1 Şubat 2025 Cumartesi

Yeni “barış” sürecinde Türkiye ve K. Kürdistan’da silahlı mücadele_Halil Gündoğan_1.02.2025

 Yeni bir “barış” süreci kotarılıyor

Malûm olduğu üzere Türk Devleti, Bölgesel gelişmeler merkezli olarak, bir süreden beridir kendisi için bir “beka sorunu” riski algısı içerisinde. Tabii kendince, buna karşı çeşitli taktik ve stratejik hamleler de geliştirmekte. Bu hamlelerden biri de tarihteki benzer örneklerinden de aşina olduğumuz “Kürt-Türk İttifakıdır”.

Ne zaman ki kendisini bir varlık-yokluk ikileminde hissetmişse; orada hemen Kürtlerin imdadına sığınmaya çalışmıştır. Şimdi de benzer bir ikilemi yaşıyor olmalı ki on yıllardır katliamlardan geçirmekte olduğu Kürtler ile, “bin yıllık kardeşliğini” hatırlayıp; “hadi barışalım. Biz, etle-tırnak misali, ayrılamaz kardeşiz” retoriğine sarıldı.  

Bu elin, Öcalan üzerinden tutulabileceği kurnazlığını da yaparak; “barış” teklifinde bulundu. Öcalan ile nasıl bir pazarlık geliştirdiklerini ve neler üzerinde anlaştıklarını, her iki taraf da şimdilik bir “devlet sırı” olarak “gizli” tutuyor olduğundan; haliyle, kamuoyu bilmiyor. Ama sonuçta şu veya bu şekilde, Öcalan ile bir “Kürt-Türk İttifakının” kotarıldığı kesin. Bu, PKK’nin olası vetosuyla karşılanmaz ise; bir “barış” anlaşması ile sonuçlanacağı rahatlıkla söylenebilir. Nitekim Erdoğan, süreci doğrudan sahiplendiği o ilk beyanatında bunu aleni bir şekilde teyit etti de.

(https://www.dw.com/tr/erdo%C4%9Fandan-pkkn%C4%B1n-la%C4%9Fvedilmesiyle-ilgili-a%C3%A7%C4%B1klama/a-71299406 )

 

Yeni bir vizyon belirleme zorunluluğu

Bunun, elbette hem Türkiye ve K. Kürdistan halkı için ve hem de burada silahlı mücadele yürüten devrimci yapılar için yeni getiri ve götürüleri olacaktır. Bu bağlamda, gayet tabii ki sorunun muhatabı her siyasi özne, bütün bunları ve daha başka olasılıkları da masaya yatırıp analiz edecek, tespitlerde bulunacak ve kararlar alarak, kendince bir gelecek vizyonu ortaya koyacaktır.

 

Silahlı mücadelenin ele alınış tarzı

Türkiyeli ve K. Kürdistanlı sol-sosyalist, komünist sınıf hareketleri ve demokratik devrimci ulusal kurtuluş hareketlerinin önemlice bir çoğunluğunun en ayırt edici özelliği, 1971 devrimci kopuşuyla birlik, devrimci mücadeleyi ta en başından itibaren, silahlı mücadele şeklinde ortaya koymuş olmalarıydı. Kimileri bunu Küba Devriminin izlediği yöntemle, kimileri Çin Devriminin ve kimileri de Vietnam devriminin nispeten daha özgün yöntemleri üzerinden teorileştirip, pratiğe uygulamaya kalkıştı. Tümündeki ortak payda, uzun soluklu bir silahlı mücadeleyle, düşmanı kademeli olarak zayıflatıp, kitleleri devrim saflarında örgütlemek suretiyle, güçler dengesini değiştirip, devlet iktidarını ele geçirerek, devrimi gerçekleştirmekti.

 

Akıbetler ve kimler nereye nasıl evrildi?

Bunların bir kısmı 12 Eylül Askeri Faşist Darbesiyle tasfiye oldu. Sınıf mücadelesi eksenli olanlarının bir kısmı özellikle 1990 lı yıllarda şehir ve kır gerilla mücadelesine belli bir ivme kazandırdıysa da ancak tutunamayarak, Türkiye ve K. Kürdistan sahasında esasen tasfiye oldular. Gerçi bunlardan bazıları hâlâ silahlı güç sahibi olduklarının ve silahlı mücadele yürüttüklerinin iddiasına sahiplerse de ancak hiçbirinin, ortalama olarak 2010 yılını eşik olarak alıp belirtmek gerekirse; Türkiye ve K. Kürdistan’da yürüttüğü herhangi bir silahlı mücadelesi olmadığı gibi, kır gerilla güçleri de bulunmamakta: Bir kısmı sessiz sedasız geri çekilirken; bir kısmı ise Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi PKK ile ittifak oluşturarak, silahlı güçlerini ve mücadelesini onların saflarında var etmeyi tercih etti. Diğer bir kısmı ise Rojava’da oluşan ortamı değerlendirerek, kimisi elinde kalan az sayıdaki askeri güçlerini oraya kaydırıp yerleşerek; kimisi sıfırdan başlayıp, yeni askeri gruplar oluşturarak, silahlı mücadelesini orada var etmeye yöneldi.

 

Tabii burada, yani esasen sınır dışında var edilen ve kapsamı da oradaki demokratik Kürt kazanımlarının savunulup, korunmasıyla sınırlı bir silahlı mücadelenin ne kadar, o ilk başlardaki hali olan, iktidar hedefli silahlı mücadelenin yerini tutar, ne kadar aynı işleve sahip olur vs., bütün bunlar, doğal olarak, ayrı bir tartışma konusu. Tabii ki aynı olduğunu savunanlar, bunun nasıl mümkün olabileceğinin altını da gerekçelendirerek dolduruyorlardır herhalde.

 

Öcalan’ın “silahlı mücadele devri kapanmıştır” açıklaması

Sınıfsal mücadele eksenli devrimci yapıların durumu özetle böyleyken; demokratik devrimci ulusal kurtuluş hareketlerinden sadece, daha çok Vietnam devriminin özgünlükleri üzerinden askeri stratejisini oluşturan PKK gerçek anlamda bir silahlı mücadele pratiği ortaya koymayı başarabildi. Öyle ki savaşı, Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisi içinde hayli ileri bir aşama olan “Stratejik Denge Aşamasına” kadar ilerletebilmişti de. 

Ancak

 her ne kadarda “kendi gücüne güvenmeyi” esas aldıklarını söyleseler de burjuva ve küçük burjuva önderlikli ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerinin ekseriyeti, sırtlarını bir şekilde dış güçlere yaslar… 

Nitekim Öcalan şahsında, PKK’de ki belirgin stratejik yön sapması da belirgin olarak, SSCB ve Varşova Paktı’nın dağılmasıyla ortaya çıktı. Bu aşama itibariyle, zafere yürüme inancı aşamalı olarak gerileyecek ve Öcalan’ın Türk Devleti’nin eline düşmesiyle birlikte de son kertesine varacaktı. 

Bilindiği gibi Öcalan, “İmralı Savunması” ile, dünya kamuoyuna, silahlı mücadele devrinin artık tamamen kapanmış olduğunu duyurdu. Tabii ki bu tavır alış siyasi bir taktik gereği olarak değil; kategorik bir reddedişti.

 

Buna karşı PKK’nin tutumu

PKK, Öcalan’ın tüm görüş ve kararları gibi bu görüşünü de ilk başlarda “21. YY Manifestosu” olarak kabullendiyse de fakat devir o devir değildi. Yaşanmakta olunan sürecin realitesi, Öcalan’ın takındığı “romantik hümaniter” naifliğine şans tanımaktan çok uzaktı. Türk Devleti, Öcalan’ın bu tutumundan da destek alarak mutlak teslimiyeti dayattı. Diğer seçenek ise, savaşla yok etmekti…

 

PKK, tarihinde belki de ilk defa Öcalan’a rağmen kendi kolektif iradesinin emrettiğince yoluna devam etme tercihinde bulundu: “Savaşmak istemiyoruz; ama kendimizi savunmaktan da asla geri durmayız.” minvalinde bir tutum belirledi. Elbette bu, esasen savunma amaçlı ve Türk Devleti’ni “demokratik çözüme zorlama” hedefli, reformist bir silahlı mücadele anlayışıydı. 

Uzunca bir süre bir fiil K. Kürdistan’da kalarak bu mücadeleye devam ettilerse de hem savaş teknolojisinde öne çıkan İHA-SİHA, alan tutan kalekollar ve termal gözetleme gibi birtakım unsurlardan ötürü ve hem de kırsal alanların, bir savaş taktiği olarak, yoğun bir şekilde insansızlaştırmasının bir sonucu olarak, barınamayıp; “sınır dışına” çekilmek zorunda kaldılar.

 Ancak, Türk Devleti’nin gerek Kandil ve gerekse “Medya Savunma Alanları” (MSA) dedikleri gerilla üs alanlarına karşı başlattığı ve yıllardır da devam eden yok etme hamleleri karşısında, savunma savaşını büyük bir yetkinlikle bugüne değin sürdüre geldi.

 

Savunma savaşında 2. Cephe: Rojava

Keza Suriye’de patlak veren olaylar sürecinde gerek Rojava ve gerekse Şengal’de Kürt varlığını ve kazanımlarını hedef alan Türk Devleti ve destekleyip icazet verdiği başta İŞİD ve irili ufaklı onlarca cihatçı paramiliter çetelerin saldırıları karşısında, ikinci bir savunma savaşı cephesi daha açmak zorunda kaldı. Ve savaş, uzunca bir süredir bu cephede de devam ediyor. Tabii daha çok “Meskûn Mahal savunması” tarzı bir savaş olduğundan; haliyle, iktidar hedefli bütünlüklü bir savaş stratejisiyle özdeşleştirilemez de.

 

Öcalan’dan, bir kez daha silahlara veda çağrısını yinelemesi istendi.

Yapılan örtük açıklamalardan öyle anlaşılıyor ki Öcalan bu kez, bizzat devletin ricası üzerine çağrısını yineleyecek.  Yani devlet bununla, Öcalan’dan, Kürtlerin bu savaştan tek taraflı olarak çekildiklerini ilan etmesini istiyor aslında.

 

Halbuki bu savaşı dayatan bizzat devletin kendisi

Oysa Türk Devleti ve cihatçı, milliyetçi faşist çeteleri saldırmasa, Kürtler savaşı zaten ta Öcalan’ın o ilk çağrısıyla sonlandırmışlardı. Yani böylesine de ilginç bir gerçeklik söz konusu!

 

Devlet, barış talebinde samimi olsaydı

Öte yandan Öcalan ve Devlet açısından maksat “Kürt-Türk İttifakı” için “barış” ise; barış için neden iki taraf savaşa son verdiği üzerinde bir anlaşmaya varmıyor da Kürtlerin yenilgiyi kabullenmeleri anlamına gelen o tek taraflı dayatmalara başvuruluyor? Kimse kusura bakmasın ama, çünkü Kürtler adına masada oturan muhatap onlara bu hoyrat cüreti veriyor da ondan!..

 

Besbelli ki bu süreçte eli güçlü olan taraf Kürtler

Oysa şimdi bu “barışı” isteyen Devlet. Çünkü buna ihtiyacı var! Çünkü barışmadan, bir diğer zaruri ihtiyacı olan “Kürt-Türk İttifakını” oluşturmasının zemini oluşmayacak. Söz konusu ittifak ihtiyacı, onların algısında bir “bekâ” sorunu olarak karşılık buluyor. O halde demek ki “zor durumda” olan, yardım talep eden onlar ve mecburen adım atması ve alttan alması gerekenler de onlar.

 

Ama demek ki Öcalan, maalesef ki bu somut durumu göremeyecek veya görse de kullanmayı tercih etmeyecek kadar edilgen bir ruh hali içinde bu süreci ve olgularını ele alıyor. Nitekim PKK adına son noktayı koyan Cemil Bayık da diplomatik bir üslup özeniyle, bunun altını kalınca çiziyor: (https://hawarnews.com/tr/cemil-bayik-akpnin-dili-sorunu-daha-da-derinlestiriyor )

 

“Barış” sürecinde silahlı mücadele ve askeri güçlerin akıbeti

Sonuçta, süregelen savaşın sonlandırılması çağrısı yapılacak ve en azından bir süreliğine de olsa, muhtemelen “barışılacak” gibi. Bundan ötürü de özellikle de Rojava ve MSA’da üslenerek sürdürülen savaşa, bir bakıma, “omuz verme” pozisyonunda olan (bu konuda belki MLKP’yi biraz daha farklı değerlendirmek gerekecek. Çünkü onlar PKK ile ittifak ilişkisi boyutunda savaşa katılıyorlardı) Türkiyeli ve K. Kürdistanlı sol-sosyalist ve komünist yapılar açısından eski tarzda devam etmenin koşulları sona ermiş olacak. Dolayısıyla da kendilerine yeni bir rota çizmeleri gerekecek. Kendisinin silahlı mücadeleye son verip, Türk Devletiyle barış yaptığı koşullarda PKK de, Rojava Özerk Yönetimi de (ya da yeni adı her ne olacaksa) herhalde ki ne Rojava’da ne MSA’da ve nede Kandil’de üslenerek Türk Devleti ile savaşmanıza göz yummaz. Türk Devleti ile varılan barışı korumak zorunda olduğu sürece de buna göz yumamaz. Hatta K. Kürdistan’da bile silahlı mücadele yürütülmesini istemeyecektir, barışı korumak istediği müddetçe.

 

K. Kürdistan’da silahlı mücadele ve yeni yerel muktedirler

Öte yandan K. Kürdistan’da yürütülecekse silahlı mücadele, bu, kaçınılmaz olarak sınıfsal mücadele eksenli olacaktır. Keza K. Kürdistan Türk Devleti’ne nasıl bir siyasi statüyle bağlanacak olursa olsun, ama her halükârda, yürütülecek sınıf mücadelesinin bir şekilde “yereldeki muhatabı”, dünün ulusal özgürlük savaşçıları olan bugünün “muktedirleri” olacaktır. Yani kaçınılmaz olarak, dünün dost güçleri, yarın düşman güçler olarak karşı karşıya geleceklerdir.

 

Yeni strateji ve konumlanış arayışları kaçınılmaz olacak

İşte bütün bunlardan ötürü Türkiye ve K. Kürdistanlı sol-sosyalist ve komünist yapılar hem Rojava ve MSA’da ki örgütsel geleceklerini ve hem de genel olarak silahlı mücadeleyi, ortaya çıkan bu yeni koşullarda nasıl bir formata kavuşturmaları gerektiğini kararlaştırmak zorundadırlar (Muhtemelen birçoğu bunu zaten çoktan yapmıştır bile).

 

Şu çok açık ki bu örgütler için bu sahalar artık silahlı mücadeleyi sürdürebileceği alanlar olmayacaktır. Muhtemelen “izinli üs alanları” olarak kullanma durumu da olmayacaktır orta vadede. İllegal üslenme koşulları yaratabilenler, ya da farklı seçeneklerle, dayatılan “barışı” veto edip, silahlı direnişe devam edecek PKK güçleri olursa, onlarla birlikte aynı alanları üs olarak kullanma imkânı oluşabilirse, belki bir süre daha bunu deneyebilir.

 

Ya da Türk Devleti ile bir şekilde “kapanmamış hesabı” olan komşu devletlerin göz yumacağı küçük fırsatlar: Fakat bunlar da genelde, karşılıklı kullanma koşuluyla bunu yapacaklarından ve keza diyelim ki İran’ın Molla rejimiyle bu türden bir ilişkilenme durumuna razı olmak ne kadar doğru olacaktır acaba? İlkesel boyutlar arz eden yönleri olacağından; elbette ki oldukça sıkıntılı ve tartışmalı bir mevzu olur bu.

 

Asıl karar verilmesi gereken konu

Sorunun bu tarz örgütsel boyutundan ziyade, asıl karar verilmesi gereken konu, tabii ki öncelikli olarak silahlı mücadelenin nasıl bir format ile ele alınacağının netleştirilip, karar altına alınmasıdır. Çünkü yukarıda ki örgütsel boyutun nasıl ele alınması gerektiğini de bu belirleyecektir. Örneğin eski tarz bir silahlı mücadelede ısrar etmeyecekler açısından, sınır dışında askeri kamp veya üs sorunu da en azından ilk etapta pek de gerekli olmayacaktır doğallığıyla.

 

Silahlı mücadelenin hâlâ devrimin başından sonuna kadar, yani Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisinde ön görülen, “baştan sonuna kadar sürekli” olması tarzıyla, geçerli olacağını savunmaya devam eden örgütler açısından alınacak karar bellidir: Dün nasıl ki askeri güçlerini Rojava’ya aktarıp, silahlı mücadeleyi o sahadan sürdürmeyi günün gerekliliği olarak izah etmişlerdiyse; bugün de değişen koşullar gereği, o güçlerini tekrar Türkiye ve K. Kürdistan’a çekip, orada konumlandırarak, silahlı mücadelelerini “kaldıkları yeden” devam ettirebilirler pekâlâ.

 

Yani karar ve teorik ön görülerine karşı tutarlı olacak ve bunda ısrar edeceklerse; yapılacak şey bundan başka bir şey olmayacaktır. Ya da bu teori ve dolayısıyla da kararın uygulanabilirliğinin olmadığının, en azından sezgisel olarak da idrakindeyseler; ilgili karar mekanizmalarını olağanüstü toplayıp, somut gerçekliğe uygun yeni kararlar almaları ve teorilerini, somut sosyal pratiğe uyarlı olarak, yeniden formüle etmeleri gerekecektir.

 

Türkiye ve K. Kürdistan’da silahlı mücadelenin o eski tarzıyla artık sürdürülemez olduğunu düşünen ve örgütlerinin kolektif iradesiyle bunu kararlaştırmış olanlar açısından silahlı mücadelenin yeni formatı, Toplu Ayaklanma Stratejisince belli olduğundan; bunların işi ve yükü biraz daha kolay ve hafif olacaktır. Mevcut askeri gücünün deşifre olmamışlarını, savaş deneyimi kazanmış çekirdek güç olarak Türkiye ve K. Kürdistan’da illegal olarak konumlandırabilirler. Devrimin askeri görevlerinin örgütlenmesi ve yürütülmesinde bu güçler, merkezi olarak, siyaseten doğru tarzda yönlendirme becerisi gösterilebilirse, hiç kuşku yok ki önemli roller üslenebilirler. vs. vs.

 

HBDH’in akıbeti ve yeni devrimci ittifaklar

Yeni sürecin olumsuz getirilerinden bir diğeriyse; çeşitli yapılarca oluşturulmuş olan Halkların Birleşik Devrim Hareketi’nin (HBDH), ana omurgasını oluşturan PKK’nin çekilecek olmasından ötürü, örgütsel varlığını da ön görülen işlevini de sürdüremeyecek olmasıdır. Zaten Toplu Ayaklanma Stratejisine göre silahlı mücadeleyi ele alacaklar açısından; HBDH üzerinden yürütülegelen silahlı mücadele tarz ve anlayışı, yeni koşullarda sürdürülebilir olmayacağından; onlar, varlığını yeni bileşenleriyle devam ettirmesi halinde, böylesi bir oluşumda zaten yer almak istemeyeceklerdir de. İhtiyaç duyanlar ise, artık yeni bir Birleşik Devrim Hareketi örgütlerler mecburen.

 

Bir başka yeni süreç

Tabii bu özgün yerel “yeni süreç” haricinde de dünya halklarının içine iteklendiği bir başka yeni süreç söz konusu: Bölgesel ve küresel savaş riskinin artık maalesef ki bir realiteye dönüştüğü, apayrı bir küresel yeni süreç! Başta sol-sosyalist ve komünist güçler olmak üzere, anti emperyalist savaş karşıtı tüm güçlerin, yani bir başka ifadeyle, tüm insanlığın top yekûn yoğunlaşması gereken asıl süreç!

 

Küresel yeni süreç ve silahlı mücadele

Kanlı bir emperyalist paylaşım savaş demek olan bu yeni süreç, devrimci silahlı mücadeleyi, emperyalist savaşı iç savaşa çevirme stratejisinin zorunlu bir unsuru olarak, kaçınılmaz bir şekilde, aktüel bir görev olarak, sol-sosyalist ve komünistlerin önüne getirecektir.

 

Derdi gerçekten de doğan bu elverişli koşulları devrimi gerçekleştirmek amacıyla en iyi şekilde kullanmak olanlar açısından, bu görevin gereğini yerine getirmek, aynı zamanda tarihsel bir sorumluluktur da.

 

Daha önce ki bir makalemde; savaşların kendiliğinden devrime yol açmayacağını, ancak ki bunun olabilmesinin elverişli nesnel koşullarını var edeceklerini ifade etmiştim. Keza, devrimin gerçekleşebilmesinin ise; tamamen devrimcilerin mücadele ve devrim yapabilme becerilerine bağlı olduğunun altını kalınca çizmiştim. Ayrıca, bu görevin başarıyla yerine getirilebilmesi için, bugünden devrimci silahlı mücadelenin “alt yapısal hazırlıklarına” başlanmasının, zorunlu gerekliliğine dikkat çekmiştim.

https://halilgundogan.blogspot.com/2024/11/savaslar-kendiliginden-devrime-yol-acar.html )



Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)