9 Şubat 2025 Pazar

Che ve Mao’nun buluşması: Başkan Mao ve Devrimci Önder CHE, devrimci hareketler ve strateji üzerine konuşuyor!

Che ve Mao’nun buluşması: Başkan Mao ve Devrimci Önder CHE, devrimci hareketler ve strateji üzerine konuşuyor!
1960 yılının 19 Kasım’ında, Mao ve Che’nin Çin ve Küba heyetlerinin eşlik ettiği görüşmesi, sosyalizm tarihi araştırmacıları ve devrimciler için teorik ve tarihsel bir hazine gibi. Henüz Küba devrimi ikinci yılını tamamlamadan, Çin devriminin on birinci yılında Che ve Mao’nun bu görüşmesinde dile getirilen görüşler, Türkiye dahil tüm dünyada 1968 sonrasında yapılan tartışmalar için de başlangıç noktası özelliği taşıyor
1960 yılının 19 Kasım’ında, Mao ve Che’nin Çin ve Küba heyetlerinin eşlik ettiği görüşmesi, sosyalizm tarihi araştırmacıları ve devrimciler için teorik ve tarihsel bir hazine gibi. Henüz Küba devrimi ikinci yılını tamamlamadan, Çin devriminin on birinci yılında Che ve Mao’nun bu görüşmesinde dile getirilen görüşler, Türkiye dahil tüm dünyada 1968 sonrasında yapılan tartışmalar için de başlangıç noktası özelliği taşıyor. Tarafların dünya devrimci hareketleri, devrim stratejileri, sınıf mücadelesiyle ilgili zengin bilgilerini herkesin anlayabileceği şekilde basit üslupla ortaya koymaları da çok çarpıcı.
Orijinali Çince olan metin İngilizce çevirisi esas alınarak Ali Çakıroğlu tarafından Türkçeleştirildi.
Transkripsiyon üzerine not: Metnin İngilizce çevirisindeki transkripsiyona bağlı kalmakla birlikte, Türkçe yerleşmiş yazımlarını da veriyoruz. (Zhou Enlai: Çu En-Lay, Jiang Jieshi: Çan Kay Şek)
19 Kasım 1960 / Mao Zedong ve Ernesto ‘Che’ Guevara Arasındaki Görüşmenin Memorandumu*
Özet:
Dünya komünist heyetleri arasındaki diplomatik bir toplantı. Birçok başlık tartışıldı; içlerinde şunlar da vardı: Küba’nın iç durumu, özellikle de ekonomik durumu (örneğin: şeker satışları); Amerikan etkisi ve karşıdevrimciler; Peru, Kolombiya, Brezilya, vb. gibi diğer Latin ve Orta Amerika ülkelerindeki iç durumun karşılaştırılması.
Mao Zedong ve Ernesto ‘Che’ Guevara Arasındaki Görüşmenin Memorandumu
Zaman: 16.20-18.30, 19 Kasım 1960
Toplantı yeri: Zhongnanhai’de Qingzhen Hall
Katılımcılar: Küba Tarafı – Heyete başkanlık eden Ulusal Kalkınma Bankası Başkanı, Binbaşı Ernesto Che Guevara ve Heyetin Diğer Tüm Üyeleri; Çin Tarafı – Zhou Enlai, Li Xiannian, Geng Biao, Shen Jian, Lin Ping.
Mütercim tercümanlar: Cai Tongguo, Liu Xiliang
Kayıt: Zhang Zai
Başkan [Mao Zedong]: Küba Heyeti, hoş geldiniz.
[Ernesto “Che”] Guevara: Başkan Mao’yu [şahsen] selamlama fırsatı bulmak [bizim için] büyük bir zevk. Biz mücadelemizde Başkan Mao’ya her zaman saygı gösterdik. Biz, Küba’yı temsil eden resmi heyetiz; ama heyet üyelerimiz dört farklı ulustan.
Başkan: Siz Arjantinlisiniz.
Guevara: Arjantin doğumluyum.
Başkan: Diğer heyet üyeleri hangi ülkelerde doğdu?
Guevara: [Ramiro Fernando] Maldonado [Ekvador Sosyal Devrimci Partisi -Genel Sekreter] Ekvadorlu; [iktisatçı Albán] Lataste, Şilili; ben Arjantin doğumluyum, geri kalanımız Küba doğumlu. Bazılarımız Küba doğumlu olmadığı halde, Küba’da doğmadığımızı söylememiz Küba halkını gücendirmiyor. Biz aslında Küba devrimini savunuyoruz. Fidel [Castro] tüm Latin Amerikalıların iradesini temsil ediyor.
Başkan: Sizler enternasyonalistsiniz.
Guevara: Latin Amerika enternasyonalistleri.
Başkan: Asya halkı, Afrika halkı ve bütün sosyalist kamp sizi destekliyor. Geçen yıl birkaç Asya ülkesini ziyaret ettiniz, [değil mi]?
Guevara: Hindistan, Siyam [Tayland], Endonezya, Burma, Japonya, Pakistan gibi birkaç ülke.
Başkan: Çin dışında, [siz] tüm büyük Asya ülkelerine gittiniz.
Guevara: İşte bu yüzden şimdi Çin’deyim.
Başkan: Hoş geldiniz.
Guevara: Geçen yıl Küba’dan ayrıldığımda iç durum henüz istikrar kazanmamıştı; bu yüzden şimdikinin aksine dış dünyayla ilişkilerde tedbirli davranıyorduk. [Şimdi] içteki durum sağlamlaştığından, daha sert tavır alabiliyoruz.
Başkan: Mevcut uluslararası durum geçen yıldakinden daha iyi.
Guevara: Bütün ulus birlik halinde, ama her gün emperyalistler bizim bölünmemizi bekliyorlar.
Başkan: İşçiler ve köylüler dışında, başka kimle birleştiniz?
Guevara: Bizim hükümetimiz işçiler ve köylüleri temsil ediyor. Ülkemizde hâlâ bizimle dostça ilişkisi olan ve işbirliği yapan bir küçük burjuvazi var.
Başkan: Hiç ulusal burjuvazi [yok mu]?
Guevara: Ulusal burjuvazi temelde ithalatçı. Çıkarları emperyalizmle iç içe geçmiş durumda ve bize karşı. [Bu nedenle] onları hem ekonomik hem de siyasal olarak yok ettik.
Başkan: Onlar komprador burjuvaziydi. [Onlar] ulusal burjuvaziden [sayılmamalı].
Guevara: Bazı insanlar bütünüyle emperyalizme bağımlı. Emperyalizm onlara sermaye, teknoloji, patentler ve pazarlar verdi. Onlar kendi ülkelerinde yaşamalarına rağmen, çıkarları emperyalizminkiyle iç içe geçmişti; örneğin şeker tüccarları.
Başkan: Şeker patronları.
Guevara: Evet. Şimdi şeker işletmeleri ulusallaştırılmış bulunuyor.
Başkan: Temelde tüm ABD sermayesini kamulaştırdınız.
Guevara: Temelde değil, ama tümünü. Belki [kamulaştırmadan] kaçan bir grup sermaye olmuştur. Ama bu bizim onları [kamulaştırmak] istemediğimizden olmadı.
Başkan: Kamulaştırmadan sonra tazminat teklif ettiniz mi?
Guevara: Eğer [bir şeker şirketi] bizden [kamulaştırma öncesinde] üç milyon ton üzerinde şeker satın almışsa, ona [satın aldığı şekerin değerine göre] yüzde 5-25 tazminat teklif ettik. Küba’daki durumu bilmeyenler bu politikada yatan ironiyi zor kavrarlar.
Başkan: Basına göre, yıllık yüzde 1 faiz oranıyla yıllık temelde 47-caballeria’nın [78.58 hektara (194,2 ar) eşit bir İspanyol yüzey ölçüsü birimi] sermaye ve kârını tazmin etmişsiniz.
Guevara: Sadece 3 milyon ton üzerinde şeker satın alan [şirketler] tazmin edilecekti. Tedarik yoksa tazminat da yok. Nispeten büyük iki Kanada bankası vardı. İç ve dış politikalarımıza uyum gösteren bu bankaları kamulaştırmadık.
Başkan: Bazı emperyalist şirketlerin varlığına geçici olarak hoşgörü göstermek stratejik açıdan kabul edilebilir. Bizde de burada birkaç [emperyalist şirket] var.
Başbakan [Zhou Enlai]: Varlığı sadece sembolik olan HSBC [Hong Kong and Shanghai Banking Corporation] gibi.
Guevara: Küba’daki bu Kanada bankaları buradaki HSBC ile aynı.
Başkan: İşçileri ve köylüleri, yani çoğunluğu birleştirmelisiniz.
Guevara: Burjuvazinin bazı üyeleri bize karşı çıkarak düşman kampına katıldılar.
Başkan: Size karşı çıkanlar sizin düşmanlarınızdır. Karşıdevrimcileri bastırmakla büyük bir iş yaptınız.
Guevara: Karşıdevrimciler saldırgan faaliyetler yürüttüler. [Örneğin,] kimi zaman birkaç adayı işgal ettiler; [bu durumlarda] çok geçmeden imha edildiler. Bu kaygı uyandıracak bir şey değil. Ele geçirdiğimiz liderlerini kurşuna dizdik. Tüm teçhizatları ABD’den paraşütle atılıyordu.
Başkan: Ayrıca bazı Amerikalıları da ele geçirdiniz [değil mi?]
Guevara: [Onlar] hızla yargılanıp kurşuna dizildiler.
Başbakan [Zhou Enlai]: Amerikan hükümeti protesto etti, siz cevap verdiniz.
Başkan: Sağlam duruyorsunuz. Sonuna kadar sağlam durmak, bu [devrimin umududur] ve emperyalizm kendisini büyük zorluk içinde bulur. Ama duraksama ve uzlaşma olursa, emperyalizm daha kolay [hakkınızdan gelir].
Guevara: Devrimimizin ilk aşamasında, Fidel halkın konut sorununu çözecek bir yol önerdi; çünkü hükümet herkesin ev sahibi olmasının sorumluluğunu üstlendi. Büyük konut sahiplerinin evlerini mülklerini kamulaştırarak, halka dağıttık. Küçük konut sahipleri ise her zamanki gibi mülklerini ellerinde tutmaya devam ettiler.
Başkan: Peki sonra?
Guevara: Biz şimdi devrimin ikinci aşamasındayız; yani insanın insanı sömürmesi görüngüsüne son vermek. İç ve uluslararası durumu yakından gözlemleyerek, biz rejimimizi güçlendirmek için çalışıyoruz: cehaleti ve (özellikle vahim bir durum olan) işsizliği ortadan kaldırmak, sanayi sektörünü geliştirmek ve toprak reformunu ilerletmek.
Başkan: Mükemmel. Latin Amerika’yı, hatta Asya ve Afrika’yı etkilediniz. Başarılı olduğunuz sürece etkilenmeye devam edecekler.
Guevara: Özellikle Latin Amerika.
Başkan: Latin Amerikan küçük burjuvazisi ve ulusal burjuvazisi sosyalizmden korkuyor. Önemli bir dönem boyunca sosyal reform için acele etmeyin. Bu yaklaşım Latin Amerikan küçük burjuvazisi ve ulusal burjuvazisini kazanmanıza yarayacaktır. Zaferden sonra, Jiang Jieshi’nin [Chiang Kai-shek’in] işletmeleri ile önceden Almanya, İtalya ve Japonya’ya ait olup sonradan Jiang’in varlıklarına katılan işletmelerin tamamının ulusallaştırılması, devletin sahip olduğu sermayenin tüm sanayi sermeyesinde yüzde 80 pay sahibi olmasına imkân verdi. Ulusal burjuvazi [tüm sanayi sermayesinin] sadece yüzde 20’sine sahip olmasına rağmen, 1 milyondan fazla işçiyi istihdam ediyor ve bütün ticaret ağını kontrol ediyordu. Bizim bu problemi çözmemiz neredeyse 7 yılımızı aldı. [Biz] bu problemi çözme umuduyla onlara iş, seçme hakkı, özel ve kamu yönetim ortaklığı ile hisse alımı gibi haklar tanıdık. Bu [toplu] çözüm onları tatmin ederek, yurtdışında nispeten olumlu bir etki yarattı. Asya burjuvazisi tamamen mutlu olmamasına rağmen, bu çözüme bakarak bunun onları birleştirmenin makul bir yolu olduğunu kabul etti ve hisse senedi politikasından yararlanmak iyi oldu. Benzer şekilde, kooperatifler yoluyla kentlerdeki el sanatları sektörü ve küçük burjuvazi probleminin üstesinden geldik.
Guevara: Çin ve diğer sosyalist ülkeler dahil diğer ülkelerin deneyiminden ders almalıyız. Burjuvaziye gelince, yurtdışına gitmemeleri için onlara saygı, iş ve para verdik. Teknisyenlere de ücretlerini veriyoruz. Geleneksel olarak, bizde el sanatları gibi bir sanayi yok; bu nedenle o alanda problem de yok. İşsizleri, karşılığında iş buldukları kooperatiflerde birleştirdik.
Başkan: ABD, Küba’nın ulusal burjuvaziye sahip olmasını istemez. Japonya, Kore’de ve Çin’in Kuzeydoğusunda [yani Mançurya’da], Fransa da Vietnam’da aynı durumdaydı. Yerel halkın büyük işletmeler kurmasına izin vermemişlerdi.
Guevara: Bu görüngü Latin Amerika’da [olanlara] benziyor. Feodal güçleri tahrip etmek için, emperyalizm ulusal burjuvaziyi besledi. Ulusal burjuvazi ayrıca daha yüksek bir ithalat vergisi talep etti. Ama onlar ulusal çıkarların peşinde koşmuyor; aslında emperyalizm ile işbirliği yapıyorlardı.
Başkan: Bir sorum olacak. Brezilya çelik sanayisi sermaye açısından ABD ile bağlantılı mı?
Guevara: Başlıca Brezilya metalürji fabrikaları Amerikan sermayesiyle kurulmuştu.
Başbakan [Zhou Enlai]: Amerikan sermayesinin yüzdesi nedir? Brezilya [yıllık] 1,6 milyon ton çelik üretiyor.
Guevara: En büyük Brezilya fabrikasının sermayesinin tam miktarı çok net değil. Ama teknolojik bakımdan tamamen ABD’ye bağımlı. Brezilya, büyük bir ülke de olsa onunla diğer Latin Amerika ülkeleri arasında hiçbir temel fark yok.
Başkan: Bir sorum daha olacak. Başlangıçta Küba’ya çıkışınızdan sonra nihai zafer anına ulaşmanız iki yılınızı aldı. Köylüleri birleştirdiniz ve zafer kazandınız. Diğer Latin Amerika ülkelerinin bu modeli izleme olasılığı hiç var mı?
Guevara: Bu soru tek yolla [“yigaierlun,” t.ç.n. Çince “bütün yumurtaları tek sepete koymak” anlamına gelen bir deyim; metne bu nedenle Çincesi de konmuş] cevaplanamaz. Gerçekten de, siz [bizden] daha deneyimlisiniz ve daha önsezili analizleriniz var. Bence, Küba devrim için diğer Latin Amerika ülkelerinden daha zor bir ortama sahipti. Ne var ki, sadece tek lehte faktör vardı: Biz zaferi emperyalistlerin ihmalkârlığından faydalanarak kazandık. Emperyalistler bizimle savaşırken güçlerini yoğunlaştırmadılar. Fidel’in zaferden sonra borç isteyeceğini ve kendileriyle işbirliği yapacağını düşündüler. [Tersine,] diğer Latin Amerika ülkelerinde devrim başlatmak, Guatemala’dakiyle aynı tehlikeyle yüzleşirdi -deniz piyadelerini sevk eden ABD’nin müdahalesi.
Başkan: İç durum açısından [bu Latin Amerika ülkeleri arasında] herhangi bir fark var mı?
Guevara: Siyasal olarak [farklar] var. Ama toplumsal bakımdan [tüm bu ülkeler] iki ya da üç kategoriye ayılır. Üç ülkede [devam eden] bir askeri mücadele var. Bunlar Paraguay, Nikaragua ve Guatemala.
Başkan: ABD şimdi mızrağını [“duifu,” t. ç. n. Çince sözcüğün anlamı, yönelmek, mücadele etmek, vb.] Guatemala ve Nikaragua’ya yöneltti.
Guevara: Kolombiya ve Peru’da, büyük bir halk devrimi hareketi imkânı doğdu.
Başkan: Peru’da da söylediğim gibi halkın çoğunluğu toprağa ihtiyaç duyuyor. Kolombiya’da da.
Guevara: Peru’daki durum ilginç. Burada her zaman ilkel bir komünizm geleneği vardır. İspanyollar egemenlikleri döneminde feodalizm ve köleciliği yarattılar. Ama ilkel komünizm bu yüzden ortadan kalkmadı. Tersine, bugüne kadar hayatta kaldı. Komünist parti Cuzco’da seçimi kazandı. Bu [seçimde komünistlerin zaferi] mücadelesi ırkçılık karşıtı mücadeleyle iç içe geçmişti. Peru’da çok sayıda yerli yaşıyor, ama sadece beyazlar ve beyaz/Yerli mestizos (melez) toprağa sahip olabiliyor, toprak sahibi olabiliyordu.
Başkan: Yerel halkın nüfusu 9-10 milyonken, oradaki İspanyol nüfusu sadece on bin olarak ölçülmüş.
Guevara: Bu rakamlar abartılı olabilir. Peru’nun 10 milyonu yerli ve 2 milyonu beyaz olmak üzere 12 milyon nüfusu var.
Başkan: [Peru] Güney Afrika’ya benziyor. Güney Afrika’da sadece 3 milyon Britanyalı var.
Başbakan [Zhou Enlai]: 3 milyon Britanyalı, 1 milyon Hollandalı, 1 milyon melez, 8 milyon Siyah ve yarım milyon Hintli. İçlerinde en sefil yaşayanlar son iki kategoriden olanlar. Oy kullanma hakkı sadece beyazlara tanınmış.
Guevara: Peru’da hâlâ kölelik var. Toprak normalde insanlarla birlikte satılıyor.
Başbakan [Zhou Enlai]: Geçmişteki Tibet gibi.
Guevara: O geri bölgelerde yaşayanlar para kullanmıyorlar; [satıcılar] satacakları malları el terazisinde bakır sikkelerle tartarlar. Oralarda kâğıt para kullanılmaz.
Başkan: Kolombiya’daki durum bir parça farklı [değil mi]?
Guevara: Kolombiya’da daha zayıf bir feodalizm olmakla birlikte, çok daha güçlü bir Katolik mevcudiyeti görülür. Toprak sahipleri ve Katolik Kilisesi ABD’yle birlikte hareket ediyor. Yerliler yoksul olmakla birlikte köle değildir. Eskiden Kolombiya’da gerilla güçleri vardı; ama şimdi savaşı kestiler.
Başkan: Küba’nın diğer Latin Amerika ülkeleriyle diplomatik ilişkileri var mı?
Guevara: Bazı ülkeler birbirleriyle temas halinde Küba’yla ilişkilerini kestiler. Bu ülkeler Haiti, Dominik Cumhuriyeti ve Guatemala’dır. Kolombiya, El Salvador, Honduras birlikte Küba büyükelçisini persona non grata (istenmeyen şahıs) ilan ettiler. Başka bir nedenle de olsa Brezilya büyükelçisini geri çekti.
Başbakan [Zhou Enlai]: Böylece toplam 7 ülke ediyor.
Başkan: Bu durumda [Küba’nın] çoğu ülkeyle ilişkisi var: 19 [Latin Amerikan ülkesi] eksi 7 eşittir 12.
Guevara: [Küba’nın] ilk 3’ü [yani Haiti, Dominik Cumhuriyeti ve Guatemala] ile hiçbir ilişkisi yok. Sonraki 4 ülkede [Kolombiya, El Salvador, Honduras ve Brezilya], Küba’nın büyükelçisi olmasa da maslahatgüzarı var. Kübalılar için Brezilya’ya gitmek, sözde Demir Perde’nin diğer tarafına geçmekle aynı şey.
Başkan: Guatemala ve Nikaragua’daki savaşların niteliği nedir? Bunlar halk savaşları mı?
Guevara: Kesin bir cevap veremem. Benim izlenimim Guatemala’da [savaş] [halk savaşıyken] Nikaragua’daki savaşın olağan türden olduğu yönünde. [Onlar] [Küba’ya] uzak. [Savaşlarının niteliği konusunda] fikrim yok. [Söylediklerim] sadece öznel bir cevap.
Başkan: Guatemala’da olanlar [Jacobo] Arbenz [Guzman] ile bağlantılı mı?
Guevara: Çin’e gelmek üzere yola çıkmadan önce sadece Arbenz’in bu konudaki deklarasyonunu gördüm. [Oradaki] devrim belki halk devrimi niteliği taşıyor.
Başkan: Peki, Arbenz şimdi Küba’da mı?
Guevara: Evet, Küba’da.
Başkan: Çin’e ve Sovyetler Birliği’ne gelmişti. Hoş bir insan.
Guevara: Ona güveniyoruz. Önceden hatalar yapmıştı; ama doğru, kararlı ve güvenilir bir insan.
(Başkan tüm heyet üyelerini akşam yemeğine davet etti.
Yemek sırasında aşağıdaki görüşme gerçekleşti)
Guevara: Çin ve Küba arasında beni çok etkileyen neredeyse özdeş iki şey var. Siz devrimi yürütürken, Jiang Jieshi’nin size saldırısına kuşatma ve ezme [weijiao] deniliyordu; bu bizde de gericiler tarafından kullanılan iki kelimeydi. [Onların kullandığı] stratejiler aynı.
Başkan: Vücuda yabancı maddeler girdiğinde, beyaz hücreler onları kuşatıp ezerler. Jiang Jieshi, bize bakteri muamelesi yapıyor ve yok etmek istiyordu. 22 yıldır, ona karşı doğal olarak zamanla uzayan iki işbirliği ve iki kopuşla savaşı bir başlatmış, bir de kesmiştik. İlk işbirliğinde, sağ oportünizme [kapılmamız hataydı]. Parti içinde sağcı bir grup ortaya çıkmıştı. Sonuçta, Jiang Jieshi partiyi temizlemiş, komünizme karşı çıkmış ve savaşla ezmişti; Kuzey Seferinde olan buydu. 1924’ten 1927’ye kadarki ikinci dönemde savaştan başka bir şey yoktu. Bize başka bir şey bırakılmamıştı; tıpkı Batista’nın size ölümden başka bir yol bırakmaması gibi. Tıpkı Batista’nın size ve Küba halkına öğrettiği gibi, Jiang Jieshi de bize ve Çin halkına öğretti: Silaha sarılıp savaşmaktan başka yol yoktu. Hepimiz savaşmayı bilmediğimiz gibi, savaşmaya hazır da değildik. Başbakan ve ben entelektüeldik; (Başbakan yardımcısı Li Xiannian’a işaret ederek) o işçiydi. Ama bize başka hangi seçenek bırakılmıştı ki? O [Jiang Jieshi] öldürmek istiyordu.
(Başkan, Küba halkının devrim başarısı ve tüm heyet üyelerinin şerefine kadeh kaldırdı)
Başkan: Savaş başladıktan sonra, on yıl daha devam etti. Biz üs bölgeleri kurduk ama sağ oportünizme [kapılmamız hataydı]; politika aşırı ölçüde sola kaydığında, sonuçta üs bölgesini kaybettik ve uzaklara çekilmek zorunda kaldık; Uzun Yürüyüş buydu. Bu hatalar -temelde iki hata yapmıştık; biri sağ, diğeri sol- bize öğretti ve bir ders aldık. Japonya, Çin’e savaş açarak girdiğinde, yeniden Jiang Jieshi ile işbirliği yaptık; bu sizde olmayan bir olay.
Guevara: [Bu konuda] şanslıymışız.
Başkan: Sizin Batista ile işbirliği yapma imkânınız yoktu.
Guevara: Batista, Amerikalılarla hiçbir çatışma içinde değildi.
Başkan: Jiang Jieshi, Britanya ve ABD’nin köpeğiydi. Japonya [Çin’i] istila ettiğinde, Jiang Jieshi bunu onaylamadı. 8 yıl [1937-45] [süren] üçüncü dönemde, [biz] Japonya’ya karşı savaşmak için Jiang Jieshi ile işbirliği yaptık. İşbirliği iyi bir işbirliği değildi; [çünkü] Jiang Jieshi komprador kapitalist sınıfı temsil ediyordu. O, Britanya ve ABD’nin kompradoruydu. Japonya’nın püskürtülmesinden sonra gelen dördüncü dönemde, Jiang Jieshi saldırıya geçti; [ona karşı] savunmamız bir yıl sürdü. Sonra tamamı üç buçuk yıl süren geri püskürtme dönemi geldi. 1949’da kesin başarıyı elde ettik ve Jiang Jieshi, Tayvan’a kaçtı. Sizde Tayvan Adası yok.
Başbakan [Zhou Enlai]: Sizde Binuo Island [Çamlar Adası] var. Ama Batista bu adaya kaçmadan önce, onlar Çamlar Adası’nı ele geçirdiler.
Başkan: Orayı ele geçirmeniz çok iyi olmuş.
Guevara: Bir ABD saldırısı ihtimali devam ediyor.
Başbakan [Zhou Enlai]: Amerikalılar Çamlar Adası’na saldırmaya kalktılar.
Başkan: Öyleyse Amerikan emperyalizmi bizim ortak düşmanımız; aynı zamanda dünya halkının ortak düşmanı da. Siz çok genç görünüyorsunuz.
Guevara: Onun (Binbaşı Suñol’a bakarak) dışında, siz devrim mücadelesini başlattığınızda biz daha doğmamıştık bile. O, 35 yaşında ve aramızda en yaşlısı.
Başkan: Geçmişte, savaşarak mücadele ediyorduk. Şimdi inşa için mücadele ediyoruz.
[Commandante Eddy] Suñol: Devrimi savunmak için.
Guevara: Çin, Küba’yla bir başka şeyi daha paylaşıyor. 1945 CCP parti kongresinde [hazırlanan] durum değerlendirmesinde şunu okuruz: Bazı kentliler köyleri küçümsüyor; mücadelemiz iki kısma bölünmüştür: Biri dağlık bölgelerde gerilla savaşı yürütmek ve diğeri şehirlerde grev yapmak. Grevciler dağlık bölgelerde gerilla savaşı verenleri küçümsüyorlar. Sonunda, grevleri örgütleyenler başarısız oldular.
Başbakan [Zhou Enlai]: Çok benziyor.
Başkan: Güçleri israf ederek teselli bulmak -bu maceracılıktır. Onlar köylere dikkat etmediklerinde, şehir halkının köylülerle ittifak kurması hiç kolay değil.
Başbakan [Zhou Enlai]: Sizin (Guevara’nın Küba’nın devrimci ideolojisiyle ilgili bir araştırma hakkında Verde Olivio dergisinde yayımlanan notuna atıfla) 5 Ekim tarihli yazınızı okuduktan sonra aklıma geldi. Bu makalenin özetini ve ortaya koyduğunuz konuları okudum. [Siz] bir entelektüel sayılabilirsiniz.
Guevara: [Ben] henüz entelektüel olma aşamasındayım.
Başkan: [Siz] bir yazarsınız. Ben de bu makalenin özetini okudum. [Yazı] Latin Amerika’da muhtemelen etki yaratabilir.
Başbakan [Zhou Enlai]: Tam metni yanınızda getirdiniz mi?
Guevara: Bulmaya çalışırım.
Başkan: Yazılarınızda üç ilkeyi ortaya koydunuz. Halk gericileri yenilgiye uğratabilir. Devrimi başlatmak için tüm koşulların olgunlaşmasını beklemek zorunda değiller. Üçüncü ilke neydi?
Guevara: Üçüncü ilke Latin Amerika’da başlıca görevin kırsal bölgelerde yürütülmesidir.
Başbakan [Zhou Enlai]: [Devrimi] kırsal bölgelerle ilişkilendirmek çok önemli.
Guevara: Bu konuya çok fazla sarıldık.
Başbakan [Zhou Enlai]: Bazı Latin Amerikalı dostlarımız köylüleri çok fazla önemsemediler; oysa siz bu konuyu önemsediniz ve başardınız. Çin devrimi aynıdır: Birçok kişi köylülerin katkısını önemsemezken, Yoldaş Mao Zedong bu konuyu fazlasıyla önemsedi.
Başkan: Düşman bizim şehirlerde varoluşumuza izin vermeyerek bize öğretti. O [Jiang Jieshi] halkı öldürmek istiyordu. Başka ne yapabilirdiniz?
Guevara: Başkan Mao’nun eserlerindeki bir nokta, Fidel [Castro] tarafından çok önemli bulunmuştu; ben buna başlangıçta değinmedim. Bu da savaş esirlerine iyi davranmaktır: Yaralarını tedavi etmek ve geri göndermek. Bu noktanın [mücadelemizde] çok yararlı olduğunu kavradık.
Başkan: Bu, düşman askerlerini dağıtmanın yoludur.
Başbakan [Zhou Enlai]: Yazınız bu noktaya da değiniyordu.
Guevara: Bu [noktaya] sonradan ulaştık. Başlangıçta tutsakların ayakkabılarına ve giysilerine el koyuyorduk. Ancak sonradan Fidel bizim böyle davranmamızı yasakladı.
(Başkan, Fidel’in sağlığına içmek için kadeh kaldırdı).
Guevara: [Halk] gerilla savaşını yürütürken yetersiz besleniyordu. Ayrıca manevi besinimiz de yoktu. Materyalleri okuyamıyorduk.
Başbakan [Zhou Enlai]: Başkan Mao gerilla savaşı yaparken, genelde halkı gazetelerle bilgilendirirdi.
Başkan: Gazeteleri enformasyon olarak görün. Düşman gazeteleri genelde düşmanın hareketlerini sızdırırdı; bir enformasyon kaynağı buydu. Devrimi birkaç bin kişiyle başlattık; [asker sayısı] sonra on bini geçti; sonra üç yüz bine ulaştı. Bu noktada sol hatalar yaptık. Uzun Yürüyüş’ten sonra, üç yüz bin, yirmi beş bine indi. Düşman bizden daha az korkuyordu. Japonlar [Çin’i] istila ettiğinde, Jiang Jieshi ile işbirliği yapmak istedik. [Onunla] işbirliği yapabileceğimizi [söyledi] çünkü çok az olduğumuz düşünülürse, bizden korkmuyordu. Jiang Jieshi’nin niyeti Japonların bizi imha etmesine izin vermekti. Ama bizim Japonya’yla savaştıktan sonra, yirmi beş binden bir milyon, birkaç yüz bine çıkacağımızı beklemiyordu. Japonlar teslim olduktan sonra, Jiang Jieshi’nin dört milyon askeri bize saldırmaya başladı; bir milyon askerimiz vardı ve üs bölgelerinin nüfusu yüz milyondu. Üç buçuk yıl içinde Jiang Jieshi’yi yendik. [O yıllarda savaş] artık gerilla savaşı değil; büyük ölçekli savaştı. Makalenizde belirtildiği gibi, uçaklar, toplar, tanklar tümüyle hiçbir kritik rol oynamadı. Daha o zaman Jiang Jieshi hepsine sahipken, bizim elimizde hiçbiri yoktu. Ancak daha sonra biraz top ele geçirmiştik.
Başbakan [Zhou Enlai]: Geç dönemde, tankları bile ele geçirmiştik.
Başkan: [Ele geçirdiğimiz başlıca silah tipi] toptu; bu bizim topçu tümenleri, topçu tugayları ya da topçu alayları kurmamıza imkân tanıdı. Onların hepsi ABD donatımıydı.
Başbakan [Zhou Enlai]: Beijing kurtarıldıktan sonra, bir geçit töreni yaptık. Hepsi ABD donatımıydı. Daha o zaman Amerikalılar ayrılmamıştı. ABD Başkonsolosu ve askeri ataşesi de gelip izlemişti.
Guevara: Benim savaştaki ilk zamanlarımda, bir bölüğü zar zor geçiyorduk. Bir seferinde, bir tank ele geçirmiş ve aşırı sevinmiştik. Ama Fidel tankı elimizden almak istedi. Ben mutsuz oldum ve ancak karşılık olarak bir bazuka verildikten sonra razı oldum.
Başkan: Uçaklar gökyüzünde her gün uçuyordu ama herhangi bir zayiat vermeleri zor oluyordu. [Halk] kamuflaj elbiseleri giyerdi. Yeşil giysilerle kamufle oluyorlardı. Siz hepiniz üniformalısınız. Hepiniz askerdiniz.
Guevara: Rodriguez (Dışişleri Bakan Yardımcısı) değildi. O zaman hapisteydi.
Başkan: Siz (Rodriguez’e hitaben) çok genç görünüyorsunuz.
Rodriguez: 25 yaşındayım.
Başkan: Siz (Mora ve Suñol’a hitaben) askerdiniz.
Guevara: Mora’nın babası savaşta vurulup öldü. Suñol üç defa yaralandı, [vücudunun] 6 yerinden yaralandı. Ben iki defa yaralandım. Rodriguez hapiste işkence gördü. Başlangıçta çok az kişiydik. Hatta Fidel bile kendi tüfeğiyle savaştı. Sadece on iki kişiydik.
Başkan: Seksen küsur değil miydi?
Guevara: Sayı yavaş yavaş azaldı; sonunda sadece on iki kişi kaldı.
Başkan: Bu on iki kişi tohumdu. Sizin orada hava sıcaklığı iyi.
Guevara: [Küba] 22 derece kuzeyde.
Başkan: Topraklarınız da verimli.
Guevara: Tüm topraklar ekilebilir. Hindistan cevizi ağaçları kumluk bölgelere dikilebilir. Ama dağlarda ürün almak zor.
Başkan: Öyleyse ülkenizin [nüfusu] en az 30 milyona çıkabilir.
Guevara: Endonezya’nın Java Adasının nüfusu 50 milyon kadar.
Başkan: Biz nasıl Jiang Jieshi’ye teşekkür ediyorsak, siz de [General Rubén Fulgencio] Batista [ve Zaldívar’a] teşekkür etmelisiniz. O insanları öldürerek bize bir ders verdi.
[Alberto] Mora [Becerra]: Daha çok insanı saflarımıza ittiği için biz de Batista’ya minnet borçluyuz.
Başkan: Bizim bir başka öğretmenimiz var: Emperyalizm. O bizim uzun süreli eğiticimiz. En iyi öğretmen Amerikan emperyalizmi. Sizin de iki öğretmeniniz var: Batista ve Amerikan emperyalizmi. [Bildiğim kadarıyla,] Batista şimdi ABD’de. Restorasyonu düşünüyor mu?
Guevara: Batista’nın yandaşları şimdi 5 hizbe bölündü; birlikte 5 cumhurbaşkanı adayı çıkardılar. Bu adaylar birbirlerinden farklı görüşlere sahip. Bazıları Batista’ya muhalefet ederken, diğerleri az çok Batista gibi davranıyorlar.
Başkan: Hepsi birlikte bir Batista etmiyor. Batista kaç yaşında?
Guevara: 60 yaşında.
Başkan: Bizim Jiang Jieshi’miz şimdi 74’ünde, her gün Beijing’e dönmeye can atıyor.
Mora: Bu 5 adayın hepsi de parti liderleri. Halk onların isimlerini biliyor ve onlar da her gün Küba’ya geri dönmeye can atıyorlar.
Guevara: Zaferimizden dört-beş gün sonra Orta Amerika’dan ayrıldılar ve Küba’ya çıkarma yapmayı planlıyorlar. Bizim zaten devrimi zafere ulaştırdığımızdan haberleri olmadan, Batista’yı devirmek için geldiklerini söylemişlerdi.
Başkan: Birçok Orta Amerika ülkesi var. Bence Dominik Cumhuriyeti gelecek vaat ediyor; çünkü orada halk [Rafael Leonidas] Trujillo [Molina’ya] karşı harekete geçmiş durumda.
Guevara: Söylemesi zor. Trujillo, Latin Amerika’daki en olgun [changshu] diktatörü. Amerikalılar ondan kurtulmaya çalışıyor.
Başkan: Amerikalılar Trujillo’yu sevmiyor mu?
Guevara: Herkes ona muhalefet ediyor; bu nedenle değişmesi gerekiyor.
Başbakan [Zhou Enlai]: [Güney Vietnam lideri] Ngo Dinh Diem ve [Güney Kore lideri] Syngman Rhee gibi.
Başkan: Ngo Dinh Diem şimdi en fazla ağlayıp sızlananı [dafalaosao].
Başbakan [Zhou Enlai]: Bir uşağın hayatı kolay değil.
Başkan: Şimdi Amerikalılar Jiang Jieshi’den hoşlanmıyor. Ona hayranız. Yüzde yüz Amerikan yanlısı olanlar, sadece yüzde 99 Amerikan yanlısı olan Jiang’dan kötü. O, hâlâ kendi etkisini korumak istiyor.
Başbakan [Zhou Enlai]: İşte diyalektik.
[Commandante Eddy] Suñol: Sanırım Jiang Jieshi’nin geri gelmesini bekliyorsunuz.
Başkan: O, kendisini ABD’den kopardığı ölçüde, ona hükümetimizde bir yer veririz.
Başbakan [Zhou Enlai]: Eğer beraberinde Tayvan’ı da getirirse daha iyi olur.
Başkan: Yine de geri gelmek ilgisini çekmiyormuş gibi görünüyor.
* Atıf: “Memorandum of Conversation between Mao Zedong and Ernesto ‘Che’ Guevara,” November 19, 1960, History and Public Policy Program Digital Archive, PRC FMA 202-00098-01, 1-14. Zhang Qian çevirisi. http://digitalarchive.wilsoncenter.org/document/11515

ABDULLAH ÖCALAN’IN SÖYLEMLERİNİN KOLONYALİZM VE TESLİMİYET PERSPEKTİFİNDEN ANALİZİ__Husamettin Turan

1. Abdullah Öcalan’ın Kürt Hareketindeki Konumu ve Dönüşümü

Abdullah Öcalan, 1999’da yakalanmasının ardından yalnızca PKK’nın lideri olarak değil, Kürt meselesinde belirleyici bir aktör olarak varlığını sürdürmüştür. Ancak yıllar içinde PKK üzerindeki etkisi değişmiş, örgütün farklı unsurlarıyla arasında yeni güç dengeleri oluşmuştur. Son dönemde Öcalan’ın bir açıklama yapma niyetinde olduğuna dair haberler, onun hem örgüt içindeki konumunu hem de devletle ilişkilerini değerlendirme açısından kritik bir dönüm noktasına işaret etmektedir.

Öcalan’ın söylemleri, Kürtlerin belli bir kesimi ve Türkiye devletinin politikaları açısından belirleyici olmuştur. Onun ideolojik dönüşümü, 1999 sonrası dönemde silahlı mücadeleden uzaklaşıp müzakere ve ideolojik hegemonya kurmaya yönelmesiyle karakterize edilmiştir. Ancak bu dönüşümün bir stratejik tercih mi yoksa zorunlu bir teslimiyet mi olduğu sorusu, onun Kürt meselesindeki rolüne dair farklı yorumlara neden olmaktadır.

2. Öcalan’ın Söylemleri ve Kolonyalizm Perspektifi

Öcalan’ın söylemlerini kolonyalizm karşıtı bir mücadele bağlamında değerlendirmek mümkündür. Ancak onun yaklaşımı, klasik anti-kolonyal liderlerden önemli ölçüde farklıdır. Örneğin, Frantz Fanon’un devrimci şiddet teorisi, sömürge altındaki halkların özgürleşmesi için silahlı direnişi zorunlu bir aşama olarak görürken, Öcalan 1999 sonrası süreçte müzakere ve ideolojik hegemonya kurmaya odaklanmıştır. Bu bağlamda Antonio Gramsci’nin hegemonya kavramına daha yakın bir duruş sergilediği söylenebilir.

Öcalan’ın devletle olan ilişkisi ve PKK’ya yönelik yaklaşımı, onu bir anti-kolonyal lider olmaktan çok, Türk devletiyle belirli bir uzlaşı içinde Kürt meselesini yönetmeye çalışan bir figüre dönüştürmüştür. 2000’li yıllardan itibaren yaptığı açıklamalarda, bağımsız bir Kürt devletinin gereksiz olduğunu vurgulamış, Kürtler ve Ortadoğu için PKK ve Öcalan, konfederalizm kavramını kullanmıştır. Türkiye içinde böyle bir talepleri yok. Hatta “Kurdistan devletini altın tepside bana sunsalar bile elimin tersiyle iterim” diyerek bağımsız bir Kürt devletine açıkça karşı olduğunu belirtmiştir.

Bu yaklaşım, kolonyalizmin modern bir versiyonunu kabul etmek anlamına gelir. Klasik kolonyalizmde sömürge halklarının bağımsızlık arayışları bastırılırken, Öcalan’ın söylemleri, Kürtlere bu arayışın gereksiz olduğu mesajını vermektedir. Öcalan’ın yakalanmasının ardından devletle yürüttüğü müzakereler, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını sınırlayan bir işlev görmüştür.

3. Teslimiyet ve “Hain” Söylemi

Öcalan’ın son dönemde yaptığı açıklamalarda sıkça “hain” kavramına vurgu yapması, örgüt içindeki konumunu koruma çabasıyla doğrudan ilişkilidir. 1999’da yakalandığında, PKK içindeki bazı kesimler onu "itirafçı" olarak değerlendirmiş ve dışlamaya çalışmıştır. Ancak Öcalan, müzakere sürecini bir teslimiyet olarak değil, kendi liderlik konumunu pekiştiren bir strateji olarak göstermeye çalışmıştır.

Öcalan’ın PKK üzerindeki otoritesinin zaman içinde zayıfladığı söylenebilir. Kandil ve PKK’nın diğer unsurları, Öcalan’ın her dediğini uygulamamış, zaman zaman onun çağrılarına karşı çıkmıştır. Örneğin, çözüm süreci boyunca Öcalan’ın barışçıl çağrılarına rağmen örgütün bazı unsurları silahlı mücadeleyi sürdürme eğiliminde olmuştur. Bu durum, örgüt içinde Öcalan’ın mutlak bir otorite olmadığını, liderliğinin tartışmalı hale geldiğini göstermektedir.

Öcalan’ın devletle olan ilişkisini anlamak için, onun şu sözleri önemli bir ipucu sunmaktadır: “Benim kişisel var oluş gerekçem, Türkiye için Sevr'den daha tehlikeli olabilecek bir Kürt oluşumuna karşı çıkmaktır” Bu ifade, Öcalan’ın Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmasını bir tehdit olarak gördüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Sevr Antlaşması, Osmanlı’nın parçalanmasını ve Kürtlere bir devlet vaat edilmesini içeriyordu. Ancak Öcalan, Kürtlere Sevr’in sunduğu bu ihtimali bile reddetmeleri gerektiğini savunmuştur. Bu yaklaşım, Kürtlerin tarih boyunca maruz kaldığı kolonyal baskıyı meşrulaştıran bir duruş olarak değerlendirilebilir. Abdullah Öcalan, Sevr Antlaşması ile ilgili çeşitli değerlendirmelerde bulunmuştur. Genel olarak, Sevr’i Kürtler açısından hem bir fırsat hem de bir tehdit olarak ele almıştır. Bazı söylemlerinde, Sevr’in Kürtlere bir statü tanıma potansiyelini barındırdığını, ancak bu sürecin uluslararası güçlerin çıkarları doğrultusunda şekillendiğini belirtmiştir. Ayrıca, Sevr’in ardından gelen Lozan Antlaşması’nın Kürtler açısından bir inkâr ve bölünme süreci olduğunu savunmuştur.

Öcalan, Kürt meselesini tarihsel bağlamda değerlendirirken, Sevr’in emperyalist güçlerin bölgeyi şekillendirme çabalarının bir parçası olduğunu, ancak Kürtlerin bu süreçte yeterince örgütlü olmadığı için bağımsız bir statü elde edemediğini ifade etmiştir. Buna karşın, Sevr’i salt bir "bağımsızlık fırsatı" olarak değil, dönemin jeopolitik dengeleri içinde Kürtlerin nasıl konumlandırıldığını anlamak açısından kritik bir belge olarak görmüştür.

4. Stratejik Boyut ve Devletle İlişkiler

Öcalan’ın son dönemdeki açıklamalarının arka planında hem devletin hem de PKK’nın stratejik hesapları bulunmaktadır. Türkiye’nin PKK’ya yönelik askeri operasyonlarını artırması, uluslararası konjonktürde Kürt hareketi üzerindeki baskıların değişmesi ve DEM Parti’ye yönelik siyasi kısıtlamalar, bu açıklamaların stratejik önemini artırmaktadır. Ancak bu süreçte dikkat çeken unsur, Öcalan’ın söylemlerinin Türk devletinin çıkarlarıyla örtüşen bir çizgide şekillenmesidir.

Öcalan’ın temel projesi, PKK’nın silah bırakmasını sağlamak gibi görünmektedir. Devletin sunduğu çerçeveye göre, Öcalan’ın açıklaması “şartsız ve kesin bir silah bırakma” çağrısı içermeli ve örgütün mücadelesine son vermesi gerektiğini vurgulamalıdır. Buna karşılık Öcalan’a İmralı’da daha rahat bir yaşam ve dış dünyayla daha fazla iletişim imkânı sunulabilir.

Aslında işin başından beri Öcalan devletin bir projesi olarak eğitilmiş ve Kürtlere sunulmuştur. Teknik olarak Öcalan, 1999’dan beri devletin sunduğu çerçeve içinde hareket etmektedir. Ancak burada önemli olan, onun Kürt hareketi içinde meşruiyetini koruma çabasıdır. “Bana kimse hain diyememeli” söylemi, onun kendi tabanı içinde hâlâ kabul görmek istediğini göstermektedir. Ancak devletin beklentilerini karşılamak için yapacağı açıklamalar, PKK’nın farklı unsurlarında tepkilere yol açabilir.

5. PKK ve YPG Hareketlerinin Öcalan’a Yaklaşımı

Öcalan'ın PKK üzerindeki otoritesi hâlâ büyük olmakla birlikte, özellikle Kandil’deki yapı konusunda şüpheler bulunmaktadır. Eğer Kandil bu sürece karşı çıkarsa, Öcalan’ın çağrısının tam anlamıyla karşılık bulmama ihtimali söz konusudur. Kürt siyasi hareketinin (DEM gibi partilerin) ve Kandil’in nasıl bir tutum alacağı, sürecin başarısını belirleyecek en önemli faktörlerden biri olacaktır.

Kaynakça:

Fanon, Frantz. Yeryüzünün Lanetlileri.

Gramsci, Antonio. Hapishane Defterleri.

Öcalan, Abdullah. Bir Halkı Savunmak.

Sevr ve Lozan Antlaşmaları üzerine resmi belgeler.

PKK üzerine akademik ve gazetecilik kaynakları.

 

8 Şubat 2025 Cumartesi

Gerçekten de “Emperyalistler Rojava Modelini Yıkmak (mı) İstiyor”?--Halil Gündoğan-8.02.2025

 Algı oluşturma metodu olarak yanılsatma

Bir şeyleri olduğundan farklı gösterip sunmak veya bazı şeylere, o şeylerin öz gerçekliğinden çok daha farklı bir şeyler atfetmek; kimi kesimlerin adeta amentüsü olmuş gibi…

Bu tutum, özellikle de Kürt Ulusal Hareketi somutunda çok daha yaygın ve baskın... Ne kadar bilinçli bir tercih olarak devreye sokulmuştur, bilinmez ama; bir algı oluşturma metodu olarak kullanılmaya başlandığı kesin: Yaptıkları ve yapacakları her şeyin müstesna olarak görülmesini istiyorlar. Keza yaptıkları veya yapmakta oldukları şeylere bir kutsiyet atfederek; onların güçlü bağlılık ve kenetlenme motivasyonuyla sahiplenilmesini istiyorlar.

 Öcalan’ın ilahlaştırılması

Bilindiği üzere Öcalan somutunda ise bu, tam olarak ifrata vardırılır: Öcalan, gelmiş geçmiş tüm fanilerin en ulusu, en akıllısı, en zekisi, en yakışıklısı ve en direngenidir, vs., vs. O, bu dünyaya ve insanlığa ışınlarıyla kurtarıcı olabilen bir Güneş’tir. Onun rehberliğini kabul eden Kürtler de “Güneş’in çocukları” payesiyle onore olma şansına kavuşanlardır. (İlginçtir, Öcalan da kendisini böyle görmekte ve böyle görülmesini de istemektedir.)

 

Şu son süreçte, DEM Parti heyetinin İmralı görüşmesi akabinde kamuoyu ile paylaştığı o 7 maddelik açıklama bile “çözüm manifestosu” olarak sunulabildi. Keza örneğin KCK Eş başkanı Bese Hozat duygularına hiçbir sınırlama koymadan, büyük bir huşu ile: “Başkan Apo o daracık yerden ve eşi benzeri görülmemiş tecrit koşulları altındayken bile dünyayı ve bölgeyi dahiyane bir isabetle analiz edip, gerçek çözüm gücü olabilecek paradigmayı ortaya koymuştur” (Mealen) diyerek sunabilmiştir.

 

Nedir yeni paradigma ve kim kime sundu?

Hâlbuki “Yeni Paradigma” olarak sunulan o şey artık her neyse, bunun Öcalan tarafından devlete sunulmadığı, bilakis devletin kendisine sunduğu bir şey olduğu, o 7 maddelik açıklamada, bizzat Öcalan’ın kendi beyanıyla sabittir: Bahçeli ve Erdoğan’ın “güç verdiği bu yeni paradigmaya”, kendisinin de “pozitif anlamda gerekli katkıyı” sunacağı anlatılmakta.

 

“Eski kuşak” kimi sol-sosyalistlerin tutumu

Öcalan elbette zeki ve bir o kadar da akıllı ve keza bir o kadar da tipik bir Ortadoğulu liderdir. Ancak bu hakkını teslim etmek başka bir şeyken; onu olduğundan farklı göstermek, ona, onda olmayan şeyleri atfetmek bambaşka bir şeydir. İlginçtir, bu olağanüstü payelendirme sadece PKK militan ve sempatizanlarıyla da sınırlı değildir. Sol-sosyalist cenahtan da (özellikle de “eski kuşaktan”) yaygınca bir kesim bunu yapmakta. Örneğin bunlardan biri, İmralı görüşmeleri ardından katıldığı bir programda, Öcalan’ın UKKTH ‘yi ret edip, onun yerine önerdiği “demokratik ulus” veya “Demokratik konfederalizm” vari yaklaşımlarını, bugün içinden geçilmekte olan sürecin sorunlarına dahiyane çözümler olarak nitelemekten geri durmadı.

 

İmralı sürecinde Öcalan’ın fikri kılavuzları

Oysa Öcalan’ın bütün bu “yeni” fikirlerini İmralı Savunması sürecinde geliştirdiği bir sır değil. Ve bu “21. Yüzyıl Manifestosunun” temel perspektifsel fikirlerinin hiçbirinin Öcalan’ın kendi orijinal fikirleri olmadığı da yadsınamaz bir gerçek. Çünkü bu fikirleri Öcalan, o süreçte fikirsel ya da paradigmasal değişimine kılavuzluk yapan çok uluslu malum güç odaklarının yönlendirdiği Leslie Lipson’un “Demokratik Uygarlık” eserinden ve keza ünlü anarşist düşünür Murray Bookchein ve post-modernizmin ideologlarından olan Immanuel Wallerstein’in fikirlerinden uyarlamalar yaparak oluşturduğu da bilinmez bir durum değil. Vs. vs.

 

Rojava’ya ilişkin oluşturulan yanılsama

Aynıyla benzer bir abartı ve olguyu olduğundan tamamen farklı sunma durumu, maalesef ki Rojava özgülünde de yaşanmakta. Rojava, Öcalan paradigmasının fiiliyatta yaşam bulmuş somut örneği olarak, özelde Ortadoğu ve genelde de “kapitalist moderniteye” ve “çatışmalı ulus devlet modeline” alternatif bir model olarak sunulmakta. Hızını alamayan bazı sol-sosyalist çevreler Rojava’yı insanlığın özgürlük mücadelesinin “umut örneği” olarak dahi sunabilmekte. İşte sırf bu özelliğinden ötürü de bu çevreler hep bir ağızdan; Rojava’nın başta emperyalist güç odaklarının ve özel olarak da Türk Devleti’nin hedefinde olduğunu tekrarlayıp durmaktalar.

 

Öncelikle sol- sosyalist kesimlerce, Rojava’nın hiçte atfedilen bu özelliklere sahip olmadığının görülmesi ve kabul edilmesi gerekiyor. Birileri bir vesileyle bir palavra sıkmış, bir süre sonra bunun gerçek olduğuna kendisi de inanmaya başlamış gibi, bir ilizyon hali var.

 

“Rojava modeli” tam olarak nedir?

Evet elbette Ortadoğu’nun despotik, dinci-şeriatçı, ataerkil ve birçok anti demokratik sistemleri altında; demokratik, çoğulcu, halkçı, ekolist ve cins eşitçiliği önemseyen ve önceleyen bir halk demokrasisi modeli olarak, Rojava’da deneyimlenen örnek, önemli ve değerlidir de. Elbette gerici saldırılar ve işgal fiilleri karşısında önemsenerek sahiplenilip, korunmaya çalışılmalıdır da.

 

Ama sol-sosyalistlerin bütün bunları, Rojava modelinin şu gerçek karakterini gölgeleyecek hiçbir söylemde bulunmadan yapması gerekiyor: Rojava modeli en nihayetinde kapitalist sistemin sınırları ve meşruiyeti temelinde kendisini tanımlayan, demokratik-halkçı bir model örneğidir. Ufku da sosyalizm değil; çoğulcu, üretim araçlarının özel mülkiyetinin dokunulmazlığını toplumsal sözleşmeyle güvence altına almış olan, sosyal politikalara dayalı, taban örgütlenmesi zemininde doğrudan demokrasiyi baz alan, ademi merkeziyetçi, parlamenter bir sistemdir. (https://www.art-izan.org/artizan-arsivi/rojava-toplumsal-sozlesmesi/ )

 

“Rojava modeli” neden emperyalist güç odaklarının hedefinde değildir?

Zaten kapitalist sistemin kutsalı olan ve de temelini oluşturan üretim araçlarının özel mülkiyetini ortadan kaldırmayı hedeflemeyen hiçbir sistem, kapitalist sistem dışı olmayacağı gibi, sosyalizmi hedefleme iç dinamiklerini de barındıramaz.

 

İşte en başta da bu temel özelliğinden ötürü; emperyalist güç odaklarınca ortadan kaldırılması gereken “kötü emsal” konumunda olamaz Rojava modeli. Nitekim bugüne değin hiç de olmadı. Tam aksine sempati ve güler yüzle karşılandı, kabul edildi ve diplomatik sınırların elverdiği ölçüde korunmaya da alındı. Bugün bu koruma çok daha aleni bir şekilde sahada gözlemlenebiliyor da. Başta ABD olmak üzere, Almanya’sı, Fransa’sı, Hollanda’sı ve hatta Rusya’sı bile, Rojava’nın koruyucu melekleriymişçesine, birbiriyle yarışıyorlar adeta.

 

Türk egemenleri ve özel olarak da Erdoğan rejimi için Rojava

Türk Devleti’nin yönetimini elinde bulunduran siyasal İslamcılarının Rojava alerjisinde elbette Rojava modelinde öne çıkan birçok özellik, onlar açısından ideolojik olarak yok edilmesi gereken unsurlar olmasının çok belirleyici bir payı var. Keza ırkçı-faşist Türk milliyetçilerinin ve CHP’de kümelenmiş “Kemalist Ulusalcı” kesimlerin bilinen “bölünme fobisi” ile hangi parçada olursa olsun, Kürtlerin ulusal temelde ki her türlü kazanımlarına karşı şiddetli bir alerjileri var. Bunları görmek gerekiyor. Keza bu modelin, hem özel olarak K. Kürdistan ve hem de Türkiye somutunda tehlikeli bir emsal oluşturacak olmasından duyulan korkudan ötürü de böyledir. Şeriat özlemcisi, mezhepçi Erdoğan açısından Rojava’nın özel olarak hedefe konmasının bir diğer “kişisel” nedeni ise; Esad’a karşı açılan cepheye katılmayı reddetmesiydi. Öte yandan bunların tümünün ortaklaştığı özel neden ise; PKK ile yürütülen savaşın bir unsuru olarak değerlendirilmesiydi. Bugün bile PKK “Rojava sopası” ile “yola getirilmeye” çalışılıyor. Vs. vs.

Bugün Öcalan üzerinden veya ABD ve İsrail ile varılacak stratejik bir anlaşmada Rojava modeli siyasal İslamcılar için ideolojik bir hasım olarak kalmaya devam etse de ama öte yandan özel olarak ortadan kaldırılması gereken bir hasım olarak görülmeyeceği kesindir. Yani yeter ki kendi stratejik çıkarlarına hizmet etsin. Bu olduktan sonra diğerleri sonrası sürecin “olağan operasyonları” kapsamında, ikincil sorunlar olarak değerlendirilecektir.

 

Nasıl ki daha düne kadar “bebek katili terörist başı” dedikleri Öcalan bugün “Kürt-Türk kardeşliği” ve “ülkenin ulvi menfaatleri için” Erdoğan ve Bahçeli ile adı bir arada anılıyor ve Cumhur İttifakı’nın fiili ortağı konumuna getirildiyse; Rojava’ya yaklaşımları da bundan farklı değildir/olmayacaktır.

 

Sonuç olarak

“Rojava modeli” ta baştan itibaren zaten bir fiil ABD ve diğer bir kısım Batı Avrupalı emperyalist devletlerin koruyucu kanatları altında oldu. Böyleyken, özelliklede sol-sosyalist bazı kesimler açısından; “emperyalistler Rojava’yı boğmak, onu ortadan kaldırmak istiyor” söylemini sahiplenmiş olmak, bu olgusal gerçekliği

 

5 Şubat 2025 Çarşamba

Yeni Demokratik Devrim Tespitine Eleştirel Bir Bakış…22 Ocak 2025

İlk işçi devrimiyle birlikte burjuvazi devrimci barutunu tüketti, işçi sınıfı mücadelesi ve devrimlerine karşı feodalizmle kol-kola girerek gericileşti. İşçi sınıfı devrimleri tarih sahnesine çıkarken yeni devrimci sınıf olarak işçi sınıfı da tarih sahnesinde yerini almış oldu. 

Burjuvazinin de feodalizmin de tasfiye edilmesi işçi sınıfının omuzlarına yüklenmiş, yeni tip devrimler devreye girmişti……..Toplumsal aşamalar nedensiz ve temelsiz olarak birdenbire ortaya çıkmaz-çıkmadı. Aksine her toplum, özellikle üretim biçimi, üretim araçları, üretici güçler gibi ekonomik alt-yapı dinamikleri bakımından kendisinden önceki toplumun bağrında doğup, gelişti, zor-şiddet barındıran toplumsal patlamalar yoluyla egemen hale geldi.

Köle sınıfıyla köle sahibi, sınıflar arasında, köle isyan ve ayaklanmalarıyla cereyan eden çatışma, yarı-köle durumundaki serf ve köylü sınıfı ile feodal bey ve toprak ağaları sınıfı arasındaki savaşlar ve bütün bu süreçlerin sonunda sağlanan ilerlemeler sınıf zemininde yaşanan toplumsal patlamalar yoluyla süregelmiştir.

Üretim biçimi/tarzı ile üretim ilişkileri arasındaki uyumsuzluk veya toplumsal alt-yapı ile toplumsal üst-yapı arasındaki uzlaşmaz çelişki ve çatışma sosyal patlamalarda dışa vurarak toplumsal sistemi değiştiren veya değişimi sağlayan biçim oldu. Önceki toplumsal aşamaların izlediği bu yol, feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş sürecine burjuva demokratik devrimler yoluyla damgasını vurdu…

Henüz işçi sınıfı devrimleri yaşanmamıştı ki bu, ancak kapitalist toplum aşamasının ürünü olabilirdi. İşçi sınıfı kendisi için sınıf değil, kendiliğinden sınıf durumundaydı.

Feodalizm/feodal sınıflar karşısında ilerici sınıf durumunda olan burjuvazi feodalizmin tasfiye edilmesinde devrimci rol oynadı ve işçi sınıfı burjuvazinin önderliğinde, ona yedeklenerek feodalizmin tasfiye edilmesi eylemine katılıyordu.

Bu dönem, burjuvazinin devrimci barutunu tüketmediği ve feodalizmin tasfiye edilmesi için burjuva demokratik devrimlere başvurup bu devrimleri gerçekleştirdiği tarihsel dönemdi. İlk işçi devrimiyle birlikte burjuvazi devrimci barutunu tüketti, işçi sınıfı mücadelesi ve devrimlerine karşı feodalizmle kol-kola girerek gericileşti.

 İşçi sınıfı devrimleri tarih sahnesine çıkarken yeni devrimci sınıf olarak işçi sınıfı da tarih sahnesinde yerini almış oldu. Burjuvazinin de feodalizmin de tasfiye edilmesi işçi sınıfının omuzlarına yüklenmiş, yeni tip devrimler devreye girmişti… 

Paris Komünü deneyimi ve 1905 Rus burjuva demokratik devrimi, özellikle 1917 Büyük Ekim Devrimi’nin açtığı tarihsel çığırdan sonra Çin’in toplumsal koşullarına uygun olarak biçimlenen 1949 Çin Devrimi’yle birlikte yeni bir devrim modeli ya da süreci tarih sahnesine çıktı.

1949 Çin Devrimi sosyalist değil, biçimde bir burjuva demokratik devrim niteliğindeydi. Bu devrim eski burjuva demokratik devrimlerinden farklı olarak, proletaryanın önderliğinde bütün devrimci sınıfların ittifak ettiği bir devrim veya bunların ortak iktidarı olma özellikleriyle yeni tipte bir devrimdi, nitekim devrimin önder kurmayı Çin Komünist Partisi (ÇKP) ve dünya proletaryasının büyük öğretmeni Mao yoldaş tarafından “Yeni Demokratik Devrim” nitelemesiyle tarif edildi…

Yeni Demokratik Devrim’in niteliği

Burjuva demokratik devrimlerden nitel kopuş gösteren Yeni Demokratik Devrim niteliği, bu niteliğiyle ilk kez 1949 Çin devrimiyle birlikte Mao yoldaş tarafından kurumsal sistematik bir biçimde formüle edilerek teorik çerçeveye oturtuldu. Çin’in sosyo-ekonomik yapısı, siyasi şartlar gibi toplumsal koşulları bu devrimi doğurdu ya da bu devrim ilgili koşulların ürünü olarak biçimlendi demek de yanlış olmaz… 

Mao yoldaş Yeni Demokratik Devrim’i nasıl tanımlıyor, nasıl gerekçelendiriyor, nasıl açıklıyor ve kavrıyordu?

Bunlara bizzat Mao yoldaştan yapacağımız ilgili aktarımlarla açıklık getirmeye çalışacağız…

Bilindiği gibi,

Yeni Demokratik Devrim, Proleter Dünya Devrimleri’nin bir bileşeni veya parçası olarak Çin’in toplumsal şartlarına göre biçim alan 1949 Çin devriminin niteliğiydi. Yeni tipteki bu devrimin teorisi Mao yoldaş tarafından geliştirildi… Maoizm’i benimseyen Kaypakkaya kulvarında yer alan siyasi partimiz, Mao yoldaşın teorisine uygun kavrayış temelinde hem genel devrim teorisi ve hem de Türkiye-Kuzey Kürdistan şartlarına uygun devrimin niteliği bağlamında Yeni Demokratik Devrim’i savunurken, onun özünü toprak sorunu (bu anlamda köylü sorunu) olarak açıklayıp kavradı.

Ki, bu tamamen bilimsel ve tüm teori tarafından desteklenerek doğrulanan ileri bir savunu niteliğindedir. Zira demokratik devrimi başka açıdan, sorunlu, sakat ve geri biçimde savunan, eski “Maocu’’, yeni Hocacı siyasi partiler de vardı-r.

Enver Hoca çizgisini benimseyen bu siyasi partiler demokratik devrimi, toprak sorunu olan özünden kopararak onu üst-yapı sorunlarına indirgiyordu. Demokratik mesele ve sorunların çözülmesi, demokrasinin geliştirilmesi vb. vs. şeklinde izah ettikleri gerekçeler zemininde demokratik devrimi gerçekleştirmeyi savunuyorlardı…

Kaypakkaya yoldaşın ideolojik-siyasi-örgütsel perspektifini ve genel siyasi çizgisini temel alarak savunan ve aynı siyasi güzergâhta ilerleyen partimiz, tıpkı Mao yoldaşın ortaya koyduğu gibi, Yeni Demokratik Devrimi yarı-feodal/yarı-sömürge ülke koşullarında geçerli olan bir devrim niteliği olduğunu savundu, savunmaktadır.

Ki, YDD’nin toprak sorunu özüne oturması da yarı-feodal/yarı-sömürge yapıya sahip toplumsal koşullarından kaynaklanır. Dolayısıyla, YDD’yi toprak sorunu özünden kopararak demokratik mesele ve demokrasinin geliştirilmesi gibi üst-yapı sorunlarına indirgeyerek daraltmak, Mao yoldaşın Yeni Demokratik Devrim tezi ve savunusunu sulandırmaktır.

Bugün yapılan tam da budur. Tarımın geliştirilmesi, makineleştirilmesi vb. vs. gerekçeler de, YDD için başlı başına yeterli gerekçeler olmayıp, onu yarı-feodal/yarı sömürge koşullara has bir devrim niteliği olduğu gerçeğini yadsımak, onu sulandırmaktır.

Bir kez daha tekrar edelim ki, bugün yapılan tam da budur. Budur çünkü yarı-feodal yapının ortadan kalktığını saptamak, şu veya bu nitelikte kapitalizmin egemen hale geldiğini ileri sürmek ama bütün bunlara rağmen devrimimizin niteliğini YDD olarak saptamak genel teoriye ters düşmekle birlikte, izaha muhtaç bir tespit ve savunudur…

Yeri gelmişken Mao yoldaşı dinleyelim; 

“Çin devriminin niteliği nedir? Bugün yapmakta olduğumuz ne çeşit bir devrimdir? Bugün biz burjuva demokratik bir devrim yapıyoruz ve yaptığımız hiçbir şey burjuva demokratik devrimin kapsamı dışında değildir. Genel olarak burjuva özel mülkiyet düzenini şimdilik yıkmamalıyız; yıkmak istediğimiz emperyalizm ve feodalizmdir. Burjuva demokratik devrim dediğimiz budur.’’

[Mao Zedung, Seçme Eserler, cilt 2, sf.246-247 (italikler bn aittir.)]

Yukarıdaki alıntıda Mao yoldaş, meseleyi son derece anlaşılır çıplaklıkla ortaya koyuyor. Burjuva demokratik devrim dediğimiz budur derken, bunu emperyalizmi ve feodalizmi yıkma göreviyle açıklıyor. Eğer feodalizm tasfiye olmuş veya kalıntı ve kırıntılar düzeyinde tali duruma düşmüş ve dolayısıyla feodalizmi yıkma görevi esas olmaktan çıkıp hatta ortadan kalkmış ise YDD’yi ne ile gerekçelendirip açıklayabiliriz?

Açıkladığımız gerekçeler Mao yoldaşın YDD tezine uygunluk arz eder mi?

 Kesinlikle hayır.

 Sadece

………….. emperyalizmin tasfiyesi nedeniyle demokratik devrim savunulamaz.

Emperyalizmin varlığı, hegemonyası ve talancı ilişki ve bağları bugün çok daha etkin, güçlü, geniştir. Ve şayet emperyalizme bağımlılık meselesini, salt bu meseleyi YDD’ye yeterli gerekçe edeceksek, YDD’nin bir dizi kapitalist ve geri-kapitalist ülke için geçerli olması gerekir ki, bu YDD’yi sulandırmakla birlikte, vitesi geriye takıp devrimleri geri niteliğe çekmek olur.

Dahası, bugün komprador kapitalizm veya komprador tekelci burjuvazi (bu düzen) gerçeğinde, YDD’yi savunarak burjuva özel mülkiyet sistemine dokunmayacak mıyız?

Sadece emperyalizmi ve kalıntı-kırıntı durumundaki feodalizmi mi tasfiye edecek, salt bunun için mi YDD’yi savunup gerçekleştireceğiz?.. 

Hangi devrimin gerçekleştirileceği çelişkilerin niteliğine göre belirlenir

Daha da önemlisi emperyalizmin tasfiye edilmesi sorunu, tutarlı biçimde açıklanmak durumundadır. Emperyalizm yarı-feodal toplumda farklı dayanaklara sahipken, komprador kapitalist vb. toplumsal sistemlerde daha farklı sınıfsal dayanaklara sahiptir.

 Coğrafyamız somutunda emperyalizmin tasfiye edilmesi hedefiyle YDD’nin savunulması, doğrudan onun yerli sınıfsal dayanaklarına yönelmeyi gerektirir. Bu dayanaklar ortadan kaldırılmadan emperyalizmin tasfiye edilmesi bir hayal olmaktan ileri geçmez.

Yerli sınıfsal dayanaklar dikkate alındığında bunlara karşı gerçekleştirilecek devrimin, emperyalizm ve feodalizmi yıkmayı hedefleyen YDD’den farklı biçimleneceği açıktır.

Yani, feodalizmin tasfiye olarak kırıntı-kalıntı durumuna düşmesi ve yerini komprador burjuvazi veya komprador tekelci burjuvazinin alması şu anlama gelir ki, YDD feodalizm yerine, egemen hale gelen kapitalizmi yıkmayı hedefleyecektir.

Milli nitelikteki kapitalizmin emperyalizmle dolaylı-dolaysız ilişkiler içinde olup milli niteliğinin esasta ortadan kalktığını, en iyimser haliyle milli kapitalizmin lokal kaldığını ve son derece cılız olduğunu düşündüğümüzde, YDD’nin dokunmayıp hatta geliştireceği kapitalizmin bir YDD sürecini gerektirip gerektirmeyeceği kendiliğinden tartışmalı bir durum olur.

En önemlisi de, günümüz koşullarında milli kapitalizmin geliştirilmesi için bir demokratik devrim mi yapacağız, yoksa her düzeydeki kapitalizmin sosyalist dönüşüm temelinde millileştirilmesi perspektifiyle işbirlikçi büyük burjuvazi ve kapitalizmi, dolayısıyla emperyalizmi tasfiye ederek sosyalist inşa için sosyalist devrimi mi gerçekleştireceğiz? İşte meselenin tümü bundan ibarettir; devrimi sağa mı çekeceğiz, yoksa ileriye mi çekeceğiz?..

Peki, yeni demokratik devrim nasıl bir devrimdir?

Mao şöyle der;

“Yeni demokratik devrim, proletarya önderliğindeki geniş hak kitlelerinin anti-emperyalist ve anti-feodal devrimidir.’’, “Bu ne burjuvazinin ne de proletaryanın tek sınıf diktatörlüğüdür, proletarya önderliğindeki devrimci sınıfların ortak diktatörlüğüdür.’’(age, sf.333)

Evet biz,

bugün itibarıyla, yani feodalizmin tasfiye olduğu koşullarda bir anti-feodal bir devrim mi gerçekleştireceğiz?

 Yani, tasfiye olmuş olan feodalizmi tasfiye etmek için mi bir demokratik devrim gerçekleştireceğiz?

Yoksa

sosyalist devrimle

emperyalizm, komprador veya komprador tekelci kapitalizm ve genel olarak büyük burjuvazi ve büyük sermaye sınıflarını tasfiye edecek bir sosyalist devrim mi gerçekleştirmeliyiz?

 Elbette sosyalist devrim!..

Ve yine biz, bugün itibarıyla proletarya diktatörlüğünü kurmak için mi bir devrim gerçekleştirmeliyiz, yoksa daha geri olan bütün devrimci sınıfların ortak diktatörlüğü için mi bir devrim gerçekleştirmeliyiz? Kuşkusuz ki, tarihsel ve toplumsal koşullar proletarya diktatörlüğü için devrim yapmamızı ihtiyaç etmektedir…

Hangi devrimi ve nasıl bir devrimi gerçekleştirmemiz gerektiğini Mao yoldaş çelişkilere/çelişkilerin niteliğine bağlı olarak tarif etmektedir. Bilindiği gibi Mao yoldaş, demokratik devrimin geçerli olduğu koşulları, geniş halk yığınlarıyla feodal sistem arasındaki çelişmeyle açıklamaktadır.

Ülkedeki çelişmeyi burjuvazi ile proletarya esasına göre tespit eden anlayışların, bu çelişme tespitine rağmen YDD’yi öngörmesi mantığa da Mao yoldaşa da terstir…

Şöyle demektedir Mao: 

“Farklı niteliklerdeki çelişmeler ancak farklı nitelikteki yöntemlerle çözülebilir. Örneğin, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişme, sosyalist devrim yöntemiyle çözülür; geniş halk kitleleri ile feodal sistem arasındaki çelişme, demokratik devrim yöntemiyle çözülür; sömürgeler ile emperyalizm arasındaki çelişme, milli devrimci savaş yöntemiyle çözülür; sosyalist toplumda işçi sınıfı ile köylü sınıfı arasındaki çelişme, tarımın kooperatifleştirilmesi ve makineleştirilmesi yöntemiyle çözülür…’’ (age, sf.427)

Alıntı meseleyi çok net ortaya koymakla birlikte, karıştırılmayacak kadar anlaşılır ve berraktır. İşçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çelişme sosyalist devrim yöntemiyle çözülür; geniş halk kitleleri ile feodalizm arasındaki çelişme, demokratik devrim yöntemiyle çözülür demektedir Mao yoldaş.

Şayet Türkiye-Kuzey Kürdistan için bir YDD savunulacaksa, o halde bu coğrafyada baş çelişme tespiti, feodalizm ile geniş halk kitleleri arasındaki çelişki olarak yapılmak durumundadır. Tersi, eklektik ve ampirik olur ki, bu duygusal bağın koparılamamasıyla açıklanabilir…

Alıntıda dikkat çeken bir diğer husus ise, tarımın kooperatifleşmesi ve makineleştirilmesiyle ilgili söylenenlerdir. Yani, YDD’nin gerekçelerini tarım sorununa bağlayan yaklaşımların da hatalı olduğu alenen görülmektedir. Ve Mao bu sorunu sosyalist toplumdaki çelişmeler bağlamında ortaya koyup, sorununun YDD’nin gerekçesi olmadığını, aksine sosyalizmin bir sorunu olduğunu ortaya koymaktadır… 

Daha da dikkat çekici olan, köylü sınıfının sosyalist toplum sürecindeki varlığına dönük belirlemesidir. Yani, köylü sınıfının şu veya bu düzeyde ama çelişmenin esas niteliğini temsil etmeyecek nitelikte var olması, ne toplumsal sistemin yarı-feodal olduğunu gösterir, ne de devrimin YDD olmasını şart koşar veya ona gerekçe olur… Feodalizmin kalıntılarından ve kırıntı durumunda olduğundan bahsedip bundan hareketle YDD görevine işaret edip bu devrim niteliğinin geçerli olduğunu ileri süren anlayışların hatalı olduğu açıktır…

Bir kez daha Mao yoldaşa başvuralım: “Şimdiki aşamada Çin Devrimi’nin hala bir proleter-sosyalist devrimi değil de, bir burjuva-demokratik devrimi niteliğini taşıdığı son derece açıktır” (…) “Devrimin itici gücünü hala esas olarak işçiler, köylüler ve şehir küçük burjuvazisi meydana getirmektedir; fakat artık milli burjuvazi de bunlara katılabilir.’’ (Mao, Cilt 1, sf. 248-249)

Görüldüğü üzere, YDD’nin itici güçlerini sıralamaktadır Mao yoldaş. Buna göre şu soru haklı olarak belirir; bugünkü devrimimizde köylülük devrimin itici gücü olarak hangi sırada yer alır, esas itici güç durumunda mıdır?

Zira demokratik devrim sürecinde köylülük devrimin temel gücüdür. Bugün bu pozisyonunu, devrimdeki temel rolünü temsil edecek durumda mıdır? Kuşkusuz ki, köylü sınıfı devrimde itici güçler arasında yer alır/alabilir. Lakin YDD’de olduğu gibi devrimin temel gücünü teşkil edecek durum ve nicelikte değildir.

Köylülüğün bu durumu doğrudan devrimin niteliğiyle alakalı olup, ancak YDD sürecinde devrimin temel gücünü oluşturur. İşçi sınıfının yanında devrimin itici güçleri arasında yer alması, devrimin niteliğini YDD olarak koşullamaz… 

Öte taraftan, milli burjuvazi devrimde itici güç durumunda mıdır, bu niteliği var mı, devrime katılabilecek bir milli burjuvazi var mıdır? Mao yoldaşın sözleriyle; artık milli burjuvazi de devrimin itici güçleri arasına katılabilir. Yani YDD sürecinde pek tabii olarak milli burjuvazi(sol kanadı diyelim) devrimin itici güçleri arasına katılabilir. Fakat böyle de olsa, bugünkü bir devrime katılabilecek bir milli burjuvazi yoktur; çok cılız ve dikkate değer olmayan nicelikte katılması mümkün olsa da, bu oran bir sınıfsal tabakayı temsil etme niceliği ve niteliğine sahip değildir. Bugün ancak “kavga-dövüşle’’ bir devrime katılacak ya da katılmayacak bir milli burjuva tespit edilebilinir. Bunun ötesinde bir milli burjuva tasavvuru zorlamayı geçmez…

Bu yazı ilk olarak Halkın Günlüğü Gazetesi‘nde yayımlanmıştır.

https://gazetepatika23.com/yeni-demokratik-devrim-tespitine-elestirel-bir-bakis-162290.html

 

4 Şubat 2025 Salı

BARBARA ANNA KİRSTLER, HASRET GÜLTEKİNİN ANISINA!..Barış Aydın

1985-1990 yıllarında Paris, ilticacılar için büyük zorlukların yaşandığı bir şehirdi. O tarihlerde iş ve ev bulmak çok zordu. Kiralık ev bulunsa da ilticacılara vermiyorlardı. Paris’te ev bulamadığım için Paris’e elli kilometre uzaklığı olan Melun (77) bölgesinde, bir arkadaşın yardımıyla yaklaşık yüz yıllık tahtadan yapılmış üç katlı bir binada iki odalı bir eve yerleşmiştim.

Paris’te Türkiye’de yasal olarak çıkan Yeni Demokrasi Dergisi okurları, dergi ile dayanışma adı altında bir gece organize etmişlerdi. Geceye katılan sanatçılar arasında Sivas’ta şeriatçı faşistler tarafında katledilen sanatçı Hasret Gültekin de vardı. Gece tertip komitesinden bir arkadaş beni telefonla arayarak, “misafirlerimiz var bir geceliğine misafir eder misiniz?” dedi. “Tabi ki” dedim, Trene bindirin garda alırım dedim. Karşılamaya gittiğimde Hasret Gültekin ile birlikte sarışın, güler yüzlü, adeta etrafına ışık saçan kibar bir bayan, gözlerimin içine bakarak yarım Türkçesiyle elini uzatarak ‘

Merhaba ben Anna’ dedi.

Merhaba, hoş geldiniz dedim.

Biraz da şaşırmıştım. Misafir bekliyordum ama tanımadığım Türkçe az bilen İsviçreli bir misafir asla beklemiyordum.

Açık söylemek gerekirse biraz da şaşırmıştım.

O da bunun farkında idi.

Benim uzun sakallarım vardı. Bana bakarak, “Yeni Demokrasi Dergisinin okurları hep sakallı mı?” dedi. Kadını tanımadığım için gülümsedim.

Hasret Gültekin, ”biz jiletten tasarruf ediyoruz arkadaş” dedi.

Barbara Hasret’e bakarak, “çok komik, tembellikten değil mi?”

Hasret Gültekin güldü.

Barbara Anna konuştukça ben rahatlıyordum.

Açıkçası ben evi düşünüyordum. Yerimiz oldukça dardı. Hasreti düşünmüyordum Nasıl olsa o bizi anlar diyordum. Yabancı bir kadını nerede nasıl yatıracağım diye kara kara düşünüyordum.

Sohbet ede ede eve geldik.

Akşam olmuştu. Hiç unutmam Devri Daim Mekanı Gönüller Yıldızlar Yoldaşı Olsun eşim akşam yemeği için, içli köfte hazırlamıştı.

Barbara Anna da içli köfteyi çok severmiş.

Barbara eşime teşekkür ederek, “sen benim bu yemeği çok sevdiğimi biliyor muydun?” dedi.

Hasret Gültekin takılmadan duramadı, “hayır yenge köfteleri benim için yaptı” dedi.

Eşim: “ Helal Hoş olsun, hepiniz için yaptım” dedi.

Yemekten sonra bir hayli sohbet ettik.

Zaman çabuk geçmişti. Geç olmuştu sıra yatmaya gelmişti. Sabah erken kalkacaktık. Yabancı bir kadını nereye yatıracaktık. Yataklar serilmeye başlarken, Barbara Anna bize sormadan gitti kızımın yatağına girerek, kızıma sarılarak ‘ben yoldaşımla yatacağım’ dedi.

Hiç yabancılık çekmiyordu. Sanki aileden biriydi. Rahat tavırlarıyla etrafına gülücükler saçıyordu. Yıllardır tanışıyormuşuz gibiydi. Bizde hiç itiraz etmedik çünkü yerimiz yoktu o bunun farkında idi. Adeta sevinmiştik. Başka misafirimiz de vardı.

Herkes yatağına girmişti.

“İyi geceler” dedikten sonra, lambaları söndürdük.

Yaklaşık 20 dakika sonra Hasret Gültekin yataktan kalkarak lambayı yaktı yüksek sesle,

“ben burada yatamam!” dedi.

Dedim ya burası eski bir tahta binaydı, en altta bodrum vardı. Bodrum katı karafatma denilen böceklerle dolu idi, ne yaptıysak baş edemedik. Hep onlar galip geldiler. Gece lambalar söndürüldükten sonra evlere dalarlardı.

Hasret Gültekin duvar dibinde yatıyordu. Karafatmaların dolaştığını görünce korkmuş, Hasret Gültekin’in bağırmasıyla hepimiz kalktık.

Barbara Anna da kalkmıştı.

Barbara Anna, “ne oldu Hasret?” diye sordu.

Hasret: “Bu evde böcek var, ben yatamam” dedi, böcekleri göstererek. “Bak dolaşıyorlar” Ben ve eşim çok üzülmüştük.

Barbara Anna gülmekten yıkılıyordu.

Üzüldüğümüzü de anlamıştı.

Barbara Anna, Hasret Gültekin’in gözlerinin içine bakarak:

“şuna bak bir de kendisine Partizancıyım” diyor.

“Sen hayatta Partizancı olamazsın.

Arkadaş Partizancılar böcekten korkar mı?

Sen yarın dağa çıksan ne yaparsın, orada ayı var, kurt var, yılan var, fare var, akrep var. Hem de orada, böyle yatak yok ki.

Böyle bir yatağı bulmuşsun, daha ne istiyorsun çabuk yat” dedi.

Hepimizi bir kahkaha aldı. Onun o rahat tavırları ve çıkışı biraz bize moral vermişti. Fakat Barbara Anna’nın Hasret Gültekin’e ne demek istediğini anlayamamıştık. Sabah oldu Kahvaltımızı yaptık, Barbara aileden biriymiş gibi Bana eşime ve çocuklarıma ayrı ayrı sarılarak kendinize iyi bakın diyerek veda etti.

Barbara ile Hasret gittikten sonra eşimle sohbet ettik Hasret bizimki idi Hasret bizi anlayacağına İsviçreli bir burjuva aileden gelen Barbara bizi daha iyi anladı. Bir an Aklıma o büyük insan Che Guevara geldi.

Yılar sonra basında takip ettiğim kadar Barbara Anna Dersimde şehit düştüğünü öğrendiğimizde, o zaman Barbara Anna’nın Hasret Gültekin’e ne demek istediğini anlamıştık. Barbara Annanın Şehit olmasına ailece çok üzülmüştük. Onun cesareti, insanlara yaklaşım tarzı, birilerini eleştirirken bile kendisine hayran bıraktıran, rahat tavırları soğukkanlı duruşuna hayran kalmıştım.

Bizler Avrupa ülkelerini tercih ederken, Barbara Anna, “bunun çözüm olmadığını, kendi ülkenizde devrim yaparak sorunun çözüleceğini” söylüyordu. O güzel insanın cesaretine, bilgisine, enternasyonal bakış açısına hayran kalmıştım.

Bir düşünün: Barbara Anna Avrupa’nın cennetlerinden birinde yaşıyordu. Barbara Anna İsviçreli idi. Ekonomik durumu oldukça iyi olan iyi de bir eğitim görmüş, İsviçre’de yetişmiş, kültürlü bir insandı. Sistem her açıdan onu da kuşatmıştı, her şeyi tozpembe görmesi için şartlar fazlasıyla mevcuttu.

Fakat o sadece gösterileri değil aynı zamanda görünenin altındaki gerçekleri de gören bir çaba içersin de idi.

Sömürüyü, yabancılaşmayı, her şeyin metalaşmasını; kadının ince ama vahşi bir yola ikinci sınıf konumda tutulduğunu; diğer bazı ülkelerin ülkesi tarafından sömürüldüğünü; yoksul semtlerle zengin semtlerin yaşam standartlarını görüyor ya da fark ediyordu. Bunlar onda her dürüst insanda olması gerektiği gibi “sisteme karşı çıkış” duyguları doğuruyordu. Okuyor, araştırıyor ve Marksist Leninist Maoist bilimini kendisine rehber ediniyordu.

Barbara Anna 1980’li yıllarda İsviçre’ye gelen iltica talebinde bulunan yabancılara dil, din, ırk ayırımı yapmadan 72 millette aynı nazardan bakarak herkese yardım ediyor, yol gösteriyor, onların sorunları ile bizzat bire bir ilgileniyor, adeta yardım etmeyi kendisine bir görev olarak kabul ediyordu. Bundandır ki Zürih’te bulunan bütün yabancıların ablası, yoldaşı olmuştu.

Çünkü o, enternasyonal bir Devrimci idi. Daha sonra İsviçre’de Türkiye’deki hapishanelerde devrimcilere yönelik saldırılara karşı çıkan tutuklularla Dayanışma Komitesinde yer almıştır. Anti-emperyalist guruplarla dayanışma içersin de faaliyet yürütürken gazeteci olarak Peru’ya gider. Nikaragua’da Sandinistlerin iktidara gelmesi üzerine, Avrupa’dan giden gönüllerin organize işinde görev alır.

Daha sonrada İbrahim Kaypakkaya ardılarıyla ilişkiye girerek enternasyonalizmin en yüce örneklerinden birisini sergiler ve Türkiye devrimci hareketine doğrudan katılır. Basında takip ettiğimize göre Barbara Anna 1991 yılında İstanbul’da kaldığı ev basılır yakalanarak göz altına alınır 15 gün işkencede kalır İbrahim Kaypakkaya’nın “ser verip sır vermeme” geleneğine uygun davranır. Çıkarıldığı mahkemede

“beni siz değil, enternasyonal proletarya yargılar” diyerek T.C. mahkemelerine meydan okur. 8 ay tutuklu kalır. Cezaevinden çıktıktan sonra Şubat 1993’de Dersim dağlarında şehit düşerek devrim şehitleri kervanına katılır.

Hasret Gültekin ise 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta otuz beş can ile birlikte, insanlıktan nasibini almamış, şeriatçı faşistler tarafından alçakça katledildi.

O gün, Sivas’ta halkın bağrı 35 kez bıçaklandı.

Özgürlük 35 kez hançerlendi.

Özgürlük 35 kez dara çekildi.

35 canımız yakılarak katledildi.

Onların anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

Hasret Gültekin ile Barbara Anna’yı bir günlüğüne de olsa bu güzel insanları misafir etmek onları tanımak bizim için onur olmuştur. Onları asla unutmayacağız.

Barbara Ana Kirstler ve Hasret Gültekin Şahsında tüm devrim şehitlerin anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

Devrim Şehitleri Ölümsüzdür.

Barış Aydın

 

3 Şubat 2025 Pazartesi

"Stalin’in soygunu “ bitmek bilmeyen yalan ve iftiralar..!

Biliyoruz ki komünist önderler için en çok sadırıya maruz kalan Stalin yoldaş olmuştur. Olmadık karalama ve yalan yüklü kampanyalarla Stalin yoldaş gözden düşürülmeye , ilkeli ve kararlı cesaretli duruşu, burjuvazi ve onların hempalarına karşı uzlaşmaz tutumu nedeniyle burjuvaziden revizyonistlere, döneklerden Troçkist iktidarsızlığın teorisini yapanlara kadar geniş kesim Stalin nezdin de, M-L'e saldırdılar ve hala da saldırmaya, demagojiyi yaparak ve gerçekleri çarpıtmaya devam ediyorlar.

Bolşevik Partinin mali zorluklarını gidermek amaçlı Stalinin öncülüğünde yapılan başarılı kamulaştırma eylemleri hakkında bile, sosyalizm ve Stalin düşmanlarınca, karalama ve demagoji saldırılarıyla şaibe yaratılmaya çalışılmıştır. Okuyup-araştırarak gerçeğe ulaşmaktan geri durmayalım.

"Stalin’in soygunu!

Pek çok kişi dönemin polis raporlarından yola çıkarak Stalin’in ‘bir köşede sigara içmesinden’ dem vurmuş. Bu iddiayı öne sürenlerin, eylemde ölen atlara kadar zayiatı bir bir sıraladıktan sonra Stalin’in ‘rahatlığına’ takılması ilginç. Stalin de tıpkı Kamo gibi olayın en önünde yer alsa, bir-iki bomba da o atmış olsa -ki bunu da iddia edenler var- daha mı tatmin edici bir ‘imajı’ olacaktı?

Tarihi araştırırken, komplo teorilerinden sıyrılarak gerçeği bulmak hiçbir zaman kolay değil. Hele bu isim ‘Stalin’ ise, öne sürülen bilgileri tekrar tekrar araştırmak/karşılaştırmak şart oluyor! Tarihin tartışmasız en ‘medyatik’ isimlerinden birinden söz ediyoruz aynı zamanda çünkü. Sadece Sovyetler Birliği’ni yönettiği dönemle değil, gençliğiyle, devrim öncesi politik tutumuyla da hep tartışma konusu yapıldı Stalin. Ülkesine yönelik kuşatmanın sembol ismi olduğu için genelde sistematik olarak spekülatif suçlamalarla karşılaştı. Ve bunlardan doğan ‘tartışmalar’ da genelde tek taraflı ilerledi. Bolşeviklerin Tiflis İmparatorluk Bankası’na 1907’de yaptığı banka soygunu -ya da kendi tanımlamalarıyla ‘kamulaştırma eylemi’- Stalin’in gençliğine dair destekli/desteksiz ortaya atılan neredeyse bütün iddiaların doğduğu bir olay.

Bugünün parasıyla yaklaşık 3.9 milyon dolara (341 bin ruble) Bolşevikler tarafından el konulduğu eylemin Kamo’yla birlikte düzenleyicilerinden olan Stalin için neler denmiyor ki: “Çarlık gizli polisi Ohrana’ya bilgi sızdırıyordu, ajandı”, “Eylemi ‘korktuğu için’ uzak bir noktadan izledi”, “Arkadaşlarını ‘çekemediği için’ onları ölüme gönderdi”… Stalin gibi tarihsel bir figürün, doğrusuyla yanlışıyla yaptığı her şeyi tabiri caizse ‘psikopatlığına’ indirgeyen bu iddiaların somutlaştığı 1907 tarihli soygunda olup bitenler tam da bu nedenle ‘gerçeği’ anlamak için önemli.

O halde önce bu olayı anlatalım. Ardından Stalin’in rolüne dair dile getirilen iddiaları inceleyelim.

BANKA KARŞISINDA ‘ÜNİFORMALI’ BİR BOLŞEVİK

Her partide olduğu gibi Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (RSDİP) Bolşevik kanadının da mali işlerden sorumlu bir grubu bulunuyordu. Menşeviklerle yaşanan ayrılığın ardından Bolşeviklerde bu alanda öne çıkan isimler, Lenin, Krasin ve Bogdanov gibi partinin önemli kadroları oldu. Burada Krasin’in adı çok öne çıkmasa da oynadığı rolün Bolşevikler için oldukça önemli olduğunu söylememiz gerek. Alanındaki yeteneğine bir örnek vermek gerekirse de şu olayı anlatabiliriz: 1900’lü yıllarda, dönemin ünlü aktrisi Vera Komissarzhevskaya, Krasin’in bağlantıları ve çalışmaları sonucunda RSDİP için Bakü’de bir gösteri düzenledi. Komissarzhevskaya’nın elde ettiği tüm gelir Krasin’e teslim edildi ve Bolşevikler bu paralarla Bakü’de bir yeraltı matbaası kurdu. Yani soygunlar ya da ‘kamulaştırmalar’ özellikle 1906’dan sonra Bolşevikler için önemli bir gelir sağlasa da yegane kaynak değillerdi.


Tiflis soygununa gelecek olursak… Eylemin organizasyonu mali sorumlularla birlikte yapılmıştı. Stalin ve Kamo’nun soyguna ‘alandan’ katılmasındaysa şaşılacak bir şey yok. Birincisi her ikisi de o bölgenin insanlarıydı. Çevreyi ve insanları iyi tanıyorlardı. İkincisiyse Bolşeviklere konuyla ilgili bilgiler iki devlet çalışanı tarafından Stalin aracılığıyla sızdırılmaktaydı. Parayı taşıyan araç ve en yüklü teslimatın ne zaman yapılacağı hakkında detaylı bilgiler biri Bolşevik sempatizanı, diğeri Stalin’in eski bir okul arkadaşı olan devlet görevlileri tarafından doğrudan kendisine iletiliyordu.

Şimdi kabaca eylem gününden bahsedelim: Tiflis’deki Erivan Meydanı’nda bulunan İmparatorluk Devlet Bankası’nın önüne sabah 9.00’da bir at arabası yanaştı. Faytonun içinden solgun yüzlü bir subay indi. Etraftaki güvenlik güçleri sayısı alışılandan çok daha fazlaydı. Subay etraftaki insanlara birkaç saat içinde ‘ortalığın karışacağını’, kendi güvenlikleri için olabildiğince uzağa gitmeleri gerektiğini söyledi. Bir iki meraklı sorunun ardından insanlar meydandan uzaklaşmaya başladı. Bu ‘subay’, kılık değiştirmiş Kamo’dan başkası değildir. Eylemden kısa bir süre önce bomba hazırlarken ciddi bir şekilde yaralandığı ve bu olayın izleri hâlâ silinmediği için açığa çıkma endişesi taşısa da insanlar Kamo’nun kimliğini fark etmedi. Kamo için işler yolunda gidiyordu.

Kamo’nun meydana gelişinden bir saat sonra, on kişi meydandaki ‘Tilipuchuri’ isimli restoranın bodrum katına indi. İki masayı kapatıp yemek sipariş ettiler. Yirmi dakika sonra aralarından ikisi, revolver silahlarını bellerinden çekerek ayağa kalktı. O andan sonra sadece patronların restorana girişine izin verdiler ancak kimseyi dışarıya çıkartmadılar. Diğer iki kişi -Bachua Kupriashvili ve Datiko Chibriashvili- diğer müşterilere restoranda kalmalarını ve yemeye içmeye devam etmelerini kibarca rica etti. Yarım saat sonra başka iki kişi, zamanı geldiğinde banka kapısındaki iki Kozak askere saldırmak üzere önceden belirlenen yerlerine geçti. Başka iki kişi de Ermeni Pazarı yolundaki köşede kaçış rotasını korumak üzere beklemeye başladı. Araba meydana girince saniyeler içinde dört bomba atıldı. Toplam üç polis ve Kozak öldü ancak çatışma çıktı. Her yerde bombalar patlamaya başladı. Kamo’nun görevi, paraları farklı bir faytona aktarıp güvene almaktı. Sonunda bunu başardı da… Üstelik eylemcilerden hiçbiri yakalanmamıştı. Ele geçen para uzun süre ilginç şekillerde saklandı. Bir kısmının piyasaya sürülmesinde sorunlar çıksa da Bolşevikler için önemli bir kaynak elde edilmişti.

STALİN HAKKINDA İDDİALAR

Tiflis soygunu; takibindeki soruşturma, paranın durumu, tutuklamalar gibi başlıklarla aslında çok daha geniş bir yazının konusu olabilir. Ancak biz Stalin’e dönelim. Kimi iddia sahibi yazarların komplo teorileriyle dolu kitaplarında Stalin’in yaşamını incelerken Tiflis olayını da es geçmediklerini söylemiştik. İlk olarak şu ‘polis ajanı’ meselesinden başlayalım.

Soygunun gerçekleştiği yıl da dahil olmak üzere Stalin’in asıl amacı bu gibi yazarlara göre “Bolşeviklerden aldığı bilgileri Ohrana’ya iletmek”ti. Üstelik bunu uzun yıllar boyunca düzenli bir şekilde yapmıştı. Herhalde Tiflis olayıyla ilgili Stalin’le bağlantısı kurulamayan pek çok bilgi içinde en komiği budur. Her şeyden önce soygunda Bolşeviklerin ele geçirdiği para, devlet için öyle hafife alınacak bir miktar değildi. Nitekim akabinde Çarlık yönetiminin konuya büyük önem vermesi, olayın yurtdışı basınında geniş yer bulması; Bolşeviklerin ‘kamulaştırdığı’ bu meblağın önemini tercüme etmeye yardımcı olabilir. Dolayısıyla Stalin eğer polis ajanı olsaydı, hiçbir şey yapmayıp sadece bu eylemin bilgisini sızdırsa muhtemelen ajanlar dünyasına ismini altın harflerle yazdırmış olurdu! Ancak Ohrana ajanlığı iddialarına verilen bu cevaba karşın kimilerinin ürettiği yeni senaryolar da var: Polisin olaydan sonra Stalin’i ‘niye haber vermedin’ diye tokatlaması gibi… Soygun iyi bir aksiyon filmini andırıyor olabilir ancak öne sürülen ‘sorguda ajana tokat’ iddialarının, üçüncü sınıf bir Hollywood filmini hatırlattığını söylemekten başka ne denebilir ki.

Stalin’in mitleştirilen ‘gaddarlığı’na ilişkin de bu soygunda çok malzeme bulunmuş. Eylemde kullanılan şiddetin yükü de onun omuzlarına yüklenmiş. Yöntemin yanlışlığını doğruluğunu tartışmıyoruz. Ama şuradan yaklaşalım: Koskoca Bolşevik örgütünün kendi tarihindeki en büyük soygunlardan birinin planını en ince detayına kadar bir tek kişinin eline vermiş olması pek mantıklı görünmüyor. Yani Stalin eylemin uzaktan yöneticisi olsa da atılan/atılmak zorunda kalınan bomba sayısını da onun belirlediğini iddia etmek ‘hayatın olağan akışına’ çok da uygun değil.

Bu ‘gaddarlık’ suçlaması şimdi ele alacağımız konu için de çarpıcı. Pek çok kişi dönemin polis raporlarından yola çıkarak Stalin’in ‘bir köşede sigara içmesinden’ dem vurmuş. Bu iddiayı öne sürenlerin, eylemde ölen atlara kadar zayiatı bir bir sıraladıktan sonra Stalin’in ‘rahatlığına’ takılması ilginç. Stalin de tıpkı Kamo gibi olayın en önünde yer alsa, bir-iki bomba da o atmış olsa -ki bunu da iddia edenler var- daha mı tatmin edici bir ‘imajı’ olacaktı? Kısacası aynı kaynaklardan yayılan bütün bu iddialardaki sorun gerçekle ilgilerinin olup olmamasının ötesinde birbirleri ile tutarsızlıklarında da kendini belli ediyor.

‘ELEŞTİRİ’ Mİ ‘ŞEYTANLAŞTIRMA’ MI?

Son olarak Kamo’nun 1922’deki trafik kazasındaki ölümünün Stalin tarafından planlandığını da söyleyenler olduğunu belirtelim. Buna gerekçe olarak da Stalin’in Tiflis soygununda kazandığı itibar dolayısıyla Kamo’ya beslediği ‘kıskançlık’ gösteriliyor! Kamo’nun Marksizmle tanışmasında Stalin’in rolü, ikilinin arasındaki güçlü bağ, ortak geçmişleri… Hepsi gözardı ediliyor yani. Ancak yarım yamalak iddialarla da hiçbir inandırıcılık sağlanamıyor. Ortada bir ölüm görür görmez sağına soluna bakmadan ‘cinayet gerekçeleri’ bularak suçu Stalin’e yükleme çabasına girişmek, bunca yıldır devam eden şeytanlaştırma politikalarının aslında bir türlü başarılı olamadığının da kanıtı gibi.

Bu yazılarda sık sık belirttiğimiz gibi: Yargılamak bizim üzerimize vazife değil. Ancak Dünyanın üçte birine hükmeden, İkinci Dünya Savaşı’nı Hitler Almanyasına karşı neredeyse tek başına kazanan bir devletin liderini ‘ne yaparsa yapsın kabahatli’ bir figüre dönüştürme çabasındaki çarpıklıkları da tespit etmek gerekiyor. Bu yaklaşımımızı Stalin’i ne pahasına olsun hata yapmamış biri olarak da anlamamak lazım. Ancak komplolara malzeme olmuş olaylara yaklaşırken tarihin gerçeğine daha yakından bakabilmeyi sağlayacak tek yol herhalde bu tip bir şeytanlaştırmaya kapalı, eleştiriye ise açık bir tavır takınmakla mümkün olacak. Asırların karanlığı ve kirliliği içinde gerçeği arayanlara gerçekten kolay gelsin…

Kavel Alpaslan

Kaynaklar ve daha detaylı bilgilerin yer aldığı adresler:

https://www.rbth.com/.../326093-bolshevik-life-hacks-how-to

https://www.evrensel.net/haber/30825/genc-stalin

DEATH ONLY WINS: THE STALIN TRILOGY – Ravi Ravindranathan 


1 Şubat 2025 Cumartesi

Yeni “barış” sürecinde Türkiye ve K. Kürdistan’da silahlı mücadele_Halil Gündoğan_1.02.2025

 Yeni bir “barış” süreci kotarılıyor

Malûm olduğu üzere Türk Devleti, Bölgesel gelişmeler merkezli olarak, bir süreden beridir kendisi için bir “beka sorunu” riski algısı içerisinde. Tabii kendince, buna karşı çeşitli taktik ve stratejik hamleler de geliştirmekte. Bu hamlelerden biri de tarihteki benzer örneklerinden de aşina olduğumuz “Kürt-Türk İttifakıdır”.

Ne zaman ki kendisini bir varlık-yokluk ikileminde hissetmişse; orada hemen Kürtlerin imdadına sığınmaya çalışmıştır. Şimdi de benzer bir ikilemi yaşıyor olmalı ki on yıllardır katliamlardan geçirmekte olduğu Kürtler ile, “bin yıllık kardeşliğini” hatırlayıp; “hadi barışalım. Biz, etle-tırnak misali, ayrılamaz kardeşiz” retoriğine sarıldı.  

Bu elin, Öcalan üzerinden tutulabileceği kurnazlığını da yaparak; “barış” teklifinde bulundu. Öcalan ile nasıl bir pazarlık geliştirdiklerini ve neler üzerinde anlaştıklarını, her iki taraf da şimdilik bir “devlet sırı” olarak “gizli” tutuyor olduğundan; haliyle, kamuoyu bilmiyor. Ama sonuçta şu veya bu şekilde, Öcalan ile bir “Kürt-Türk İttifakının” kotarıldığı kesin. Bu, PKK’nin olası vetosuyla karşılanmaz ise; bir “barış” anlaşması ile sonuçlanacağı rahatlıkla söylenebilir. Nitekim Erdoğan, süreci doğrudan sahiplendiği o ilk beyanatında bunu aleni bir şekilde teyit etti de.

(https://www.dw.com/tr/erdo%C4%9Fandan-pkkn%C4%B1n-la%C4%9Fvedilmesiyle-ilgili-a%C3%A7%C4%B1klama/a-71299406 )

 

Yeni bir vizyon belirleme zorunluluğu

Bunun, elbette hem Türkiye ve K. Kürdistan halkı için ve hem de burada silahlı mücadele yürüten devrimci yapılar için yeni getiri ve götürüleri olacaktır. Bu bağlamda, gayet tabii ki sorunun muhatabı her siyasi özne, bütün bunları ve daha başka olasılıkları da masaya yatırıp analiz edecek, tespitlerde bulunacak ve kararlar alarak, kendince bir gelecek vizyonu ortaya koyacaktır.

 

Silahlı mücadelenin ele alınış tarzı

Türkiyeli ve K. Kürdistanlı sol-sosyalist, komünist sınıf hareketleri ve demokratik devrimci ulusal kurtuluş hareketlerinin önemlice bir çoğunluğunun en ayırt edici özelliği, 1971 devrimci kopuşuyla birlik, devrimci mücadeleyi ta en başından itibaren, silahlı mücadele şeklinde ortaya koymuş olmalarıydı. Kimileri bunu Küba Devriminin izlediği yöntemle, kimileri Çin Devriminin ve kimileri de Vietnam devriminin nispeten daha özgün yöntemleri üzerinden teorileştirip, pratiğe uygulamaya kalkıştı. Tümündeki ortak payda, uzun soluklu bir silahlı mücadeleyle, düşmanı kademeli olarak zayıflatıp, kitleleri devrim saflarında örgütlemek suretiyle, güçler dengesini değiştirip, devlet iktidarını ele geçirerek, devrimi gerçekleştirmekti.

 

Akıbetler ve kimler nereye nasıl evrildi?

Bunların bir kısmı 12 Eylül Askeri Faşist Darbesiyle tasfiye oldu. Sınıf mücadelesi eksenli olanlarının bir kısmı özellikle 1990 lı yıllarda şehir ve kır gerilla mücadelesine belli bir ivme kazandırdıysa da ancak tutunamayarak, Türkiye ve K. Kürdistan sahasında esasen tasfiye oldular. Gerçi bunlardan bazıları hâlâ silahlı güç sahibi olduklarının ve silahlı mücadele yürüttüklerinin iddiasına sahiplerse de ancak hiçbirinin, ortalama olarak 2010 yılını eşik olarak alıp belirtmek gerekirse; Türkiye ve K. Kürdistan’da yürüttüğü herhangi bir silahlı mücadelesi olmadığı gibi, kır gerilla güçleri de bulunmamakta: Bir kısmı sessiz sedasız geri çekilirken; bir kısmı ise Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi PKK ile ittifak oluşturarak, silahlı güçlerini ve mücadelesini onların saflarında var etmeyi tercih etti. Diğer bir kısmı ise Rojava’da oluşan ortamı değerlendirerek, kimisi elinde kalan az sayıdaki askeri güçlerini oraya kaydırıp yerleşerek; kimisi sıfırdan başlayıp, yeni askeri gruplar oluşturarak, silahlı mücadelesini orada var etmeye yöneldi.

 

Tabii burada, yani esasen sınır dışında var edilen ve kapsamı da oradaki demokratik Kürt kazanımlarının savunulup, korunmasıyla sınırlı bir silahlı mücadelenin ne kadar, o ilk başlardaki hali olan, iktidar hedefli silahlı mücadelenin yerini tutar, ne kadar aynı işleve sahip olur vs., bütün bunlar, doğal olarak, ayrı bir tartışma konusu. Tabii ki aynı olduğunu savunanlar, bunun nasıl mümkün olabileceğinin altını da gerekçelendirerek dolduruyorlardır herhalde.

 

Öcalan’ın “silahlı mücadele devri kapanmıştır” açıklaması

Sınıfsal mücadele eksenli devrimci yapıların durumu özetle böyleyken; demokratik devrimci ulusal kurtuluş hareketlerinden sadece, daha çok Vietnam devriminin özgünlükleri üzerinden askeri stratejisini oluşturan PKK gerçek anlamda bir silahlı mücadele pratiği ortaya koymayı başarabildi. Öyle ki savaşı, Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisi içinde hayli ileri bir aşama olan “Stratejik Denge Aşamasına” kadar ilerletebilmişti de. 

Ancak

 her ne kadarda “kendi gücüne güvenmeyi” esas aldıklarını söyleseler de burjuva ve küçük burjuva önderlikli ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerinin ekseriyeti, sırtlarını bir şekilde dış güçlere yaslar… 

Nitekim Öcalan şahsında, PKK’de ki belirgin stratejik yön sapması da belirgin olarak, SSCB ve Varşova Paktı’nın dağılmasıyla ortaya çıktı. Bu aşama itibariyle, zafere yürüme inancı aşamalı olarak gerileyecek ve Öcalan’ın Türk Devleti’nin eline düşmesiyle birlikte de son kertesine varacaktı. 

Bilindiği gibi Öcalan, “İmralı Savunması” ile, dünya kamuoyuna, silahlı mücadele devrinin artık tamamen kapanmış olduğunu duyurdu. Tabii ki bu tavır alış siyasi bir taktik gereği olarak değil; kategorik bir reddedişti.

 

Buna karşı PKK’nin tutumu

PKK, Öcalan’ın tüm görüş ve kararları gibi bu görüşünü de ilk başlarda “21. YY Manifestosu” olarak kabullendiyse de fakat devir o devir değildi. Yaşanmakta olunan sürecin realitesi, Öcalan’ın takındığı “romantik hümaniter” naifliğine şans tanımaktan çok uzaktı. Türk Devleti, Öcalan’ın bu tutumundan da destek alarak mutlak teslimiyeti dayattı. Diğer seçenek ise, savaşla yok etmekti…

 

PKK, tarihinde belki de ilk defa Öcalan’a rağmen kendi kolektif iradesinin emrettiğince yoluna devam etme tercihinde bulundu: “Savaşmak istemiyoruz; ama kendimizi savunmaktan da asla geri durmayız.” minvalinde bir tutum belirledi. Elbette bu, esasen savunma amaçlı ve Türk Devleti’ni “demokratik çözüme zorlama” hedefli, reformist bir silahlı mücadele anlayışıydı. 

Uzunca bir süre bir fiil K. Kürdistan’da kalarak bu mücadeleye devam ettilerse de hem savaş teknolojisinde öne çıkan İHA-SİHA, alan tutan kalekollar ve termal gözetleme gibi birtakım unsurlardan ötürü ve hem de kırsal alanların, bir savaş taktiği olarak, yoğun bir şekilde insansızlaştırmasının bir sonucu olarak, barınamayıp; “sınır dışına” çekilmek zorunda kaldılar.

 Ancak, Türk Devleti’nin gerek Kandil ve gerekse “Medya Savunma Alanları” (MSA) dedikleri gerilla üs alanlarına karşı başlattığı ve yıllardır da devam eden yok etme hamleleri karşısında, savunma savaşını büyük bir yetkinlikle bugüne değin sürdüre geldi.

 

Savunma savaşında 2. Cephe: Rojava

Keza Suriye’de patlak veren olaylar sürecinde gerek Rojava ve gerekse Şengal’de Kürt varlığını ve kazanımlarını hedef alan Türk Devleti ve destekleyip icazet verdiği başta İŞİD ve irili ufaklı onlarca cihatçı paramiliter çetelerin saldırıları karşısında, ikinci bir savunma savaşı cephesi daha açmak zorunda kaldı. Ve savaş, uzunca bir süredir bu cephede de devam ediyor. Tabii daha çok “Meskûn Mahal savunması” tarzı bir savaş olduğundan; haliyle, iktidar hedefli bütünlüklü bir savaş stratejisiyle özdeşleştirilemez de.

 

Öcalan’dan, bir kez daha silahlara veda çağrısını yinelemesi istendi.

Yapılan örtük açıklamalardan öyle anlaşılıyor ki Öcalan bu kez, bizzat devletin ricası üzerine çağrısını yineleyecek.  Yani devlet bununla, Öcalan’dan, Kürtlerin bu savaştan tek taraflı olarak çekildiklerini ilan etmesini istiyor aslında.

 

Halbuki bu savaşı dayatan bizzat devletin kendisi

Oysa Türk Devleti ve cihatçı, milliyetçi faşist çeteleri saldırmasa, Kürtler savaşı zaten ta Öcalan’ın o ilk çağrısıyla sonlandırmışlardı. Yani böylesine de ilginç bir gerçeklik söz konusu!

 

Devlet, barış talebinde samimi olsaydı

Öte yandan Öcalan ve Devlet açısından maksat “Kürt-Türk İttifakı” için “barış” ise; barış için neden iki taraf savaşa son verdiği üzerinde bir anlaşmaya varmıyor da Kürtlerin yenilgiyi kabullenmeleri anlamına gelen o tek taraflı dayatmalara başvuruluyor? Kimse kusura bakmasın ama, çünkü Kürtler adına masada oturan muhatap onlara bu hoyrat cüreti veriyor da ondan!..

 

Besbelli ki bu süreçte eli güçlü olan taraf Kürtler

Oysa şimdi bu “barışı” isteyen Devlet. Çünkü buna ihtiyacı var! Çünkü barışmadan, bir diğer zaruri ihtiyacı olan “Kürt-Türk İttifakını” oluşturmasının zemini oluşmayacak. Söz konusu ittifak ihtiyacı, onların algısında bir “bekâ” sorunu olarak karşılık buluyor. O halde demek ki “zor durumda” olan, yardım talep eden onlar ve mecburen adım atması ve alttan alması gerekenler de onlar.

 

Ama demek ki Öcalan, maalesef ki bu somut durumu göremeyecek veya görse de kullanmayı tercih etmeyecek kadar edilgen bir ruh hali içinde bu süreci ve olgularını ele alıyor. Nitekim PKK adına son noktayı koyan Cemil Bayık da diplomatik bir üslup özeniyle, bunun altını kalınca çiziyor: (https://hawarnews.com/tr/cemil-bayik-akpnin-dili-sorunu-daha-da-derinlestiriyor )

 

“Barış” sürecinde silahlı mücadele ve askeri güçlerin akıbeti

Sonuçta, süregelen savaşın sonlandırılması çağrısı yapılacak ve en azından bir süreliğine de olsa, muhtemelen “barışılacak” gibi. Bundan ötürü de özellikle de Rojava ve MSA’da üslenerek sürdürülen savaşa, bir bakıma, “omuz verme” pozisyonunda olan (bu konuda belki MLKP’yi biraz daha farklı değerlendirmek gerekecek. Çünkü onlar PKK ile ittifak ilişkisi boyutunda savaşa katılıyorlardı) Türkiyeli ve K. Kürdistanlı sol-sosyalist ve komünist yapılar açısından eski tarzda devam etmenin koşulları sona ermiş olacak. Dolayısıyla da kendilerine yeni bir rota çizmeleri gerekecek. Kendisinin silahlı mücadeleye son verip, Türk Devletiyle barış yaptığı koşullarda PKK de, Rojava Özerk Yönetimi de (ya da yeni adı her ne olacaksa) herhalde ki ne Rojava’da ne MSA’da ve nede Kandil’de üslenerek Türk Devleti ile savaşmanıza göz yummaz. Türk Devleti ile varılan barışı korumak zorunda olduğu sürece de buna göz yumamaz. Hatta K. Kürdistan’da bile silahlı mücadele yürütülmesini istemeyecektir, barışı korumak istediği müddetçe.

 

K. Kürdistan’da silahlı mücadele ve yeni yerel muktedirler

Öte yandan K. Kürdistan’da yürütülecekse silahlı mücadele, bu, kaçınılmaz olarak sınıfsal mücadele eksenli olacaktır. Keza K. Kürdistan Türk Devleti’ne nasıl bir siyasi statüyle bağlanacak olursa olsun, ama her halükârda, yürütülecek sınıf mücadelesinin bir şekilde “yereldeki muhatabı”, dünün ulusal özgürlük savaşçıları olan bugünün “muktedirleri” olacaktır. Yani kaçınılmaz olarak, dünün dost güçleri, yarın düşman güçler olarak karşı karşıya geleceklerdir.

 

Yeni strateji ve konumlanış arayışları kaçınılmaz olacak

İşte bütün bunlardan ötürü Türkiye ve K. Kürdistanlı sol-sosyalist ve komünist yapılar hem Rojava ve MSA’da ki örgütsel geleceklerini ve hem de genel olarak silahlı mücadeleyi, ortaya çıkan bu yeni koşullarda nasıl bir formata kavuşturmaları gerektiğini kararlaştırmak zorundadırlar (Muhtemelen birçoğu bunu zaten çoktan yapmıştır bile).

 

Şu çok açık ki bu örgütler için bu sahalar artık silahlı mücadeleyi sürdürebileceği alanlar olmayacaktır. Muhtemelen “izinli üs alanları” olarak kullanma durumu da olmayacaktır orta vadede. İllegal üslenme koşulları yaratabilenler, ya da farklı seçeneklerle, dayatılan “barışı” veto edip, silahlı direnişe devam edecek PKK güçleri olursa, onlarla birlikte aynı alanları üs olarak kullanma imkânı oluşabilirse, belki bir süre daha bunu deneyebilir.

 

Ya da Türk Devleti ile bir şekilde “kapanmamış hesabı” olan komşu devletlerin göz yumacağı küçük fırsatlar: Fakat bunlar da genelde, karşılıklı kullanma koşuluyla bunu yapacaklarından ve keza diyelim ki İran’ın Molla rejimiyle bu türden bir ilişkilenme durumuna razı olmak ne kadar doğru olacaktır acaba? İlkesel boyutlar arz eden yönleri olacağından; elbette ki oldukça sıkıntılı ve tartışmalı bir mevzu olur bu.

 

Asıl karar verilmesi gereken konu

Sorunun bu tarz örgütsel boyutundan ziyade, asıl karar verilmesi gereken konu, tabii ki öncelikli olarak silahlı mücadelenin nasıl bir format ile ele alınacağının netleştirilip, karar altına alınmasıdır. Çünkü yukarıda ki örgütsel boyutun nasıl ele alınması gerektiğini de bu belirleyecektir. Örneğin eski tarz bir silahlı mücadelede ısrar etmeyecekler açısından, sınır dışında askeri kamp veya üs sorunu da en azından ilk etapta pek de gerekli olmayacaktır doğallığıyla.

 

Silahlı mücadelenin hâlâ devrimin başından sonuna kadar, yani Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisinde ön görülen, “baştan sonuna kadar sürekli” olması tarzıyla, geçerli olacağını savunmaya devam eden örgütler açısından alınacak karar bellidir: Dün nasıl ki askeri güçlerini Rojava’ya aktarıp, silahlı mücadeleyi o sahadan sürdürmeyi günün gerekliliği olarak izah etmişlerdiyse; bugün de değişen koşullar gereği, o güçlerini tekrar Türkiye ve K. Kürdistan’a çekip, orada konumlandırarak, silahlı mücadelelerini “kaldıkları yeden” devam ettirebilirler pekâlâ.

 

Yani karar ve teorik ön görülerine karşı tutarlı olacak ve bunda ısrar edeceklerse; yapılacak şey bundan başka bir şey olmayacaktır. Ya da bu teori ve dolayısıyla da kararın uygulanabilirliğinin olmadığının, en azından sezgisel olarak da idrakindeyseler; ilgili karar mekanizmalarını olağanüstü toplayıp, somut gerçekliğe uygun yeni kararlar almaları ve teorilerini, somut sosyal pratiğe uyarlı olarak, yeniden formüle etmeleri gerekecektir.

 

Türkiye ve K. Kürdistan’da silahlı mücadelenin o eski tarzıyla artık sürdürülemez olduğunu düşünen ve örgütlerinin kolektif iradesiyle bunu kararlaştırmış olanlar açısından silahlı mücadelenin yeni formatı, Toplu Ayaklanma Stratejisince belli olduğundan; bunların işi ve yükü biraz daha kolay ve hafif olacaktır. Mevcut askeri gücünün deşifre olmamışlarını, savaş deneyimi kazanmış çekirdek güç olarak Türkiye ve K. Kürdistan’da illegal olarak konumlandırabilirler. Devrimin askeri görevlerinin örgütlenmesi ve yürütülmesinde bu güçler, merkezi olarak, siyaseten doğru tarzda yönlendirme becerisi gösterilebilirse, hiç kuşku yok ki önemli roller üslenebilirler. vs. vs.

 

HBDH’in akıbeti ve yeni devrimci ittifaklar

Yeni sürecin olumsuz getirilerinden bir diğeriyse; çeşitli yapılarca oluşturulmuş olan Halkların Birleşik Devrim Hareketi’nin (HBDH), ana omurgasını oluşturan PKK’nin çekilecek olmasından ötürü, örgütsel varlığını da ön görülen işlevini de sürdüremeyecek olmasıdır. Zaten Toplu Ayaklanma Stratejisine göre silahlı mücadeleyi ele alacaklar açısından; HBDH üzerinden yürütülegelen silahlı mücadele tarz ve anlayışı, yeni koşullarda sürdürülebilir olmayacağından; onlar, varlığını yeni bileşenleriyle devam ettirmesi halinde, böylesi bir oluşumda zaten yer almak istemeyeceklerdir de. İhtiyaç duyanlar ise, artık yeni bir Birleşik Devrim Hareketi örgütlerler mecburen.

 

Bir başka yeni süreç

Tabii bu özgün yerel “yeni süreç” haricinde de dünya halklarının içine iteklendiği bir başka yeni süreç söz konusu: Bölgesel ve küresel savaş riskinin artık maalesef ki bir realiteye dönüştüğü, apayrı bir küresel yeni süreç! Başta sol-sosyalist ve komünist güçler olmak üzere, anti emperyalist savaş karşıtı tüm güçlerin, yani bir başka ifadeyle, tüm insanlığın top yekûn yoğunlaşması gereken asıl süreç!

 

Küresel yeni süreç ve silahlı mücadele

Kanlı bir emperyalist paylaşım savaş demek olan bu yeni süreç, devrimci silahlı mücadeleyi, emperyalist savaşı iç savaşa çevirme stratejisinin zorunlu bir unsuru olarak, kaçınılmaz bir şekilde, aktüel bir görev olarak, sol-sosyalist ve komünistlerin önüne getirecektir.

 

Derdi gerçekten de doğan bu elverişli koşulları devrimi gerçekleştirmek amacıyla en iyi şekilde kullanmak olanlar açısından, bu görevin gereğini yerine getirmek, aynı zamanda tarihsel bir sorumluluktur da.

 

Daha önce ki bir makalemde; savaşların kendiliğinden devrime yol açmayacağını, ancak ki bunun olabilmesinin elverişli nesnel koşullarını var edeceklerini ifade etmiştim. Keza, devrimin gerçekleşebilmesinin ise; tamamen devrimcilerin mücadele ve devrim yapabilme becerilerine bağlı olduğunun altını kalınca çizmiştim. Ayrıca, bu görevin başarıyla yerine getirilebilmesi için, bugünden devrimci silahlı mücadelenin “alt yapısal hazırlıklarına” başlanmasının, zorunlu gerekliliğine dikkat çekmiştim.

https://halilgundogan.blogspot.com/2024/11/savaslar-kendiliginden-devrime-yol-acar.html )



Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

TKP/ML İçindeki İki çizgi Mücadelesinin Bazı Belgeleri_1

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Mahir Çayan Bütün Yazılar

Mahir Çayan Bütün Yazılar
TIKLA_Pdf_indir

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4
Tıkla

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri
Tikla ve Oku

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)