme yöntemleri olmaktan başka bir işlevi olamaz.

Toplumsal tarihi gerilerden takip etmenin teorisi, yeniyi asla inşa edemez, kitlelerden bütünüyle kopmayı beraberinde, kaçınılmaz olarak getirir. Burada, kuşun taşa çarpma olasılığı bile yoktur.

 

ve Mao'nun dediği gibi:

 

„Dünyada sadece tek doğru vardır; o da objektif gerçeklikten çıkarılan ve gene objektif gerçeklik tarafından doğrulanan teoridir. Bizce, başka hiç bir şey teori olarak anılmaya layık değildir.”4

 

Birincisi, Türkiye'de feodal kalıntı dahi kalmamıştır. Kürt aşiretlerin varlığı feodalizm üzerinde değil, kapitalist ilişkiler üzerinde yürümektedir. Büyük toprak sahipleri tamamıyle birer kapitalist çiftlik sahipleridir ve üretimleri doğrudan sanayi üretimine bağlıdır.

 

İkincisi, Türkiye burjuvazisi komprador değil, emperyalist bir burjuvazidir.5 Ülkenin ekonomik ve siyasal yapısına damgasını vuran bu bir avuç tekelci burjuvazidir. GSYH'nın 1 trilyon ABD dolarını aşan Türk devletini bağımlı göstermek, onun emperyalist yayılmacılığını, işgalciliğini ve yaklaşık 70 milyar ABD dolarına varan sermaye ihracını görmezden gelmek, bilimsel bir yaklaşım olamaz.

 

Türkiye'de devrimin yolu;Mao'nun6 kapitalist ülkeler için formüle ettiği şekilde gerçekleşebilime olasılığı daha güçlüdür. Bu Rusya'da Sovyet Devrimi ile doğrulanmıştır. Yani, uzun süre legal mücadele içinde kitlelerin hazırlanması ve devrimin olgunlaştığı anda silahlı ayaklanmanın gerçekleştirilmesidir. İktidarın silah zoruyla ekle geçirilmesi evrensel ilkesiyle, başından sonuna kadar silahlı mücadelenin esas olması farklı şeylerdir.

 

Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da var olan köylülük, feodal ya da yarı-feodal ilişkiler içinde olmayıp bütünüyle kapitalist ilişkiler içindedir. Yapılan üretim kapitalist üretimdir. Kapitalist büyük toprak sahiplerini, „feodal toprak ağası“ yerine konuluyorsa, bunlardan ABD'de, Brezilya'da, Hindistan'da ve daha bir çok ülkede bolca var. Hatta Suudi Arabistanlı bir çok tekel, ABD'de yüzlerce dönüm toprak satın alıp üretim yapıyorlar.7

 

Türkiye devrimin niteliği sosyalistir. Bu gerçek ne yazık ki kabul edilmiyor, onun önü bütün eklektik, dogmatik ve subjektif düşünce tarzıyla kapatılmaya çalışılıyor. Bu bağlamda, 2. Kongre kararlarındaki, „Türkiye devriminin niteliği ve yolunun değiştiğini tespit etti“ belirlemesi, kendilerinin „demokratik halk devrimi“ nitelemeleriyle çelişiyor. O zaman hangi nitelik değişti? Daha öncede „demokratik halk devrimiydi“ 2. Kongre kararlarında da devrimin niteliği aynı: „ Demokratik Halk Devrimi“ olarak karar kılınmış. Yani, ortada bir „nitelik değişim“ yoktur.

 

Sonuç olarak, 2. Kongre kararlarına damgasını vuran temel anlayış; dogmatizm ve salt askeri bakış açısından kurtulma yerine, kuşun taşa çarpmasını bekleme düşünce tarzı egemen olmuş.

-------------------------20.11.2024

1Kusura kalmayın, „dost acı söylermiş“

1https://www.tkpml.com/tkp-ml-merkez-komitesi-yasasin-2-kongremiz/

2https://www.tkpml.com/tkp-ml-merkez-komitesi-yasasin-2-kongremiz/

3Eleştiriler İçin bkz. Yusuf Köse, Marksizmi Ortadoksça Savunmak, El Yayınları 2014

4Mao Zedung, Seçme Eserler C. III, sf. 40, “Partinin Çalışma Tarzını Düzeltelim” 1 Şubat 1942

5Yusuf Köse, Emperyalist Türkiye, El Yayınları 2022

6Mao Zedung, SE, C 2, sf. 261 Aydınlık Yayınları 1979

7https://www.csmonitor.com/Environment/2016/0328/Why-Saudi-Arabia-bought-14-000-acres-of-US-farm-land

Yusuf_Köse_SOL'da BİRLİK__Kasım 2024 Perşembe

“Sol'da Birlik” sorunu, “sol”un ortaya çıkmasından bu yana tartışıla gelmektetedir. Ve bu sorun, bazı süreçlerde devrimci ve komünistlerin ana sorun olmuştur. “Sol” dendiğinde genelde sosyalist düşünceleri savunan, yani, kapitalist sistem yerine sosyalizmi savunan ve onun uğrunda mücadele edenleri kapsamaktadır. Tabi ki, bu kavramın içeriğini bulandırma, revize etme de söz konusudur. Yani, “sol”un içi, içeriği, kapsamı, niteliği iyice aşındırılmış ve zaman zaman burjuva sosyal demokrat partileri (SPD) bile “sol” olarak adlandırılmaktadır. 1. dünya savaşından önce gerçekten de “sol” olan SDP, o günden bu yana burjuvazinin gerçek temsilcileri olmuştur. Yani, işçi sınıfı saflarını terk ederek burjuvazi saflarına geçmişlerdir. Bugün bu partiler emperyalist burjuvazinin ve “yerli” büyük burjuvazinin partileridir.

 

“Sol Birlik”, “Sol sosyalistlerin Birliği” vb. gibi adlandırmalar olsa da, Türkiye'de bu konu “sol” ortaya çıktığı günden itibaren tartışıla gelmiştir. Sol-sosyalist-komünist entetlektüel ve ilerici kesimler arasında sıklıkla tartışılmıştır ve tartışılmaya devam edecektir. Ta ki, sosyalizmin inşasına kadar bu tartışmalar sürecektir. Ondan sonrada başka bir şekilde devam edebilir. Bu “birlik” ve elbette “ayrılık” tarışmaları bir sınıflı toplum özelliğidir. Genel de ise, “ayrılmalıyız” değil, “birleşmeliyiz” şeklinde tartışmalar sürdürülmektedir.

 Daha çok, “birleşmeliyiz” tartışmasının sürdürülmesi; başta üretim araçları olmak üzere, devleti elinde bulunduran burjuvazinin baskısına maruz kalanların, daha fazla bölünmesinden kaynaklanmaktadır. Bu da, işçi sınıfı ve emekçilerin “birleşme” eğilimini ortaya koyan bir gösterge olması yanında, bu kesimlerin, birleşerek burjuvaziye karşı koyabileceklerinin de bilincinde olduğunu göstermektedir.

Kapitalist toplum, esasta, burjuva ve işçi sınıfı olarak ikiye bölünmüş olsa da, iki sınıf arasında kalan, bujuva ve işçi sınıfına ait olmayan orta ve ve küçük burjuva kesimlerde vardır. Üretimdeki yerleri nedeniyle, burjuva görüşlerinden daha fazla etkilenselerde, işçi sınıfına yakın olan küçük burjuva tabakalardır. Orta burjuvazi, burjuva sınıfına daha yakın iken, işçi sınıfına ise bir o kadar uzaktır. Küçük burjuvazi, her ne kadar büyük burjuva olma hayalleri taşısada, işçi sınıfına en yakın kesimdir ve büyük burjuvazi karşısında ezilirler ve her geçen gün ellerinde ve avuçlarında varolanı da kaybederek, yani mülksüzleştirilerek, işçi sınıfı saflarına itilirler.

Bu kesimler işçi sınıfının dünya görüşü olan marksist-leninist-maoist görüşlerden etkilenirler. Bu görüşleri kendi görüşleri olarak da kabul ederler, ancak, sınıfsal yapıları gereği, dünyayı yorumlamaları farklılaşır. Diyalektik materyalizm yerine metafizik idealist ideolojiden de bir o kadar etkilenirler. Bu nedenle de, burjuvazi ve işçi sınıfı gibi kendilerine özgü bir sınıf tavrına sahip değillerdir.1

 

Sosyalizm ve komünizm uğruna mücadele ettiğini söyleyen örgütler, belki uzun vadeli hedefte aynı şeyleri savunuyor gözükmelerine karşın, yol ve yöntemlerde farklılaşırlar. Bu farklışama çoğu kez devrimi önleme metodlarına, burjuvaziye hizmet etme taktiklerine ve mücadele biçimlerine dönüşebilir ve dönüşüyorda. Genelde, hepsi, kendisini işçi sınıfının partisi ve öncüsü olarak nitelendirse de, gerçekte böyle değildir. Bu bağlamda da kendine işçi sınıfının örgütü olarak adlandıran her örgüt ve parti, teori ve pratik duruşuyla işçi sınıfının partisi ve örügütü olamaz.

 

Bu örgüt ve partiler arasındaki farklılık, esasta idealizm ile materyalizm, metafizik ile diyalektik dünya görüşleri arasındaki bir farklılık ve çatışmadır. Sınıflı toplum varolduğu sürece bu ideolojik farklılıklar olacaktır. Yani, “sol içindeki bölünme”den çok şikayet edilse de, yakınılsa da, bu bölünme nesneldir. Bu bölünmeyi ortadan kaldırmanın, sınıflı toplum olan kapitalist toplum içinde olasılığı yoktur. Ancak, bu parçalanmaları aza indirme ve uğruna mücadele edilen bazı konularda asgari birlik sağlanabilme olasılığını ve gerçekliğinin de ortadan kaldırmaz.

“Sol”da bölünmeyi salt “karyerist amaçlar” nedenine indirgemek, tam olarak sorunu açıklamaya yetmez. Bu tür amaçlarla hareket etmeler ve bunun sonucu bölünmeler olsa da, bölünmenin belirleyici nedeni olamaz. Bunun özünde de sınıfsal karakter, sınıfsal yaklaşım, sınıfsal ideoloji vardır. Yani, esas olarak, bölünmenin temelini farklı ideolojik ve siyasal yaklaşımlar oluşturur.

Burjuva sınıfları arasında da bölünme vardır. Burjuvazyi temsil eden büyük partilerin olmasına karşın, irili ufaklı parti sayısı da çoktur. Örneğin, Türkiye'de şu anda resmi olarak kurulu 157 parti vardır. 2 Bunlar legal partilerdir. Bir de illegal parti ve örgütler vardır. Bunların sayısı da az değilidr. İllegal partiler içinde kendilerini sol-sosyalist/komünist olarak adlandıran partilerde vardır. 157 partinin içinde büyük burjuva partilerinin yanı sıra sayısı hayli kabarık olan irili ufaklı burjuva dünya görüşüne daha yakın, yani kendini “sol” olarak değerlendirmeyen partiler vardır. Ve bunların içinde faşist, dinci, kemalist miliyetçi ve daha bir çok görüşe sahip olanlarda vardır. Örneğin Almanya'da parti sayısı 95 olarak veriliyor.3 Hangi ülkede olursa olsun bir çok partinin tabela partisi olduğu da bir gerçektir.

Burada söylemek istediğim, Türkiye'de burjuva partileri arasında da ideolojik olarak aynı olsalarda, (kapitalist sistemin sürdürülmesi), farklı görüşler nedeniyle ve esas olarak da iktidarın nimetlerinden daha fazla yararlanma amaçlı çıkar farklılıkları ve kavgaları vardır. AKP ve CHP'nin arasındaki ikidiarı ele geçirme savaşı gibi. Ama ikisi de devlete esasta egemen olan farklı burjuva kliklerin siyasal temsilcileridir. Bu her iki partide Türk egemen sınıfların partisi ve Türk devletinin “bekası” için, bu “bekayı” yıkmak isteyen sınıf bilinçli örgütlü işçi sınıfına karşı mücadele ederler. Bu burjuva partileri kapitalist sistemin sürdürülmesi için her türlü çaba ve kararlılığı gösteren partilerdir.

 

Sol' da Olan Birlikler

Türkiye özgülünde bu sorun ele alındığında, kendini “sol” olarak değerlendiren örgütler arasında bir çok birlik/ittifak vardır. Bu eylem birlikleri ve ittifaklar örgütsel birlik olmayıp, bir çok örgüt ve partinin belli konular etrafında kısa ve uzun vadeli olarak bir araya geldikleri ve ortak hareket ettikleri, etmeye çalıştıkları taktiksel birlikteliklerdir. Bunlar cephe şeklinde stratejik değil, taktik birlikteliklerdir. Cephe ise, ikidar hedefli stratejik bir bilikteliktir. Hedef ve program içeriği daha farklıdır. Bu birliktelikler, sosyalist ya da komünist birbirlikler değil, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması ve savunulması konusunda bir araya gelmiş bilikteliklerdir.

Örneğin, silahlı mücadeleyi savunan illegal örgütlerin 2016 yılında oluşturduğu Halkların Birleşik Devrim Hareketi (HBDH) var. Bu birtelikteliğin (kendileri bu birlikteliğin “stratejik” olduğunu açıklamışlar) içinde kendine komünist diyen örgüt ve partiler olmasına karşın, genel de demokratik devrimi hedefleyen, bunun yanında sosyalizme de atıfta bulunan birlikteliktir. “Birleşik Devrim”den söz edilmesine karşın, içinde yer alan parti ve örgütler kendi dünya görüşüne göre pratik ve teorik bir hat izlemektedir. Bunun içinde yer alan örgüt ve partiler illegal örgütler, legal örütlenme ve mücadeleyi reddetmeyen, ama illegal örgütlenmeyi esas alan örgüt ve partilerdir.

 

Bunun dışında daha önce HADEP, sonra DEM Parti'si olarak faaliyetini sürdüren partinin bileşimi, esas belirleyiciliğini “Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi”nin legal kanadının yaptığı, bir demokratik birliktir. İçinde kendilerini sosyalist olarak adlandıran örgüt ve partiler var. Örneğin Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) bunlardan biridir. Bu ittifakın dışında “Birleşik Mücadele Güçleri” adıyla legal olarak bir /birliktelik/ittifak kuruldu.

Seçim dönemlerinde oluşturulan legal parti ve örgütlerin “seçim ittifakları” var. TKP ve SOL Parti ve diğer bazı partilerin içinde yer aldığı “Sosyalist Güç Birliği (SGB)” ittifakı, DEM Parti, EMEP, TİP , SMF ve daha bir çok parti ve örgütlerin oluşturduğu “Emek ve Özgürlük İttifakı (EÖİ)” vardı. Bu “ittifaklar” adı üzerinde olduğu gibi seçim içindi ve seçim bittikten sonra sürdürülmedi. EÖİ 'nı seçim sürecinde destekleyen, ama doğrudan bu ittifakın içinde yer almayan örgüt ve partilerde vardı.

 

Feminist kadın örgütlenmeleri de, faşizme karşı demokratik hak ve özgürlükler cephesinde yer alan bir oluşumdur. Radikal feministler, anti-komünist duruş sergileselerde, kadın yürüyüşlerine katılanların hepsinin feminist dünya görüşünü benimsediği anlamına gelmez. Feminist “gece yürüyüşleri”ne katılanların içinde devrimci ve komünist kadınlarda yer alamaktadır.

 

Ayrıca, yüzyıllardır dinsel-mezhepsel ayrımcılığa tabı tutulan, katliamlar uygulanan Alevi örgütleri de anti-faşist demokratik hak ve özgürlükler cephesinde yerini almalıdır, objektif olarak alıyorlar da.

 

2016 yılında kurulan Demokrasi İçin Birlik (DİP) oluşumu içinde 100'e yakın örgüt ve kurumun olduğu söyleniyor.4 DİP, kapitalist sistemle hesaplaşması olmayan, onun içinde kalarak, burjuva anlamda daha geniş demokrasiyi savunan, anti-sosyal şovenist, anti-faşist demokrat nitelikli ve Faşizme Karşı Birleşik Cephe içinde yer alaması gereken bir oluşumdur.

Yukarıda adı geçen “ittifaklar” içinde iki özellik ortaya çıkıyor. SGB, esasta Kürt ulusal demokratik hareketinden uzak duran ve Türk ulusalcılığı ağır basan ve “ulusalcı sol” denmesini, -ideolojik ve politik yapısı gereği- hak eden bir çizigide olan sosyal şovenist bir oluşumdur. EÖİ ise, Kürt ulusal demokratik hareketiyle birlikte hareket eden ya da etmeye çalışan örgüt ve partilerdir. Burada TİP için bir not düşmek gerekiyor.

Seçim sisteminin getirdiği barajı aşmak için bu ittifakın içinde yer almıştır. Ulusalcı “sol” dediğim SGB ittifakına, dünya görüşü olarak daha yakın olmasına karşın, pragmatist yaklaşıp “milletvekili seçtirmek” amacıyla bu ittifak içinde yer almış, ama aynı zamanda ittifak içinde ayrı seçime girerek, ittifaka zarar vermiştir. TİP'in bu oportünist ve pargmatist tavrı, seçim sonrası ezen ulus “ulusalcılığına” tepki olarak kendi içinde ciddi bir bölünme yaratmıştır.

 

Yukarıda adlarını saydığımız birlik/ittifak gibi oluşumlar, hiç de Türkiye'de “sol biraraya gelmiyor” görüntüsü vermiyor. Biraraya geliyorlar, ama, toplumsal beklentiye karşılık olamıyorlar denebilir. Bu beklentinin başında, Erdoğan iktidarının yıkılması gelmektedir. Erdoğan giderse, burjuva anlamda demokrasinin geleceği beklentisi vardır. Ama “sol” GEZİ gibi toplumsal ayaklanmalarda biraraya gelebiliyor. Ancak, subjektif istemlerle sosyal gerçeklik her zaman uyuşmuyor. Subjektif istemler sosyal gerçekliğe uyduğu ölçüde, başarılar elede edilebilir.

Bu nedenle Türkiye ve Kuzey Kürdistan “sol”unu, “hep bölünüyorlar, birleşmiyorlar” gibi karamsar bir tablonun içine oturtmak, sosyal gerçeklikten uzaklaşan bir yaklaşımdır. Burjuva liberallerin (örneğin “sol” liberal entellektüellerin yayın organı Birikimciler vb.leri), kitlelere,“sol”u küçük göstermek istediği yerde durmak sosyalistlerin işi olamaz. Tabi ki, bu gerçeklik, birleşmeyi zorlama, ayrılıkları eleştirme hakkını ortadan kaldırmaz.

Türkiye'deki “sol neden birleşemiyor” ya da “sol'da birlik” gibi tartışmalar, daha çok da “sol”u reformize etme, düzen içine hapsetme gibi amaçlarla yapılmaktadır. Bir kısmı, “sol”u ulusalcılığa çekmeye çalışırken, bir kısım “sol” liberal anlayışlarda, “sol”u kendi politik ve ideolojik bağlamından koparmayı “gerçek sol” olarak kitlelere sunuyor. Bu tür yaklaşımlar, sosyalist mücadelenin bittiğine inana liberal anlayışlardır. Bunlara karşı tavizsiz mücadele verilmelidir.

 

Kendini “sol-sosyalist” diye tanımlayan bazı kesimlerdeki (esasta reformist), beklenti ise,Yunanistan'daki Sryza, Almanya'daki küçük burjuva yapılanma reformist Die Linke (Sol Parti) gibi güçlenip hükümete gelemiyorlar. Sryza, sol sosyal demokratlar (reformistler), troçkistler, kendine komünist ve maoist olarak adlandıran irili ufaklı, ama esas ağırlığı “demokratik sosyalizm” savunusu yapan kesim oluşturuyordu. Programı ise reformist içerikliydi. İktidara geldikten sonra, kendi reformist programını devre dışı bırakıp AB emperyalistlerin baskılarına direnemeyip, uluslararası emperyalist tekelerin burjuva (kemer sıkma) programını harfiyen uyguladı ve kitlelerin tepkisini çekti ve sonunda iktidarı kaybetti.

 Almanya'daki Die Linke'de önceleri eski Doğu Almanya'da yer alan eyaletlerde güçlüydü ve eyalet hükümetlerinde yer alıyordu. Eyalet hükümetlerinde yer aldığı sürece, burjuva partilerin programnın uygulanmasına ortaklık etmiştir. Bu da, kitlelerin ondan uzaklaşmasını getirmiştir. Bu adı geçen partiler gerçek anlamda sosyalist değil, 1960-70'lerin Sosyal Demokrat Partileri gibi programlara sahiptir. Kapitalizmle hesaplaşma gibi bir girişimleri ve istekleri olmadı.

 

DEM Parti birleşenleri içinde kendine “sosyalist”, “komünist”, “ML” diyen örgüt ve partiler olmasına karşın, reformist bir programa sahiptir. Yani, hükümete geldiğinde, kapitalist sistemin bazı yanlarını torpülemenin ötesine gidemeyecektir. Genel çerçevesi, demokratik hak ve özgürlüklerin korunması, geliştirilmesi, sömürünün azaltılması, doğanın korunması, Kürtler üzerindeki ezen ulus baskısına son verilmesi, ve “barış” gibi hedefleri vardır. Genel anlamda, anti-emperyalist, anti-faşist reformist bir programa sahiptir. Kapitalist sistemi var eden “ücretli kölelik” olarak adlandırılan ücretli işgücü sistemini ortadan kaldırmayı hedeflemiyor. Bunu hedeflemeyen bir program sosyalist olamaz.

 

Türkiye'de sosyal şovenist düşünce yapısına sahip örgüt ve partiler esasta Kürt ulusal hareketi ve buna yakın anlayışta olan örgüt ve partilerden uzak duruyorlar. Örneğin, Sol Parti, CHP ile birlikte olmak ya da onun listesinden belediye ya da millet vekilliği için aday olabilirken, DEM Parti ile böyle bir ilişki içine girmekten uzak duruyor. Ulusalcı TKP de, demokrasi mücadelesi veren legal Kürt parti ve örgütlerinden uzak durmaya özellikle dikkat ediyor. TUSAŞ olayını kınıyor, burada ölenler için başsağlığı mesajı yayınlıyor, aynı gece Türk devletinin bombalarıyla ölen Rojavalı çocuklar ve halktan insanlar için başsağlığı mesajı bir yana, bu katliamı kınamaktan özellikle kaçınıyor. Bu da onu, ezen ulus egemen sınıfın devleti yanında “yurtseverlik” gösterisi sergilediğini net olarak göstermeye yetiyor. Rojava'nın Türk devletinin “Filistini” olduğu gerçeğini göremeyecek kadar sosyal şovenizm bataklığına batmış bir siyasal yapılanmanın adı dışında komünist bir nitelik taşımıyacağı bir gerçektir.

 

Oysa, Türkiye'de, genel anlamda burjuva anlamda dahi olsa demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması mücadelesinde DEM Parti ile birlikte hareket etmemek, faşist iktidarın istemlerine boyun eğmek olurken, ezen ulus şovenizmin savunuculuğunu yapmaktır. En asgarisinden demokratik hak ve özgürlüklerden yana olanların, bu uğurda mücadele eden güçlerle birlikte hareket etmemesi (eylem birliği ya da ittifak şeklinde) işçi sınıfı ve emekçilerin demokrasi, özgürlük ve sosyalizm mücadelesine zarar verir.

Nasıl Bir Birlik?

Her örgütlenme bir ihtiyaçtan doğduğu gibi, toplumsal gelişmeler de birlikleri zaman zaman “aynıların aynı yerde olması” prensibini daha acil olarak dayatır. Çünkü soyut bir birlik olamaz. Toplumdaki somut gelişmelere göre birlikler oluşur ve oluşturulmalıdır. Yani, özellikle komünist ve devrimci parti ve örgütlerin birliği işçi sınıfın mücadelesinin gelişmesiyle yakından ilgilidir. Ve birlikler, sınıf mücadelesinin gelişmesine hizmet etmelidir.

Komünistlerin örgütsel birliği, sosyalizm mücadelesi için “yüce bir birlik” dense yeridir. Çünkü işçi sınıfının komünizm davası, insanlığın kurtuluş davasıdır. Bu bağlamda yücedir. Komünistler arasında, dünya görüşü açısından komünist olmalarına karşın bazı yorumlama ve bakış açılarındaki farklılıklar nedeniyle siyasal ve teorik ayrımlar olabilir. Ama, buna rağmen MLM dünya görüşü açısından bir yakınlık ve benzerlik olabilir.

Bu tür partiler, eğer aralarında ideolojik aynılık varsa, iradi ve yoğun tartışmalarla kendi aralarındaki ilkesel olmayan farklılıkları giderebilirler. Tabi, burada, bu örgütlerin yönetici kesimlerinin bu konuda samimi olmaları, kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kurma iradesinde kararlı olmaları, daha doğrusu iktidar perspektifine sahip olmaları halinde, birleşmenin önündeki programsal ve örgütsel farklıklarda, proleter tartışma kültürü ışığında aşılıp, birlik gerçekleştirilebilir.

“Birlik” adına, oportünist uzlaşmacı, ciddi ideolojik ve teorik farklılıkları görmezden gelerek, salt “birlik olsun da ne olursa olsun” anlayışıyla hareket edilirse, elbette bu birlik, derin çelişmeleri de beraberinde getirir ve daha yıkıcı/yıpratıcı bir ayrılığa neden olabilir. Komünistlerin örgütsel birliğine bir eylem birliği olarak yaklaşılamaz. Program ve tüzük üzerinde anlaşılan, dünya görüşü konusunda farklı tereddüt ve ayrım yaşanmayan tam bir örgütsel birlik olmalıdır.

Birleşmek isteyenler, birlik sorunun canlı bir şekilde gündemde tutanlar, kendi aralarındaki tüm farklılıkları derinlemesine tartışmalıdır. Bu tartışmaya, birleşmek isteyen örgütlerin üyesinden en ileri tabanına kadar aktif olarak tartışmaya katılmaları sağlanmalıdır.

 

Bugün Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da kendini Marksist-Leninist (ML), Marksist-Leninist-Maoist (MLM) olarak adlandıran partiler var. Bunlar dışında sosyal şovenist TKP gibi ulusalcı “komünist(!)” partiler de var. Sosyalizm ve komünizm mücadelesinde kararlı ve ciddi olan partiler, “aynıların aynı yerde olması” prensibi gereği, iradi olarak başta her alanda eylem birlikteliklerini sıklaştırıp canlı tutarken, aynı zamanda örgütsel birlik içinde çaba harcamaları gerekir. Bunun yolu; proleter devrimci tartışma külütürü içinde, canlı siyasal tartışma ortamının sağlanmasından geçer. Kendine komünist diyen siyasi parti ve örgütler ne yazık ki, uzun bir zamandır birbirini eleştirmediği bir gerçektir. Bu suskunluk ya da duyarsızlık oprtünizmle uzalşama analyışının ta kendisidir.

Teorik ve politik canlı bir tartışmanın olmadığı yerde, işçi sınıfı içindeki sınıf bilinçli örgütlenme de gelişemez………………..7.11.2024

1Stefan Engel, İşçi Hareketi İçinde Düşünce Tarzı İçin Mücadele, sf. 130, Verlag Neuer Weg, 2001 Türkçe Basım

2https://www.yargitaycb.gov.tr/item/1093/siyasi-parti-genel-bilgileri

3https://de.wikipedia.org/wiki/Liste_der_politischen_Parteien_in_Deutschland

4https://demokrasiicinbirlik.com/hakkimizda/

 

23 Kasım 2024 Cumartesi

Kürtler açısından olasılıklar ve riskler…Halil Gündoğan_14.11.2024

Girilen sürecin realitesi

Gerek küresel ve ama özellikle de Bölgesel düzlemde yaşanan gelişmeler her anlamda “kartların yeniden karılması”, senaryoların yeniden kurgulanması ve hesapların yeniden gözden geçirilmesi gerekliliğini dayatmış durumda.

 Yani hiç kimse ve hiçbir tarafın kayıtsız kalma lüksünün olmadığı bir sürece girilmiş oldu.

Gard alma telaşı

Herkesim gardını, olası Bölgesel ve topyekûn savaşa göre, belirleme telaşında: İç cepheyi güçlendirme/ “milli birlik ve beraberliği sağlama” (ki bunun açık anlamı iç faşistleşme sürecini de hızla tamamlamaktır), var olan müttefikleri güçlendirme ve yeni müttefikler edinme suretiyle vuruş gücünü arttırma, rakip cepheyi mümkün olabildiği oranda bölüp parçalama, silahlanmaya hız vererek teknik savaş kapasitesini  arttırma ve alan tutarak, rakiplerini yakın ve geniş çeperlerle kuşatmaya  alma hummalı uğraşı içerisinde.

“Kürt kartı” üzerinden rekabet

Bölgesel bazda, Siyonist İsrail Devleti ile Türk-İslam sentezcisi faşist T.C Devleti, bu türden hesapların dikkat çekici tarzda en yoğun görüldüğü iki “seçkin örnek” durumunda. Her ikisi de emperyal hesaplarla bölgede yeni nüfus alanları yaratma sevdasıyla, Kürtleri kendi yanına çekmenin hesaplarını yapıyor.

“Kürt kartının” Siyonist İsrail Devleti açısından önemi

Siyonistler açısından Kürtlerin öncelikli önemi, Suriye ve özellikle de İran’a çekilecek operasyonda hem vurucu kara gücü olarak kullanmak ve hem de bu iki ülkedeki Kürtleri bu iki devletten kopararak; bölgede “bağımsız-müstakil” bir Kürt devletinin kurulmasını sağlamaktır. Böylece Orta Doğu’da güçlü bir “kardeş devlet” ile kendi güvenliğini daha bir sağlama almaktır. Keza İsrail açısından Kürtler, Filistinlere karşı uyguladığı soykırımcı savaşında kendisine bir şekilde maraza çıkaran Türk Devleti’ne karşı bir şantaj unsuru olarak kullanmaktır: “Akıllı davranmaz, uslu durmazsan; senin Kürtlerini de senden kopartırım ha! Ayağını denk al, o zehirli laflar eden ağzını kapat”

“Kürt kartının” Türk Devleti için arz ettiği önem

Neo-Osmanlıcı Türk Devleti açısından Kürtlerin öncelikli önemi ise biraz daha karışık bir bileşkedir: Bir taraftan öncelikli olarak “kendi Kürtlerini” “dış kışkırtmalardan” uzak tutacak birtakım iyileştirmelerle, Öcalan aracılığıyla kendisine bağlı tutmak istiyor. Diğer taraftan keza yine Öcalan ve Barzani üzerinden diğer parçalardaki Kürtleri Federatif bir yapıyla kendisine bağlamak. Olmazsa, ABD ile anlaşarak bunu olur kılmak istiyor.

 

 

 

Yani ne yapıp edip öncelikle, daha düne kadar yok sayıp katliamlardan geçirdiği ve ama birdenbire “bin yıllık kardeş” olduklarını hatırladığı “kendi Kürtlerini” sağlama almak istiyor. Çünkü bu, Bölgesel gelişmelerin olası seyri içinde artık gerçek anlamda tam bir beka sorunu olacak kendileri açısından. Keza diğer parçalarda ki Kürtlerin ikna edilebilmesi bakımından da bunu yapması gerekiyor.

 Çünkü başka türlü kimseyi ikna edebilme şansı yok. Bölgesel güçlerin doğrudan devreye girmiş olduğu şu koşullarda Kürtlerin “yola gelmeyenlerini” savaşla “ikna etmesinin” artık çok daha zor olacağını hem görüyor ve hem de bunun idrakine varmış durumda.

“İsrail-Kürt İttifakının” oluşma şansı

Sahibinin sesi Siyonist devletin daha yüksek perdeden dillendirmeye başladığı “İsrail-Kürt ittifakının”, bir bütün olarak Kürtlerinin tamamıyla vücut bulma şansı da önemli oranda Öcalan ile T.C Devleti’nin fikirsel olarak ortaklaştıkları “tek devlet, iki millet” projesinin hayat bulup bulmamasına bağlı gibi gözüküyor. Yani durum biraz, Öcalan-T.C Devleti tarafı ile İsrail Devleti arasında Kürtleri kimin ikna edeceği yarışına dönmüş gibi.

 

 Fakat üç parça üzerinden kurgulanan “Büyük Kürdistan” şeklindeki İsrail projesinin zaten an itibariyle hayat bulması da pek olası gözükmüyor. Çünkü bunun için öncelikle Suriye ve İran’ın fiilen parçalanma sürecine girmesi gerekiyor. Oysa mevcut koşullarda böylesi bir durum henüz söz konusu değil. Özellikle İran resmi sınırları içinde ki Kürt yapılanmalarının ayrılmayı gerçeğe dönüştürecek bir realiteleri yok. Bu ancak ki dış müdahaleyle İran Devletinin fiili savaş ortamına çekilmesiyle olanaklı hale gelebilir.

 

 Rojava Özerk Yönetimi’nin açmaz ikilemi

Keza Rojava Özerk Yönetimi altında bulunan Kürtler de İsrail projesinin garantilenmiş unsurları değil. Öncelikle Öcalan’ın ulus devlet modelini dışlayan yaklaşımını reddetmeleri ve keza Öcalan’ın yeni iradesini takmama iradesi göstermeleri gerekiyor. Bu durumda da ABD garantörlüğü ve fiili koruması olmadan bağımsızlık yolunda fiili bir adım atmayacakları kesindir. Çünkü ne Türk Devleti ve ne de Suriye ve hatta ne de İran Devleti bunlara yaşam hakkı tanır.

 

PKK’nin tavrının önemi

Kürtler üzerinden “kazanma yarışına giren” her iki “rakip” devlet ve keza Kürtlerin kendileri açısından asla dışta tutulamayacak bir diğer çok önemli faktör de PKK’nin takınacağı tavırdır. Öcalan’ın Devletle fikirsel düzlemde “pişirdiği” projeye PKK’nin ayak dirediği bir sır değil artık. Öcalan’ın buna rağmen çıkıp doğrudan çağrı yapması durumunda da PKK şayet bu tavrını korursa; çok açık ki Kürtler sırf K. Kürdistan’da değil, diğer parçalarda da bölüneceklerdir. Bu da Kürtlerin bir kısmının Öcalan projesiyle Kürt-Türk, diğer bir kısmının da Kürt-İsrail ittifakı içinde saflaşmalarına yol açabilecektir.

Keza “Kürt Milliyetçileri” şemsiyesi altında toplaşan bir kısım Kürtler de zaten açık tavırla, “Kürt-İsrail İttifakı” içinde yer alacaklarını şimdiden ilan etmiş durumdalar.

Kürtlerin seçenekleri

 

Bütün bu artı ve eksileriyle, öyle görünüyor ki Kürtler kendi bağımsız iradeleriyle kendi kaderlerini tayin etme haklarını kullanma realitesinden çok uzaklar. Mevcut gerçeklikleri içinde onları anti-emperyalist, anti-kapitalist, Bağımsız Birleşik Demokratik Kürdistan hedefine ulaştıracak sosyalist bir önderlikleri maalesef ki yok. Mevcut Kürt siyasi önderliklerinin tamamın ufku maalesef ki burjuva demokrasisinin sınırları dahilindedir. İçlerinde en ileri durumda olan PKK’in bile ön gördüğü en ileri mevzileri, İmralı savunmasında Öcalan tarafın yeniden formüle edilen çerçevesindedir.

 (Bu ise; özellikle Kuzey Avrupa sosyal demokratlarının “sosyal-devlet” ve genel olarak “yeşiller” olarak bilinen, kapitalist sistemin, Öcalan’ın “temel insanlık problemleri” olarak çerçevelediği “doğa-çevre, kadın-çocuk-nüfus, tarih, kültür, etnik, dini azınlık ve ulusal durumlarla, sosyal dengesizlikler” türü sorunların çözümünde, reformist restorasyonlarla, nispeten daha halkçı bir sisteme çevirmekten ibarettir. Üretim araçlarının özel mülkiyeti korunarak ileri sürülen ve bugün Rojava’da deneyimlenenlerin tamamı, adına “komün” de dense, “doğrudan demokrasi” de dense, “kantonal sistem” de dense; bunlar, kurulan veya öngörülen sistemin kapitalist sistem türevi olduğu gerçekliğini ortadan kaldırmaz. Nitekim bu sayılanların tümü, örneğin bugünün kapitalist-emperyalist İsviçre’sinde zaten mevcuttur da.)

Dolayısıyla da özellikle de gerek bugünün reel politik ortamında ve gerekse birbirleriyle rekabet de eden çok parçalı durumlarının da yol açtığı stratejik güçsüzlüklerinden ötürü, zorunlu olarak bir şekilde birilerinin himayesi altında irade beyanında bulunarak, kendi kaderlerini tayin hakkını, siyaseten, bu şekilde kullanmayı tercih edecekler gibi.

Mevcut güç dengelerinin korunduğu koşullarda zaten dört parçanın birleştirilmesiyle “Büyük Kürdistan” projesinin hayat bulma şansı esasen yok gibi. Keza mevcut statükolar bozulmadan, K. Kürdistan dışındaki üç parçanın birleştirilmesiyle bir Kürdistan devletinin kurulması da olası değil. Bu iki projenin hayat bulabilmesinin koşulları ancak ki mevcut statükonun bozulmasıyla oluşabilir.

 

 Öcalan projesinin olasılığı ve akıbeti

Fakat Öcalan üzerinden kurgulanan, diğer parçaların Türkiye ile federatif birliği projesi, Rojhilat Kürdistanı dışında ki parçalar açısından, mevcut koşullarda da sağlanabilirliği olan bir proje gibi duruyor. Tabii ABD’den olur alınabilirse. Sonraki süreçte İran’dan kopma koşulları oluştuğunda, Rojhilat Kürdistanı da bu federatif yapıya dahil olabilecektir.

Ancak ne var ki “Kürt-Türk ittifakı” projesinin Misak-ı Milli ekseninde ön gördüğü bu tarz bir “çözüm”, elbette ki en azından uzunca bir süre (bu arada Türkiye, devletler arası veya fiili bir iç savaşa girmedikçe) Kürtlerin, Türkiye’den ayrılarak kendi bağımsız devletlerini kurmalarını zora sokacaktır. Çünkü böylesi bir şey, kaçınılmaz olarak büyük bir Kürt-Türk savaşının göze alınmasını gerektirecektir. Yetmez, bu savaşın kazanılmasını da gerektirir.

 Ya da Kürtler bu olanağa, Türkiye’de gerçekleşecek bir sosyal devrim ile kavuşacaklardır. Öcalan’ın önerdiği “ulus devletsiz” “konfederal birlik” projesi ise, en azından yakın dönem realitesi içinde, uygulanabilirlik şansı bulunmayan ütopik bir projedir. Aynı şekilde bir ulus olarak Kürtler’i, egemen ulus devletler imtiyazları lehine kendi ulus devletlerini kurma talebinden alıkoyan bir projedir. Günümüz dünyasında hiç de adil olmayan bu tek yanlı “feragat”, ilerde bizzat Kürtlerin kendileri tarafından aşılmak isteneceği kuvvetle muhtemeldir.

 “Kürt-İsrail ittifakı” seçeneği

“Kürt-İsrail ittifakı”, şayet mevcut koşullarda zaten fiilen Suriye merkezi otoritesi dışında bir statüde bulunan Rojava Kürtlerini resmiyette de Suriye’den kopartıp, “bağımsız bir devlet” statüsüne kavuşturmayı denerse; Türkiye bunu savaş nedeni sayıp, orayı işgal ve ilhaka yelteneceği kesine yakın bir olasılıktır. Tabii bu durum başka hangi gelişmeleri tetikler, o da ayrı bir sorundur.

Öcalan ve Türk Devleti sorunların bu kerteye varmaması için ön almaya çalışıyorlar da denebilir. Rojava Özerk Yönetimi’ni savaş ile tehdit etmelerinin temel nedeni de zaten budur aslında. Keza Türk Devleti’nin Suriye Devleti’ne son dönemlerde verdiği “toprak bütünlüğünüzü koruyun” telkinlerinin esas nedeni de budur. Yani İsrail’e kaptırmaktansa, Suriye’ye bağlı özerk yapı olarak kalmasını, ehveni şer olarak kabul etmiş oluyorlar.

 

 Özetle;

 

Sürecin sunacağı bu seçeneklerin hiçbiri ulus olarak Kürtlere gerçek anlamda barış ve huzur vadetmiyor. Ama öyle görünüyor ki koşullar, siyaseten de parçalı duran farklı Kürt siyasal öznelerini bu seçenekler arasında tercihe zorlayacaktır.

 

Onları bu ehveni şer seçenek tercihlerinden ötürü eleştirsek de ama asla kınayamayız. Çünkü hem bu sonucun ortaya çıkmasında, sosyalist ve komünistler olarak kendi görev ve sorumluluklarımızı yeterince yerine getirememiş olmamız sebebiyle bir şekilde pay sahibiyiz ve hem de nihayetinde, ulusal bir hareket olarak, kendi iradelerini ne yönde kullanacakları tamamen onların en doğal haklarıdır.

 

 

 

7 Kasım 2024 Perşembe

YALAN ZEKA İŞİDİR, DÜRÜSTLÜK İSE CESARET_Hacı Kaya__05.11.2024


 

YALAN ZEKA İŞİDİR, DÜRÜSTLÜK İSE

CESARET. EĞER ZEKAN YETMİYORSA

YALAN SÖYLEMEYE, CESARETİNİ

TOPLAYIP DÜRÜST OLMAYI DENE.

“VICTOR HUGO”

(4)

Burada bir diğer sorun meseleyi farklı boyutlara çekip Muzaffer Oruçoğlu’nun 10 yıl hapis yattığını, cezaevlerindeki direnişlere aktif katıldığını, büyük bedeller ödediğini vb. dillendirerek sorunu manipüle etmeye çalışmalarıdır. Ben hiçbir paylaşımımda bu konuda aksi bir iddiada bulunmadım. Tekrar ediyorum benim üzerinde durduğum şey açığa çıkan kapalı dosya kapsamındaki ifadelerindeki itiraflarını bizden niye saklayarak bizleri 50 yıl sahte kahramanlık masallarıyla aldatması, açığa çıkan bunca belgeye rağmen hala sessizliğini koruyup bizleri aptal yerine koymaya çalışmasıdır.

Muzaffer Oruçoğlu’nun aldığı cezalar örgüt yöneticisi olmasının yanı sıra yaptırdığı bombalama eylemlerinden dolayıdır. Bugünkü koşullarda yasalaşan itirafçılık yasasından yararlananlar bile yaptıkları veya yaptırdıkları eylemlerden dolayı caza almaktadırlar, bunun en açık örneği Şemdin Sakık vb. gibileridir. Yani cezaevi direnişlerinde yar alması, 10 yıl ceza yatması kitap-şiir yazması resim yapması bu gerçeği ortadan kaldırmaz. Ne yapalım yani 10 yıl ceza evinde yattı diye itirafçılığını, Önder yoldaşı ihbar etmesini, yalanlarıyla sahtekarca geleneğimizi ve kamuoyunu dolandırmasını vb. görmemezliktenmi gelelim.

Elbette ki namuslu vicdanlı insanlar giderek meselenin farkına varacaklardır. Senden ve gönüllü avukatlığına soyunup yalan yanlış iddia ve ithamlarla meseleyi manipüle eden trollerinden, meseleyi ana ekseninden kopartarak senin nasıl büyük bir ressam, şair, dünya çapında romancı yazar olduğun güzellemesiyle yancılık yapan yalakalarından da, bu yalanların, sahtekârlıkların hesabını soracaklardır.

Tekrar ediyorum; sen ve bilimum dalkavukların, trollerin, yancıların, yalakaların, gönüllü avukatların kabacası yüreğiniz yetiyorsa çıkın sorularıma cevap verin. Ama tekrar ediyorum: Sizde o yürek de, vicdan da yok. Ancak iftira atar tehdit eder, santajla susturup, itibar suikastıyla, idari tedbirlerle, yalanla dolanla teşhir ve tecrid etmeye çalışırsınız. Çünkü bunlar en iyi bildiğiniz şeylerdir.sonuç olarak, Ludwig van Beethoven’in dediği gibi “insanlar arasinda iyilikten baska hiçbir üstünlük kabul etmem. Karakterin olmadığı yerde, ne büyük sanatçı, ne de büyük mücadele adamı

vardır.

(1) Ayrıca zorlama “Partimiz 24 Nisan tarihinde Kürecik’te kuruldu” paylaşımlarına gelince. Bu konuda başka bir zorlama son dönemde okuduğum Emrah Cilasun’un yayınladığı İBOCULAR kitabında var. Aynı şekilde bir sosyal medya paylaşımında “Partimiz 24 Nissan 1972’de Kürecik'te Mehmet Ali Özdoğan’ların evinde kuruldu” paylaşımında bulundu. Şöyleki Muzaffer Oruçoğlu’nun Söke dönüşü Partiye katılmayı kabul etmesiyle birlikte yapılan ilk 4’lü toplantıyı kuruluş olarak belirtmesidir, kendisini daha önce bu konuda telefonda uyarmama rağmen bu ısrarında diretmesi düşündürücüdür.

24 Nisan tarihi nereden çıktı, kim iddia etti, kim yazdı bilmiyorum. Çünkü söz konusu dörtlü toplantının tarihi, Ali Taşyapan’ın belirttiğine göre Nisan sonudur. Şöyleki. ”Muzaffer Oruçoğlu’nun katılımıyla Koordinasyon Komitesini dörtlü bir çekirdeğe dönüştürdük... Riskli Ege yolculuğunda bir kaza bela çıkmadan İbrahim’le Muzaffer Kürecik bölgesine döndüler. Koordinasyon Komitesinin dörtlüsü (İbrahim, Muzaffer, iki Ali) arasında yapılan bir toplantıyla yeni doğan TKP(ML) nin yakın hedefi teorik ve pratik sorunları tartışıldı... yaklaşık bir tahminle bu tarih, ‘72 Nisanının üçüncü onluk dilimi (20-30 Nisan arası) olabilir. (Ali Taşyapan Kaypakkaya İle Birlikte, s. 556) Yukarıda da belirttiğim gibi bizim gelenekte anlatılan hikayeler genel geçerli bilgi olarak kabul ediliyor ve bazılarımızda sorumsuz bir şekilde bilmedikleri, hakim olmadıkları bir konuyu araştırmak yerine, duyduğunu gerçekmiş gibi kendinden emin bir edayla yazıyor, çiziyor, dillendiriyor.

Oysa yazının başında belirttiğim gibi parti muhtemelen Nisan başlarında İbrahim ve iki Ali tarafından Kürecik'te kuruluyor. Gıyabında Muzaffer Oruçoğlu Koordinasyon Komitesine alınıyor, fakat kabul etmiyor. Doğu Perinçek’i görmeyi dayatıyor. İbrahim’in Dersim’de, iki Ali'nin Kütecik'te bütün ısrarlarına rağmen ikna olmuyor. Ve riskli Söke yolculuğu başlıyor; 5-6 gün Ankara’da kalıyorlar; sonra Söke yolcuğu, dönüşte parasız kaldıkları için Kayseri’de bir arkadaşlarına uğrayıp, orda da kalmaları sonunda Kürecik’e dönmeleri, vb. Nereden bakarsan en azından 10/15 günden fazla süre gerekiyor. Ali Taşyapan Söke dönüşü yapılan dörtlü toplantının 20-30 Nisan tarihleri arası olarak belirtmesi açıktır ki zorlamalı 24 Nisan tarihini boşa çıkartıyor. Kaldıki bu konuda ne 1. Konferans nede 2. Konferans döneminde 24 Nisan diye bir tarih dillendirilmedi diye biliyorum.

(2) Bir yoldaş tarafından gönderilen bir iletide Muzaffer Oruçoğlu’nun el yazısı ifadeleriyle ilgili

analiz sonuçlarına dair yorumlar mevcut. Bu yazıyı M. Oruçoğlu nun 2/4 Temmuz 1973 savcılık ifadesindeki itiraflarıyla karşılaştırınca kamuoyuyla paylaşmam gerektiği inancıyla bilginize sunuyorum.

“Konuya ilgi duyanların bağımsız, konuyla ilgisi olmayan ve hatta yazılı ifadelerindeki içerikleri anlamayan, Türkçe bilmeyen yazı analizcisinin yaptığı incelemeleri ve insanı kahreden önemli sonuçları sizlerle paylaşmak istiyorum. Bildiğiniz gibi herhangi bir el yazısı hakkında grafikolojik ve daktilografik analizlerle bir el yazısının hangi şartlarda yazdığını ve yazının gerçek sahibinin kim olduğunu açığa çıkarma seçeneği artık %100 sorun değildir. Bu yöntemler bugün artık gerek yazı estetiği gerekse kriminoloji dallarında bilimsel olarak yaygın kullanılmaktadır.

Muzaffer Oruçoğlu'nun yazılı ifadeleri hakkında daktilografik analizlere gerek yoktur. Çünkü bu içerikleri yazdığını kendisi kabul etmektedir. Bu gerçeklere karşı gelmek için Muzaffer Oruçoğlu’nun “bu yazıları ben yazmadım” deme seçeneği de kesinlikle söz konusu değildir. Bu el yazılarında yapılmış grafikolojik analizlerde yazıyı yazanın hangi şartlarda yazı yazdığı; elindeki sinirsel ve psikolojik etkenleri açığa çıkarma imkânı sunmaktadır. Şayet içinizde birileri bu analizlere ve çıkan sonuçlara inanmıyorsa, gidip alternatif uzmanlardan aynı yazı örnekleriyle karşı raporlar sunabilirler, hodri meydan. Muzaffer Oruçoğlu'nun el yazıları hakkındaki bilirkişi tespitleri şunlardır.

1) Bu yazıyı yazan kişi, bu yazıları yazdığı süreçte fazla yazan biri değildir. Nedeni: Düzenli el yazısı yazan biri, çizgisiz kâğıda yazı yazdığında soldan sağa doğru yazarken bütün satırlar arasındaki mesafeler, sürekli korunur ve satırlar birbirine paralel kalır. Yani yazı, sanki çizgili kâğıda yazılmışçasına satırlar arasında sürekli 180 derecelik akış korunur. Oysa gönüllü sanığın el yazısı ifadelerinde yazdığı yazılar soldan sağa doğru sürekli aşağıya eğilimlidir (18., 53, 54. Sayfalar istisnai özellikler göstermektedir). Bu da kişinin fazla yazla yazı yazmadığını göstermektedir. Çizgisiz kâğıda baskı altında veya değil; yazı akışının düz olması demek, yazı yazanın yazma yeteneği geliş olduğunu göstermektedir. Bu yüzden yazı yazma yeteneği gelişmemiş insanlar için çizgili ve kareli kağıtlar icat edilmiştir. Ayrıca ilkokul sıralarından geçmiş herkes bilir ki, birinci, ikinci, sınıflarda yazı sürekli çizgili kağıtlara yazılır. O dönemlerde Türkiye’de bir de güzel yazı yazma dersleri vardı ve bu derslerde dolma kalemle çizgisiz kağıtlı defterlerin altına çizgili kâğıt yerleştirilerek düz yazı yazma yeteneği öğretilirdi. Aynı derste bir de el yazı, yani baskı harfleriyle yazılmayan bitişik el yazısı öğretilirdi.

2) Bu yazıyı yazan kişinin kullandığı el yazısında harfler, ilkokuldan itibaren elinde nöromotorik (sinirsel) olarak alışılmış harflerle bitişik el yazısı ve baskı harfleriyle yazılmıştır. Yazarın baskı ve italik el yazısı karışımı da yazarın yazı yeteneğinin gelişmediğini göstermektedir. Bu ayrıntıları anlamak için değerlendirmek isteyenlerin Muzaffer Oruçoğlu’nun kapalı dosya ibareli gizli kalmış el yazılarına göz atmaları önerilir.

3) Bu analizlerde açığa çıkan başka acı gerçek ise, yazı yazan kişinin bu ifadeleri hangi şartlar altında yazdığına dair ayrıntılardır. Bu ayrıntıları, bütün okuyucuların anlaması sorun olmayacaktır. Ayrıca analizlerin mutlak doğru olduğunu, Muzaffer Oruçoğlu’nun sorguda kaldığı sürecin anlattığı gibi işkencelerle geçmediğini göstermektedir. Şöyle ki:

Çok soğuk havalarda eldivensiz karda kışta dolaşan herkesin, birkaçdakika sonra önce parmaklarında, sonra elinde sinirsel yeteneklerin zayıfladığını görecektir. Cebinden mendil çıkararak burnunu silemeyecek veya ayakkabı bağlarını bağlama seçeneği hiç olmayacaktır. Bu örnekler, sadece soğuk hava şartlarında insanın basit nöromotorik hareketleri gerçekleştiremediğini göstermektedir.

Gelelim aynı gerekçeleri yakalandığından itibaren copla ele vurulan darbeler, el veya vücudun diğer yerlerinden verilen elektrik etkisinden, gerçeklerini, yazı yazdığı elin özellikle işkence, yani elin copla aldığı darbeler sonucu hücresinde masa başında eline kâğıtkalem alarak bu içerikleri yazması kesinlikle mümkün olmayacaktır. Kim derse ki ben buz gibi soğuktan eve geldiğimde öykü yazıyorum, anlayınız ki yalan söylüyordur. Çünkü bu şartlardaki birinin eline kâğıt kalem verildiğinde yazı yazamayacağı veya kalemi baş ve işaret parmakları arasında orta parmak desteğinde tutamayacağından anlamak

mümkün olacaktır. Dolayısıyla kim derse ki soğuktan sıcağa geldim şiir yazdım, roman yazdım, anlayın ki yalan söylüyordur.

Kim derse ki ben işkence altında ele geçen yazı örnekleriyle bu ifadeleri yazdım; o daha fazla yalan söylüyordur. Çünkü işkence altında vücudun yaşadığı iki temel işkence vardır. Biri psikolojik işkence, ki bu direkt beyinde badem çekirdeği (amygdala) adı verilen korku merkezini harekete geçirecektir ve aşırı düzeyde adrenalin hormonu salgılayacaktır. Bu hormonla o kişide titreme, istem dışı hareketler, refleksler gözlenecektir. Ellerin bu süreçte sadece psikolojik gerekçelerle yazı yazması imkansızdır. İşkencenin şiddet yanı biraz daha farklıdır. Biri iyi, diğeri kötü deme seçeneğimiz yoktur. Fakat polisin işkence uygulamalarında tutsağı hızlı bitirmek için özellikle o yıllarda hızlı bir şeklide ve yoğun olarak el, baş, karın, kafa gibi vücut bölgelerine fiziksel şiddet uygulayacaktır. Elline belki üç cop darbesi yiyen birinin dördüncüde artık darbeleri farklı hissedecektir. Bu gerçekleri, aranızda işkence görmüş herkes bilmektedir. İşkencenin elektrikle genel sinir sistemine ve hücrelere kadar yayılması amaçlanır. Bu durumdaki birinin de 12 günde 62 sayfa yazı yazma seçeneğin olmayacaktır. Bu konun diğer yanı, işkencenin psikolojik etkileri ve yazıda görünen izleridir. Bu yazı analizinin psikolojik ayrıntılarında daha dikkat çekici sonuçlar ortaya çıkmıştır.

3) Bu analizlerde el yazısında sayfalar üzerinde şu tespitler yapılmıştır. Muzaffer Oruçoğlu’nun yazılı el ifadelerinin birinci sayfasında ( 1441 TKPML TİKKO davasında Muzaffer Oruçoğlu'nun Emniyette kendi eliyle yazdığı ifadesi (KAPALI DOSYA) 1. Sayfa ) ve diğer sayfalarda (1441 TKPML TİKKO davasında Muzaffer Oruçoğlu'nun Emniyette kendi eliyle yazdığı ifadesi (KAPALI DOSYA)) gerek satırlar arasında gerekse harflerin orantıları arasında psikolojik stres gerekçeli basit uyumsuzluklar gözlenmektedir. Bu uyumsuzluğun ana nedeni sadece korkudur. Yazıların bütünü incelendiğinde yazarın özellikle bahsettiği şekilde ağır fiziki işkence görmediği anlaşılacaktır. 

Çünkü fiziki şiddet, elektrik işkencesi veya sistematik psikolojik şiddet altında yazılan yazılarda, harflerin akıcılığı, yazıdaki estetik yapısı, kâğıdın kullanımı gibi birçok ayrıntı, yazarının kesinlikle ağır işkenceler görmediğini göstermektedir. Bu dosyaları inceleyen herkesin, örnek olarak ikinci sayfadan itibaren yaptığı içerik planlaması, 3, 4, 5, 6,7 gibi elindeki kalemle kalınlaştırıldığı sayılarda şiddet ve işkence görmediği anlaşılacaktır. Bu yazıların bütününde yazarın nokta, virgül, parantez, tırnak içine alma, ünlem gibi işaretlemelere dikkat etmesi, yazarın kesinlikle dikkat sorunu olmadığını göstermektedir. Bazı sayfalarda gözlenen zar zor da olsa biraz düz akışlı yazması, sadece bahsedildiği gibi yazarın fazla yazı yazan biri olmadığını göstermektedir. 

Öyle ki yazım şartlarında yazarın belki da yanı başında çayı eksiktir demek yerinde olacaktır. Bu yüzden kısa ve öz olması için bazı harfler dikkate alınmıştır. Bir el yazısında sinirsel analiz yapılacak harflerden bazıları g ve z harfleridir. Daha önce el yazısı veya bitişik el yazısından bahsedilmişti.

Sadece bu harflerle analiz yapıldığında yazı yazanın eline belki birinci sayfayı yazmadan önce psikolojik baskı altında kaldığını öne çıkarmaktadır. Fakat ikinci sayfadan başlayarak içeriklerin aynı el ve kişi tarafından yazıldığı dikkate alınırsa, harfler arasında sinirsel yetenek açısından hiçbir farkın olmadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca eliyle yazı yazan herkesin bildiği bir gerçeği burada hatırlatmakta fayda vardır. Düşünün ki yazı yazdığınız elinizdeki baş ve işaret parmağınız kırıldı ya da yandı. Bu elinizle normal yazı yazma yeteneğiniz tamamıyla azalacak veya harflerdeki akıcılık kaybolacaktır.

4) Bu üç ana başlıktan ortaya çıkan sonuçlara bir de yazılı içerikleri dahil edildiğinde, yazıyı yazanın şiddet, cebir, işkence altında direnme gibi bir amacının olmadığı anlaşılmaktadır. Bu açıdan 61.sayfadaka Muhtar Olayı konusunda verdiği gizli bilgilerin içeriği dikkat çekicidir. İşkenceli sorgularda kalan birinin, gizli dosyalara alınmış ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya ve Ali Taşyapan isimli iki yakın arkadaşı hakkında doğrudan delil beyan den ihbarcılık yapmıştır. Bu eğilimi veya tavrı göstermiş birinin gerek yazı analizleri, gerek el yazılı ifadeleri kapalı dosya adıyla gizli tutulmuştur. Bu şartlardaki biri, ağır işkenceler görmemiştir.

İbrahim Kaypakkaya'nın infazına pasifte olsa katkı sunan veya neden olan bu ifadelerin bu tartışmalar çerçevesinde okunmaması, kendisini devrimci, aydın, düşünen insan sıfatlarıyla tanımlayanlar için utanç vericidir. Oysa meseleyi sadece Muzaffer Oruçoğlu'nun el yazısı grafolojik analizleriyle dikkate aldığımızda da bu ve bunun gibilerinin insanlara yarım asırdır sürekli yalan söyledikleri kolayca anlaşılmaktadır.

Muzaffer Oruçoğlu, yarım asırlık yalanlarıyla benim, bizim, aydın insanın, devrimcinin değeri değildir. Değer açısından değer yitirmemiş bir insan varsa, o da İbrahim Kaypakkaya'dır. İbrahim Kaypakkaya ise Muzaffer Oruçoğlu ve diğer gizli dosyalı sanıkların ifadeleriyle hedef haline gelerek katledilmiştir. Yazı analizleri konusunda başta Muzaffer Oruçoğlu ve şürekasına şu öneriyi yapmak zorundayım. Başta Avustralya olmak üzere Fransa, Almanya, Avusturya, İtalya gibi ülkelerde daktilografik vegrafikolojik yazı analizi yapan uzmanların karşı raporlarını kamuoyuna sunmalarını istiyorum. Bu tartışmalar çerçevesinde bir arkadaşımızın imkanları dahilinde ilk yaptırdığı şey, sizlere sunduğum yazı analizidir.”

Bu analizlerden sonra analizi yapan kişi (bayan) içeriklerde neler yazılı olduğunu ve neden gerek grafikolojik gerekse daktilografik analizlere gerek duyulduğunu sorduğunda; arkadaş kendisine nedenleri özet olarak anlatılır. Yanıt şaşırtıcıdır: “Sevgili X, anlattıkların üzücü şeyler. Ben Türkiye’yi insan hakları sorununu yıllardır basın üzerinden izliyorum. 

Fakat bu içeriklerde anlatılanları öğrendikten sonra, yazıyı yazan kişinin yıllarca bu içerikleri gizli tutması, sorunun asıl psikolojik yanıdır. Ne diyeceğimi bilemiyorum ama bu el yazıları hakkında para harcamana gerek yok, sana söylediğim gibi bu yazılarda şiddet, işkence gibi şeyler yok. Ben bu mesleği uzun yıllardır yapıyorum……”

Şimdi Muzaffer Oruçoğlu’nun alaylı veya hukuksal avukatlarına şu çağrıyı yapmak zorunludur.

Bu analizlere karşı, analizlerde anlatılanları çürütecek bir bilirkişi raporunuz varsa, buyurun çıkarın. Rapor ücreti, tarafım tarafımızdan karşılanacaktır.

(3)Öncelikle bizim haberimiz vardı, konuşup tartışmıştık, yetkili kurullarımızda tartışılıp karar

altına alındı, arşivimizde var vb. diyenler dürüstçe bu belgeleri varsa farklı kopyalarını açıklasınlar. (Daha önceki paylaşımlarımda da defalarca aynı çağrıyı yapmıştım ama iki yıl geçti hala çıt yok)

Araştırdığım kadarıyla gerçekte bu belgeler TKP/ML dava dosyası ana savunma avukatlarının ellerinde dahi yokmuş. Kapalı Dosya adıyla anılan belgeler, Kapalı Dosya Uygulamasına dahil olan kişilerin bilgisi dahilinde sadece MİT, Emniyet kurumlarında bulunmaktadır. Bu konuya ilgi duyan bir arkadaşım, yıllarca bu belgelere ulaşmak ister. Bu arkadaşın konuyla ilgili bana gönderdiği bilgiye göre:

“Muzaffer Oruçoğlu adı geçen Kapalı Dosya belgelerinden çekindiği için kitap yazacağım gerekçesiyle Türkiye'deki bazı avukatların ellerindeki belgeleri aldırır ve onları da geri vermez. Fakat bu avukatlarda bahsedilen yıllarda davanın Kapalı Dosya belgeleri yoktur. Sorunu anlamak için önce Kapalı Dosya nedir ve uygulamasını kısaca açmak gerekir ki kimse bu konuya dair bir daha yalan söylemesin.

1973 yılındaki TCK (Türk Ceza Kanunu) ve CMUK'ya (Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu) göre "Her kim TCK'nın 141, 142 ve 146. maddelerine muhalefetten suç, cürüm işlediyse ve işledikleri suçlardan pişmanlık duyduysalar, devlete verdikleri bilgiler 25 yıl gizli kalacaktır; gerek görüldüğünde bu süre 25 yıl daha gizliliği uzatılacaktır" ibaresi vardır. Bu yasa, günümüzde de hâlâ işbirlikçiler için uygulanmaktadır.

Bu içerikleri okuyanlar arasında hukuk eğitimi almış veya mesleği avukat olan çok sayıda insanlar vardır. Dürüst olmak gereği gider hukuk ders ve usul kitaplarında bu uygulamaya dair bilgileri bulabilirler. TKP/ML I. Ana Davasının ve adı geçen sanıkların yargılandıkları yıl, 1973’dür. Demek ki bu süreçten 25 yıl sonra, uzatılmadıysa en erken 1998 yılından sonra dava avukatlarının bu belgeleri talep etmeleriyle içeriklere ulaşılacaktır. Bu davanın biri dışında (İbrahim) diğer avukatları artık hayatta değillerdir. Hayatta olan avukatla görüşme yapan kişinin verdiği bilgilerden kendisinin bu belgelerden haberi olmadığını öğrenir. 

Muzaffer Oruçoğlu daha önce kitap yazacağım diye belge istediği avukat, kendisine 1986’lı yıllarda bir kadının geldiğini ve Muzaffer Oruçoğlu’nun dava dosyasını istediğini söyler. Bu avukatın beyanları şöyle devam eder: “O zamanlar bürolarımızda fotokopi makinaları yoktu. O yüzden elimdeki belgeleri Almanya’dan gelen bir bayana verdim, kopya edeceğini ve sonra geri getireceğini söyledi ama bana belgeleri geri vermedi.” Konuyu araştıran kişi ölmüş olan anadavanın o zamanki en tecrübeli avukatı olan ve birçok devrimcinin avukatı olan Nebil Varuy’un bürosu üzerinden belgelere ulaşmak ister. 

Bu görüşmede Nebil Varuy’un belgeleri TÜSTAV’a bağışlayacağı bilgisinden de bu avukat arkadaşın haberi vardır. Bu kez TÜSTAV’la iletişime geçilir. TÜSTAV, elindeki belgeleri NEBİL VARUY adına kurulmuş bir arşivde bu belgelerin yayınlanacağını beyan eder.

Çok ilginçtir ki fazla spekülasyona, yalana dolana gerek yoktur....

Bu bilgileri istediğiniz gibi değerlendirme hakkına sahipsiniz. Fakat Kapalı Dosya uygulaması

tarihlerine dikkat edilirse, biraz önce vurgulandığı 1973 artı 25 yıl: 1998 yılı öncesinde bu belgelere avukatlar dahil olmak üzere kimsenin ulaşması mümkün değildir. Demek ki Avukat Nebii Varuy da bu belgelere en erken 1998 yılından sonra sahip olacaktır. Nebii Varuy, bu belgeleri kimseyle paylaşmaz. Nedenini biraz düşünürsek, bu anadavanın avukatlarından olan Sayın N. Varuy, dosyalara sahip olduktan ve KAPALI Dosyaların varlığını gördükten sonra, devrimcilerin avukatı olarak kendisi de bizim gibi hayal kırıklığına uğrayacaktır. İşte bu nedenlerle kendisi bu dosyaları gözü gibi korur.

Şimdi Muzaffer Oruçoğlu’nun gönüllü avukatlığını yapanlar bana da “sana verilmesine gerek görülmediği için belgelerden haberin yok” gibi çok basit köylü kurnazı yalanlarıyla kendilerine önemli adam rantını edinmek isterler.

Ayrıca kapalı dosya konusunda gerek TKP/ML kökenli gerekse bu TKP/Ml çevresinde kalmış duyarlı avukatların objektif tavır takınmaları ve KAPALI DOSYA’nın o zaman şartlarında ne anlama geldiğini açıklamaları insani ve mesleki bir sorumluluk olacaktır.

Kişilik, insan için önemli bir değerden ilkidir. Kişilik, insanın karakterinin yıkılmaz ve bölünmez

parçasıdır. Türkiye’deki devrimci mücadelede direnerek, başkaldırarak hayatlarını feda etmiş çok sayıda insan vardır. Bu insanların bir kısmına yoldaş dedik, arkadaş dedik, kardeş dedik. Aradan geçen yıllar sonra direnenler öyle unutturuldu ki, Muzaffer Oruçoğlu gibileri İbrahim Kaypakkaya mirasının yegâne sahibi yapıldı. Direnerek katledilen insanlara, kurban kültürüyle bakmaya gerek yok, çünkü bu insanlar kişilikleriyle bu onuru edinmişlerdir. 

Yine tekrarlıyorum, bu belgelerin farklı kopyaları eğer a,b,c kişilerinde veya örgütün herhangi bir arşivinde varsa, lütfen ortaya koymak zorundadırlar. Aksi takdirde kimse basit yalanlarla ötekileştirdiklerini karalamasın, kimse aşağılanmasın. Gelelim sorunun kapalı dosyalarda açığa çıkan ayrıntılarına. Sevgili arkadaşlar, bu içeriklerin

amacı, İbrahim Kaypakkaya gibi onurlu bir insanın hem katledilmesinde pasif payları olanları teşhir etmektir, hem de onun gibi çok sayıda devrimcinin akıbetlerinin onursuzlaştırılmasına karşı gelmektir. Bu konularda tutarlı yanıtları olmayanların cevap yerine iftira, itham, itibar suikastı, tehditlerde bulunmaları etik ve devrimcilik değildir.” Arkadaşın bu uzun açıklamaları sanırım bu konunun anlaşılması açısında önemli bilgiler taşımaktadır.

Hacı Kaya__05.11.2024

1 Kasım 2024 Cuma

Marksist kadın örgütlenmeleri ile feministler arasındaki farklar

“Marks, bugünkü toplumdaki sınıf çelişkilerinin ve onların köklerinin derinlemesine, basiretli bir tahlilini yaparak, O, çeşitli sınıflardan kadınları birbirinden ayıran aşılmaz çıkar kardeşliğini de ortaya çıkarmıştır. Burjuva ‘bayanları’ ile proleter ‘kadınları’ sözüm ona birleştirici bir bağla kuşatan büyük bir ‘kız kardeşlik gönüldeşliği’ materyalist tarih anlayışının havası içinde, tıpkı parlak sabun köpükleri gibi sönüp gitmiştir.

Marks, proleter ve burjuva kadın hareketi arasındaki bağı kesip atan kılıcı dökmüş ve onu kullanmayı öğretmiştir ama O, aynı zamanda birincisini (proleter kadın hareketini) kopmaz biçimde sosyalist işçi hareketiyle birleştiren, proletaryanın devrimci sınıf mücadelesine bağlayan anlayış zincirini de yaratmıştır.”

(Clara Zetkin, Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar, sf. 153)


 Yazımızın yukarı bölümlerinde feminizme ilişkin yer yer bazı vurgular yaptıysak da; konuyu biraz daha derinlemesine tartışmakta yarar olduğunu düşünüyoruz.

 18.yy. ikinci yarısı ve 19.yy ilk yarısında, Fransa ve Almanya’daki devrimler, İngiltere’deki siyasal ve toplumsal mücadeleler ve Birleşik Amerika’da siyah köleliğinin ortadan kaldırılması için, sanayileşmiş Kuzeyin feodal Güney ile yürüttüğü savaşlara, kadınlara hak eşitliği isteyen kadın gruplarının ortaya çıkması eşlik etmiştir.

Feminizm, bir kadın hakları hareketi olarak, 18. yy. ortalarında Amerika’da Abigail Adams Smith ve Mercy Warren; 18. yy.’ın ikinci yarısında ise Fransa’da Olympe de Gouges ve İngiltere’de Mary Wollstonecraft önderliğinde gelişti.

Amerika’da Abigail ve arkadaşları “kadınların politik haklarının tanınması ve seçme-seçilme hakkı” için mücadele başlatmıştı. Olympe, Fransız devrimi sonrasında, “Kadına giyotine gitme hakkı tanınıyor; öyleyse kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır!”

 (Feminizm, Andree Michel, Kadın Çevresi Yayınları, sf. 81)

 diyerek kadınların politik haklarının tanınması için çetin bir mücadele yürütürken, Wollstonecraft, İngiltere’de kadının eğitimde hak eşitliğini talep ediyordu. Sanayi devriminin sonrasında kadın emeğine ihtiyaç duyan kapitalizm, kadını kutsal eşiğinin dışına çıkartınca, bu durum kadının omuzlarındaki yükü çok ağırlaştırmıştı ama aynı zamanda aydınlanmasını da beraberinde getirmişti.

Hiç şüphe yok ki; Adams, Olympe ve daha birçok kadın hakları savunucularının 18. yy. ortalarından sonra ortaya çıkışlarının esas zeminini, emekçi kadınların daha iyi çalışma şartları için çok önceleri başlattıkları mücadeleler yaratmıştı.

Ancak modern feminizmi ilk kez sistematik olarak açıklayan en önemli isim Mary Wollstonecraft’tı (1755–1797), Modern feminizmin başlangıç döneminde yayınladığı “Kadınların Haklarını Koruma” (1791) isimli eseri “Feminist özgürlük bildirgesi” olarak kabul edilmiştir. Bu kitap, erkeklerin özgürlük talepleriyle geleneklere karşı açtığı savaşı, kadınların da yapabileceği mesajını veriyordu.

Mary kitabında, “Özgürlük talebinde bulunmamak kadını onursuz kılacaktır” demekteydi. 18. yy.’ın ikinci yarısında ortaya çıkan feminist hareket 19. yy. başlarında ilk meyvelerini vermeye başladı. Aydınlanma Avrupa’sının getirdiği olumlu hava ile beraber evrensel oy verme hakkı talebi gelişti ve kadınlar da kendileri adına oy verme, hükümet ve hukuk oluşturma süreçlerine katılma haklarını talep etmeye başladılar.

Ancak burjuva kadın hareketi, kadınların kurtuluşu için girişimlerini, erkeğin aile, devlet ve toplumdaki imtiyaz ve hâkimiyetine karşı mücadele ile sınırlamaktaydı. Bu sınırlama, burjuva kadın hareketinin uluslararası alandaki karakteristik belirtisiydi. Bu durum, kadın hakları savunucularının, kadının kurtuluşu sorununu, toplumsal bağları içinde kavramadıklarının ve daha çok burjuva kadınlarının çıkarları doğrultusunda hareket ettiklerinin göstergesidir.

Kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olma mücadelesi, uzun zaman burjuva toplumu çerçevesi içerisinde, eşitlenebilme talepleri olarak şekillendi. Burjuva kadın hareketi olarak feminizm, erkeğin, kadın üzerindeki egemenliğini kırmak için şu talepleri ileri sürmekteydi.

* Kadın ve erkeğin çocuklar üzerinde eşit söz hakkı *

Evliliğin kurulması, biçimlendirilmesi ve sona erdirilmesinde eşit hak

* Her iki cins için bir tek cinsel ahlâk

* Kadının kendi mülkiyeti, geliri ve kazancı üzerinde özgürce kullanma hakkı

* Kadının meslek öğrenimi ve mesleki çalışma özgürlüğünün garantilenmesi

* Toplumsal yaşamın tüm alanlarında kadına erkekle eşit hareket ve çalışma özgürlüğü-hakkı

* Devlette ve onun organlarında tam politik eşitlik vb. haklar.

Kadın hakları savunucularının taleplerinin, kadın emekçiler ve proleterler için de değerli olduğu ve özellikle onlar için de, kadın cinsiyetinin eşit değer ve eşit haklarının ilkesel kabulünün önemi yadsınamaz. Ne var ki burjuva toplumunda emekçi kadın üzerindeki sınıf köleliğinin sürmesinden kaynaklı, kadınların cinsiyet köleliğinin hafifletilmesi veya kaldırılması için reformlar, kanayan yaraya sadece küçük bir pansuman işlevi görmektedir.

Ama bu duruma rağmen, burjuva kadın hareketinin bu talepleri, emekçi kadınların da talepleridir.

Bu talepler doğrultusunda dönem dönem birlikte de hareket ederler. Ancak emekçi kadınlar bu taleplerin yerine getirilmesini, amaca giden yolda, mücadeleye, erkek sınıf kardeşleriyle eşit silahlarla donanarak girebilmek için bir araç, yürünen zorlu yolda bir nefeslenme durağı olarak görürler.

Çünkü örneğin; “kadının kendi mülkiyeti, geliri ve kazancı üzerinde özgürce kullanma hakkı”, emeğinden başka hiçbir mülkü olmayan emekçi kadın için ne ifade edebilir ki?

Bu nedenledir ki; burjuva kadın hareketinin elde ettiği haklar, genelde ağırlıklı olarak, mülk sahibi, egemen ve sömürücü sınıfların ekonomik gücü olan kadınlarına yaramaktadır.

Ama yine burjuva kadın hareketinin talepleri içinde olan “toplumsal yaşamın tüm alanlarında kadına erkekle eşit hareket ve çalışma özgürlüğü hakkı” hiç şüphe yok ki emekçi kadının daha rahat hareket edebilmesini sağlayacaktır ama sorunlarının köklü çözümü değildir…

Burjuva kadın hareketi içinde bazı gruplar, (örneğin Fransa ve Almanya’da) kadınların, erkeklerin imtiyazlı haklarına karşı verdikleri eşitlik mücadelesinin yanı sıra, işçi kadınların yaşam koşullarının düzeltilmesi için de taleplerde bulundular. Ama soruna hiçbir zaman proleter sınıf bakışı açısıyla yaklaşamadılar. Aksine, bu “zavallı kız kardeşlere” yukarıdan yardım etme şeklinde olmuştur.

Ama onların örgütlenerek kendi sorunları için mücadele etmelerini istemek, onları mücadeleye çağırmak hiç akıllarına gelmemiştir.

Bu nedenledir ki emekçi kadınlar ile burjuva kadınların mücadele amaç, hedef ve yöntemleri çok farklı idi.

 Burjuva kadın hareketi, olguların, olayların nedenleri ile değil sadece sonuçları ile ilgileniyordu ve hedeflerinin özünü erkeklerle hak eşitliği teşkil ediyordu.

 Bu nedenle de, kadın hakları için olan savaşımlarını, emekçi kadınların savaşımlarıyla genelde bütünleştirememekteydiler. Örneğin, ilk yıllarda çalışma hakkı talebiyle sokağa çıkan emekçi kadınlar, burjuva kadın hareketinden farklı taleplerle eylem yapıyor, grevler örgütlüyordu.

 O süreçteki emekçi kadınların talepleri;

 * Erkek arkadaşlarıyla aynı koşullarda sendikalara girme hakkı,

 * Eşit işe eşit ücret, * Kadın emeğinin korunması,

* Kapsamlı analık koruması vb. idi. Burjuva kadın hareketi ise; kadınların ezici çoğunluğunun kendisini ezen, sömüren sınıfa karşı yürüttüğü mücadeleyi genelde sahiplenmiyordu.

Çünkü “sınıfa karşı sınıf” mücadelesi ilkesel olarak reddedilmekteydi. Onlar sadece kadın cinsiyetini, erkek cinsinin çıkarları doğrultusunda zincire vuran burjuva düzenini yasal ve toplumsal bağların çözülmesiyle reformdan geçirmeyi amaçlamaktadır. Hatta önemli bir bölümü proletaryanın iktidar mücadelesine, katı bir düşmanlıkla yaklaşabilmektedir.

Tüm bu gerçekliklerden baktığımızda, burjuva kadın hareketi bütün kadınların çıkarlarının temsilcisi değildir, olamaz da!

Ancak tüm bunlara rağmen,

kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde ortaya çıkan burjuva kadın hareketi olarak feminizm, ortaya çıktığı dönemde, tıpkı temsil ettiği burjuva sınıfı gibi ilerici ve demokratik bir muhteva taşıyordu.

İnsan toplulukları arasındaki eşitsizliğin temel kaynağı olan sınıf farklılıklarını dikkate almadığından, tıpkı bağrından çıktığı ve o zamanlar ilerici olan burjuvazinin gericileşmesi gibi, süreç içerisinde onunla birlikte gericileşti.

Örneğin,

bu durum kendisini özellikle, “işçi kadınların yasal korunmaları ve seçim hakkı” talebinin süreç içerisinde, “bayanların seçim hakkı”na dönüşen şekliyle göstermektedir.

Burjuva kadın hareketinin gericileşmesi ve “kadın hakları” adı altında, egemen sınıf olan tekelci burjuvazinin çıkarlarını savunmasının bir başka örneğini ve belki de en yalın halini, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında görürüz:

Sözde bütün kadınların kardeşliğini, kadın erkek tüm insanların eşitliğini savunan burjuva kadın hareketleri, emperyalizmin pazar kavgası uğruna emekçi halkları birbirine boğazlattığı süreçte, “enternasyonal kız kardeşlik” üzerine söyledikleri şenlik türkülerini ve yanıp tutuştukları “barış sevgilerini” çabuk unuttular.

 Bütün ülkelerin burjuva kadın örgütlerinin ezici çoğunluğu, kendi emperyalist hükümetlerine yaranmak için dört yılı aşkın süreyle savaş çığırtkanlığı yaptılar. Sosyalist kadınlar emperyalist savaşa karşı, “savaşa karşı savaş” kampanyaları düzenlerken; burjuva kadın örgütleri, “anavatan savunması” adı altında, orduya-savaşa alınmamalarını protesto ediyor ve üniforma dikmek için askeri dikimevleri ve silah fabrikalarında çalışma hakkını dillendiriyordu.

Paylaşım savaşı sonrasında, Avrupa’yı sarsan Ekim Devrimi’nin de baskısı altında, burjuvazi bazı alanlarda ödün vermek zorunda kaldı. Sovyetler’de kadın hakları ve kadınların yaşamlarının iyileştirilmesi noktasında gerçekleştirilen ileri adımlar, kısa bir süre içinde kapitalist ülkeler tarafından da kısmi olarak uygulanmaya başlandı. Örneğin İngiltere, İsveç ve Almanya kadınlara oy hakkını ve devlet işlerine katılma olanağını tanıdı.

Evlilik ve miras hukuku, kadınların çıkarlarını güvence altına alacak şekilde tekrar gözden geçirildi:

 “Bu kadar ileri gidildi ama bir adım öteye daha değil.

Feministlerin kadın sorununun çözümü için esas olarak gördükleri ve bu yüzden de uğruna çetin bir kavga yürüttükleri taleplerin çoğu, bu gelişme sonucunda burjuva toplumu tarafından ödün olarak verildi. Bu durum, sorunun, basit biçimsel hak eşitliği formülüyle çözülemeyeceğini, aksine tüm meselenin çok daha karmaşık olduğunu açıkça göstermektedir. Birçok burjuva–kapitalist ülkede kadın, şimdi yasalar düzeyinde erkeklerle aynı politik haklara sahiptir.

 Çalışma hakkını her yerde mücadele ile elde etti. Bunun dışında kadınlar bütün uluslarda yüksek öğrenim olanağına sahiptir. Erkeklekadın, anne–baba ile çocuklar arasındaki ilişki, şimdi kadının gerçekten de önemli haklar elde ettiği şekilde düzenlenmiş durumdadır.

Yine de “kadın sorunu” denilen sorun, kadının durumu çözülmüş değildir.

 Kapitalizm ve burjuva diktatörlüğünde hakların biçimsel olarak tanınması, gerçekte onu kendi ailesi için bir hizmetçi olarak yaşamaktan, burjuva toplumunun önyargıları ve gelenekleri tarafından horlanmaktan, erkeğe bağımlılıktan ve son olarak ki; bu tayin edicidir, kapitalistler tarafından sömürülmekten korumamaktadır.”

(A.    Kollontai, Toplumsal Gelişmede Kadının Konumu)

------------Feminizmin tarihsel gelişimini kısaca inceledikten sonra, bugün geldiği aşamaya da kısa biçimde değinelim.

Feminizmi bir akım olarak değerlendirirsek,

liberal,

radikal

ve sosyalist feminist diye üç ana akıma ayırabiliriz...

Ama bu üç ana akım altında farklı gruplara ayrıldığını da hemen ekleyelim. Örneğin ülkemiz özgülünde, “Atatürkçü”, “İslamcı”, “Anarşist” feministler vb. olarak ayrıldıkları farklı akımlar söz konusudur. Bütün bunları tek tek bu yazımızda incelemek yerine, hepsinin ortak yönünü belirlemekle yetineceğiz. Feminist akımların kendi içlerinde elbet belli siyasal farklılıklar olsa da sonuçta bütün feminist akımlar; “Cinsel Sömürüye Hayır!” sloganını çalışmalarının merkezine oturturlar.

Marksist ideolojiyi referans alan emekçi kadın örgütlerinin mücadelelerindeki merkezi slogan ise “Sınıfsal, Ulusal , Cinsel Sömürüye ve Baskıya Hayır!” olarak şekillenmiştir.

Yazımızın konuyla ilgili bölümünün tarihsel sürecindeki anlatımımızda görüldüğü gibi; feminizm genel olarak tüm ezilen insanların kurtuluşu yerine, kadın cinsinin kurtuluşunu ön plana çıkartan, cins ayrımına dayalı bir perspektif ve örgütlenme modeli ortaya koymaktadır.

Marksist yaklaşımla hareket edenler ise mücadele perspektifi ve örgütlenme modelinde yoğunlaştığı hedef kitlesi emekçi kadınlar olmakla birlikte; kapitalizme, emperyalizme ve her türden gericiliğe karşı siyasal bir duruş sergilenmeye, tüm ezilenlerin, işçi ve emekçilerin mücadeleleri sahiplenilmeye ve kadının kurtuluşunun, işçi sınıfının, ezilen toplumun kurtuluşundan bağımsız olmadığı savunulmaya çalışılmaktadır.

İdeolojik gıdasını Marksizm’den alan emekçi kadın örgütlenmeleri, emekçi kadınlara yönelik perspektifinde; kadınların ezilmesinin toplumun sınıflara bölünmesi kadar eskiye dayanmasından dolayı, onun bir bütün olarak ortadan kalkmasını da, sınıfların ortadan kalkmasına, yani sosyalist devrime bağlar. Sosyalist devrimin gerçekleşmesinden sonra uzunca bir süre bu sorun ile uğraşılmak zorunda kalacağının bilinciyle kitlesini şekillendirir.

 Erkekle kadın arasında gerçek insani ilişkilerin kurulması için, gereken toplumsal koşulların yaratılmasıyla, bugünün çıkar ilişkilerinin insani ilişkilere dönüştürülmesinden sonra, sınıfsal barbarlığın psikolojik mirasının üstesinden de nihai olarak gelinecektir ve bütün diğer sorunlar gibi kadın sorunu da tarihin çöplüğüne gömülecektir.

Fakat proletarya kapitalizmi yıkıp, sınıfsız toplum için gereken koşulları hazırlamadıkça, kadınların gerçek kurtuluşu mümkün değildir. Karl Marks ve Frederich Engels, “Komünist Partisi Manifestosu”nda, kadın sorununu ve aileyi bilimsel bir tarzda inceler.

Engels’in, “Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni” isimli eseri, “Manifesto”daki tespitleri derinleştirir ve geliştirirken, kadının erkeğin kölesi haline getirilişinin nedenlerini temellendirir ve bu durumun sınıfların ortaya çıkış sürecine tekabül ettiğini birçok bulguya dayanarak açıklar.

Marks, “Kapital”de,

sorunu bir başka açıdan ele alarak, kadın emeğinin yayılması ve sermaye tarafından sömürülmesinde kapitalist üretim sisteminin yoğunlaşma sürecinin rolüne dikkat çeker. Bu bağlamda kadın sorunu, yalnızca sınıf mücadelesinin salt pratik bir parçası değil, aynı zamanda proleter kurtuluş mücadelesinin de teorik ve pratik bir parçası olarak kabul edilmelidir. Dolayısıyla bir kez daha altını kalın bir şekilde çizerek belirtelim ki proletarya ve burjuvazinin kadınlarının kurtuluş mücadelesinin temeli aynıdır:

“Kadının eski, aile içindeki ev ekonomisi faaliyetinin, kapitalist üretim tarzı tarafından yok edilmesi.”

Ne var ki bu durumun ötesinde, kapitalist toplumda kadınlar arasındaki sınıf çelişkisi belirleyicidir. Bu nedenledir ki emekçi kadınların kurtuluş mücadelesi ezilen sınıfın mücadelesinden bağımsız ele alınamaz. Bu duruma rağmen, emekçi kadınlar, demokratik talepleri için mücadeleyi de elden bırakmazlar. Çünkü bu kazanımları, amaca giden yolda, mücadeleye, erkek sınıf kardeşleriyle eşit silahlarla donanarak girebilmek için bir araç, yürünen zorlu yolda bir nefeslenme durağı, toplumun yarısını oluşturan kadınların demokratik–insanî hakları olarak görürler.

 Bu demokratik talepler doğrultusunda feministlerle eylem birliklerine de girerler. Ama emekçi kadınların mücadele rotasını şaşırtmaya çalışarak, onları burjuvazinin kucağına çekmeye çalışan feminizme karşı, ideolojik mücadeleyi de elden bırakmazlar. 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)