Yeni bir “barış” süreci kotarılıyor
Malûm olduğu üzere Türk Devleti, Bölgesel gelişmeler
merkezli olarak, bir süreden beridir kendisi için bir “beka sorunu” riski
algısı içerisinde. Tabii kendince, buna karşı çeşitli taktik ve stratejik
hamleler de geliştirmekte. Bu hamlelerden biri de tarihteki benzer
örneklerinden de aşina olduğumuz “Kürt-Türk İttifakıdır”.
Ne zaman ki kendisini bir varlık-yokluk ikileminde hissetmişse;
orada hemen Kürtlerin imdadına sığınmaya çalışmıştır. Şimdi de benzer bir
ikilemi yaşıyor olmalı ki on yıllardır katliamlardan geçirmekte olduğu Kürtler
ile, “bin yıllık kardeşliğini” hatırlayıp; “hadi barışalım. Biz, etle-tırnak
misali, ayrılamaz kardeşiz” retoriğine sarıldı.
Bu elin, Öcalan üzerinden tutulabileceği kurnazlığını da
yaparak; “barış” teklifinde bulundu. Öcalan ile nasıl bir pazarlık
geliştirdiklerini ve neler üzerinde anlaştıklarını, her iki taraf da şimdilik
bir “devlet sırı” olarak “gizli” tutuyor olduğundan; haliyle, kamuoyu bilmiyor.
Ama sonuçta şu veya bu şekilde, Öcalan ile bir “Kürt-Türk İttifakının”
kotarıldığı kesin. Bu, PKK’nin olası vetosuyla karşılanmaz ise; bir “barış”
anlaşması ile sonuçlanacağı rahatlıkla söylenebilir. Nitekim Erdoğan, süreci
doğrudan sahiplendiği o ilk beyanatında bunu aleni bir şekilde teyit etti de.
Yeni bir vizyon belirleme zorunluluğu
Bunun, elbette hem Türkiye ve K. Kürdistan halkı için ve hem
de burada silahlı mücadele yürüten devrimci yapılar için yeni getiri ve götürüleri
olacaktır. Bu bağlamda, gayet tabii ki sorunun muhatabı her siyasi özne, bütün
bunları ve daha başka olasılıkları da masaya yatırıp analiz edecek, tespitlerde
bulunacak ve kararlar alarak, kendince bir gelecek vizyonu ortaya koyacaktır.
Silahlı mücadelenin ele alınış tarzı
Türkiyeli ve K. Kürdistanlı sol-sosyalist, komünist sınıf
hareketleri ve demokratik devrimci ulusal kurtuluş hareketlerinin önemlice bir
çoğunluğunun en ayırt edici özelliği, 1971 devrimci kopuşuyla birlik, devrimci
mücadeleyi ta en başından itibaren, silahlı mücadele şeklinde ortaya koymuş
olmalarıydı. Kimileri bunu Küba Devriminin izlediği yöntemle, kimileri Çin
Devriminin ve kimileri de Vietnam devriminin nispeten daha özgün yöntemleri
üzerinden teorileştirip, pratiğe uygulamaya kalkıştı. Tümündeki ortak payda,
uzun soluklu bir silahlı mücadeleyle, düşmanı kademeli olarak zayıflatıp,
kitleleri devrim saflarında örgütlemek suretiyle, güçler dengesini değiştirip,
devlet iktidarını ele geçirerek, devrimi gerçekleştirmekti.
Akıbetler ve kimler nereye nasıl evrildi?
Bunların bir kısmı 12 Eylül Askeri Faşist Darbesiyle tasfiye
oldu. Sınıf mücadelesi eksenli olanlarının bir kısmı özellikle 1990 lı yıllarda
şehir ve kır gerilla mücadelesine belli bir ivme kazandırdıysa da ancak tutunamayarak,
Türkiye ve K. Kürdistan sahasında esasen tasfiye oldular. Gerçi bunlardan
bazıları hâlâ silahlı güç sahibi olduklarının ve silahlı mücadele
yürüttüklerinin iddiasına sahiplerse de ancak hiçbirinin, ortalama olarak 2010
yılını eşik olarak alıp belirtmek gerekirse; Türkiye ve K. Kürdistan’da
yürüttüğü herhangi bir silahlı mücadelesi olmadığı gibi, kır gerilla güçleri de
bulunmamakta: Bir kısmı sessiz sedasız geri çekilirken; bir kısmı ise Kürt
Ulusal Kurtuluş Hareketi PKK ile ittifak oluşturarak, silahlı güçlerini ve
mücadelesini onların saflarında var etmeyi tercih etti. Diğer bir kısmı ise
Rojava’da oluşan ortamı değerlendirerek, kimisi elinde kalan az sayıdaki askeri
güçlerini oraya kaydırıp yerleşerek; kimisi sıfırdan başlayıp, yeni askeri gruplar
oluşturarak, silahlı mücadelesini orada var etmeye yöneldi.
Tabii burada, yani esasen sınır dışında var edilen ve
kapsamı da oradaki demokratik Kürt kazanımlarının savunulup, korunmasıyla
sınırlı bir silahlı mücadelenin ne kadar, o ilk başlardaki hali olan, iktidar
hedefli silahlı mücadelenin yerini tutar, ne kadar aynı işleve sahip olur vs.,
bütün bunlar, doğal olarak, ayrı bir tartışma konusu. Tabii ki aynı olduğunu
savunanlar, bunun nasıl mümkün olabileceğinin altını da gerekçelendirerek
dolduruyorlardır herhalde.
Öcalan’ın “silahlı mücadele devri kapanmıştır” açıklaması
Sınıfsal mücadele eksenli devrimci yapıların durumu özetle böyleyken; demokratik devrimci ulusal kurtuluş hareketlerinden sadece, daha çok Vietnam devriminin özgünlükleri üzerinden askeri stratejisini oluşturan PKK gerçek anlamda bir silahlı mücadele pratiği ortaya koymayı başarabildi. Öyle ki savaşı, Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisi içinde hayli ileri bir aşama olan “Stratejik Denge Aşamasına” kadar ilerletebilmişti de.
Ancak
her ne kadarda “kendi gücüne güvenmeyi” esas aldıklarını söyleseler de burjuva ve küçük burjuva önderlikli ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerinin ekseriyeti, sırtlarını bir şekilde dış güçlere yaslar…
Nitekim Öcalan şahsında, PKK’de ki belirgin stratejik yön sapması da belirgin olarak, SSCB ve Varşova Paktı’nın dağılmasıyla ortaya çıktı. Bu aşama itibariyle, zafere yürüme inancı aşamalı olarak gerileyecek ve Öcalan’ın Türk Devleti’nin eline düşmesiyle birlikte de son kertesine varacaktı.
Bilindiği gibi Öcalan, “İmralı Savunması” ile, dünya
kamuoyuna, silahlı mücadele devrinin artık tamamen kapanmış olduğunu duyurdu.
Tabii ki bu tavır alış siyasi bir taktik gereği olarak değil; kategorik bir
reddedişti.
Buna karşı PKK’nin tutumu
PKK, Öcalan’ın tüm görüş ve kararları gibi bu görüşünü de
ilk başlarda “21. YY Manifestosu” olarak kabullendiyse de fakat devir o devir
değildi. Yaşanmakta olunan sürecin realitesi, Öcalan’ın takındığı “romantik
hümaniter” naifliğine şans tanımaktan çok uzaktı. Türk Devleti, Öcalan’ın bu
tutumundan da destek alarak mutlak teslimiyeti dayattı. Diğer seçenek ise,
savaşla yok etmekti…
PKK, tarihinde belki de ilk defa Öcalan’a rağmen kendi kolektif iradesinin emrettiğince yoluna devam etme tercihinde bulundu: “Savaşmak istemiyoruz; ama kendimizi savunmaktan da asla geri durmayız.” minvalinde bir tutum belirledi. Elbette bu, esasen savunma amaçlı ve Türk Devleti’ni “demokratik çözüme zorlama” hedefli, reformist bir silahlı mücadele anlayışıydı.
Uzunca bir süre bir fiil K. Kürdistan’da kalarak bu mücadeleye devam ettilerse de hem savaş teknolojisinde öne çıkan İHA-SİHA, alan tutan kalekollar ve termal gözetleme gibi birtakım unsurlardan ötürü ve hem de kırsal alanların, bir savaş taktiği olarak, yoğun bir şekilde insansızlaştırmasının bir sonucu olarak, barınamayıp; “sınır dışına” çekilmek zorunda kaldılar.
Ancak,
Türk Devleti’nin gerek Kandil ve gerekse “Medya Savunma Alanları” (MSA)
dedikleri gerilla üs alanlarına karşı başlattığı ve yıllardır da devam eden yok
etme hamleleri karşısında, savunma savaşını büyük bir yetkinlikle bugüne değin
sürdüre geldi.
Savunma savaşında 2. Cephe: Rojava
Keza Suriye’de patlak veren olaylar sürecinde gerek Rojava
ve gerekse Şengal’de Kürt varlığını ve kazanımlarını hedef alan Türk Devleti ve
destekleyip icazet verdiği başta İŞİD ve irili ufaklı onlarca cihatçı
paramiliter çetelerin saldırıları karşısında, ikinci bir savunma savaşı cephesi
daha açmak zorunda kaldı. Ve savaş, uzunca bir süredir bu cephede de devam
ediyor. Tabii daha çok “Meskûn Mahal savunması” tarzı bir savaş olduğundan;
haliyle, iktidar hedefli bütünlüklü bir savaş stratejisiyle özdeşleştirilemez
de.
Öcalan’dan, bir kez daha silahlara veda çağrısını
yinelemesi istendi.
Yapılan örtük açıklamalardan öyle anlaşılıyor ki Öcalan bu
kez, bizzat devletin ricası üzerine çağrısını yineleyecek. Yani
devlet bununla, Öcalan’dan, Kürtlerin bu savaştan tek taraflı olarak
çekildiklerini ilan etmesini istiyor aslında.
Halbuki bu savaşı dayatan bizzat devletin kendisi
Oysa Türk Devleti ve cihatçı, milliyetçi faşist çeteleri
saldırmasa, Kürtler savaşı zaten ta Öcalan’ın o ilk çağrısıyla
sonlandırmışlardı. Yani böylesine de ilginç bir gerçeklik söz konusu!
Devlet, barış talebinde samimi olsaydı
Öte yandan Öcalan ve Devlet açısından maksat “Kürt-Türk
İttifakı” için “barış” ise; barış için neden iki taraf savaşa son verdiği
üzerinde bir anlaşmaya varmıyor da Kürtlerin yenilgiyi kabullenmeleri anlamına
gelen o tek taraflı dayatmalara başvuruluyor? Kimse kusura bakmasın ama, çünkü
Kürtler adına masada oturan muhatap onlara bu hoyrat cüreti veriyor da ondan!..
Besbelli ki bu süreçte eli güçlü olan taraf Kürtler
Oysa şimdi bu “barışı” isteyen Devlet. Çünkü buna ihtiyacı
var! Çünkü barışmadan, bir diğer zaruri ihtiyacı olan “Kürt-Türk İttifakını”
oluşturmasının zemini oluşmayacak. Söz konusu ittifak ihtiyacı, onların
algısında bir “bekâ” sorunu olarak karşılık buluyor. O halde demek ki “zor
durumda” olan, yardım talep eden onlar ve mecburen adım atması ve alttan alması
gerekenler de onlar.
Ama demek ki Öcalan, maalesef ki bu somut durumu göremeyecek
veya görse de kullanmayı tercih etmeyecek kadar edilgen bir ruh hali içinde bu
süreci ve olgularını ele alıyor. Nitekim PKK adına son noktayı koyan Cemil
Bayık da diplomatik bir üslup özeniyle, bunun altını kalınca çiziyor: (https://hawarnews.com/tr/cemil-bayik-akpnin-dili-sorunu-daha-da-derinlestiriyor )
“Barış” sürecinde silahlı mücadele ve askeri güçlerin
akıbeti
Sonuçta, süregelen savaşın sonlandırılması çağrısı yapılacak
ve en azından bir süreliğine de olsa, muhtemelen “barışılacak” gibi. Bundan
ötürü de özellikle de Rojava ve MSA’da üslenerek sürdürülen savaşa, bir bakıma,
“omuz verme” pozisyonunda olan (bu konuda belki MLKP’yi biraz daha farklı
değerlendirmek gerekecek. Çünkü onlar PKK ile ittifak ilişkisi boyutunda savaşa
katılıyorlardı) Türkiyeli ve K. Kürdistanlı sol-sosyalist ve komünist yapılar
açısından eski tarzda devam etmenin koşulları sona ermiş olacak. Dolayısıyla da
kendilerine yeni bir rota çizmeleri gerekecek. Kendisinin silahlı mücadeleye
son verip, Türk Devletiyle barış yaptığı koşullarda PKK de, Rojava Özerk
Yönetimi de (ya da yeni adı her ne olacaksa) herhalde ki ne Rojava’da ne MSA’da
ve nede Kandil’de üslenerek Türk Devleti ile savaşmanıza göz yummaz. Türk
Devleti ile varılan barışı korumak zorunda olduğu sürece de buna göz yumamaz.
Hatta K. Kürdistan’da bile silahlı mücadele yürütülmesini istemeyecektir,
barışı korumak istediği müddetçe.
K. Kürdistan’da silahlı mücadele ve yeni yerel
muktedirler
Öte yandan K. Kürdistan’da yürütülecekse silahlı mücadele,
bu, kaçınılmaz olarak sınıfsal mücadele eksenli olacaktır. Keza K. Kürdistan
Türk Devleti’ne nasıl bir siyasi statüyle bağlanacak olursa olsun, ama her
halükârda, yürütülecek sınıf mücadelesinin bir şekilde “yereldeki muhatabı”,
dünün ulusal özgürlük savaşçıları olan bugünün “muktedirleri” olacaktır. Yani
kaçınılmaz olarak, dünün dost güçleri, yarın düşman güçler olarak karşı karşıya
geleceklerdir.
Yeni strateji ve konumlanış arayışları kaçınılmaz olacak
İşte bütün bunlardan ötürü Türkiye ve K. Kürdistanlı
sol-sosyalist ve komünist yapılar hem Rojava ve MSA’da ki örgütsel
geleceklerini ve hem de genel olarak silahlı mücadeleyi, ortaya çıkan bu yeni
koşullarda nasıl bir formata kavuşturmaları gerektiğini kararlaştırmak
zorundadırlar (Muhtemelen birçoğu bunu zaten çoktan yapmıştır bile).
Şu çok açık ki bu örgütler için bu sahalar artık silahlı
mücadeleyi sürdürebileceği alanlar olmayacaktır. Muhtemelen “izinli üs
alanları” olarak kullanma durumu da olmayacaktır orta vadede. İllegal üslenme
koşulları yaratabilenler, ya da farklı seçeneklerle, dayatılan “barışı” veto
edip, silahlı direnişe devam edecek PKK güçleri olursa, onlarla birlikte aynı
alanları üs olarak kullanma imkânı oluşabilirse, belki bir süre daha bunu
deneyebilir.
Ya da Türk Devleti ile bir şekilde “kapanmamış hesabı” olan
komşu devletlerin göz yumacağı küçük fırsatlar: Fakat bunlar da genelde,
karşılıklı kullanma koşuluyla bunu yapacaklarından ve keza diyelim ki İran’ın
Molla rejimiyle bu türden bir ilişkilenme durumuna razı olmak ne kadar doğru
olacaktır acaba? İlkesel boyutlar arz eden yönleri olacağından; elbette ki
oldukça sıkıntılı ve tartışmalı bir mevzu olur bu.
Asıl karar verilmesi gereken konu
Sorunun bu tarz örgütsel boyutundan ziyade, asıl karar
verilmesi gereken konu, tabii ki öncelikli olarak silahlı mücadelenin nasıl bir
format ile ele alınacağının netleştirilip, karar altına alınmasıdır. Çünkü
yukarıda ki örgütsel boyutun nasıl ele alınması gerektiğini de bu
belirleyecektir. Örneğin eski tarz bir silahlı mücadelede ısrar etmeyecekler
açısından, sınır dışında askeri kamp veya üs sorunu da en azından ilk etapta
pek de gerekli olmayacaktır doğallığıyla.
Silahlı mücadelenin hâlâ devrimin başından sonuna kadar,
yani Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisinde ön görülen, “baştan sonuna kadar
sürekli” olması tarzıyla, geçerli olacağını savunmaya devam eden örgütler
açısından alınacak karar bellidir: Dün nasıl ki askeri güçlerini Rojava’ya
aktarıp, silahlı mücadeleyi o sahadan sürdürmeyi günün gerekliliği olarak izah
etmişlerdiyse; bugün de değişen koşullar gereği, o güçlerini tekrar Türkiye ve
K. Kürdistan’a çekip, orada konumlandırarak, silahlı mücadelelerini “kaldıkları
yeden” devam ettirebilirler pekâlâ.
Yani karar ve teorik ön görülerine karşı tutarlı olacak ve
bunda ısrar edeceklerse; yapılacak şey bundan başka bir şey olmayacaktır. Ya da
bu teori ve dolayısıyla da kararın uygulanabilirliğinin olmadığının, en azından
sezgisel olarak da idrakindeyseler; ilgili karar mekanizmalarını olağanüstü
toplayıp, somut gerçekliğe uygun yeni kararlar almaları ve teorilerini, somut
sosyal pratiğe uyarlı olarak, yeniden formüle etmeleri gerekecektir.
Türkiye ve K. Kürdistan’da silahlı mücadelenin o eski
tarzıyla artık sürdürülemez olduğunu düşünen ve örgütlerinin kolektif
iradesiyle bunu kararlaştırmış olanlar açısından silahlı mücadelenin yeni
formatı, Toplu Ayaklanma Stratejisince belli olduğundan; bunların işi ve yükü
biraz daha kolay ve hafif olacaktır. Mevcut askeri gücünün deşifre
olmamışlarını, savaş deneyimi kazanmış çekirdek güç olarak Türkiye ve K.
Kürdistan’da illegal olarak konumlandırabilirler. Devrimin askeri görevlerinin
örgütlenmesi ve yürütülmesinde bu güçler, merkezi olarak, siyaseten doğru
tarzda yönlendirme becerisi gösterilebilirse, hiç kuşku yok ki önemli roller
üslenebilirler. vs. vs.
HBDH’in akıbeti ve yeni devrimci ittifaklar
Yeni sürecin olumsuz getirilerinden bir diğeriyse; çeşitli
yapılarca oluşturulmuş olan Halkların Birleşik Devrim Hareketi’nin (HBDH), ana
omurgasını oluşturan PKK’nin çekilecek olmasından ötürü, örgütsel varlığını da
ön görülen işlevini de sürdüremeyecek olmasıdır. Zaten Toplu Ayaklanma
Stratejisine göre silahlı mücadeleyi ele alacaklar açısından; HBDH üzerinden
yürütülegelen silahlı mücadele tarz ve anlayışı, yeni koşullarda sürdürülebilir
olmayacağından; onlar, varlığını yeni bileşenleriyle devam ettirmesi halinde,
böylesi bir oluşumda zaten yer almak istemeyeceklerdir de. İhtiyaç duyanlar
ise, artık yeni bir Birleşik Devrim Hareketi örgütlerler mecburen.
Bir başka yeni süreç
Tabii bu özgün yerel “yeni süreç” haricinde de dünya
halklarının içine iteklendiği bir başka yeni süreç söz konusu: Bölgesel ve
küresel savaş riskinin artık maalesef ki bir realiteye dönüştüğü, apayrı bir
küresel yeni süreç! Başta sol-sosyalist ve komünist güçler olmak üzere, anti
emperyalist savaş karşıtı tüm güçlerin, yani bir başka ifadeyle, tüm insanlığın
top yekûn yoğunlaşması gereken asıl süreç!
Küresel yeni süreç ve silahlı mücadele
Kanlı bir emperyalist paylaşım savaş demek olan bu yeni
süreç, devrimci silahlı mücadeleyi, emperyalist savaşı iç savaşa çevirme
stratejisinin zorunlu bir unsuru olarak, kaçınılmaz bir şekilde, aktüel bir
görev olarak, sol-sosyalist ve komünistlerin önüne getirecektir.
Derdi gerçekten de doğan bu elverişli koşulları devrimi
gerçekleştirmek amacıyla en iyi şekilde kullanmak olanlar açısından, bu görevin
gereğini yerine getirmek, aynı zamanda tarihsel bir sorumluluktur da.
Daha önce ki bir makalemde; savaşların kendiliğinden devrime yol açmayacağını, ancak ki bunun olabilmesinin elverişli nesnel koşullarını var edeceklerini ifade etmiştim. Keza, devrimin gerçekleşebilmesinin ise; tamamen devrimcilerin mücadele ve devrim yapabilme becerilerine bağlı olduğunun altını kalınca çizmiştim. Ayrıca, bu görevin başarıyla yerine getirilebilmesi için, bugünden devrimci silahlı mücadelenin “alt yapısal hazırlıklarına” başlanmasının, zorunlu gerekliliğine dikkat çekmiştim.
( https://halilgundogan.blogspot.com/2024/11/savaslar-kendiliginden-devrime-yol-acar.html )