9 Şubat 2025 Pazar
Che ve Mao’nun buluşması: Başkan Mao ve Devrimci Önder CHE, devrimci hareketler ve strateji üzerine konuşuyor!
ABDULLAH ÖCALAN’IN SÖYLEMLERİNİN KOLONYALİZM VE TESLİMİYET PERSPEKTİFİNDEN ANALİZİ__Husamettin Turan
1. Abdullah Öcalan’ın Kürt Hareketindeki Konumu ve Dönüşümü
Abdullah Öcalan, 1999’da yakalanmasının ardından yalnızca
PKK’nın lideri olarak değil, Kürt meselesinde belirleyici bir aktör olarak
varlığını sürdürmüştür. Ancak yıllar içinde PKK üzerindeki etkisi değişmiş,
örgütün farklı unsurlarıyla arasında yeni güç dengeleri oluşmuştur. Son dönemde
Öcalan’ın bir açıklama yapma niyetinde olduğuna dair haberler, onun hem örgüt
içindeki konumunu hem de devletle ilişkilerini değerlendirme açısından kritik
bir dönüm noktasına işaret etmektedir.
Öcalan’ın söylemleri, Kürtlerin belli bir kesimi ve Türkiye
devletinin politikaları açısından belirleyici olmuştur. Onun ideolojik
dönüşümü, 1999 sonrası dönemde silahlı mücadeleden uzaklaşıp müzakere ve
ideolojik hegemonya kurmaya yönelmesiyle karakterize edilmiştir. Ancak bu dönüşümün
bir stratejik tercih mi yoksa zorunlu bir teslimiyet mi olduğu sorusu, onun
Kürt meselesindeki rolüne dair farklı yorumlara neden olmaktadır.
2. Öcalan’ın Söylemleri ve Kolonyalizm Perspektifi
Öcalan’ın söylemlerini kolonyalizm karşıtı bir mücadele bağlamında
değerlendirmek mümkündür. Ancak onun yaklaşımı, klasik anti-kolonyal
liderlerden önemli ölçüde farklıdır. Örneğin, Frantz Fanon’un devrimci şiddet
teorisi, sömürge altındaki halkların özgürleşmesi için silahlı direnişi zorunlu
bir aşama olarak görürken, Öcalan 1999 sonrası süreçte müzakere ve ideolojik
hegemonya kurmaya odaklanmıştır. Bu bağlamda Antonio Gramsci’nin hegemonya
kavramına daha yakın bir duruş sergilediği söylenebilir.
Öcalan’ın devletle olan ilişkisi ve PKK’ya yönelik
yaklaşımı, onu bir anti-kolonyal lider olmaktan çok, Türk devletiyle belirli
bir uzlaşı içinde Kürt meselesini yönetmeye çalışan bir figüre dönüştürmüştür.
2000’li yıllardan itibaren yaptığı açıklamalarda, bağımsız bir Kürt devletinin
gereksiz olduğunu vurgulamış, Kürtler ve Ortadoğu için PKK ve Öcalan,
konfederalizm kavramını kullanmıştır. Türkiye içinde böyle bir talepleri yok.
Hatta “Kurdistan devletini altın tepside bana sunsalar bile elimin tersiyle
iterim” diyerek bağımsız bir Kürt devletine açıkça karşı olduğunu belirtmiştir.
Bu yaklaşım, kolonyalizmin modern bir versiyonunu kabul
etmek anlamına gelir. Klasik kolonyalizmde sömürge halklarının bağımsızlık
arayışları bastırılırken, Öcalan’ın söylemleri, Kürtlere bu arayışın gereksiz
olduğu mesajını vermektedir. Öcalan’ın yakalanmasının ardından devletle
yürüttüğü müzakereler, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını sınırlayan
bir işlev görmüştür.
3. Teslimiyet ve “Hain” Söylemi
Öcalan’ın son dönemde yaptığı açıklamalarda sıkça “hain”
kavramına vurgu yapması, örgüt içindeki konumunu koruma çabasıyla doğrudan
ilişkilidir. 1999’da yakalandığında, PKK içindeki bazı kesimler onu
"itirafçı" olarak değerlendirmiş ve dışlamaya çalışmıştır. Ancak
Öcalan, müzakere sürecini bir teslimiyet olarak değil, kendi liderlik konumunu
pekiştiren bir strateji olarak göstermeye çalışmıştır.
Öcalan’ın PKK üzerindeki otoritesinin zaman içinde
zayıfladığı söylenebilir. Kandil ve PKK’nın diğer unsurları, Öcalan’ın her
dediğini uygulamamış, zaman zaman onun çağrılarına karşı çıkmıştır. Örneğin, çözüm
süreci boyunca Öcalan’ın barışçıl çağrılarına rağmen örgütün bazı unsurları
silahlı mücadeleyi sürdürme eğiliminde olmuştur. Bu durum, örgüt içinde
Öcalan’ın mutlak bir otorite olmadığını, liderliğinin tartışmalı hale geldiğini
göstermektedir.
Öcalan’ın devletle olan ilişkisini anlamak için, onun şu
sözleri önemli bir ipucu sunmaktadır: “Benim kişisel var oluş gerekçem, Türkiye
için Sevr'den daha tehlikeli olabilecek bir Kürt oluşumuna karşı çıkmaktır” Bu
ifade, Öcalan’ın Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmasını bir tehdit olarak
gördüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Sevr Antlaşması, Osmanlı’nın
parçalanmasını ve Kürtlere bir devlet vaat edilmesini içeriyordu. Ancak Öcalan,
Kürtlere Sevr’in sunduğu bu ihtimali bile reddetmeleri gerektiğini savunmuştur.
Bu yaklaşım, Kürtlerin tarih boyunca maruz kaldığı kolonyal baskıyı
meşrulaştıran bir duruş olarak değerlendirilebilir. Abdullah Öcalan, Sevr
Antlaşması ile ilgili çeşitli değerlendirmelerde bulunmuştur. Genel olarak,
Sevr’i Kürtler açısından hem bir fırsat hem de bir tehdit olarak ele almıştır.
Bazı söylemlerinde, Sevr’in Kürtlere bir statü tanıma potansiyelini
barındırdığını, ancak bu sürecin uluslararası güçlerin çıkarları doğrultusunda
şekillendiğini belirtmiştir. Ayrıca, Sevr’in ardından gelen Lozan Antlaşması’nın
Kürtler açısından bir inkâr ve bölünme süreci olduğunu savunmuştur.
Öcalan, Kürt meselesini tarihsel bağlamda değerlendirirken,
Sevr’in emperyalist güçlerin bölgeyi şekillendirme çabalarının bir parçası
olduğunu, ancak Kürtlerin bu süreçte yeterince örgütlü olmadığı için bağımsız
bir statü elde edemediğini ifade etmiştir. Buna karşın, Sevr’i salt bir
"bağımsızlık fırsatı" olarak değil, dönemin jeopolitik dengeleri
içinde Kürtlerin nasıl konumlandırıldığını anlamak açısından kritik bir belge
olarak görmüştür.
4. Stratejik Boyut ve Devletle İlişkiler
Öcalan’ın son dönemdeki açıklamalarının arka planında hem
devletin hem de PKK’nın stratejik hesapları bulunmaktadır. Türkiye’nin PKK’ya
yönelik askeri operasyonlarını artırması, uluslararası konjonktürde Kürt
hareketi üzerindeki baskıların değişmesi ve DEM Parti’ye yönelik siyasi
kısıtlamalar, bu açıklamaların stratejik önemini artırmaktadır. Ancak bu
süreçte dikkat çeken unsur, Öcalan’ın söylemlerinin Türk devletinin
çıkarlarıyla örtüşen bir çizgide şekillenmesidir.
Öcalan’ın temel projesi, PKK’nın silah bırakmasını sağlamak
gibi görünmektedir. Devletin sunduğu çerçeveye göre, Öcalan’ın açıklaması
“şartsız ve kesin bir silah bırakma” çağrısı içermeli ve örgütün mücadelesine
son vermesi gerektiğini vurgulamalıdır. Buna karşılık Öcalan’a İmralı’da daha
rahat bir yaşam ve dış dünyayla daha fazla iletişim imkânı sunulabilir.
Aslında işin başından beri Öcalan devletin bir projesi
olarak eğitilmiş ve Kürtlere sunulmuştur. Teknik olarak Öcalan, 1999’dan beri
devletin sunduğu çerçeve içinde hareket etmektedir. Ancak burada önemli olan,
onun Kürt hareketi içinde meşruiyetini koruma çabasıdır. “Bana kimse hain
diyememeli” söylemi, onun kendi tabanı içinde hâlâ kabul görmek istediğini
göstermektedir. Ancak devletin beklentilerini karşılamak için yapacağı
açıklamalar, PKK’nın farklı unsurlarında tepkilere yol açabilir.
5. PKK ve YPG Hareketlerinin Öcalan’a Yaklaşımı
Öcalan'ın PKK üzerindeki otoritesi hâlâ büyük olmakla
birlikte, özellikle Kandil’deki yapı konusunda şüpheler bulunmaktadır. Eğer
Kandil bu sürece karşı çıkarsa, Öcalan’ın çağrısının tam anlamıyla karşılık
bulmama ihtimali söz konusudur. Kürt siyasi hareketinin (DEM gibi partilerin)
ve Kandil’in nasıl bir tutum alacağı, sürecin başarısını belirleyecek en önemli
faktörlerden biri olacaktır.
Kaynakça:
Fanon, Frantz. Yeryüzünün Lanetlileri.
Gramsci, Antonio. Hapishane Defterleri.
Öcalan, Abdullah. Bir Halkı Savunmak.
Sevr ve Lozan Antlaşmaları üzerine resmi belgeler.
PKK üzerine akademik ve gazetecilik kaynakları.
8 Şubat 2025 Cumartesi
Gerçekten de “Emperyalistler Rojava Modelini Yıkmak (mı) İstiyor”?--Halil Gündoğan-8.02.2025
Bir şeyleri olduğundan farklı gösterip sunmak veya bazı şeylere, o şeylerin öz gerçekliğinden çok daha farklı bir şeyler atfetmek; kimi kesimlerin adeta amentüsü olmuş gibi…
Bu tutum, özellikle de Kürt Ulusal
Hareketi somutunda çok daha yaygın ve baskın... Ne kadar bilinçli bir tercih
olarak devreye sokulmuştur, bilinmez ama; bir algı oluşturma metodu olarak
kullanılmaya başlandığı kesin: Yaptıkları ve yapacakları her şeyin müstesna
olarak görülmesini istiyorlar. Keza yaptıkları veya yapmakta oldukları şeylere
bir kutsiyet atfederek; onların güçlü bağlılık ve kenetlenme motivasyonuyla
sahiplenilmesini istiyorlar.
Öcalan’ın ilahlaştırılması
Bilindiği üzere Öcalan somutunda ise bu, tam olarak
ifrata vardırılır: Öcalan, gelmiş geçmiş tüm fanilerin en ulusu, en akıllısı,
en zekisi, en yakışıklısı ve en direngenidir, vs., vs. O, bu dünyaya ve
insanlığa ışınlarıyla kurtarıcı olabilen bir Güneş’tir. Onun rehberliğini kabul
eden Kürtler de “Güneş’in çocukları” payesiyle onore olma şansına
kavuşanlardır. (İlginçtir, Öcalan da kendisini böyle görmekte ve böyle
görülmesini de istemektedir.)
Şu son süreçte, DEM Parti heyetinin İmralı görüşmesi
akabinde kamuoyu ile paylaştığı o 7 maddelik açıklama bile “çözüm manifestosu”
olarak sunulabildi. Keza örneğin KCK Eş başkanı Bese Hozat duygularına hiçbir
sınırlama koymadan, büyük bir huşu ile: “Başkan Apo o daracık yerden ve eşi
benzeri görülmemiş tecrit koşulları altındayken bile dünyayı ve bölgeyi
dahiyane bir isabetle analiz edip, gerçek çözüm gücü olabilecek paradigmayı
ortaya koymuştur” (Mealen) diyerek sunabilmiştir.
Nedir yeni paradigma ve kim kime sundu?
Hâlbuki “Yeni Paradigma” olarak sunulan o şey artık her
neyse, bunun Öcalan tarafından devlete sunulmadığı, bilakis devletin kendisine
sunduğu bir şey olduğu, o 7 maddelik açıklamada, bizzat Öcalan’ın kendi
beyanıyla sabittir: Bahçeli ve Erdoğan’ın “güç verdiği bu yeni paradigmaya”,
kendisinin de “pozitif anlamda gerekli katkıyı” sunacağı anlatılmakta.
“Eski kuşak” kimi sol-sosyalistlerin tutumu
Öcalan elbette zeki ve bir o kadar da akıllı ve keza bir
o kadar da tipik bir Ortadoğulu liderdir. Ancak bu hakkını teslim etmek başka
bir şeyken; onu olduğundan farklı göstermek, ona, onda olmayan şeyleri atfetmek
bambaşka bir şeydir. İlginçtir, bu olağanüstü payelendirme sadece PKK militan
ve sempatizanlarıyla da sınırlı değildir. Sol-sosyalist cenahtan da (özellikle
de “eski kuşaktan”) yaygınca bir kesim bunu yapmakta. Örneğin bunlardan biri,
İmralı görüşmeleri ardından katıldığı bir programda, Öcalan’ın UKKTH ‘yi ret
edip, onun yerine önerdiği “demokratik ulus” veya “Demokratik konfederalizm”
vari yaklaşımlarını, bugün içinden geçilmekte olan sürecin sorunlarına dahiyane
çözümler olarak nitelemekten geri durmadı.
İmralı sürecinde Öcalan’ın fikri kılavuzları
Oysa Öcalan’ın bütün bu “yeni” fikirlerini İmralı
Savunması sürecinde geliştirdiği bir sır değil. Ve bu “21. Yüzyıl
Manifestosunun” temel perspektifsel fikirlerinin hiçbirinin Öcalan’ın kendi
orijinal fikirleri olmadığı da yadsınamaz bir gerçek. Çünkü bu fikirleri
Öcalan, o süreçte fikirsel ya da paradigmasal değişimine kılavuzluk yapan çok
uluslu malum güç odaklarının yönlendirdiği Leslie Lipson’un “Demokratik
Uygarlık” eserinden ve keza ünlü anarşist düşünür Murray Bookchein ve
post-modernizmin ideologlarından olan Immanuel Wallerstein’in fikirlerinden
uyarlamalar yaparak oluşturduğu da bilinmez bir durum değil. Vs. vs.
Rojava’ya ilişkin oluşturulan yanılsama
Aynıyla benzer bir abartı ve olguyu olduğundan tamamen
farklı sunma durumu, maalesef ki Rojava özgülünde de yaşanmakta. Rojava, Öcalan
paradigmasının fiiliyatta yaşam bulmuş somut örneği olarak, özelde Ortadoğu ve
genelde de “kapitalist moderniteye” ve “çatışmalı ulus devlet modeline”
alternatif bir model olarak sunulmakta. Hızını alamayan bazı sol-sosyalist
çevreler Rojava’yı insanlığın özgürlük mücadelesinin “umut örneği” olarak dahi
sunabilmekte. İşte sırf bu özelliğinden ötürü de bu çevreler hep bir ağızdan;
Rojava’nın başta emperyalist güç odaklarının ve özel olarak da Türk Devleti’nin
hedefinde olduğunu tekrarlayıp durmaktalar.
Öncelikle sol- sosyalist kesimlerce, Rojava’nın hiçte
atfedilen bu özelliklere sahip olmadığının görülmesi ve kabul edilmesi
gerekiyor. Birileri bir vesileyle bir palavra sıkmış, bir süre sonra bunun
gerçek olduğuna kendisi de inanmaya başlamış gibi, bir ilizyon hali var.
“Rojava modeli” tam olarak nedir?
Evet elbette Ortadoğu’nun despotik, dinci-şeriatçı,
ataerkil ve birçok anti demokratik sistemleri altında; demokratik, çoğulcu,
halkçı, ekolist ve cins eşitçiliği önemseyen ve önceleyen bir halk demokrasisi
modeli olarak, Rojava’da deneyimlenen örnek, önemli ve değerlidir de. Elbette
gerici saldırılar ve işgal fiilleri karşısında önemsenerek sahiplenilip,
korunmaya çalışılmalıdır da.
Ama sol-sosyalistlerin bütün bunları, Rojava modelinin şu
gerçek karakterini gölgeleyecek hiçbir söylemde bulunmadan yapması gerekiyor:
Rojava modeli en nihayetinde kapitalist sistemin sınırları ve meşruiyeti
temelinde kendisini tanımlayan, demokratik-halkçı bir model örneğidir. Ufku da
sosyalizm değil; çoğulcu, üretim araçlarının özel mülkiyetinin dokunulmazlığını
toplumsal sözleşmeyle güvence altına almış olan, sosyal politikalara dayalı,
taban örgütlenmesi zemininde doğrudan demokrasiyi baz alan, ademi merkeziyetçi,
parlamenter bir sistemdir. (https://www.art-izan.org/artizan-arsivi/rojava-toplumsal-sozlesmesi/ )
“Rojava modeli” neden emperyalist güç odaklarının
hedefinde değildir?
Zaten kapitalist sistemin kutsalı olan ve de temelini
oluşturan üretim araçlarının özel mülkiyetini ortadan kaldırmayı hedeflemeyen
hiçbir sistem, kapitalist sistem dışı olmayacağı gibi, sosyalizmi hedefleme iç
dinamiklerini de barındıramaz.
İşte en başta da bu temel özelliğinden ötürü; emperyalist
güç odaklarınca ortadan kaldırılması gereken “kötü emsal” konumunda olamaz
Rojava modeli. Nitekim bugüne değin hiç de olmadı. Tam aksine sempati ve güler
yüzle karşılandı, kabul edildi ve diplomatik sınırların elverdiği ölçüde
korunmaya da alındı. Bugün bu koruma çok daha aleni bir şekilde sahada
gözlemlenebiliyor da. Başta ABD olmak üzere, Almanya’sı, Fransa’sı, Hollanda’sı
ve hatta Rusya’sı bile, Rojava’nın koruyucu melekleriymişçesine, birbiriyle
yarışıyorlar adeta.
Türk egemenleri ve özel olarak da Erdoğan rejimi için
Rojava
Türk Devleti’nin yönetimini elinde bulunduran siyasal
İslamcılarının Rojava alerjisinde elbette Rojava modelinde öne çıkan birçok
özellik, onlar açısından ideolojik olarak yok edilmesi gereken unsurlar
olmasının çok belirleyici bir payı var. Keza ırkçı-faşist Türk
milliyetçilerinin ve CHP’de kümelenmiş “Kemalist Ulusalcı” kesimlerin bilinen
“bölünme fobisi” ile hangi parçada olursa olsun, Kürtlerin ulusal temelde ki
her türlü kazanımlarına karşı şiddetli bir alerjileri var. Bunları görmek
gerekiyor. Keza bu modelin, hem özel olarak K. Kürdistan ve hem de Türkiye
somutunda tehlikeli bir emsal oluşturacak olmasından duyulan korkudan ötürü de
böyledir. Şeriat özlemcisi, mezhepçi Erdoğan açısından Rojava’nın özel olarak
hedefe konmasının bir diğer “kişisel” nedeni ise; Esad’a karşı açılan cepheye katılmayı
reddetmesiydi. Öte yandan bunların tümünün ortaklaştığı özel neden ise; PKK ile
yürütülen savaşın bir unsuru olarak değerlendirilmesiydi. Bugün bile PKK
“Rojava sopası” ile “yola getirilmeye” çalışılıyor. Vs. vs.
Bugün Öcalan üzerinden veya ABD ve İsrail ile varılacak
stratejik bir anlaşmada Rojava modeli siyasal İslamcılar için ideolojik bir
hasım olarak kalmaya devam etse de ama öte yandan özel olarak ortadan
kaldırılması gereken bir hasım olarak görülmeyeceği kesindir. Yani yeter ki
kendi stratejik çıkarlarına hizmet etsin. Bu olduktan sonra diğerleri sonrası
sürecin “olağan operasyonları” kapsamında, ikincil sorunlar olarak
değerlendirilecektir.
Nasıl ki daha düne kadar “bebek katili terörist başı”
dedikleri Öcalan bugün “Kürt-Türk kardeşliği” ve “ülkenin ulvi menfaatleri
için” Erdoğan ve Bahçeli ile adı bir arada anılıyor ve Cumhur İttifakı’nın
fiili ortağı konumuna getirildiyse; Rojava’ya yaklaşımları da bundan farklı
değildir/olmayacaktır.
Sonuç olarak
“Rojava modeli” ta baştan itibaren zaten bir fiil ABD ve
diğer bir kısım Batı Avrupalı emperyalist devletlerin koruyucu kanatları
altında oldu. Böyleyken, özelliklede sol-sosyalist bazı kesimler açısından;
“emperyalistler Rojava’yı boğmak, onu ortadan kaldırmak istiyor” söylemini
sahiplenmiş olmak, bu olgusal gerçekliği
5 Şubat 2025 Çarşamba
Yeni Demokratik Devrim Tespitine Eleştirel Bir Bakış…22 Ocak 2025
İlk işçi devrimiyle birlikte burjuvazi devrimci barutunu tüketti, işçi sınıfı mücadelesi ve devrimlerine karşı feodalizmle kol-kola girerek gericileşti. İşçi sınıfı devrimleri tarih sahnesine çıkarken yeni devrimci sınıf olarak işçi sınıfı da tarih sahnesinde yerini almış oldu.
Burjuvazinin de feodalizmin de tasfiye edilmesi işçi sınıfının omuzlarına yüklenmiş, yeni tip devrimler devreye girmişti……..Toplumsal aşamalar nedensiz ve temelsiz olarak birdenbire ortaya çıkmaz-çıkmadı. Aksine her toplum, özellikle üretim biçimi, üretim araçları, üretici güçler gibi ekonomik alt-yapı dinamikleri bakımından kendisinden önceki toplumun bağrında doğup, gelişti, zor-şiddet barındıran toplumsal patlamalar yoluyla egemen hale geldi.
Köle sınıfıyla köle sahibi, sınıflar arasında, köle isyan ve
ayaklanmalarıyla cereyan eden çatışma, yarı-köle durumundaki serf ve köylü
sınıfı ile feodal bey ve toprak ağaları sınıfı arasındaki savaşlar ve bütün bu
süreçlerin sonunda sağlanan ilerlemeler sınıf zemininde yaşanan toplumsal
patlamalar yoluyla süregelmiştir.
Üretim biçimi/tarzı ile üretim ilişkileri arasındaki
uyumsuzluk veya toplumsal alt-yapı ile toplumsal üst-yapı arasındaki uzlaşmaz
çelişki ve çatışma sosyal patlamalarda dışa vurarak toplumsal sistemi
değiştiren veya değişimi sağlayan biçim oldu. Önceki toplumsal aşamaların
izlediği bu yol, feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş sürecine burjuva
demokratik devrimler yoluyla damgasını vurdu…
Henüz işçi sınıfı devrimleri yaşanmamıştı ki bu, ancak
kapitalist toplum aşamasının ürünü olabilirdi. İşçi sınıfı kendisi için sınıf
değil, kendiliğinden sınıf durumundaydı.
Feodalizm/feodal sınıflar karşısında ilerici sınıf durumunda
olan burjuvazi feodalizmin tasfiye edilmesinde devrimci rol oynadı ve işçi
sınıfı burjuvazinin önderliğinde, ona yedeklenerek feodalizmin tasfiye edilmesi
eylemine katılıyordu.
Bu dönem, burjuvazinin devrimci barutunu tüketmediği ve
feodalizmin tasfiye edilmesi için burjuva demokratik devrimlere başvurup bu
devrimleri gerçekleştirdiği tarihsel dönemdi. İlk işçi devrimiyle birlikte
burjuvazi devrimci barutunu tüketti, işçi sınıfı mücadelesi ve devrimlerine
karşı feodalizmle kol-kola girerek gericileşti.
İşçi sınıfı
devrimleri tarih sahnesine çıkarken yeni devrimci sınıf olarak işçi sınıfı da
tarih sahnesinde yerini almış oldu. Burjuvazinin de feodalizmin de tasfiye
edilmesi işçi sınıfının omuzlarına yüklenmiş, yeni tip devrimler devreye
girmişti…
Paris Komünü deneyimi
ve 1905 Rus burjuva demokratik devrimi, özellikle 1917 Büyük Ekim Devrimi’nin
açtığı tarihsel çığırdan sonra Çin’in toplumsal koşullarına uygun olarak
biçimlenen 1949 Çin Devrimi’yle birlikte yeni bir devrim modeli ya da süreci
tarih sahnesine çıktı.
1949 Çin Devrimi sosyalist
değil, biçimde bir burjuva demokratik devrim niteliğindeydi. Bu devrim eski
burjuva demokratik devrimlerinden farklı olarak, proletaryanın önderliğinde
bütün devrimci sınıfların ittifak ettiği bir devrim veya bunların ortak
iktidarı olma özellikleriyle yeni tipte bir devrimdi, nitekim devrimin önder
kurmayı Çin Komünist Partisi (ÇKP) ve dünya proletaryasının büyük öğretmeni Mao
yoldaş tarafından “Yeni Demokratik Devrim” nitelemesiyle tarif edildi…
Yeni Demokratik Devrim’in niteliği
Burjuva demokratik devrimlerden nitel kopuş gösteren Yeni
Demokratik Devrim niteliği, bu niteliğiyle ilk kez 1949 Çin devrimiyle birlikte
Mao yoldaş tarafından kurumsal sistematik bir biçimde formüle edilerek teorik
çerçeveye oturtuldu. Çin’in sosyo-ekonomik yapısı, siyasi şartlar gibi
toplumsal koşulları bu devrimi doğurdu ya da bu devrim ilgili koşulların ürünü
olarak biçimlendi demek de yanlış olmaz…
Mao yoldaş Yeni Demokratik Devrim’i nasıl tanımlıyor, nasıl
gerekçelendiriyor, nasıl açıklıyor ve kavrıyordu?
Bunlara
bizzat Mao yoldaştan yapacağımız ilgili aktarımlarla açıklık getirmeye çalışacağız…
Bilindiği gibi,
Yeni Demokratik Devrim, Proleter Dünya Devrimleri’nin bir
bileşeni veya parçası olarak Çin’in toplumsal şartlarına göre biçim alan 1949
Çin devriminin niteliğiydi. Yeni tipteki bu devrimin teorisi Mao yoldaş
tarafından geliştirildi… Maoizm’i benimseyen Kaypakkaya kulvarında yer alan
siyasi partimiz, Mao yoldaşın teorisine uygun kavrayış temelinde hem genel
devrim teorisi ve hem de Türkiye-Kuzey Kürdistan şartlarına uygun devrimin
niteliği bağlamında Yeni Demokratik Devrim’i savunurken, onun özünü toprak
sorunu (bu anlamda köylü sorunu) olarak açıklayıp kavradı.
Ki, bu tamamen bilimsel ve tüm teori tarafından
desteklenerek doğrulanan ileri bir savunu niteliğindedir. Zira demokratik
devrimi başka açıdan, sorunlu, sakat ve geri biçimde savunan, eski “Maocu’’,
yeni Hocacı siyasi partiler de vardı-r.
Enver
Hoca çizgisini benimseyen bu siyasi partiler demokratik devrimi, toprak sorunu
olan özünden kopararak onu üst-yapı sorunlarına indirgiyordu.
Demokratik mesele ve sorunların çözülmesi, demokrasinin geliştirilmesi vb. vs.
şeklinde izah ettikleri gerekçeler zemininde demokratik devrimi
gerçekleştirmeyi savunuyorlardı…
Kaypakkaya yoldaşın ideolojik-siyasi-örgütsel perspektifini
ve genel siyasi çizgisini temel alarak savunan ve aynı siyasi güzergâhta
ilerleyen partimiz, tıpkı Mao yoldaşın ortaya koyduğu gibi, Yeni Demokratik
Devrimi yarı-feodal/yarı-sömürge ülke koşullarında geçerli olan bir devrim
niteliği olduğunu savundu, savunmaktadır.
Ki, YDD’nin toprak sorunu özüne oturması da yarı-feodal/yarı-sömürge
yapıya sahip toplumsal koşullarından kaynaklanır. Dolayısıyla, YDD’yi toprak
sorunu özünden kopararak demokratik mesele ve demokrasinin geliştirilmesi gibi
üst-yapı sorunlarına indirgeyerek daraltmak, Mao yoldaşın Yeni Demokratik
Devrim tezi ve savunusunu sulandırmaktır.
Bugün yapılan tam da budur. Tarımın geliştirilmesi,
makineleştirilmesi vb. vs. gerekçeler de, YDD için başlı başına yeterli
gerekçeler olmayıp, onu yarı-feodal/yarı sömürge koşullara has bir devrim
niteliği olduğu gerçeğini yadsımak, onu sulandırmaktır.
Bir kez daha tekrar edelim ki, bugün yapılan tam da budur.
Budur çünkü yarı-feodal yapının ortadan kalktığını saptamak, şu veya bu
nitelikte kapitalizmin egemen hale geldiğini ileri sürmek ama bütün bunlara
rağmen devrimimizin niteliğini YDD olarak saptamak genel teoriye ters düşmekle
birlikte, izaha muhtaç bir tespit ve savunudur…
Yeri gelmişken Mao yoldaşı dinleyelim;
“Çin devriminin niteliği nedir? Bugün yapmakta
olduğumuz ne çeşit bir devrimdir? Bugün biz burjuva demokratik bir devrim
yapıyoruz ve yaptığımız hiçbir şey burjuva demokratik devrimin kapsamı dışında
değildir. Genel olarak burjuva özel mülkiyet düzenini şimdilik yıkmamalıyız;
yıkmak istediğimiz emperyalizm ve feodalizmdir. Burjuva demokratik devrim
dediğimiz budur.’’
[Mao
Zedung, Seçme Eserler, cilt 2, sf.246-247 (italikler bn aittir.)]
Yukarıdaki alıntıda Mao yoldaş, meseleyi son derece
anlaşılır çıplaklıkla ortaya koyuyor. Burjuva demokratik devrim dediğimiz budur
derken, bunu emperyalizmi ve feodalizmi yıkma göreviyle açıklıyor. Eğer
feodalizm tasfiye olmuş veya kalıntı ve kırıntılar düzeyinde tali duruma düşmüş
ve dolayısıyla feodalizmi yıkma görevi esas olmaktan çıkıp hatta ortadan
kalkmış ise YDD’yi ne ile gerekçelendirip açıklayabiliriz?
Açıkladığımız gerekçeler Mao yoldaşın YDD tezine uygunluk
arz eder mi?
Kesinlikle hayır.
Sadece
………….. emperyalizmin tasfiyesi nedeniyle demokratik devrim
savunulamaz.
Emperyalizmin varlığı, hegemonyası ve talancı ilişki ve
bağları bugün çok daha etkin, güçlü, geniştir. Ve şayet emperyalizme bağımlılık
meselesini, salt bu meseleyi YDD’ye yeterli gerekçe edeceksek, YDD’nin bir dizi
kapitalist ve geri-kapitalist ülke için geçerli olması gerekir ki, bu YDD’yi
sulandırmakla birlikte, vitesi geriye takıp devrimleri geri niteliğe çekmek olur.
Dahası, bugün komprador kapitalizm veya komprador tekelci
burjuvazi (bu düzen) gerçeğinde, YDD’yi savunarak burjuva özel mülkiyet
sistemine dokunmayacak mıyız?
Sadece emperyalizmi ve kalıntı-kırıntı durumundaki
feodalizmi mi tasfiye edecek, salt bunun için mi YDD’yi savunup
gerçekleştireceğiz?..
Hangi
devrimin gerçekleştirileceği çelişkilerin niteliğine göre belirlenir
Daha da önemlisi emperyalizmin tasfiye edilmesi sorunu,
tutarlı biçimde açıklanmak durumundadır. Emperyalizm yarı-feodal toplumda farklı
dayanaklara sahipken, komprador kapitalist vb. toplumsal sistemlerde daha
farklı sınıfsal dayanaklara sahiptir.
Coğrafyamız somutunda
emperyalizmin tasfiye edilmesi hedefiyle YDD’nin savunulması, doğrudan onun
yerli sınıfsal dayanaklarına yönelmeyi gerektirir. Bu dayanaklar ortadan
kaldırılmadan emperyalizmin tasfiye edilmesi bir hayal olmaktan ileri geçmez.
Yerli sınıfsal dayanaklar dikkate alındığında bunlara karşı
gerçekleştirilecek devrimin, emperyalizm ve feodalizmi yıkmayı hedefleyen
YDD’den farklı biçimleneceği açıktır.
Yani, feodalizmin tasfiye olarak kırıntı-kalıntı durumuna
düşmesi ve yerini komprador burjuvazi veya komprador tekelci burjuvazinin
alması şu anlama gelir ki, YDD feodalizm yerine, egemen hale gelen kapitalizmi
yıkmayı hedefleyecektir.
Milli
nitelikteki kapitalizmin emperyalizmle dolaylı-dolaysız ilişkiler içinde
olup milli niteliğinin esasta ortadan kalktığını, en iyimser haliyle milli
kapitalizmin lokal kaldığını ve son derece cılız olduğunu düşündüğümüzde,
YDD’nin dokunmayıp hatta geliştireceği kapitalizmin bir YDD sürecini gerektirip
gerektirmeyeceği kendiliğinden tartışmalı bir durum olur.
En önemlisi de, günümüz koşullarında milli kapitalizmin
geliştirilmesi için bir demokratik devrim mi yapacağız, yoksa her düzeydeki
kapitalizmin sosyalist dönüşüm temelinde millileştirilmesi perspektifiyle
işbirlikçi büyük burjuvazi ve kapitalizmi, dolayısıyla emperyalizmi tasfiye
ederek sosyalist inşa için sosyalist devrimi mi gerçekleştireceğiz? İşte
meselenin tümü bundan ibarettir; devrimi sağa mı çekeceğiz, yoksa ileriye mi
çekeceğiz?..
Peki,
yeni demokratik devrim nasıl bir devrimdir?
Mao şöyle der;
“Yeni demokratik devrim, proletarya önderliğindeki
geniş hak kitlelerinin anti-emperyalist ve anti-feodal devrimidir.’’, “Bu ne
burjuvazinin ne de proletaryanın tek sınıf diktatörlüğüdür, proletarya
önderliğindeki devrimci sınıfların ortak diktatörlüğüdür.’’(age,
sf.333)
Evet biz,
bugün itibarıyla, yani feodalizmin tasfiye olduğu koşullarda
bir anti-feodal bir devrim mi gerçekleştireceğiz?
Yani, tasfiye olmuş
olan feodalizmi tasfiye etmek için mi bir demokratik devrim gerçekleştireceğiz?
Yoksa
sosyalist devrimle
emperyalizm, komprador veya komprador tekelci kapitalizm ve
genel olarak büyük burjuvazi ve büyük sermaye sınıflarını tasfiye edecek bir sosyalist
devrim mi gerçekleştirmeliyiz?
Elbette sosyalist
devrim!..
Ve yine biz, bugün itibarıyla proletarya diktatörlüğünü
kurmak için mi bir devrim gerçekleştirmeliyiz, yoksa daha geri olan bütün
devrimci sınıfların ortak diktatörlüğü için mi bir devrim gerçekleştirmeliyiz?
Kuşkusuz ki, tarihsel ve toplumsal koşullar proletarya diktatörlüğü için devrim
yapmamızı ihtiyaç etmektedir…
Hangi devrimi ve nasıl bir devrimi gerçekleştirmemiz
gerektiğini Mao yoldaş çelişkilere/çelişkilerin niteliğine bağlı olarak tarif
etmektedir. Bilindiği gibi Mao yoldaş, demokratik devrimin geçerli olduğu
koşulları, geniş halk yığınlarıyla feodal sistem arasındaki çelişmeyle
açıklamaktadır.
Ülkedeki çelişmeyi burjuvazi ile proletarya esasına göre
tespit eden anlayışların, bu çelişme tespitine rağmen YDD’yi öngörmesi mantığa
da Mao yoldaşa da terstir…
Şöyle demektedir Mao:
“Farklı niteliklerdeki çelişmeler ancak farklı
nitelikteki yöntemlerle çözülebilir. Örneğin, proletarya ile burjuvazi
arasındaki çelişme, sosyalist devrim yöntemiyle çözülür; geniş halk kitleleri
ile feodal sistem arasındaki çelişme, demokratik devrim yöntemiyle çözülür;
sömürgeler ile emperyalizm arasındaki çelişme, milli devrimci savaş yöntemiyle
çözülür; sosyalist toplumda işçi sınıfı ile köylü sınıfı arasındaki çelişme,
tarımın kooperatifleştirilmesi ve makineleştirilmesi yöntemiyle çözülür…’’ (age,
sf.427)
Alıntı meseleyi çok net ortaya koymakla birlikte,
karıştırılmayacak kadar anlaşılır ve berraktır. İşçi sınıfı ile burjuvazi
arasındaki çelişme sosyalist devrim yöntemiyle çözülür; geniş halk kitleleri
ile feodalizm arasındaki çelişme, demokratik devrim yöntemiyle çözülür
demektedir Mao yoldaş.
Şayet Türkiye-Kuzey Kürdistan için bir YDD savunulacaksa, o
halde bu coğrafyada baş çelişme tespiti, feodalizm ile geniş halk kitleleri
arasındaki çelişki olarak yapılmak durumundadır. Tersi, eklektik ve ampirik
olur ki, bu duygusal bağın koparılamamasıyla açıklanabilir…
Alıntıda dikkat çeken bir diğer husus ise, tarımın
kooperatifleşmesi ve makineleştirilmesiyle ilgili söylenenlerdir. Yani, YDD’nin
gerekçelerini tarım sorununa bağlayan yaklaşımların da hatalı olduğu alenen
görülmektedir. Ve Mao bu sorunu sosyalist toplumdaki çelişmeler bağlamında
ortaya koyup, sorununun YDD’nin gerekçesi olmadığını, aksine sosyalizmin bir
sorunu olduğunu ortaya koymaktadır…
Daha da dikkat çekici olan, köylü sınıfının sosyalist toplum
sürecindeki varlığına dönük belirlemesidir. Yani, köylü sınıfının şu veya bu
düzeyde ama çelişmenin esas niteliğini temsil etmeyecek nitelikte var olması, ne
toplumsal sistemin yarı-feodal olduğunu gösterir, ne de devrimin YDD olmasını
şart koşar veya ona gerekçe olur… Feodalizmin kalıntılarından ve kırıntı
durumunda olduğundan bahsedip bundan hareketle YDD görevine işaret edip bu
devrim niteliğinin geçerli olduğunu ileri süren anlayışların hatalı olduğu
açıktır…
Bir kez daha Mao yoldaşa başvuralım: “Şimdiki
aşamada Çin Devrimi’nin hala bir proleter-sosyalist devrimi değil de, bir
burjuva-demokratik devrimi niteliğini taşıdığı son derece açıktır” (…) “Devrimin
itici gücünü hala esas olarak işçiler, köylüler ve şehir küçük burjuvazisi
meydana getirmektedir; fakat artık milli burjuvazi de bunlara
katılabilir.’’ (Mao, Cilt 1, sf. 248-249)
Görüldüğü üzere, YDD’nin itici güçlerini sıralamaktadır Mao
yoldaş. Buna göre şu soru haklı olarak belirir; bugünkü devrimimizde köylülük
devrimin itici gücü olarak hangi sırada yer alır, esas itici güç durumunda
mıdır?
Zira demokratik devrim sürecinde köylülük devrimin temel
gücüdür. Bugün bu pozisyonunu, devrimdeki temel rolünü temsil edecek durumda
mıdır? Kuşkusuz ki, köylü sınıfı devrimde itici güçler arasında yer
alır/alabilir. Lakin YDD’de olduğu gibi devrimin temel gücünü teşkil edecek
durum ve nicelikte değildir.
Köylülüğün bu durumu doğrudan devrimin niteliğiyle alakalı
olup, ancak YDD sürecinde devrimin temel gücünü oluşturur. İşçi sınıfının
yanında devrimin itici güçleri arasında yer alması, devrimin niteliğini YDD
olarak koşullamaz…
Öte taraftan, milli burjuvazi devrimde itici güç durumunda
mıdır, bu niteliği var mı, devrime katılabilecek bir milli burjuvazi var mıdır?
Mao yoldaşın sözleriyle; artık milli burjuvazi de devrimin itici güçleri
arasına katılabilir. Yani YDD sürecinde pek tabii olarak milli burjuvazi(sol
kanadı diyelim) devrimin itici güçleri arasına katılabilir. Fakat böyle de
olsa, bugünkü bir devrime katılabilecek bir milli burjuvazi yoktur; çok cılız
ve dikkate değer olmayan nicelikte katılması mümkün olsa da, bu oran bir
sınıfsal tabakayı temsil etme niceliği ve niteliğine sahip değildir. Bugün
ancak “kavga-dövüşle’’ bir devrime katılacak ya da katılmayacak bir milli
burjuva tespit edilebilinir. Bunun ötesinde bir milli burjuva tasavvuru
zorlamayı geçmez…
Bu yazı ilk olarak Halkın Günlüğü Gazetesi‘nde
yayımlanmıştır.
https://gazetepatika23.com/yeni-demokratik-devrim-tespitine-elestirel-bir-bakis-162290.html
4 Şubat 2025 Salı
BARBARA ANNA KİRSTLER, HASRET GÜLTEKİNİN ANISINA!..Barış Aydın
1985-1990 yıllarında Paris, ilticacılar için büyük
zorlukların yaşandığı bir şehirdi. O tarihlerde iş ve ev bulmak çok zordu.
Kiralık ev bulunsa da ilticacılara vermiyorlardı. Paris’te ev bulamadığım için
Paris’e elli kilometre uzaklığı olan Melun (77) bölgesinde, bir arkadaşın
yardımıyla yaklaşık yüz yıllık tahtadan yapılmış üç katlı bir binada iki odalı
bir eve yerleşmiştim.
Paris’te Türkiye’de yasal olarak çıkan Yeni Demokrasi
Dergisi okurları, dergi ile dayanışma adı altında bir gece organize etmişlerdi.
Geceye katılan sanatçılar arasında Sivas’ta şeriatçı faşistler tarafında
katledilen sanatçı Hasret Gültekin de vardı. Gece tertip komitesinden bir
arkadaş beni telefonla arayarak, “misafirlerimiz var bir geceliğine misafir
eder misiniz?” dedi. “Tabi ki” dedim, Trene bindirin garda alırım dedim.
Karşılamaya gittiğimde Hasret Gültekin ile birlikte sarışın, güler yüzlü, adeta
etrafına ışık saçan kibar bir bayan, gözlerimin içine bakarak yarım Türkçesiyle
elini uzatarak ‘
Merhaba ben Anna’ dedi.
Merhaba, hoş geldiniz dedim.
Biraz da şaşırmıştım. Misafir bekliyordum ama tanımadığım
Türkçe az bilen İsviçreli bir misafir asla beklemiyordum.
Açık söylemek gerekirse biraz da şaşırmıştım.
O da bunun farkında idi.
Benim uzun sakallarım vardı. Bana bakarak, “Yeni Demokrasi
Dergisinin okurları hep sakallı mı?” dedi. Kadını tanımadığım için gülümsedim.
Hasret Gültekin, ”biz jiletten tasarruf ediyoruz arkadaş”
dedi.
Barbara Hasret’e bakarak, “çok komik, tembellikten değil
mi?”
Hasret Gültekin güldü.
Barbara Anna konuştukça ben rahatlıyordum.
Açıkçası ben evi düşünüyordum. Yerimiz oldukça dardı.
Hasreti düşünmüyordum Nasıl olsa o bizi anlar diyordum. Yabancı bir kadını
nerede nasıl yatıracağım diye kara kara düşünüyordum.
Sohbet ede ede eve geldik.
Akşam olmuştu. Hiç unutmam Devri Daim Mekanı Gönüller
Yıldızlar Yoldaşı Olsun eşim akşam yemeği için, içli köfte hazırlamıştı.
Barbara Anna da içli köfteyi çok severmiş.
Barbara eşime teşekkür ederek, “sen benim bu yemeği çok
sevdiğimi biliyor muydun?” dedi.
Hasret Gültekin takılmadan duramadı, “hayır yenge köfteleri
benim için yaptı” dedi.
Eşim: “ Helal Hoş olsun, hepiniz için yaptım” dedi.
Yemekten sonra bir hayli sohbet ettik.
Zaman çabuk geçmişti. Geç olmuştu sıra yatmaya gelmişti.
Sabah erken kalkacaktık. Yabancı bir kadını nereye yatıracaktık. Yataklar
serilmeye başlarken, Barbara Anna bize sormadan gitti kızımın yatağına girerek,
kızıma sarılarak ‘ben yoldaşımla yatacağım’ dedi.
Hiç yabancılık çekmiyordu. Sanki aileden biriydi. Rahat
tavırlarıyla etrafına gülücükler saçıyordu. Yıllardır tanışıyormuşuz gibiydi.
Bizde hiç itiraz etmedik çünkü yerimiz yoktu o bunun farkında idi. Adeta
sevinmiştik. Başka misafirimiz de vardı.
Herkes yatağına girmişti.
“İyi geceler” dedikten sonra, lambaları söndürdük.
Yaklaşık 20 dakika sonra Hasret Gültekin yataktan kalkarak
lambayı yaktı yüksek sesle,
“ben burada yatamam!” dedi.
Dedim ya burası eski bir tahta binaydı, en altta bodrum
vardı. Bodrum katı karafatma denilen böceklerle dolu idi, ne yaptıysak baş
edemedik. Hep onlar galip geldiler. Gece lambalar söndürüldükten sonra evlere
dalarlardı.
Hasret Gültekin duvar dibinde yatıyordu. Karafatmaların
dolaştığını görünce korkmuş, Hasret Gültekin’in bağırmasıyla hepimiz kalktık.
Barbara Anna da kalkmıştı.
Barbara Anna, “ne oldu Hasret?” diye sordu.
Hasret: “Bu evde böcek var, ben yatamam” dedi, böcekleri göstererek. “Bak dolaşıyorlar” Ben ve eşim çok üzülmüştük.
Barbara Anna gülmekten yıkılıyordu.
Üzüldüğümüzü de anlamıştı.
Barbara Anna, Hasret Gültekin’in gözlerinin içine bakarak:
“şuna bak bir de kendisine Partizancıyım” diyor.
“Sen hayatta Partizancı olamazsın.
Arkadaş Partizancılar böcekten korkar mı?
Sen yarın dağa çıksan ne yaparsın, orada ayı var, kurt var,
yılan var, fare var, akrep var. Hem de orada, böyle yatak yok ki.
Böyle bir yatağı bulmuşsun, daha ne istiyorsun çabuk yat”
dedi.
Hepimizi bir kahkaha aldı. Onun o rahat tavırları ve çıkışı
biraz bize moral vermişti. Fakat Barbara Anna’nın Hasret Gültekin’e ne demek
istediğini anlayamamıştık. Sabah oldu Kahvaltımızı yaptık, Barbara aileden
biriymiş gibi Bana eşime ve çocuklarıma ayrı ayrı sarılarak kendinize iyi bakın
diyerek veda etti.
Barbara ile Hasret gittikten sonra eşimle sohbet ettik
Hasret bizimki idi Hasret bizi anlayacağına İsviçreli bir burjuva aileden gelen
Barbara bizi daha iyi anladı. Bir an Aklıma o büyük insan Che Guevara geldi.
Yılar sonra basında takip ettiğim kadar Barbara Anna
Dersimde şehit düştüğünü öğrendiğimizde, o zaman Barbara Anna’nın Hasret
Gültekin’e ne demek istediğini anlamıştık. Barbara Annanın Şehit olmasına
ailece çok üzülmüştük. Onun cesareti, insanlara yaklaşım tarzı, birilerini
eleştirirken bile kendisine hayran bıraktıran, rahat tavırları soğukkanlı
duruşuna hayran kalmıştım.
Bizler Avrupa ülkelerini tercih ederken, Barbara Anna,
“bunun çözüm olmadığını, kendi ülkenizde devrim yaparak sorunun çözüleceğini”
söylüyordu. O güzel insanın cesaretine, bilgisine, enternasyonal bakış açısına
hayran kalmıştım.
Bir düşünün: Barbara Anna Avrupa’nın cennetlerinden birinde
yaşıyordu. Barbara Anna İsviçreli idi. Ekonomik durumu oldukça iyi olan iyi de
bir eğitim görmüş, İsviçre’de yetişmiş, kültürlü bir insandı. Sistem her açıdan
onu da kuşatmıştı, her şeyi tozpembe görmesi için şartlar fazlasıyla mevcuttu.
Fakat o sadece gösterileri değil aynı zamanda görünenin
altındaki gerçekleri de gören bir çaba içersin de idi.
Sömürüyü, yabancılaşmayı, her şeyin metalaşmasını; kadının
ince ama vahşi bir yola ikinci sınıf konumda tutulduğunu; diğer bazı ülkelerin
ülkesi tarafından sömürüldüğünü; yoksul semtlerle zengin semtlerin yaşam
standartlarını görüyor ya da fark ediyordu. Bunlar onda her dürüst insanda
olması gerektiği gibi “sisteme karşı çıkış” duyguları doğuruyordu. Okuyor,
araştırıyor ve Marksist Leninist Maoist bilimini kendisine rehber ediniyordu.
Barbara Anna 1980’li yıllarda İsviçre’ye gelen iltica
talebinde bulunan yabancılara dil, din, ırk ayırımı yapmadan 72 millette aynı
nazardan bakarak herkese yardım ediyor, yol gösteriyor, onların sorunları ile
bizzat bire bir ilgileniyor, adeta yardım etmeyi kendisine bir görev olarak
kabul ediyordu. Bundandır ki Zürih’te bulunan bütün yabancıların ablası,
yoldaşı olmuştu.
Çünkü o, enternasyonal bir Devrimci idi. Daha sonra
İsviçre’de Türkiye’deki hapishanelerde devrimcilere yönelik saldırılara karşı
çıkan tutuklularla Dayanışma Komitesinde yer almıştır. Anti-emperyalist guruplarla
dayanışma içersin de faaliyet yürütürken gazeteci olarak Peru’ya gider.
Nikaragua’da Sandinistlerin iktidara gelmesi üzerine, Avrupa’dan giden
gönüllerin organize işinde görev alır.
Daha sonrada İbrahim Kaypakkaya ardılarıyla ilişkiye girerek
enternasyonalizmin en yüce örneklerinden birisini sergiler ve Türkiye devrimci
hareketine doğrudan katılır. Basında takip ettiğimize göre Barbara Anna 1991
yılında İstanbul’da kaldığı ev basılır yakalanarak göz altına alınır 15 gün
işkencede kalır İbrahim Kaypakkaya’nın “ser verip sır vermeme” geleneğine uygun
davranır. Çıkarıldığı mahkemede
“beni siz değil, enternasyonal proletarya yargılar” diyerek
T.C. mahkemelerine meydan okur. 8 ay tutuklu kalır. Cezaevinden çıktıktan sonra
Şubat 1993’de Dersim dağlarında şehit düşerek devrim şehitleri kervanına
katılır.
Hasret Gültekin ise 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta otuz beş can
ile birlikte, insanlıktan nasibini almamış, şeriatçı faşistler tarafından
alçakça katledildi.
O gün, Sivas’ta halkın bağrı 35 kez bıçaklandı.
Özgürlük 35 kez hançerlendi.
Özgürlük 35 kez dara çekildi.
35 canımız yakılarak katledildi.
Onların anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
Hasret Gültekin ile Barbara Anna’yı bir günlüğüne de olsa bu
güzel insanları misafir etmek onları tanımak bizim için onur olmuştur. Onları
asla unutmayacağız.
Barbara Ana Kirstler ve Hasret Gültekin Şahsında tüm devrim
şehitlerin anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
Devrim Şehitleri Ölümsüzdür.
Barış Aydın
3 Şubat 2025 Pazartesi
"Stalin’in soygunu “ bitmek bilmeyen yalan ve iftiralar..!
Bolşevik Partinin mali zorluklarını gidermek amaçlı Stalinin
öncülüğünde yapılan başarılı kamulaştırma eylemleri hakkında bile, sosyalizm ve
Stalin düşmanlarınca, karalama ve demagoji saldırılarıyla şaibe yaratılmaya
çalışılmıştır. Okuyup-araştırarak gerçeğe ulaşmaktan geri durmayalım.
"Stalin’in soygunu!
Pek çok kişi dönemin polis raporlarından yola çıkarak
Stalin’in ‘bir köşede sigara içmesinden’ dem vurmuş. Bu iddiayı öne sürenlerin,
eylemde ölen atlara kadar zayiatı bir bir sıraladıktan sonra Stalin’in
‘rahatlığına’ takılması ilginç. Stalin de tıpkı Kamo gibi olayın en önünde yer
alsa, bir-iki bomba da o atmış olsa -ki bunu da iddia edenler var- daha mı
tatmin edici bir ‘imajı’ olacaktı?
Tarihi araştırırken, komplo teorilerinden sıyrılarak gerçeği
bulmak hiçbir zaman kolay değil. Hele bu isim ‘Stalin’ ise, öne sürülen
bilgileri tekrar tekrar araştırmak/karşılaştırmak şart oluyor! Tarihin
tartışmasız en ‘medyatik’ isimlerinden birinden söz ediyoruz aynı zamanda
çünkü. Sadece Sovyetler Birliği’ni yönettiği dönemle değil, gençliğiyle, devrim
öncesi politik tutumuyla da hep tartışma konusu yapıldı Stalin. Ülkesine
yönelik kuşatmanın sembol ismi olduğu için genelde sistematik olarak spekülatif
suçlamalarla karşılaştı. Ve bunlardan doğan ‘tartışmalar’ da genelde tek
taraflı ilerledi. Bolşeviklerin Tiflis İmparatorluk Bankası’na 1907’de yaptığı
banka soygunu -ya da kendi tanımlamalarıyla ‘kamulaştırma eylemi’- Stalin’in
gençliğine dair destekli/desteksiz ortaya atılan neredeyse bütün iddiaların
doğduğu bir olay.
Bugünün parasıyla yaklaşık 3.9 milyon dolara (341 bin ruble)
Bolşevikler tarafından el konulduğu eylemin Kamo’yla birlikte
düzenleyicilerinden olan Stalin için neler denmiyor ki: “Çarlık gizli polisi
Ohrana’ya bilgi sızdırıyordu, ajandı”, “Eylemi ‘korktuğu için’ uzak bir noktadan
izledi”, “Arkadaşlarını ‘çekemediği için’ onları ölüme gönderdi”… Stalin gibi
tarihsel bir figürün, doğrusuyla yanlışıyla yaptığı her şeyi tabiri caizse
‘psikopatlığına’ indirgeyen bu iddiaların somutlaştığı 1907 tarihli soygunda
olup bitenler tam da bu nedenle ‘gerçeği’ anlamak için önemli.
O halde önce bu olayı anlatalım. Ardından Stalin’in rolüne
dair dile getirilen iddiaları inceleyelim.
BANKA KARŞISINDA ‘ÜNİFORMALI’ BİR BOLŞEVİK
Her partide olduğu gibi Rusya Sosyal Demokrat İşçi
Partisi’nin (RSDİP) Bolşevik kanadının da mali işlerden sorumlu bir grubu
bulunuyordu. Menşeviklerle yaşanan ayrılığın ardından Bolşeviklerde bu alanda
öne çıkan isimler, Lenin, Krasin ve Bogdanov gibi partinin önemli kadroları
oldu. Burada Krasin’in adı çok öne çıkmasa da oynadığı rolün Bolşevikler için
oldukça önemli olduğunu söylememiz gerek. Alanındaki yeteneğine bir örnek
vermek gerekirse de şu olayı anlatabiliriz: 1900’lü yıllarda, dönemin ünlü
aktrisi Vera Komissarzhevskaya, Krasin’in bağlantıları ve çalışmaları sonucunda
RSDİP için Bakü’de bir gösteri düzenledi. Komissarzhevskaya’nın elde ettiği tüm
gelir Krasin’e teslim edildi ve Bolşevikler bu paralarla Bakü’de bir yeraltı
matbaası kurdu. Yani soygunlar ya da ‘kamulaştırmalar’ özellikle 1906’dan sonra
Bolşevikler için önemli bir gelir sağlasa da yegane kaynak değillerdi.
Tiflis soygununa gelecek olursak… Eylemin organizasyonu mali sorumlularla birlikte yapılmıştı. Stalin ve Kamo’nun soyguna ‘alandan’ katılmasındaysa şaşılacak bir şey yok. Birincisi her ikisi de o bölgenin insanlarıydı. Çevreyi ve insanları iyi tanıyorlardı. İkincisiyse Bolşeviklere konuyla ilgili bilgiler iki devlet çalışanı tarafından Stalin aracılığıyla sızdırılmaktaydı. Parayı taşıyan araç ve en yüklü teslimatın ne zaman yapılacağı hakkında detaylı bilgiler biri Bolşevik sempatizanı, diğeri Stalin’in eski bir okul arkadaşı olan devlet görevlileri tarafından doğrudan kendisine iletiliyordu.
Şimdi kabaca eylem gününden bahsedelim: Tiflis’deki Erivan
Meydanı’nda bulunan İmparatorluk Devlet Bankası’nın önüne sabah 9.00’da bir at
arabası yanaştı. Faytonun içinden solgun yüzlü bir subay indi. Etraftaki
güvenlik güçleri sayısı alışılandan çok daha fazlaydı. Subay etraftaki
insanlara birkaç saat içinde ‘ortalığın karışacağını’, kendi güvenlikleri için
olabildiğince uzağa gitmeleri gerektiğini söyledi. Bir iki meraklı sorunun
ardından insanlar meydandan uzaklaşmaya başladı. Bu ‘subay’, kılık değiştirmiş
Kamo’dan başkası değildir. Eylemden kısa bir süre önce bomba hazırlarken ciddi
bir şekilde yaralandığı ve bu olayın izleri hâlâ silinmediği için açığa çıkma
endişesi taşısa da insanlar Kamo’nun kimliğini fark etmedi. Kamo için işler
yolunda gidiyordu.
Kamo’nun meydana gelişinden bir saat sonra, on kişi
meydandaki ‘Tilipuchuri’ isimli restoranın bodrum katına indi. İki masayı
kapatıp yemek sipariş ettiler. Yirmi dakika sonra aralarından ikisi, revolver
silahlarını bellerinden çekerek ayağa kalktı. O andan sonra sadece patronların
restorana girişine izin verdiler ancak kimseyi dışarıya çıkartmadılar. Diğer
iki kişi -Bachua Kupriashvili ve Datiko Chibriashvili- diğer müşterilere
restoranda kalmalarını ve yemeye içmeye devam etmelerini kibarca rica etti.
Yarım saat sonra başka iki kişi, zamanı geldiğinde banka kapısındaki iki Kozak
askere saldırmak üzere önceden belirlenen yerlerine geçti. Başka iki kişi de
Ermeni Pazarı yolundaki köşede kaçış rotasını korumak üzere beklemeye başladı.
Araba meydana girince saniyeler içinde dört bomba atıldı. Toplam üç polis ve
Kozak öldü ancak çatışma çıktı. Her yerde bombalar patlamaya başladı. Kamo’nun
görevi, paraları farklı bir faytona aktarıp güvene almaktı. Sonunda bunu
başardı da… Üstelik eylemcilerden hiçbiri yakalanmamıştı. Ele geçen para uzun
süre ilginç şekillerde saklandı. Bir kısmının piyasaya sürülmesinde sorunlar
çıksa da Bolşevikler için önemli bir kaynak elde edilmişti.
STALİN HAKKINDA İDDİALAR
Tiflis soygunu; takibindeki soruşturma, paranın durumu,
tutuklamalar gibi başlıklarla aslında çok daha geniş bir yazının konusu
olabilir. Ancak biz Stalin’e dönelim. Kimi iddia sahibi yazarların komplo
teorileriyle dolu kitaplarında Stalin’in yaşamını incelerken Tiflis olayını da
es geçmediklerini söylemiştik. İlk olarak şu ‘polis ajanı’ meselesinden
başlayalım.
Soygunun gerçekleştiği yıl da dahil olmak üzere Stalin’in
asıl amacı bu gibi yazarlara göre “Bolşeviklerden aldığı bilgileri Ohrana’ya
iletmek”ti. Üstelik bunu uzun yıllar boyunca düzenli bir şekilde yapmıştı.
Herhalde Tiflis olayıyla ilgili Stalin’le bağlantısı kurulamayan pek çok bilgi
içinde en komiği budur. Her şeyden önce soygunda Bolşeviklerin ele geçirdiği
para, devlet için öyle hafife alınacak bir miktar değildi. Nitekim akabinde
Çarlık yönetiminin konuya büyük önem vermesi, olayın yurtdışı basınında geniş
yer bulması; Bolşeviklerin ‘kamulaştırdığı’ bu meblağın önemini tercüme etmeye
yardımcı olabilir. Dolayısıyla Stalin eğer polis ajanı olsaydı, hiçbir şey
yapmayıp sadece bu eylemin bilgisini sızdırsa muhtemelen ajanlar dünyasına
ismini altın harflerle yazdırmış olurdu! Ancak Ohrana ajanlığı iddialarına
verilen bu cevaba karşın kimilerinin ürettiği yeni senaryolar da var: Polisin
olaydan sonra Stalin’i ‘niye haber vermedin’ diye tokatlaması gibi… Soygun iyi
bir aksiyon filmini andırıyor olabilir ancak öne sürülen ‘sorguda ajana tokat’
iddialarının, üçüncü sınıf bir Hollywood filmini hatırlattığını söylemekten
başka ne denebilir ki.
Stalin’in mitleştirilen ‘gaddarlığı’na ilişkin de bu
soygunda çok malzeme bulunmuş. Eylemde kullanılan şiddetin yükü de onun
omuzlarına yüklenmiş. Yöntemin yanlışlığını doğruluğunu tartışmıyoruz. Ama
şuradan yaklaşalım: Koskoca Bolşevik örgütünün kendi tarihindeki en büyük
soygunlardan birinin planını en ince detayına kadar bir tek kişinin eline
vermiş olması pek mantıklı görünmüyor. Yani Stalin eylemin uzaktan yöneticisi
olsa da atılan/atılmak zorunda kalınan bomba sayısını da onun belirlediğini
iddia etmek ‘hayatın olağan akışına’ çok da uygun değil.
Bu ‘gaddarlık’ suçlaması şimdi ele alacağımız konu için de
çarpıcı. Pek çok kişi dönemin polis raporlarından yola çıkarak Stalin’in ‘bir
köşede sigara içmesinden’ dem vurmuş. Bu iddiayı öne sürenlerin, eylemde ölen
atlara kadar zayiatı bir bir sıraladıktan sonra Stalin’in ‘rahatlığına’
takılması ilginç. Stalin de tıpkı Kamo gibi olayın en önünde yer alsa, bir-iki
bomba da o atmış olsa -ki bunu da iddia edenler var- daha mı tatmin edici bir
‘imajı’ olacaktı? Kısacası aynı kaynaklardan yayılan bütün bu iddialardaki
sorun gerçekle ilgilerinin olup olmamasının ötesinde birbirleri ile
tutarsızlıklarında da kendini belli ediyor.
‘ELEŞTİRİ’ Mİ ‘ŞEYTANLAŞTIRMA’ MI?
Son olarak Kamo’nun 1922’deki trafik kazasındaki ölümünün
Stalin tarafından planlandığını da söyleyenler olduğunu belirtelim. Buna
gerekçe olarak da Stalin’in Tiflis soygununda kazandığı itibar dolayısıyla
Kamo’ya beslediği ‘kıskançlık’ gösteriliyor! Kamo’nun Marksizmle tanışmasında
Stalin’in rolü, ikilinin arasındaki güçlü bağ, ortak geçmişleri… Hepsi gözardı
ediliyor yani. Ancak yarım yamalak iddialarla da hiçbir inandırıcılık
sağlanamıyor. Ortada bir ölüm görür görmez sağına soluna bakmadan ‘cinayet
gerekçeleri’ bularak suçu Stalin’e yükleme çabasına girişmek, bunca yıldır
devam eden şeytanlaştırma politikalarının aslında bir türlü başarılı
olamadığının da kanıtı gibi.
Bu yazılarda sık sık belirttiğimiz gibi: Yargılamak bizim
üzerimize vazife değil. Ancak Dünyanın üçte birine hükmeden, İkinci Dünya
Savaşı’nı Hitler Almanyasına karşı neredeyse tek başına kazanan bir devletin
liderini ‘ne yaparsa yapsın kabahatli’ bir figüre dönüştürme çabasındaki
çarpıklıkları da tespit etmek gerekiyor. Bu yaklaşımımızı Stalin’i ne pahasına
olsun hata yapmamış biri olarak da anlamamak lazım. Ancak komplolara malzeme
olmuş olaylara yaklaşırken tarihin gerçeğine daha yakından bakabilmeyi
sağlayacak tek yol herhalde bu tip bir şeytanlaştırmaya kapalı, eleştiriye ise
açık bir tavır takınmakla mümkün olacak. Asırların karanlığı ve kirliliği
içinde gerçeği arayanlara gerçekten kolay gelsin…
Kavel Alpaslan
Kaynaklar ve daha detaylı bilgilerin yer aldığı adresler:
https://www.rbth.com/.../326093-bolshevik-life-hacks-how-to
https://www.evrensel.net/haber/30825/genc-stalin
DEATH ONLY WINS: THE STALIN TRILOGY – Ravi Ravindranathan
1 Şubat 2025 Cumartesi
Yeni “barış” sürecinde Türkiye ve K. Kürdistan’da silahlı mücadele_Halil Gündoğan_1.02.2025
Yeni bir “barış” süreci kotarılıyor
Malûm olduğu üzere Türk Devleti, Bölgesel gelişmeler
merkezli olarak, bir süreden beridir kendisi için bir “beka sorunu” riski
algısı içerisinde. Tabii kendince, buna karşı çeşitli taktik ve stratejik
hamleler de geliştirmekte. Bu hamlelerden biri de tarihteki benzer
örneklerinden de aşina olduğumuz “Kürt-Türk İttifakıdır”.
Ne zaman ki kendisini bir varlık-yokluk ikileminde hissetmişse;
orada hemen Kürtlerin imdadına sığınmaya çalışmıştır. Şimdi de benzer bir
ikilemi yaşıyor olmalı ki on yıllardır katliamlardan geçirmekte olduğu Kürtler
ile, “bin yıllık kardeşliğini” hatırlayıp; “hadi barışalım. Biz, etle-tırnak
misali, ayrılamaz kardeşiz” retoriğine sarıldı.
Bu elin, Öcalan üzerinden tutulabileceği kurnazlığını da
yaparak; “barış” teklifinde bulundu. Öcalan ile nasıl bir pazarlık
geliştirdiklerini ve neler üzerinde anlaştıklarını, her iki taraf da şimdilik
bir “devlet sırı” olarak “gizli” tutuyor olduğundan; haliyle, kamuoyu bilmiyor.
Ama sonuçta şu veya bu şekilde, Öcalan ile bir “Kürt-Türk İttifakının”
kotarıldığı kesin. Bu, PKK’nin olası vetosuyla karşılanmaz ise; bir “barış”
anlaşması ile sonuçlanacağı rahatlıkla söylenebilir. Nitekim Erdoğan, süreci
doğrudan sahiplendiği o ilk beyanatında bunu aleni bir şekilde teyit etti de.
Yeni bir vizyon belirleme zorunluluğu
Bunun, elbette hem Türkiye ve K. Kürdistan halkı için ve hem
de burada silahlı mücadele yürüten devrimci yapılar için yeni getiri ve götürüleri
olacaktır. Bu bağlamda, gayet tabii ki sorunun muhatabı her siyasi özne, bütün
bunları ve daha başka olasılıkları da masaya yatırıp analiz edecek, tespitlerde
bulunacak ve kararlar alarak, kendince bir gelecek vizyonu ortaya koyacaktır.
Silahlı mücadelenin ele alınış tarzı
Türkiyeli ve K. Kürdistanlı sol-sosyalist, komünist sınıf
hareketleri ve demokratik devrimci ulusal kurtuluş hareketlerinin önemlice bir
çoğunluğunun en ayırt edici özelliği, 1971 devrimci kopuşuyla birlik, devrimci
mücadeleyi ta en başından itibaren, silahlı mücadele şeklinde ortaya koymuş
olmalarıydı. Kimileri bunu Küba Devriminin izlediği yöntemle, kimileri Çin
Devriminin ve kimileri de Vietnam devriminin nispeten daha özgün yöntemleri
üzerinden teorileştirip, pratiğe uygulamaya kalkıştı. Tümündeki ortak payda,
uzun soluklu bir silahlı mücadeleyle, düşmanı kademeli olarak zayıflatıp,
kitleleri devrim saflarında örgütlemek suretiyle, güçler dengesini değiştirip,
devlet iktidarını ele geçirerek, devrimi gerçekleştirmekti.
Akıbetler ve kimler nereye nasıl evrildi?
Bunların bir kısmı 12 Eylül Askeri Faşist Darbesiyle tasfiye
oldu. Sınıf mücadelesi eksenli olanlarının bir kısmı özellikle 1990 lı yıllarda
şehir ve kır gerilla mücadelesine belli bir ivme kazandırdıysa da ancak tutunamayarak,
Türkiye ve K. Kürdistan sahasında esasen tasfiye oldular. Gerçi bunlardan
bazıları hâlâ silahlı güç sahibi olduklarının ve silahlı mücadele
yürüttüklerinin iddiasına sahiplerse de ancak hiçbirinin, ortalama olarak 2010
yılını eşik olarak alıp belirtmek gerekirse; Türkiye ve K. Kürdistan’da
yürüttüğü herhangi bir silahlı mücadelesi olmadığı gibi, kır gerilla güçleri de
bulunmamakta: Bir kısmı sessiz sedasız geri çekilirken; bir kısmı ise Kürt
Ulusal Kurtuluş Hareketi PKK ile ittifak oluşturarak, silahlı güçlerini ve
mücadelesini onların saflarında var etmeyi tercih etti. Diğer bir kısmı ise
Rojava’da oluşan ortamı değerlendirerek, kimisi elinde kalan az sayıdaki askeri
güçlerini oraya kaydırıp yerleşerek; kimisi sıfırdan başlayıp, yeni askeri gruplar
oluşturarak, silahlı mücadelesini orada var etmeye yöneldi.
Tabii burada, yani esasen sınır dışında var edilen ve
kapsamı da oradaki demokratik Kürt kazanımlarının savunulup, korunmasıyla
sınırlı bir silahlı mücadelenin ne kadar, o ilk başlardaki hali olan, iktidar
hedefli silahlı mücadelenin yerini tutar, ne kadar aynı işleve sahip olur vs.,
bütün bunlar, doğal olarak, ayrı bir tartışma konusu. Tabii ki aynı olduğunu
savunanlar, bunun nasıl mümkün olabileceğinin altını da gerekçelendirerek
dolduruyorlardır herhalde.
Öcalan’ın “silahlı mücadele devri kapanmıştır” açıklaması
Sınıfsal mücadele eksenli devrimci yapıların durumu özetle böyleyken; demokratik devrimci ulusal kurtuluş hareketlerinden sadece, daha çok Vietnam devriminin özgünlükleri üzerinden askeri stratejisini oluşturan PKK gerçek anlamda bir silahlı mücadele pratiği ortaya koymayı başarabildi. Öyle ki savaşı, Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisi içinde hayli ileri bir aşama olan “Stratejik Denge Aşamasına” kadar ilerletebilmişti de.
Ancak
her ne kadarda “kendi gücüne güvenmeyi” esas aldıklarını söyleseler de burjuva ve küçük burjuva önderlikli ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerinin ekseriyeti, sırtlarını bir şekilde dış güçlere yaslar…
Nitekim Öcalan şahsında, PKK’de ki belirgin stratejik yön sapması da belirgin olarak, SSCB ve Varşova Paktı’nın dağılmasıyla ortaya çıktı. Bu aşama itibariyle, zafere yürüme inancı aşamalı olarak gerileyecek ve Öcalan’ın Türk Devleti’nin eline düşmesiyle birlikte de son kertesine varacaktı.
Bilindiği gibi Öcalan, “İmralı Savunması” ile, dünya
kamuoyuna, silahlı mücadele devrinin artık tamamen kapanmış olduğunu duyurdu.
Tabii ki bu tavır alış siyasi bir taktik gereği olarak değil; kategorik bir
reddedişti.
Buna karşı PKK’nin tutumu
PKK, Öcalan’ın tüm görüş ve kararları gibi bu görüşünü de
ilk başlarda “21. YY Manifestosu” olarak kabullendiyse de fakat devir o devir
değildi. Yaşanmakta olunan sürecin realitesi, Öcalan’ın takındığı “romantik
hümaniter” naifliğine şans tanımaktan çok uzaktı. Türk Devleti, Öcalan’ın bu
tutumundan da destek alarak mutlak teslimiyeti dayattı. Diğer seçenek ise,
savaşla yok etmekti…
PKK, tarihinde belki de ilk defa Öcalan’a rağmen kendi kolektif iradesinin emrettiğince yoluna devam etme tercihinde bulundu: “Savaşmak istemiyoruz; ama kendimizi savunmaktan da asla geri durmayız.” minvalinde bir tutum belirledi. Elbette bu, esasen savunma amaçlı ve Türk Devleti’ni “demokratik çözüme zorlama” hedefli, reformist bir silahlı mücadele anlayışıydı.
Uzunca bir süre bir fiil K. Kürdistan’da kalarak bu mücadeleye devam ettilerse de hem savaş teknolojisinde öne çıkan İHA-SİHA, alan tutan kalekollar ve termal gözetleme gibi birtakım unsurlardan ötürü ve hem de kırsal alanların, bir savaş taktiği olarak, yoğun bir şekilde insansızlaştırmasının bir sonucu olarak, barınamayıp; “sınır dışına” çekilmek zorunda kaldılar.
Ancak,
Türk Devleti’nin gerek Kandil ve gerekse “Medya Savunma Alanları” (MSA)
dedikleri gerilla üs alanlarına karşı başlattığı ve yıllardır da devam eden yok
etme hamleleri karşısında, savunma savaşını büyük bir yetkinlikle bugüne değin
sürdüre geldi.
Savunma savaşında 2. Cephe: Rojava
Keza Suriye’de patlak veren olaylar sürecinde gerek Rojava
ve gerekse Şengal’de Kürt varlığını ve kazanımlarını hedef alan Türk Devleti ve
destekleyip icazet verdiği başta İŞİD ve irili ufaklı onlarca cihatçı
paramiliter çetelerin saldırıları karşısında, ikinci bir savunma savaşı cephesi
daha açmak zorunda kaldı. Ve savaş, uzunca bir süredir bu cephede de devam
ediyor. Tabii daha çok “Meskûn Mahal savunması” tarzı bir savaş olduğundan;
haliyle, iktidar hedefli bütünlüklü bir savaş stratejisiyle özdeşleştirilemez
de.
Öcalan’dan, bir kez daha silahlara veda çağrısını
yinelemesi istendi.
Yapılan örtük açıklamalardan öyle anlaşılıyor ki Öcalan bu
kez, bizzat devletin ricası üzerine çağrısını yineleyecek. Yani
devlet bununla, Öcalan’dan, Kürtlerin bu savaştan tek taraflı olarak
çekildiklerini ilan etmesini istiyor aslında.
Halbuki bu savaşı dayatan bizzat devletin kendisi
Oysa Türk Devleti ve cihatçı, milliyetçi faşist çeteleri
saldırmasa, Kürtler savaşı zaten ta Öcalan’ın o ilk çağrısıyla
sonlandırmışlardı. Yani böylesine de ilginç bir gerçeklik söz konusu!
Devlet, barış talebinde samimi olsaydı
Öte yandan Öcalan ve Devlet açısından maksat “Kürt-Türk
İttifakı” için “barış” ise; barış için neden iki taraf savaşa son verdiği
üzerinde bir anlaşmaya varmıyor da Kürtlerin yenilgiyi kabullenmeleri anlamına
gelen o tek taraflı dayatmalara başvuruluyor? Kimse kusura bakmasın ama, çünkü
Kürtler adına masada oturan muhatap onlara bu hoyrat cüreti veriyor da ondan!..
Besbelli ki bu süreçte eli güçlü olan taraf Kürtler
Oysa şimdi bu “barışı” isteyen Devlet. Çünkü buna ihtiyacı
var! Çünkü barışmadan, bir diğer zaruri ihtiyacı olan “Kürt-Türk İttifakını”
oluşturmasının zemini oluşmayacak. Söz konusu ittifak ihtiyacı, onların
algısında bir “bekâ” sorunu olarak karşılık buluyor. O halde demek ki “zor
durumda” olan, yardım talep eden onlar ve mecburen adım atması ve alttan alması
gerekenler de onlar.
Ama demek ki Öcalan, maalesef ki bu somut durumu göremeyecek
veya görse de kullanmayı tercih etmeyecek kadar edilgen bir ruh hali içinde bu
süreci ve olgularını ele alıyor. Nitekim PKK adına son noktayı koyan Cemil
Bayık da diplomatik bir üslup özeniyle, bunun altını kalınca çiziyor: (https://hawarnews.com/tr/cemil-bayik-akpnin-dili-sorunu-daha-da-derinlestiriyor )
“Barış” sürecinde silahlı mücadele ve askeri güçlerin
akıbeti
Sonuçta, süregelen savaşın sonlandırılması çağrısı yapılacak
ve en azından bir süreliğine de olsa, muhtemelen “barışılacak” gibi. Bundan
ötürü de özellikle de Rojava ve MSA’da üslenerek sürdürülen savaşa, bir bakıma,
“omuz verme” pozisyonunda olan (bu konuda belki MLKP’yi biraz daha farklı
değerlendirmek gerekecek. Çünkü onlar PKK ile ittifak ilişkisi boyutunda savaşa
katılıyorlardı) Türkiyeli ve K. Kürdistanlı sol-sosyalist ve komünist yapılar
açısından eski tarzda devam etmenin koşulları sona ermiş olacak. Dolayısıyla da
kendilerine yeni bir rota çizmeleri gerekecek. Kendisinin silahlı mücadeleye
son verip, Türk Devletiyle barış yaptığı koşullarda PKK de, Rojava Özerk
Yönetimi de (ya da yeni adı her ne olacaksa) herhalde ki ne Rojava’da ne MSA’da
ve nede Kandil’de üslenerek Türk Devleti ile savaşmanıza göz yummaz. Türk
Devleti ile varılan barışı korumak zorunda olduğu sürece de buna göz yumamaz.
Hatta K. Kürdistan’da bile silahlı mücadele yürütülmesini istemeyecektir,
barışı korumak istediği müddetçe.
K. Kürdistan’da silahlı mücadele ve yeni yerel
muktedirler
Öte yandan K. Kürdistan’da yürütülecekse silahlı mücadele,
bu, kaçınılmaz olarak sınıfsal mücadele eksenli olacaktır. Keza K. Kürdistan
Türk Devleti’ne nasıl bir siyasi statüyle bağlanacak olursa olsun, ama her
halükârda, yürütülecek sınıf mücadelesinin bir şekilde “yereldeki muhatabı”,
dünün ulusal özgürlük savaşçıları olan bugünün “muktedirleri” olacaktır. Yani
kaçınılmaz olarak, dünün dost güçleri, yarın düşman güçler olarak karşı karşıya
geleceklerdir.
Yeni strateji ve konumlanış arayışları kaçınılmaz olacak
İşte bütün bunlardan ötürü Türkiye ve K. Kürdistanlı
sol-sosyalist ve komünist yapılar hem Rojava ve MSA’da ki örgütsel
geleceklerini ve hem de genel olarak silahlı mücadeleyi, ortaya çıkan bu yeni
koşullarda nasıl bir formata kavuşturmaları gerektiğini kararlaştırmak
zorundadırlar (Muhtemelen birçoğu bunu zaten çoktan yapmıştır bile).
Şu çok açık ki bu örgütler için bu sahalar artık silahlı
mücadeleyi sürdürebileceği alanlar olmayacaktır. Muhtemelen “izinli üs
alanları” olarak kullanma durumu da olmayacaktır orta vadede. İllegal üslenme
koşulları yaratabilenler, ya da farklı seçeneklerle, dayatılan “barışı” veto
edip, silahlı direnişe devam edecek PKK güçleri olursa, onlarla birlikte aynı
alanları üs olarak kullanma imkânı oluşabilirse, belki bir süre daha bunu
deneyebilir.
Ya da Türk Devleti ile bir şekilde “kapanmamış hesabı” olan
komşu devletlerin göz yumacağı küçük fırsatlar: Fakat bunlar da genelde,
karşılıklı kullanma koşuluyla bunu yapacaklarından ve keza diyelim ki İran’ın
Molla rejimiyle bu türden bir ilişkilenme durumuna razı olmak ne kadar doğru
olacaktır acaba? İlkesel boyutlar arz eden yönleri olacağından; elbette ki
oldukça sıkıntılı ve tartışmalı bir mevzu olur bu.
Asıl karar verilmesi gereken konu
Sorunun bu tarz örgütsel boyutundan ziyade, asıl karar
verilmesi gereken konu, tabii ki öncelikli olarak silahlı mücadelenin nasıl bir
format ile ele alınacağının netleştirilip, karar altına alınmasıdır. Çünkü
yukarıda ki örgütsel boyutun nasıl ele alınması gerektiğini de bu
belirleyecektir. Örneğin eski tarz bir silahlı mücadelede ısrar etmeyecekler
açısından, sınır dışında askeri kamp veya üs sorunu da en azından ilk etapta
pek de gerekli olmayacaktır doğallığıyla.
Silahlı mücadelenin hâlâ devrimin başından sonuna kadar,
yani Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisinde ön görülen, “baştan sonuna kadar
sürekli” olması tarzıyla, geçerli olacağını savunmaya devam eden örgütler
açısından alınacak karar bellidir: Dün nasıl ki askeri güçlerini Rojava’ya
aktarıp, silahlı mücadeleyi o sahadan sürdürmeyi günün gerekliliği olarak izah
etmişlerdiyse; bugün de değişen koşullar gereği, o güçlerini tekrar Türkiye ve
K. Kürdistan’a çekip, orada konumlandırarak, silahlı mücadelelerini “kaldıkları
yeden” devam ettirebilirler pekâlâ.
Yani karar ve teorik ön görülerine karşı tutarlı olacak ve
bunda ısrar edeceklerse; yapılacak şey bundan başka bir şey olmayacaktır. Ya da
bu teori ve dolayısıyla da kararın uygulanabilirliğinin olmadığının, en azından
sezgisel olarak da idrakindeyseler; ilgili karar mekanizmalarını olağanüstü
toplayıp, somut gerçekliğe uygun yeni kararlar almaları ve teorilerini, somut
sosyal pratiğe uyarlı olarak, yeniden formüle etmeleri gerekecektir.
Türkiye ve K. Kürdistan’da silahlı mücadelenin o eski
tarzıyla artık sürdürülemez olduğunu düşünen ve örgütlerinin kolektif
iradesiyle bunu kararlaştırmış olanlar açısından silahlı mücadelenin yeni
formatı, Toplu Ayaklanma Stratejisince belli olduğundan; bunların işi ve yükü
biraz daha kolay ve hafif olacaktır. Mevcut askeri gücünün deşifre
olmamışlarını, savaş deneyimi kazanmış çekirdek güç olarak Türkiye ve K.
Kürdistan’da illegal olarak konumlandırabilirler. Devrimin askeri görevlerinin
örgütlenmesi ve yürütülmesinde bu güçler, merkezi olarak, siyaseten doğru
tarzda yönlendirme becerisi gösterilebilirse, hiç kuşku yok ki önemli roller
üslenebilirler. vs. vs.
HBDH’in akıbeti ve yeni devrimci ittifaklar
Yeni sürecin olumsuz getirilerinden bir diğeriyse; çeşitli
yapılarca oluşturulmuş olan Halkların Birleşik Devrim Hareketi’nin (HBDH), ana
omurgasını oluşturan PKK’nin çekilecek olmasından ötürü, örgütsel varlığını da
ön görülen işlevini de sürdüremeyecek olmasıdır. Zaten Toplu Ayaklanma
Stratejisine göre silahlı mücadeleyi ele alacaklar açısından; HBDH üzerinden
yürütülegelen silahlı mücadele tarz ve anlayışı, yeni koşullarda sürdürülebilir
olmayacağından; onlar, varlığını yeni bileşenleriyle devam ettirmesi halinde,
böylesi bir oluşumda zaten yer almak istemeyeceklerdir de. İhtiyaç duyanlar
ise, artık yeni bir Birleşik Devrim Hareketi örgütlerler mecburen.
Bir başka yeni süreç
Tabii bu özgün yerel “yeni süreç” haricinde de dünya
halklarının içine iteklendiği bir başka yeni süreç söz konusu: Bölgesel ve
küresel savaş riskinin artık maalesef ki bir realiteye dönüştüğü, apayrı bir
küresel yeni süreç! Başta sol-sosyalist ve komünist güçler olmak üzere, anti
emperyalist savaş karşıtı tüm güçlerin, yani bir başka ifadeyle, tüm insanlığın
top yekûn yoğunlaşması gereken asıl süreç!
Küresel yeni süreç ve silahlı mücadele
Kanlı bir emperyalist paylaşım savaş demek olan bu yeni
süreç, devrimci silahlı mücadeleyi, emperyalist savaşı iç savaşa çevirme
stratejisinin zorunlu bir unsuru olarak, kaçınılmaz bir şekilde, aktüel bir
görev olarak, sol-sosyalist ve komünistlerin önüne getirecektir.
Derdi gerçekten de doğan bu elverişli koşulları devrimi
gerçekleştirmek amacıyla en iyi şekilde kullanmak olanlar açısından, bu görevin
gereğini yerine getirmek, aynı zamanda tarihsel bir sorumluluktur da.
Daha önce ki bir makalemde; savaşların kendiliğinden devrime yol açmayacağını, ancak ki bunun olabilmesinin elverişli nesnel koşullarını var edeceklerini ifade etmiştim. Keza, devrimin gerçekleşebilmesinin ise; tamamen devrimcilerin mücadele ve devrim yapabilme becerilerine bağlı olduğunun altını kalınca çizmiştim. Ayrıca, bu görevin başarıyla yerine getirilebilmesi için, bugünden devrimci silahlı mücadelenin “alt yapısal hazırlıklarına” başlanmasının, zorunlu gerekliliğine dikkat çekmiştim.
( https://halilgundogan.blogspot.com/2024/11/savaslar-kendiliginden-devrime-yol-acar.html )
Kütüphane
- Anasayfa
- Partizan Dergi Arşivi -1992-2022
- Partizan Yayınları (1978-1980)
- Tarımda Yarı Feodal İlişkilerin Temel Dayanağı: Küçük Üretim-1-2
- Yarı Feodalizm - Tanımı
- Partimiz TKP-ML Darbeci Tasfiyeci Bir Saldırıyla Karşı Karşıya Kaldı!
- Diyarbakır Savunmaları__TKP-ML
- 1_ Tarih/imizden Notlar_"Önyargılar Gerçeğe Cehaletten Daha Uzaktır”
- 2- Tarih/imizden Notlar-KALANLAR VE AYRILANLAR-DARBE GERÇEKLİĞİ-1-2-3-4-5-6
- Hakim Üretim Tarzı ve Küçük Burjuva Kafa Karışıklığı
- İçel Ekonomisinin Yapısal Durumu
- Kemalizm Tahlili Denemesi-1-2-3_Türk Komprador Burjuva Siyasetinin İnşası
- 1-TARİHTEN_NOTLAR_Anti-Emperyalist Niteliğe Sahip Olmayan Bir Ulusal Hareket "ulusal devrimci" Hareket olarak Nitelendirilemez!
- 2-TARİHTEN NOTLAR_Sınıf Biliçli Proleterya Bütün ULUSAL HAREKETLERİ Niteliğine Bakmadan Desteklermi?
- 3-TARiHTEN NOTLAR__FIRTINALAR İÇİNDE, BIÇAK SIRTINDA; İLKELERE VE HUKUKA SIMSIKI TUTUNMA ZAMANI!*
- 4-TARiHTEN NOTLAR-Nubar Ozanyan_20Nisan2016
- "Mao Zedung adı "Enginleri Fethetme Ruhu'nun sembolüdür"Yılmaz GÜNEY_1-2
Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...
MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.
https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------
TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”
Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya
Bloglar ve Linkler-2024
Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)