3 Şubat 2025 Pazartesi

"Stalin’in soygunu “ bitmek bilmeyen yalan ve iftiralar..!

Biliyoruz ki komünist önderler için en çok sadırıya maruz kalan Stalin yoldaş olmuştur. Olmadık karalama ve yalan yüklü kampanyalarla Stalin yoldaş gözden düşürülmeye , ilkeli ve kararlı cesaretli duruşu, burjuvazi ve onların hempalarına karşı uzlaşmaz tutumu nedeniyle burjuvaziden revizyonistlere, döneklerden Troçkist iktidarsızlığın teorisini yapanlara kadar geniş kesim Stalin nezdin de, M-L'e saldırdılar ve hala da saldırmaya, demagojiyi yaparak ve gerçekleri çarpıtmaya devam ediyorlar.

Bolşevik Partinin mali zorluklarını gidermek amaçlı Stalinin öncülüğünde yapılan başarılı kamulaştırma eylemleri hakkında bile, sosyalizm ve Stalin düşmanlarınca, karalama ve demagoji saldırılarıyla şaibe yaratılmaya çalışılmıştır. Okuyup-araştırarak gerçeğe ulaşmaktan geri durmayalım.

"Stalin’in soygunu!

Pek çok kişi dönemin polis raporlarından yola çıkarak Stalin’in ‘bir köşede sigara içmesinden’ dem vurmuş. Bu iddiayı öne sürenlerin, eylemde ölen atlara kadar zayiatı bir bir sıraladıktan sonra Stalin’in ‘rahatlığına’ takılması ilginç. Stalin de tıpkı Kamo gibi olayın en önünde yer alsa, bir-iki bomba da o atmış olsa -ki bunu da iddia edenler var- daha mı tatmin edici bir ‘imajı’ olacaktı?

Tarihi araştırırken, komplo teorilerinden sıyrılarak gerçeği bulmak hiçbir zaman kolay değil. Hele bu isim ‘Stalin’ ise, öne sürülen bilgileri tekrar tekrar araştırmak/karşılaştırmak şart oluyor! Tarihin tartışmasız en ‘medyatik’ isimlerinden birinden söz ediyoruz aynı zamanda çünkü. Sadece Sovyetler Birliği’ni yönettiği dönemle değil, gençliğiyle, devrim öncesi politik tutumuyla da hep tartışma konusu yapıldı Stalin. Ülkesine yönelik kuşatmanın sembol ismi olduğu için genelde sistematik olarak spekülatif suçlamalarla karşılaştı. Ve bunlardan doğan ‘tartışmalar’ da genelde tek taraflı ilerledi. Bolşeviklerin Tiflis İmparatorluk Bankası’na 1907’de yaptığı banka soygunu -ya da kendi tanımlamalarıyla ‘kamulaştırma eylemi’- Stalin’in gençliğine dair destekli/desteksiz ortaya atılan neredeyse bütün iddiaların doğduğu bir olay.

Bugünün parasıyla yaklaşık 3.9 milyon dolara (341 bin ruble) Bolşevikler tarafından el konulduğu eylemin Kamo’yla birlikte düzenleyicilerinden olan Stalin için neler denmiyor ki: “Çarlık gizli polisi Ohrana’ya bilgi sızdırıyordu, ajandı”, “Eylemi ‘korktuğu için’ uzak bir noktadan izledi”, “Arkadaşlarını ‘çekemediği için’ onları ölüme gönderdi”… Stalin gibi tarihsel bir figürün, doğrusuyla yanlışıyla yaptığı her şeyi tabiri caizse ‘psikopatlığına’ indirgeyen bu iddiaların somutlaştığı 1907 tarihli soygunda olup bitenler tam da bu nedenle ‘gerçeği’ anlamak için önemli.

O halde önce bu olayı anlatalım. Ardından Stalin’in rolüne dair dile getirilen iddiaları inceleyelim.

BANKA KARŞISINDA ‘ÜNİFORMALI’ BİR BOLŞEVİK

Her partide olduğu gibi Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (RSDİP) Bolşevik kanadının da mali işlerden sorumlu bir grubu bulunuyordu. Menşeviklerle yaşanan ayrılığın ardından Bolşeviklerde bu alanda öne çıkan isimler, Lenin, Krasin ve Bogdanov gibi partinin önemli kadroları oldu. Burada Krasin’in adı çok öne çıkmasa da oynadığı rolün Bolşevikler için oldukça önemli olduğunu söylememiz gerek. Alanındaki yeteneğine bir örnek vermek gerekirse de şu olayı anlatabiliriz: 1900’lü yıllarda, dönemin ünlü aktrisi Vera Komissarzhevskaya, Krasin’in bağlantıları ve çalışmaları sonucunda RSDİP için Bakü’de bir gösteri düzenledi. Komissarzhevskaya’nın elde ettiği tüm gelir Krasin’e teslim edildi ve Bolşevikler bu paralarla Bakü’de bir yeraltı matbaası kurdu. Yani soygunlar ya da ‘kamulaştırmalar’ özellikle 1906’dan sonra Bolşevikler için önemli bir gelir sağlasa da yegane kaynak değillerdi.


Tiflis soygununa gelecek olursak… Eylemin organizasyonu mali sorumlularla birlikte yapılmıştı. Stalin ve Kamo’nun soyguna ‘alandan’ katılmasındaysa şaşılacak bir şey yok. Birincisi her ikisi de o bölgenin insanlarıydı. Çevreyi ve insanları iyi tanıyorlardı. İkincisiyse Bolşeviklere konuyla ilgili bilgiler iki devlet çalışanı tarafından Stalin aracılığıyla sızdırılmaktaydı. Parayı taşıyan araç ve en yüklü teslimatın ne zaman yapılacağı hakkında detaylı bilgiler biri Bolşevik sempatizanı, diğeri Stalin’in eski bir okul arkadaşı olan devlet görevlileri tarafından doğrudan kendisine iletiliyordu.

Şimdi kabaca eylem gününden bahsedelim: Tiflis’deki Erivan Meydanı’nda bulunan İmparatorluk Devlet Bankası’nın önüne sabah 9.00’da bir at arabası yanaştı. Faytonun içinden solgun yüzlü bir subay indi. Etraftaki güvenlik güçleri sayısı alışılandan çok daha fazlaydı. Subay etraftaki insanlara birkaç saat içinde ‘ortalığın karışacağını’, kendi güvenlikleri için olabildiğince uzağa gitmeleri gerektiğini söyledi. Bir iki meraklı sorunun ardından insanlar meydandan uzaklaşmaya başladı. Bu ‘subay’, kılık değiştirmiş Kamo’dan başkası değildir. Eylemden kısa bir süre önce bomba hazırlarken ciddi bir şekilde yaralandığı ve bu olayın izleri hâlâ silinmediği için açığa çıkma endişesi taşısa da insanlar Kamo’nun kimliğini fark etmedi. Kamo için işler yolunda gidiyordu.

Kamo’nun meydana gelişinden bir saat sonra, on kişi meydandaki ‘Tilipuchuri’ isimli restoranın bodrum katına indi. İki masayı kapatıp yemek sipariş ettiler. Yirmi dakika sonra aralarından ikisi, revolver silahlarını bellerinden çekerek ayağa kalktı. O andan sonra sadece patronların restorana girişine izin verdiler ancak kimseyi dışarıya çıkartmadılar. Diğer iki kişi -Bachua Kupriashvili ve Datiko Chibriashvili- diğer müşterilere restoranda kalmalarını ve yemeye içmeye devam etmelerini kibarca rica etti. Yarım saat sonra başka iki kişi, zamanı geldiğinde banka kapısındaki iki Kozak askere saldırmak üzere önceden belirlenen yerlerine geçti. Başka iki kişi de Ermeni Pazarı yolundaki köşede kaçış rotasını korumak üzere beklemeye başladı. Araba meydana girince saniyeler içinde dört bomba atıldı. Toplam üç polis ve Kozak öldü ancak çatışma çıktı. Her yerde bombalar patlamaya başladı. Kamo’nun görevi, paraları farklı bir faytona aktarıp güvene almaktı. Sonunda bunu başardı da… Üstelik eylemcilerden hiçbiri yakalanmamıştı. Ele geçen para uzun süre ilginç şekillerde saklandı. Bir kısmının piyasaya sürülmesinde sorunlar çıksa da Bolşevikler için önemli bir kaynak elde edilmişti.

STALİN HAKKINDA İDDİALAR

Tiflis soygunu; takibindeki soruşturma, paranın durumu, tutuklamalar gibi başlıklarla aslında çok daha geniş bir yazının konusu olabilir. Ancak biz Stalin’e dönelim. Kimi iddia sahibi yazarların komplo teorileriyle dolu kitaplarında Stalin’in yaşamını incelerken Tiflis olayını da es geçmediklerini söylemiştik. İlk olarak şu ‘polis ajanı’ meselesinden başlayalım.

Soygunun gerçekleştiği yıl da dahil olmak üzere Stalin’in asıl amacı bu gibi yazarlara göre “Bolşeviklerden aldığı bilgileri Ohrana’ya iletmek”ti. Üstelik bunu uzun yıllar boyunca düzenli bir şekilde yapmıştı. Herhalde Tiflis olayıyla ilgili Stalin’le bağlantısı kurulamayan pek çok bilgi içinde en komiği budur. Her şeyden önce soygunda Bolşeviklerin ele geçirdiği para, devlet için öyle hafife alınacak bir miktar değildi. Nitekim akabinde Çarlık yönetiminin konuya büyük önem vermesi, olayın yurtdışı basınında geniş yer bulması; Bolşeviklerin ‘kamulaştırdığı’ bu meblağın önemini tercüme etmeye yardımcı olabilir. Dolayısıyla Stalin eğer polis ajanı olsaydı, hiçbir şey yapmayıp sadece bu eylemin bilgisini sızdırsa muhtemelen ajanlar dünyasına ismini altın harflerle yazdırmış olurdu! Ancak Ohrana ajanlığı iddialarına verilen bu cevaba karşın kimilerinin ürettiği yeni senaryolar da var: Polisin olaydan sonra Stalin’i ‘niye haber vermedin’ diye tokatlaması gibi… Soygun iyi bir aksiyon filmini andırıyor olabilir ancak öne sürülen ‘sorguda ajana tokat’ iddialarının, üçüncü sınıf bir Hollywood filmini hatırlattığını söylemekten başka ne denebilir ki.

Stalin’in mitleştirilen ‘gaddarlığı’na ilişkin de bu soygunda çok malzeme bulunmuş. Eylemde kullanılan şiddetin yükü de onun omuzlarına yüklenmiş. Yöntemin yanlışlığını doğruluğunu tartışmıyoruz. Ama şuradan yaklaşalım: Koskoca Bolşevik örgütünün kendi tarihindeki en büyük soygunlardan birinin planını en ince detayına kadar bir tek kişinin eline vermiş olması pek mantıklı görünmüyor. Yani Stalin eylemin uzaktan yöneticisi olsa da atılan/atılmak zorunda kalınan bomba sayısını da onun belirlediğini iddia etmek ‘hayatın olağan akışına’ çok da uygun değil.

Bu ‘gaddarlık’ suçlaması şimdi ele alacağımız konu için de çarpıcı. Pek çok kişi dönemin polis raporlarından yola çıkarak Stalin’in ‘bir köşede sigara içmesinden’ dem vurmuş. Bu iddiayı öne sürenlerin, eylemde ölen atlara kadar zayiatı bir bir sıraladıktan sonra Stalin’in ‘rahatlığına’ takılması ilginç. Stalin de tıpkı Kamo gibi olayın en önünde yer alsa, bir-iki bomba da o atmış olsa -ki bunu da iddia edenler var- daha mı tatmin edici bir ‘imajı’ olacaktı? Kısacası aynı kaynaklardan yayılan bütün bu iddialardaki sorun gerçekle ilgilerinin olup olmamasının ötesinde birbirleri ile tutarsızlıklarında da kendini belli ediyor.

‘ELEŞTİRİ’ Mİ ‘ŞEYTANLAŞTIRMA’ MI?

Son olarak Kamo’nun 1922’deki trafik kazasındaki ölümünün Stalin tarafından planlandığını da söyleyenler olduğunu belirtelim. Buna gerekçe olarak da Stalin’in Tiflis soygununda kazandığı itibar dolayısıyla Kamo’ya beslediği ‘kıskançlık’ gösteriliyor! Kamo’nun Marksizmle tanışmasında Stalin’in rolü, ikilinin arasındaki güçlü bağ, ortak geçmişleri… Hepsi gözardı ediliyor yani. Ancak yarım yamalak iddialarla da hiçbir inandırıcılık sağlanamıyor. Ortada bir ölüm görür görmez sağına soluna bakmadan ‘cinayet gerekçeleri’ bularak suçu Stalin’e yükleme çabasına girişmek, bunca yıldır devam eden şeytanlaştırma politikalarının aslında bir türlü başarılı olamadığının da kanıtı gibi.

Bu yazılarda sık sık belirttiğimiz gibi: Yargılamak bizim üzerimize vazife değil. Ancak Dünyanın üçte birine hükmeden, İkinci Dünya Savaşı’nı Hitler Almanyasına karşı neredeyse tek başına kazanan bir devletin liderini ‘ne yaparsa yapsın kabahatli’ bir figüre dönüştürme çabasındaki çarpıklıkları da tespit etmek gerekiyor. Bu yaklaşımımızı Stalin’i ne pahasına olsun hata yapmamış biri olarak da anlamamak lazım. Ancak komplolara malzeme olmuş olaylara yaklaşırken tarihin gerçeğine daha yakından bakabilmeyi sağlayacak tek yol herhalde bu tip bir şeytanlaştırmaya kapalı, eleştiriye ise açık bir tavır takınmakla mümkün olacak. Asırların karanlığı ve kirliliği içinde gerçeği arayanlara gerçekten kolay gelsin…

Kavel Alpaslan

Kaynaklar ve daha detaylı bilgilerin yer aldığı adresler:

https://www.rbth.com/.../326093-bolshevik-life-hacks-how-to

https://www.evrensel.net/haber/30825/genc-stalin

DEATH ONLY WINS: THE STALIN TRILOGY – Ravi Ravindranathan 


Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)