27 Haziran 2024 Perşembe

PUSULA // Sapmaların düzeltilmesi-Kaypakkaya Haber

Kadro Olmak Aynı Zamanda Kendimize Karşı da Kadro Olmak Demektir

Bir kadronun ihtiyaç duyduğu nitelikler bugün sürekli ideolojik saldırı altındadır. Burjuvazi sadece protestoları, teoriyi, örgütleri değil aynı zamanda doğrudan tek tek kadroları da hedef almakta ve onları ideolojik etki yoluyla etkisizleştirmeye ya da kendi tarafına çekmeye çalışmaktadır. Bir kadro ne kadar uzun süredir parti ve devrim mücadelesi içinde olursa olsun, ne kadar çok deneyim ve başarılı mücadele yürütmüş olursa olsun, çelişkiler mücadelesi her bir kadroda devam eder ve ilerleme kaydedebileceği gibi gerileyebilir de; hiç kimse burjuvazinin ideolojik saldırılarından korunmuş değildir.

Öte yandan, proleter ideoloji güçlendirilmeli ve her kadro kendi çelişkileri noktasındaki mücadelesi konusunda sorumluluğunun farkında olmalı ve bu çelişkilerle bilinçli bir şekilde başa çıkılmadığı takdirde sadece kendisinin değil, örgütün ve sınıf mücadelesinin de zarar göreceğinin bilincinde olmalıdır. Yani bir kadro her şeyden önce kendisine karşı kararlı bir kadrolaşma mücadelesi yürütmeli, pratik ve teori yoluyla kendi çelişkilerinin devrimci yanını güçlendirmeli, ideolojik olarak gelişmeli ve düşmanın ideolojik saldırılarını sürekli engellemelidir.

Kendi çelişkilerimiz karşısında kadro olmak

Bir kadronun sahip olduğu görevler kendisi için de geçerlidir. Kitlelerdeki ve kolektifteki sorunları kararlılıkla çözmemiz, çelişkilerle başa çıkmamız ve değişimi bilinçli bir şekilde teşvik etmemiz gerekirken, aynı şeyi kendimiz için de yapmamız gerekir. Biri olmadan diğeri mümkün değildir. Bu unsurlar arasındaki ilişki doğru değilse, yanlış görüşler ortaya çıkar, insanlar liberalleşir ve sekterleşir, proleter çizgiden uzaklaşmaya başlar ve kendi kaderlerinin “dışarıdan” belirlenmesine izin verir, popülist veya bürokratik olurlar. Bu da kök salmak ve yayılmak isteyen burjuva ideolojisine kapıları açar. Bir kadronun sokaklarda, fabrikalarda, halk savaşında; kısacası sınıf mücadelesinde göstermesi gereken nitelikleri, kendi çelişkileriyle mücadelesinde de göstermesi gerekir.  Kadro olmak, çelişkiler mücadelesine tek taraflı değil, kapsamlı biçimde yaklaşmak demektir.

Kolektife, kitlelere ve kendine güven

Bir devrimci ile kitleler ve bir devrimci ile kolektif arasında diyalektik bir ilişki vardır. Devrimci, mücadele içinde kitlelerde güven geliştirirse ve bu güven üzerine kendisini ve kolektifi inşa ederse, kolektife ve kendisine olan güveni de güçlenir. Bunun tersi de geçerlidir. Kitlelere olan güvenini kaybederse, kendisine ve kolektife olan güvenini de yavaş yavaş kaybedecektir ya da kitlelerden uzaklaşırsa, kolektiften ve dolayısıyla sınıf mücadelesindeki yerinden de uzaklaşmaya başlayacaktır. Bir devrimci ancak kolektife güven ve bağlılık temelinde çelişkileriyle mücadelesinde devrimci yanını geliştirebilir. Kadronun içinde bulunduğu çelişkilerinin hareketi kolektif ve kolektif çizgisi tarafından yön verilmeli, devrimci mücadelenin koşullarını güçlendirmelidir. Bunun için kadro kolektife, kitlelere, sınıf mücadelesine ve kendisine olan güvenini güçlendirmeli ve kendisiyle ideolojik mücadeleyi cesaretle ve kararlılıkla yürütmelidir.

İç çelişkilerin birliği ve mücadelesi

Her şeyde çelişkilerin birliği ve mücadelesi vardır ve bu birlikten hareket doğar – değişim doğar. Mao’nun çelişkilerin birliği üzerine sözlerini hatırlayalım:

“Şeylerin gelişim sürecinde, ilgili çelişkinin iki tarafından her biri, kendi varlığının koşulu olarak karşısındaki diğer tarafın varlığını koşullar, her iki taraf da bir birlik içinde bir arada var olur. 2. İki karşıt taraftan her biri belirli koşullar altında kendi karşıtına dönüşür. Özdeşlik denilen şey tam da budur.”

Çelişkilerin bu mücadelesinde, taraflardan biri diğeri tarafından olumsuzlanır ve yeni bir çelişki oluşur. Böylece hareketin sadece bir yönde ilerlemediği, gerileme ve ilerlemenin de çelişkilerin birliğini temsil ettiği ve ilerlemenin karşıtına dönüşebileceği ve bunun tersinin de geçerli olduğu madde yasasının bir gerçekliği karşımıza çıkar.

Bu yasalara göre her devrimci kendi çelişkileri tarafından yönlendirilir ve bu çelişkilerle bilinçli bir şekilde başa çıkmak ve böylece devrimci yönü güçlendirmek onun görevidir. Eleştiri ve özeleştiri bunda önemli bir rol oynar. Bu yöntemle bir devrimci kendi çelişkilerini daha kesin bir şekilde adlandırmayı öğrenir ve çelişkinin çözümünde her zaman belirleyici faktör kişi olsa da, dış faktörler çelişkinin bir tarafının güçlenmesinde rol oynar. Kolektif bir militanı yönlendirmek ya da düzeltmek için  eleştiri/özeleştir, ikna, yönlendirme ve eksikliklerle/hatalarla mücadele gibi yöntemler kullanır. Bir kadro, sapmalardan sonra kendini düzeltmek ve doğru yola geri dönmek için bu araçları kullanmalıdır.

Sapmaların düzeltilmesi

Mao yoldaş, kadrolardaki çelişkilerin hareketinde ilerleme kaydettiği gibi gerileme de kaydettiği yani proleter ve burjuva çizgi arasındaki mücadelenin her bireyde de gerçekleştiği ve bu kuralın bir kadronun ne kadar deneyim ve kazanım elde ettiğine bağlı olmadığı noktasını fark etmiş ve Büyük Proleter Kültür Devrimi ile kolektif içinde ilk devrimden sonra güçlenen burjuva çizgiye karşı mücadele etmişti.

Kolektif, kadroların sapmalarına ve hatalarına karşı kitlelerle birlikte mücadele ederek proleter çizgiyi bir kez daha güçlendirmiş; müdahaleye karşı çıkmayan, eleştirilere özeleştiri ile tepki veren ve kendini düzelten kadrolar daha büyük bir güç ve kararlılıkla sınıf mücadelesindeki yerlerini alabilmişlerdir. Müdahaleye karşı çıkan, burjuva çizgisini savunmak için Mao yoldaşın adını kullanan ve hatalarının farkına varmayıp devrimci kadrolara saldırarak kendilerini gizlemeye ve savunmaya çalışan kadrolar, kitleler ve kolektif tarafından teşhir edildi ve konumlarını değiştirmedikleri takdirde kolektif tarafından önlemlerle karşılık verildi.

Bu binlerce kadronun sadece küçük bir kısmıydı, büyük çoğunluk kitlelerin ve kolektifin müdahalesiyle sapmalarını düzeltti ve hatalarıyla yüzleşti. Büyük Proleter Kültür Devrimi deneyimi bize, diğer pek çok şeyin yanı sıra, kendi çelişkilerimizle sürekli mücadele etmenin gerekliliğini ve sınıf mücadelesini tam da bu mücadele yoluyla nasıl güçlendirebileceğimizi; yanlış görüşlerin örtbas manevraları ve sahte suçlamalarla gizlenemeyeceğini de göstermektedir, Ayrıca sadece üst kolektif birimlerinin değil, kitlelerin, alt ve orta kadroların da üst kadroların da yanlış görüşlerini düzeltme ve demokratik merkeziyetçilik içinde bu sorumluluğu vicdanen üstlenme sorumluluğu olduğunu bize göstermektedir.

Bir kadro kendisi için istisnalar/imtiyazlar yaratmamalıdır. Kendi çelişkilerimizle uğraşarak değişimimizi ve adımlarımızı kolektife daha yakın atarız. Sınıf mücadelesindeki yerimizi ve rolümüzü daha sağlam ve kararlı bir şekilde alırız ve değişimi devrimci koşulları güçlendirmeye doğru yönlendiririz. Kadro olmak aynı zamanda kendimize karşı da kadro olmak demektir.

 

 

Yeni Demokrasi Gazetesinin Kafa Karışıklığı Nereye Kadar--Halkın Günlüğü Gazetesi


 Biliyoruz, tabanınızı SMF karşıtlığı üzerinden konsolide ediyor, etmeye çalışıyorsunuz. Anlıyoruz fakat, bu, yaşadığınız sorun her ne ise ona dönük palyatif ve geçici bir çözüm olmaktan ileri gitmez. Bu ‘’düşmanlaştırma’’ siyasetinden vazgeçin. Bu dar kavga ve kısır çekişmelerden kurtulun. Devrimcileri karşınıza alma yerine yanınıza alın. 

Sosyalist basını takip etmek önemlidir. Dostlarımızın eğrisi-doğrusuyla yazdıkları hakkında fikir sahibi olmak ihtiyaç olmakla birlikte, görev ve sorumluluklarımız arasındadır. Çünkü birbirimizden öğrenmek; hataları eleştirerek düzeltmek mücadele ve gelişim açısından elzemdir. Öğretmek kaba bir öğretmen-öğrenci ilişkisine indirgenemez, ukalalıkla ilişkilendirilemez. Kimse öğrenirken küçülmez, öğretirken de büyümez. Öğrenme-öğretme ilişkisi abartılamaz; bilginin kimsenin tekelinde olmadığı ve ipotek edilemezliği aşikârdır.

Devrimci kaygıyı önceleyen zeminde tartışmak, polemik yürütmek kötü değil, devrimci polemik doğru yöntemlerle yürütüldüğünde küçümsenemez biçimde değiştirici ve dönüştürücü bir güce dönüşür. Yeter ki tarz veya yaklaşım dar grupçuluğa esir düşmüş küçük-burjuva anlayıştan beslenmesin; saldırı-savunma döngüsüne hapsedilmesin ve dar gurup çıkarlarına kurban edilmesin. Doğru eleştiri ve özeleştiri devrimden menfaati olan herkesin, her kurumun ve hatta gurubun da yararınadır.

Bu kavrayış zemininde tartışma ve eleştiri bilinciyle ele aldığımız bu makalemizde Yeni Demokrasi gazetesinin seçim anlayışı ve ileri sürdüğü iddialara yanıt verip hatalı anlayış ve yaklaşımlarına açıklık getirmeye çalışacağız. Çünkü Kaypakkaya güzergâhında bulunan, en azından o iddiada olan dostlarımızın eleştiri ve önerilerinin ciddiyetini, Kaypakkaya’nın takipçileri olarak önemsiyoruz. Kaypakkaya yoldaşın ideolojik-siyasi mirasçılarına dair taşıdığımız özel duyarlılık diğer dostlarımızı ve siper yoldaşlarımızı önemsemediğimiz anlamına gelmez. 

Seçim öncesi süreci ve sonrası süreçler boyunca farklı çevrelerden olumlu veya olumsuz olmak kaydıyla çok farklı tepkiler aldık. Bir eylem içinde iken, çerçevesi hangi kapsamda olursa olsun, ittifaklar kurmuş iken sürece zarar verecek tartışmalardan elimizden geldiğince uzak durmaya çalıştık. Gelinen aşamada herkesin eteğindeki taşları dökmeye başladığı mevcut süreçte, elbette bizim de söyleyecek birkaç sözümüz olacaktır. Kırmadan, dökmeden somut durum gerçekliğinden kopmadan, devrimci normlar içinde yürütülecek her tartışmanın taraflar için kazandırıcı olacağı inancıyla görev ve sorumluluklarımızı yerine getirmeye çalışıyoruz.

Hep kırmızı yanan trafik ışığı doğruyu göstermez

Bu makalede Yeni Demokrasi gazetesinin 158 ve 159. sayılarında söz konusu meseleye ilişkin eleştiri, anlayış ve iddialarını ele alacağız. 

Öncelikle, dostlarımızın her seçimi bir ve aynı gören kaba, tekçi ve somut durumu dikkate almaktan yoksun hatalı bir anlayışa sahip oldukları kanaatindeyiz. Bu anlayış ve yaklaşım tarzından kaynaklı olarak, şartları, farklılıkları ve özgünlükleri görme yerine, her şeye tek pencereden bakma gibi kusurlu bir anlayış sergilemektedirler. Bu iddialarımıza yol açan nedenleri yazılan şu satırlarda açıkça görebiliriz; “Oysa Türkiye ve benzeri ülkelerin gerçekliğinde seçimler halk kitleleri için bir kendini ifade etme alanı değildir. Faşist düzenin bütününde gördüğümüz bir özellik olarak ‘burjuva devlet mekanizmalarının kopyalanması’nın sonucunda bizimki gibi ülkelerde seçimler halkın kendisi için örgütlenmesine, kendini ifade etmesine olanak veren süreçler değildir.” Evet böyle diyor YD …

Aktardığımız bu paragraftan da anlaşıldığı gibi, bir genelleme yapılarak, her seçimin bir ve aynı görüldüğü, daha da ileri gidilerek sadece ülkemiz için değil benzer bütün ülkeler için de (sanki benzer olan o ülkelerin özgün koşulları olmazmış gibi) aynı anlayış ileri sürülebilmektedir. Bu mücadele alanlarını, “halkın kendisini ifade edemediği” alanlar olarak görmekse başlı başına tartışılması gereken ayrı bir konu başlığıdır. Halkın iradesinin sandık veya seçim sonuçlarına vb. bağımsız yansımayacağını söylemek, seçimlerin demokratik ve özgür bir süreç olmayıp, özünde burjuva bir oyundan ibaret olduğunu vb. vs. söylemek ayrı ama halkın kendisini ifade edemediğini ileri sürmek daha başkadır.

Halk, gerektiğinde en zor koşullarda bile kendisini ifade edecek cesarete ve güce sahiptir. Misal, yerel yönetim seçimlerinde halk fevkalade kendi adayını belediye yönetimine taşımakta, taşıyabilmektedir. Dostlarımız bu konuda müsterih olsunlar, halk öyle ya da böyle kendisini ifade etme mücadelesi ve direnişi sergilemekte, tüm faşist baskılara belli bir direnç göstermektedir. Asıl sorun ise, öncülerin halka güven verememesindedir… 

Ayrıca, bu alanlarda halk kendisi için neden örgütlenemesin? Bilakis manipüle edilse de halk kendisi için örgütlenir. Halkın kendiliğinden örgütlenmesini beklemek kaba bir yanlıştır, halk öncüler tarafından örgütlenir, şayet sorun varsa buradadır. Dahası, siyasi çalışmaların en canlı ortamında örgütlenmenin olamayacağını iddia etmek, tutarlı olmayıp anlaşılır da değildir. Bir ülkedeki seçim süreçleri, fabrikada, tarlada, sokakta devrimci propaganda yapmanın ve doğal olarak örgütlenebilmenin en olanaklı süreçleri arasında iken, böyle bir iddiayı ileri sürmek ne kadar gerçeklerle bağdaşabilir.

 “Yerel yönetimlerde veya parlamentoda halkın kendisini ifade etme, örgütleme olanağı veya imkânı zayıftır” denilse, bu yaklaşım dikkate alına bilinir. Dolayısıyla devlet kurumlarından yararlanma veya yararlanamama noktasında bir tartışma yürütüle bilinirdi. En gerici kurumlar içinde bile örgütlenmenin mümkün olabileceği enternasyonal proletaryanın tüm tarihsel tecrübelerinde sabittir. Ama dostlarımız, seçim süreçlerinin veya seçimlerin halkın kendisini ifade etmesine veya örgütlenmesine imkân tanımadığını hiç düşünmeden ileri sürebilmektedirler.

Seçimler, sınıfların, grupların, kurumların hatta bireylerin bile istem ve taleplerini yüksek sesle seslendirdikleri ve aynı zamanda örgütlenmek için yararlandıkları canlı politik süreçlerdir. Pratik bir harekette bir eylemde arzulanan sonucu almak veya almamak ayrı bir şey, o nesnel koşullar içinde halkın çıkarları için mücadele etmek veya halkın kendi çıkarları için mücadele etmesi ayrı bir şeydir. Anlaşılan dostlarımız bu iki şeyi birbirine karıştırmaktadırlar. Veya seçim anlayışlarında olduğu gibi her şeyi aynılaştırma eğilimindedirler.

Oysa adı seçim de olsa, her seçimin farklı işlevsellikleri olduğunu anlamak gerekiyor. Yerel yönetimler ya da yerel seçimler kitlelerle doğrudan iç içe olmanın, halkın sorunlarına çözüm üretmenin olanaklarını belli ölçülerde sağlarken, genel seçimlerde bu olanak daha da sınırlıdır. Yani halkın ve devrimin lehine olan imkânlar burada daha kısıtlıdır. Doğal olarak bu iki seçime ilişkin tavrımız, politikamız buna göre şekillenmek durumundadır.

Komünistler, mevcut durumu da hesaba katarak devrimin ve halkın yararına bu araçları kullanıp kullanmama noktasında karar vermeleri gerekiyor. Bu nedenle, seçim seçimdir deyip işin içinden çıkamayız. Söz konusu araçlar devrim ve halk için kullanılmaya elverişli oldukları sürece, hayalet görmüş gibi bunlardan kaçamayız. Aynı şekilde yararlanma olanakları ortadan kalkmış ise veya somut durum, yani sınıf mücadelesinin objektif ve sübjektif manada geldiği aşama buna ihtiyaç duymuyor ise, bunda ısrar etmek kadar aptalca bir şey de olamaz. Kısacası her araç, devrimin çıkarları doğrultusunda kullanıldığı ölçüde bir anlam ifade eder. 

Kendisi ile “kavgalı” bir siyaset kitlelere yol göstericilik yapabilir mi?

Bizler, seçimlere ve onun sonucunda yaratılacak araçlara bu anlayış çerçevesinde yaklaşmaktayız. Yani bu araçlara, devrim ve sosyalizmin lehine, olanaklıysa atılabilecek ön adımlar olarak bakmaktayız. Bunları amaçlaştırmadan, taktik mücadelemizin bir parçası olarak ele alıyoruz. Dostlarımız ise hayali bir şato yaratıp, oraya saldırarak ne kadar doğru bir yolda oldukları iddiasındalar. “Burjuvazinin egemen olduğu koşullarda ‘çıkarlarını gerçekleştirebileceği alan’ olarak burjuvazinin alanını gören bu siyaset yenilmeye mahkûm bir siyaset olarak değerlendirilmelidir. Son seçimlerde bir kez daha bu gerçekliği gördük” deniliyor.

Burjuvazinin egemen olduğu koşullarda, onun çıkarlarını temsil etmeyen alan mı var. Bu devletin yarattığı kurumlarda ve alanlarda mücadele edilmez diye bir kural yoktur. Var diyenler sübjektif davranmış olurlar. Burjuvazinin egemen olduğu koşullarda, yani sömürünün, talanın, adaletsizliklerin yaşandığı bir toplumsal sistemde, öyle pürü-pak bir alan arıyorsanız boşuna hayal ediyorsunuz.

Oysa bizim bildiğimiz ve mücadele etmemizin gerekçesi zaten burjuvazinin egemenliğinden kaynaklanmaktadır. Yani sisteme egemen olan burjuvazi ve onun türevleriyle göğüs göğüsse bir mücadele yürütüyoruz. Sübjektif temelde şu alan, bu alan diye mücadele alanlarını yadsıma gibi bir lüksümüz olamaz. Halkın ve devrimin çıkarlarına olanaklar sağlayıp, imkânlar sunabilecek her alanda komünistler mücadelenin en ön saflarında olmak durumundalar.

Dostlarımız son seçim sürecinde hangi gerçeği görmüşler, merak ediyoruz. Bizim bildiğimiz ve yaşadığımız gerçekler herkesin gözleri önünde ayan-beyan gerçekleşti. Yani gerçeğin kendisi pratikte yaşananların ta kendisidir. Mesela, bizler gücümüz ve olanaklarımız ölçüsünde, hatta bunu biraz da zorlayarak, kapı kapı dolaşıp kitlelere stratejik kurtuluşlarını ve taktik olarak da kazanmaları gereken demokratik, ekonomik vb. hakları için mücadele etmelerini önermemiz ve bunun için kitleleri meydanlara taşımamız mı yanlıştı.

Merakımızı bağışlayın, acaba siz bütün anlayışınızı bu mücadelelerin sonucunda elde edilmesi hedeflenen araçların elde edilemeyişine göre mi belirliyorsunuz. Ki bu araçların sizin için zaten pek bir “önemi” yok. Yürüttüğümüz bu mücadelede hedeflediğimiz kazanımlara, araçlara ulaşmak ve o araçları devrimin lehine kullanmak elbette bizler açısından önemli. Ama yürütülen mücadelenin esası ve tek amacı bu değil, böyle bir anlayışı da hiçbir yerde dillendirmedik.

Şimdi soru şu; biz hedeflediğimiz araçların kullanılması babında sonuca ulaşmamış olmamızla birlikte, ellerimizde bildirilerimiz, broşürlerimizle kapı kapı, sokak sokak, pazar pazar, fabrika fabrika dolaşıp kitlelerle buluşarak, demokrasi ve sosyalizm propagandası yapmamız ve kitleleri bu meyanda örgütlemeye çalışarak, meydanlara taşımamız yanlıştı da sizin, yerinizde oturup birkaç bildiri yazmanız ve dergi sayfalarında bol bol “eleştiri” yürütmeniz mi doğruydu?

Bizim, tüm devrimci örgütleri içine alacak ve halka güven verecek bir ittifak kurma çabamız yanlıştı da sizin, neyi amaçladığı pek belli olmayan “protesto” tutumunuz mu doğruydu. Boykot, özellikle de aktif boykotu kendi sübjektif durumunuzdan kaynaklı uygun bulmadığınızı satır aralarında anlatmaya çalışıyorsunuz. Sizin açınızdan anlaşılır bulsak bile, bunun yanlış bir anlayış ve kendine güvensizlik olduğunun altını çizelim. Çünkü boykot veya aktif boykot sübjektif durumla orantılı olarak ele alınmaktan ziyade, ülkenin, toplumun içinde bulunduğu somut durumla doğrudan ilintilidir. Somut duruma denk düşüyorsa eğer, hiç tereddüt gösterilmeden boykot kararı alınır ve gücünüz oranında kararınızı pratikle buluşturursunuz. Ama sizlerin meseleyi tersten ele aldığınız aşikârdır. Hadi boykotu uygun bulmadınız “protesto” kararı aldınız. Yani sizin deyiminizle seçimlere katılmama ve kimseyi desteklememe tavrını geliştirdiniz.

Peki, şu tavır nasıl açıklanır acaba: “Dolayısıyla seçim sürecine katılmadığımızı, seçime halkın katılımını sağlayacak yönde bir çalışma yürütmeyeceğimizi ifade etmiş olduk. Özel olarak ‘boykot’ kavramını genel bir çağrışım yapmamak ve belirttiğimiz gibi ‘engelleme’ amacı da gütmediğimiz için tercih etmedik.” 

Boykot etmiyorsunuz durum uygun değil, katılmıyorsunuz-desteklemiyorsunuz hadi onu da anladık, ama halkın katılmasına da ses çıkartmıyorsunuz, engel olmuyorsunuz. İşte bu ve bir önceki söylemleriniz birbirine taban tabana zıt söylemler. Kusura bakılmasın ama bu, katıksız oportünizmdir. Halka, “katılmayın, ama gene de siz bilirsiniz” demek, aynı zamanda kendi politikana, siyasetine de güvensizlik değil midir?..

Şimdi herkes şapkasını çıkartıp önüne koysun ve düşünsün. Kendi içinde tutarlılık göstermeyen, kendi kendisi ile “kavgalı” bir siyaset kitlelere yol göstericilik yapabilir mi? Sadece bu değil, yazılanların içinde o kadar çok birbiri ile çelişen, birbirini reddeden noktalar var ki hangi birini değerlendirelim doğrusu biz de şaşırdık. Bir yandan yaratılmaya çalışılan ittifaklara ateş püskürürken, öte yandan bambaşka tutumlar içine giriyorsunuz. Aynen şöyle diyorsunuz:

“Halkın çıkarlarını temel alan politikalarla hareket etmek konusundaki yetersizliklerimizi özel olarak tartışmalıyız. Çünkü devrimci dayanışmanın olanaklarını yaratmak konusunda kendimizde özel bir sorumluluk hissediyoruz.” Tabi ki hissetmelisiniz. Hiç kimse dört dörtlük değildir. Yapılan yanlışlardan ve hatalardan bir an önce kurtulmak her komünistin, her komünist ve devrimci özenenin öncelikli görevleri arasındadır.

Komünistlerin birliğini sağlamak devrimin acil sorunları arasındaki yerini korumaya devam etmektedir!

Yazılanların bütünselliği içinde, birbirini reddeden, birbiriyle çelişen epeyce konu başlıkları olsa da şu anlayışı ve savunuyu önemsediğimizin altını çizelim. “Kabul etmeliyiz ki doğru kitle çizgisi bakımından komünist anlayıştan pratik olarak uzağız” demektesiniz. Bu önemli bir özeleştiridir. Seçimlerdeki pratik tutumun kaynağını bu anlayışta aramak gerekir. Ayrıca, düne göre bugün devrimci mücadele ivmesinin yükselmekte olduğunu ve doğal olarak mücadelenin yeni bir sürece evrilmekte olduğunu görüyor ve “bu koşullarda devrimci hareketin bugünkünden daha güçlü ve etkili birliklere yönelmesi mümkün olabilecektir” düşüncesinde olduğunuzu ifade etmektesiniz. Bunu sizin adınıza önemli bir gelişme olarak gördüğümüzü ifade edelim.

 Ancak söylem ile eylemin bir bütünlük arz etmesi gerekir. Kitleler çok daha ağır koşullar altında iken, devrimci hareketler dağınık ve kitle desteğinden önemli ölçüde uzak iken, kitlelerde güven oluşturmak, faşist iktidarın ağır saldırılarını geri püskürtmek adına, bizler devrimci hareketlerin grup çıkarlarını bir kenara bırakıp güçlü ve etkili birliklerden yana tavır belirlemelerini sürekli devrimci kamuoyunun gündemine taşımaya çalışıyoruz. Ama buna dudak büküldüğünü siz de biliyorsunuz, biz de biliyoruz. Bu, devrimci mücadelenin yükseltilmesi için dün de acil bir ihtiyaçtı, bugün de aynı ölçüde bir ihtiyaç olarak önümüzde duruyor.

 İlk olarak, en azından Maoistlerin asgari düzeyde de olsa bu ihtiyacı karşılama cüretini göstermeleri gerekirdi-gerekiyor da. Zor bir süreçten geçmekte olduğumuzun herkes farkında. Ancak bu süreci nasıl aşacağımız konusunda kafalar epeyce karışık. Sadece stratejik doğrularla yol alınamayacağı, stratejilerin, doğru taktiklerle beslenmesi gerektiği gerçeği görülmediği veya anlaşılmadığı sürece, faşizmin kalelerini bir bir fethetmek sanıldığı kadar kolay olmayacaktır.

Devrimci hareketlerin, devrimci dayanışma ve ittifaklarını olanaklı kılmak, daha da önemlisi, komünistlerin birliğini sağlamak devrimin acil sorunları arasındaki yerini korumaya devam etmektedir. Halkın en ileri kesimini oluşturan devrimciler, asgari düzeyde de olsa bir araya gelemiyorlar ise, geri kitleleri birleştirme söylemleri laf kalabalığından öte bir anlam ifade etmez. Devrimci tarzdaki eleştiri ve özeleştiri, değişim ve dönüşüm açısından önemli ve stratejik bir silahtır. 

Dostlarımızın, kendileri için yaptıkları şu tespiti veya özeleştirel yaklaşımlarını önemsiyoruz: “Kabul etmeliyiz ki doğru kitle çizgisi bakımından komünist anlayıştan pratik olarak uzağız.” Seçim sürecine ilişkin izlenen politikanızın tamı tamına bu olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Evet, kitle çizgisi bakımından (ki sadece bu değil) komünist anlayıştan epeyce uzaksınız. Bunu siz değil de biz söyleseydik, büyük bir ihtimalle kabul etmeyecektiniz. Kafaların bu meselede epeyce karışık olduğunu söylerken, karalama mahiyetinde, içi boş bir eleştiride bulunmuyoruz. Aşağıda art arda birçok paragrafta aktaracağımız söylenenlere bakıldığında haksız olmadığımız anlaşılacaktır.

“Genel politikamızdaki öne çıkan vurgulardan biri devrim propagandası yapmak üzere yerel seçimlerde yeterli koşulun olmadığıydı. Genel şartlar kadar ittifak oluşturan devrimci-demokratik güçlerin tutumları da bu bakımdan sorunluydu.” 

Bu cümleler kendi içinde sorunlu cümlelerdir. Devrim propagandası yapmak için yeterli koşulların olmaması anlayışını, Marksist anlayışın hiçbir yerine sığdırmak mümkün değil. Dikkat edilsin, herhangi bir zora dayalı eylemden söz edilmiyor, devrimin propagandasından söz ediliyor. Devrimin propagandası için hangi koşulları aradığınızı doğrusu merak ediyoruz. Eğer ittifaklara dayandırılacaksa, kanımızca ittifaklar sizin propaganda yapmanızın önünde engel değildir. Tabi bir de “genel şartlar” ifadesi var.

 Devrim için propaganda yapmayı hangi genel şartlar engeller, onu da anlamış değiliz. Hemen birkaç satır sonra ise şu ifadeler kullanılıyor: “Etki edemeyeceğimiz alanlarda aldığımız tavrın özel bir önemi olmayacaktır.” Peki sormazlar mı, tavrın özel bir önemi yoksa neden tavır alınır? Peki, tavır ne bir de ona bakalım.

“Açıklamada ‘hiçbir adayı desteklemediğimiz’ özel olarak vurgulanmıştır. Dolayısıyla seçim sürecine katılmadığımızı, seçime halkın katılımını sağlayacak yönde bir çalışma yürütmeyeceğimizi ifade etmiş olduk. Özel olarak ‘boykot’ kavramını genel bir çağrışım yapmamak ve belirttiğimiz gibi ‘engelleme’ amacı da gütmediğimiz için tercih etmedik.”

Bu tavrın, aslında bir tavırsızlık olduğunu, yani ne yapılmak istendiği konusunda bir belirsizlik içinde bulunulduğunu görmemek için kör olmak gerekir. Hem seçime katılmayacaksınız hem halkın katılımını sağlayıcı bir çalışma yürütmeyeceksiniz ve hem de “engel” olmayacaksınız. Yani “boykot” da etmemiş olacaksınız. Bu durum karşısında, birileri de çıkar “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” diye sorar size. Bu, bizden size sadece dostça-yoldaşça bir uyarı olmuş olsun.

Boykot değil, seçime katılmak hiç değil, öte yandan seçime katılacak olan halka “engel” olmamak da savunulan politikanın tuzu-biberi gibi sunuluyor. Bunca çelişkili durumun nasıl bir araya getirildiği ve bundan nasıl “doğru” bir tavrın-politikanın üretildiği ise, tam bir küçük-burjuva mahareti olarak görülmek durumundadır.

Seçimlere ilişkin belirsizlik ve çelişkilerle dolu tutumu en açık bir biçimde DEM Parti’ye dair söylenen söylemlerde görüyoruz. 2019 seçimleri sürecinde, HDP ile Dersim’de ittifak kurduğunuzu ve bunun nedenlerini açıkladıktan sonra, şöyle devam ediyorsunuz. “Bugün de DEM Parti’yle aşağı yukarı aynı yaklaşım içinde ortaklık aradık, beraber hareket etmeyi destekleyen bir ilişki için arayışlarımız ve beklentimiz oldu.” Ancak bunun gerçekleşmediği herkesin malumu ve buna ilişkin çeşitli yorum ve eleştiriler yapıldı. Doğru veya yanlış, onları dillendirmeyeceğiz. Biz başka bir pencere açacağız. Pencereyi açmadan önce bir alıntı daha yapalım. Böylece hem mesele daha kolay anlaşılacaktır hem de pencereden sızan ışıklar karanlığın kırılmasında etkili olacaktır.

 “DEM Parti’nin ister istemez bir egemen sınıf aparatına dönüştüğünü kabul etmek zorundayız. Sadece devlet nizamının saptadığı koşullardan ve dayatmalardan ötürü değil aynı zamanda DEM Parti’nin dayandığı olanak ve yapılardan kaynaklı olarak bu bir gerçektir.” Bu tespitinizin doğruluğu veya yanlışlığını da şimdilik tartışmayacağız. Bu gerçekten de başlı başına tartışılması gereken bir konu. Şimdilik üzerinde durmak istediğimiz konu şudur.

Birincisi; madem seçimler (sizin deyiminizle) halkın kendisini ifade etme ve örgütleme olanağından yoksun idiyse, neden DEM Parti ile ittifak arayışı içine girdiniz? İttifak anlaşması sağlansaydı, belirtiğiniz bütün o toplumsal ve sosyal gerekçeler ortadan kalkmış mı olacaktı? Eğer böyle ise ki böyle olduğu anlaşılıyor, o zaman demek ki halkın ve devrimin değil, grubunuzun çıkarları esasmış! 

İkincisi; “Egemen sınıf aparatına” dönüşmüş bir parti, neden sizin ittifaktaki ilk, hatta tek tercihiniz oluyor? Egemen sınıf aparatı olduğundan emin olduğunuz bir parti ile ittifak kurmakta tereddüt etmiyorsunuz da devrimci-demokrat ve sosyalist parti ve örgütlerle ittifak kurmamak için neden bin dereden su getiriyorsunuz?! “Egemen sınıf aparatı” bir parti, bunlardan daha devrimci, demokrat bir sınıf karakterine ve siyasi niteliğe sahip olabilir mi? Madem sınıf hareketisiniz, meseleye sınıfsal bir açıdan bakmak zorunda değil misiniz? Ama hayır, burada yine o küçük-burjuva grup çıkarları ağır basmaktadır.

Devrimcileri karşınıza alma yerine yanınıza alın

YD gazetesinin sözünü ettiğimiz iki sayısının “Kolektif Doğrultu” bölümünde üzerinde derinlemesine ideolojik tartışmalar yürütebileceğimiz çelişkilerle dolu, gayri bilimsel anlayışlar fazlasıyla mevcut. Ancak bu makaleye sığdırmak mümkün değil. Dolayısıyla SMF’ye dair eleştiride söylenen bir iki noktaya da değindikten sonra yazımızı bitireceğiz. 

Şöyle diyorsunuz ilgili yazıda: “Öne çıkan eleştirilerden biri de kararlarımızda ve tartışmalarımızda SMF’nin rolü hakkındadır. SMF’nin belirleyici rolünden dahi söz edilmesi … bunun da subjektif bir değerlendirme olduğu su götürmezdir.”

“Yiğidi öldür, ama hakkını teslim et” diye bir söz vardır. SMF’nin sizin üzerinizdeki etkisinin derecesini bilemeyiz ama devrimci dayanışma ve ittifaklar konusundaki çabasını görmemezlikten gelemezsiniz. Kaldı ki SMF’nin bu konudaki anlayışı sadece seçimlere dönük bir anlayış ve çaba da değil. Uzun dönemdir, halkın ve devrimin önemli bir ihtiyacı olarak ele aldığı bu konuları devrimci kamuoyunun gündeminde tutuyor. Bunu yaparken, kuşkusuz eksiklikleri ve yetmezliklerinden söz edilebilir. Bu ayrı bir konudur. Ama çabaları inkâra gelmez; bunu atlamamak gerekir. 

“SMF’yi ilgi odağı yapan bir tartışmaya girmeme” şeklindeki anlayışınız, tam bir küçük-burjuva gururu ve politik çekememezliğin izdüşümüdür. SMF’ye gösterilen bu manidar ilgi göz yaşartıcı ve bir o kadar da endemik düşünce yapısı!.. Sahi husumetin bu itirafı yapılırken yüksek ateşe mi maruz kaldınız? Bu denli ince tasavvur edilen SMF karşıtlığının; SMF kâbusunun sebebi nedir? SMF’nin ilgi odağı olmasının size zararı ne ki, bu hesabı açıktan yapmaktan sıkılmıyorsunuz? Ama müsterih olun, SMF’nin kamuoyunda ilgi odağı olması sizin tartışıp tartışmamanızla bir ilgisi yok. Konuşmamakla ne kadar ilgi odağı olmasını engellediyseniz, konuşarak da o kadar ilgi odağı yapabilirsiniz ki, bu aslen sıfır etkidir!

SMF yürüttüğü devrimci politikalar ve siyasetle o ilgiyi zaten hak ediyor. Sadece şunu hatırlatalım, bu küçük-burjuva gururu, bu zehir-zemberek dar grupçu zihniyet, bu grup çıkarlarını her şeyin üstünde görme anlayışı ve SMF ile bu kör dövüşü size kaybettireceği gibi, Türkiye- Kuzey Kürdistan devrimine herhangi bir şey kazandırmaz… Biliyoruz, tabanınızı SMF karşıtlığı üzerinden konsolide ediyor, etmeye çalışıyorsunuz. Anlıyoruz fakat, bu, yaşadığınız sorun her ne ise ona dönük palyatif ve geçici bir çözüm olmaktan ileri gitmez. Bu ‘’düşmanlaştırma’’ siyasetinden vazgeçin. Bu dar kavga ve kısır çekişmelerden kurtulun. Devrimcileri karşınıza alma yerine yanınıza alın. 

“Geçmişten bugüne SMF’de somutlaşan belediyecilik pratiklerinin halk tarafından esas olarak onaylanmadığı” iddianız da ayakları yere basmayan bir iddia olduğunu hatırlatalım size. Boş verelim Türkiye- Kuzey Kürdistan halklarını, dünyanın pek çok coğrafyasında kamuoyunun gündemine oturan bir çalışmayı görmemek, devrimci bir tarzda olmayan öteleyici bir tutumdur. Ya kamuoyunu takip etmiyorsunuz ya da halk nezdinde oluşan olumlulukları görmezden gelmeyi tercih ediyorsunuz. Yani karartma uyguluyorsunuz.

Biz, her yönüyle dört dörtlük bir yerel yönetimler çalışması yürüttüğümüz iddiasında değiliz. Gerek bizden ve gerekse dışımızdaki nedenlerden kaynaklı eksikliklerimizin yetmezliklerimizin bilincindeyiz. Ancak genel anlamıyla yerel yönetimlere dair doğru bir politik hatta sahip olduğumuzun da altını çizelim. Bu, yerel yönetimlerde tekrar yönetime gelemeyişimizle açıklanabilir bir durum değildir. Seçimlerde ne türden burjuva ayak oyunlarının sergilendiğinin ne biz yabancısıyız ne de siz. Siyasetimizin veya politikamızın doğruluğu ya da yanlışlığının esas ölçütü bu olamaz. Bizim için önemli olan halkta yaratılan güven ve halkın çıkarlarının esas alınarak pratik bir kısım sonuçların alınmasıdır. 

SMF’nin yürüttüğü çalışmaları beğenmeyenlerin, kendileri yerel yönetim iradeleri alsalardı nasıl bir pratik sergileyeceklerini doğrusu merak etmiyor da değiliz. Bu konularda köklü bir programı ve politikası olmayanların doğru bir eleştiri yürütme şansları olamaz. SMF’nin yerel yönetimler siyasetini doğru bulmuyorsanız ortaya bir program koyarak eleştiriyi programatik düzeye taşırsınız. Böylece biz de varsa, bu kıyaslama üzerinden eksikliklerimizi görürüz.

İstediğimiz şey, öyle bölük pörçük “eleştiri”ler değil, gerçekten derli toplu programınızı görmek istiyoruz. Umarız bunu da bir gün devrimci kamuoyu ile paylaşırsınız. Havanda su dövmekten vaz geçip, somut konuşmak galiba herkes için en iyi olanıdır. Böylece, sizler, bugüne kadar yürüttüğünüz çelimsiz eleştirilerle hep kırmızı yanan bozuk trafik lambasında çakılı duran görünümden kurtulursunuz, bizde varsa eksikliklerimizin ne olduğunu görürüz. Evet; buna cesaret etmenizi bekleyeceğiz…

Bu yazı ilk olarak Halkın Günlüğü Gazetesi‘nde yayımlanmıştır.

 

FEHİM TAŞTEKİN | Üçüncü dünya savaşı mı?......27 Haziran 2024

 Kuzeyden Ukrayna, güneyden Lübnan-Filistin Türkiye’yi uzak kalamayacağı bir cendereye çekiyor. Gidişat iyi değil; dümendekiler de kofluktan kırılıyor. Görmekten öteye geçen strateji yok. Endişelenmek için sebep çok.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Ukrayna ve Gazze’deki gidişattan bahsederken üçüncü dünya savaşı tehlikesine işaret etti. Çatışmaların bölgesel, hatta küresel bir savaşa dönüşebileceğini söyledi. 

Eski MİT Başkanı sıfatıyla istihbarat çarkındaki tecrübesi de dikkate alındığında NATO üyesi bir ülkenin baş diplomatına “Hadi oradan” diyecek halimiz yok! Ya da uyarıyı komplocu ‘duvar dibi muhabbeti’ sayacak değiliz!

Ukrayna’daki savaş nükleer tehditlerin gölgesinde sürüyor. Rusya’nın önce İran, sonra Kuzey Kore ile askeri güç birliğine gitmesi ya da Çin-Rusya yakınlaşmasının yapısal bir ortaklığa evrilmesi Batı yakasını yeniden hesap-kitap yapmaya itiyor. Koltuğunu Mark Rutte’ye bırakmaya hazırlanan NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg de giderayak nükleer silahları ağzına alıp korku salıyor. Fakat bu haftanın iyi haberi, ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin ile Rus mevkidaşı Andrey Belousov’un 25 Haziran’da yaptığı telefon görüşmesiydi.

İkili iletişim hattının açık tutulmasında karar kıldı. İyimser bir çıkarımla, bu temas, barışı vaadetmese de tarafların savaşı Ukrayna sınırları içinde tutmak zorunda hissettiklerine yorulabilir. Rus tarafında Belousov’un da tekrarladığı uyarı; Ukrayna’ya uzun menzilli ve hassas silahların tedariki çatışmayı kimsenin hayal edemeyeceği yere tırmandırabilir. O yeri tarif eden şey ‘nükleer savaş’. Bundan kaçınmak için kırmızı hattın açık tutulması kesinlikle iyi fikir.

Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin, Ukrayna takıntılı Biden’ın kaybedip Trump’ın Beyaz Saray’a dönmesiyle kartların yeniden karılacağı ihtimalini dikkate alıyor. Aynı şekilde bölgesel bir savaşı patlatma potansiyelini taşıyan İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu da yıldızının barışık olmadığı Biden’dan kurtulup Abraham anlaşmalarının mimarı Trump’ın yolunu gözlüyor. Trump dönünceye kadar ateşkesten kaçacak gibi görünüyor.

***

Netanyahu seçim sürecinde özellikle Kongre’deki ‘Hıristiyan Siyonist’ lobinin gücünü, başkan adayları arasında İsrail’e cömertlik yarışını kızıştırmak için kullanıyor. Gazze’deki soykırım operasyonlarını bitirmeye yanaşmadığı gibi ABD’nin sarsılmaz desteği ile Lübnan’a savaş açmak, hatta İran’a saldırmak için koşulları zorluyor. Savunma Bakanı Yoav Gallant bu hafta Washington’da bu planları pazarladı. 25 Haziran’da Pentagon’daki görüşmede Austin’e “Dünyanın geleceğine yönelik en büyük tehdit İran’dır. Şimdi Amerikan yönetimlerinin İran’ın nükleer silahlara sahip olmasını önleme taahhüdünü gerçekleştirme zamanı” dedi.

Muhtemel ki Gallant büyük hedefi (İran) gösterip Amerikalıları küçük hedefe (Hizbullah/Lübnan) razı etmeye çalışıyor. İsrail kuzey cephesinde tam teşekküllü savaş için hazırlanırken ABD’nin çekincelerini aşmaya çalışıyor. İran’ın füze ve SİHA’larını önleyen Amerikan-İngiliz liderliğindeki koalisyondan daha büyük bir koalisyonu yanında göremezse Lübnan cephesi felaketler getirebilir. Tehlikeyi fark eden Biden yönetimi, İsrail’in düşlediği tarzda İran’la kapışmayı çok riskli buluyor. Önceki yönetimler de bunu göze alamamıştı. İsrail kuzey cephesini gündemde tutarak hem ateşkes hem de savaş sonrası Gazze planı konusunda Amerikalıları savsaklıyor.

Austin İsrail’in ateşkese hazır olduğu ve sorunun Hamas’tan kaynaklandığı yalanını tekrarlasa da kuzey cephesi için “Savaş hem Lübnan hem de İsrailliler için felaket olur” uyarısında bulundu. “Hizbullah’la savaş kolaylıkla bölgesel bir savaşa dönüşebilir ve bu nedenle diplomasi en iyi yoldur” diye ekledi. Austin bölgesel savaş tanımını Orta Doğu ile sınırlıyor. Yani karşı taraftan İran, Irak, Suriye, Yemen ve Lübnan’ın dahil olacağı bir savaş. Fakat savaşı Orta Doğu ile sınırlama rahatlığı eskide kalmış olabilir.

***

Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın İsrail için eğitim üssü ve fırlatma rampası olan Güney Kıbrıs’ı tehdit etmesi suları epey dalgalandırdı. Hakan Fidan da üçüncü dünya savaşı senaryosunu buradan kurdu. Verdiği bilgilerle Nasrallah’ı teyit etti.

“İsrail’in başlattığı ilk operasyonlardan sonra biz, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin özellikle Gazze’ye yönelik operasyonlarda belli ülkelerin kullandığı bir üs olmasını istihbarî raporlarla hep görüyoruz” ifadelerini kullandı. Rum yönetimi “Savaşa müdahil değiliz” diyerek Nasrallah’ın suçlamasını zinhar kabul etmiyordu.

Fidan, Gazze’ye yönelik istihbarî ve askeri uçuşların Güney Kıbrıs’tan yapıldığını, bu konuda Avrupalı ve bölgesel aktörleri uyardıklarını, sonra askeri üs özelliğini gizlemek için buranın lojistik üs ilan edildiğini anlattı. Malum Amerikalıların Gazze sahiline kurduğu iskele Kıbrıs’la bağlantılı.

Bu iskele Nuseyrat’ta korkunç bir vahşetle sonuçlanan rehine kurtarma operasyonunda kullanıldı. Fidan “Yunanlılara da söyledik, Orta Doğu’daki savaşlara bu şekilde müdahil olduğunuz zaman bu ateş gelir, sizi de bulur. Zaten biz de aynı coğrafyadayız, gelir bizi de bulur” dedi.

***

Ciddi bir durum. Rumların dahli AB’nin dahli, AB’nin dahli NATO’nun dahli demek. Türkiye de İncirlik Üssü ve Kürecik Radarı dahil onlarca tesisle NATO’nun hizmetinde. Üçüncü dünya savaşı riskini öngördüğüne göre Ankara’nın ivedilikle kırmızı çizgilerini belirlemesi ve caydırıcılığını göstermesi şart. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan dün “Türkiye, kardeş Lübnan’ın yanındadır. Diğer ülkeleri de Lübnan’la dayanışmaya davet ediyorum” diyerek bir çizgi çekti.

Fakat bu çizgi, Gazze’de soykırım sürerken İsrail’le ticareti aylarca kesmeyen ya da İncirlik Üssü’nün kullanımına ilişkin herhangi bir önlem almayan adamın Filistin sevdası gibi çürük, ikiyüzlü ve sahte de çıkabilir. En azından acil misyon olarak savaşın bölgeselleşmesini önleyecek bir karşı ağırlık oluşturabiliyor mu, ona bakmalı.

***

Kimi Batılı ülkeler Lübnan’dan vatandaşlarını uzaklaştırmaya koyulunca ister istemez eli kulağında bir savaş havası oluşuyor. Dünya savaşını Lübnan’dan çıkarma senaryosunu soğutan tek şey Amerikalıların şimdilik “önce diplomasi” demeleri.

Diplomatik çözümden söz ederken kastettikleri şu: Gazze’de ana operasyonlar durursa Hizbullah’la müzakereye girmek, Rıdvan Güçleri’ni en azından sınırdan 7 km kuzeye itmek, Mavi Hat’ta Lübnan ordusunu yerleştirmek ve İsrailli yerleşimcileri kuzey bölgelerine yeniden döndürmek mümkün olabilir. İsrail’in istediği ise Hizbullah’ın sınırdan 30 km öteye yani Litani Nehri’nin kuzeyine gönderilmesi.

Arap kaynaklara göre Biden’ın özel temsilcisi Amos Hochstein 18 Haziran’daki Beyrut temasları sırasında mealen şu uyarıda bulundu: Gazze’deki yaklaşık beş hafta daha yoğun çatışmalar bekleniyor. Ardından İsrail ana saldırısına ara verecek. Ancak üst düzey Hamas yetkililerini hedef almaya ve rehineleri kurtarmak için saldırılar düzenlemeye devam edecek.

Gazze’deki çatışmalar durduğunda İsrail tüm dikkatini kuzeye verecek, Hizbullah’ı bölgeden püskürtecek, İsrail’in kuzeyinde yerinden edilmiş yerleşimciler sonbaharda okullar açılmadan önce evlerine dönecek. İsrail ile Hamas arasında bir ateşkes anlaşması olsun ya da olmasın Gazze’deki çatışmaların durması, Hizbullah ve İsrail’e, kuzeyde çatışmaları sonlandırma ve müzakerelere başlama fırsatı veriyor.

Yani deniliyor ki, artık Gazze’de Hamas ile İsrail arasında ateşkes anlaşmasını beklemeyin, tek taraflı olarak ana operasyonların durmasını “çatışmaların sonlandırılması” olarak görün ve kuzey cephesini kapatın! Bu, Hizbullah’a temmuz ortalarına kadar süre tanındığı anlamına da geliyor.
Hizbullah ise “Önce Gazze’de ateşkes” yanıtını tekrarlamakla kalmayıp Hayfa üzerinde uçurduğu İHA’dan aldığı görüntüleri paylaşarak “Siz de iki kez düşünün” demiş oldu. Hizbullah savaş çıkarsa Celile’ye girebileceğini de kaydetti.

Lübnanlılar pazarlık masası kurulursa işgal altındaki toprakları da konuşmak istiyor. Bir senaryoya göre İsrail, Şebaa Çiftlikleri olmasa da Gacar köyünü iade etmek durumunda kalabilir.

***

İsrail’de siyasi ve askeri kanatlara bakarsanız savaş pupa yelken geliyor. Lübnan’ın güneyini işgal etmekten, Hizbullah’ı kuzeye sürmekten ve tampon bölge kurmaktan söz ediyorlar. İsrail yönetimi okulların açılacağı eylüle kadar sonuç alacağı bir harekâtı kafaya koymuş durumda.

Fakat sivil kanatlar daha gerçekçi. Mesela elektrik sistemlerini yöneten Noga şirketinin başkanı Şol Goldstein diyor ki; “Hassas konulara girmeyeceğim ama tüm altyapımıza, optik fiberlere, limanlara bakıyorsunuz, iyi bir konumda değiliz. 72 saat elektriksiz kalırsa İsrail ‘yaşanamaz’ hale gelir.” Savaş çıkarsa Demir Kubbe’nin şehirleri koruyamayacağı, İsrail için sonun başlangıcı senaryosunun tetikleneceği uyarıları da eksik olmuyor.
İsrailli kayıp askerler için yürütülen müzakerelerde yer almış Yoram Schweitzer gibi Netanyahu’nun silah sevkiyatını yavaşlattığı gerekçesiyle Biden’a saldırmasını “tehlikeli”, “aptalca” ve “ahmakça” bulan İsrailli uzmanlar da İsrail, Hizbullah’la savaşacaksa bile bunu şimdi değil gerekli hazırlıkları tamamladıktan sonra yapması gerektiğini söylüyor.

Netanyahu bu sıfatları yedikten sonra bir de Biden’ı yalnızlaştıracak bir hamle ile 24 Temmuz’da Kongre’nin her iki kanadına birden seslenmeye hazırlanıyor. Bu kadarı İsraillilere bile çok gelmiş olmalı ki eski Başbakan Ehud Barak, eski Mossad şefi Tamir Perdo, İsrail Bilimler Akademisi Başkanı David Harel, eski Başsavcılık Özel Görevler Dairesi Başkanı Talia Sasson, Nobel ödüllü kimyager Aaron Ciechanover ve yazar David Grossman 26 Haziran’da New York Times için kaleme aldıkları ortak yazıda Amerikan Kongresi’ne “Netanyahu’ya yaptığınız daveti geri çekin” diye seslendi. Yazıda Netanyahu’nun İsrail’i yokuş aşağı sürüklediği ve Washington’da ülkeyi temsil etmeyeceği belirtilerek “Kongre korkunç bir hata yapmıştır. Netanyahu’nun Washington’a gelmesi ülkemize yönelik skandal ve yıkıcı davranışlarını ödüllendirecektir” denildi.

Eski Başbakan Ehud Olmert de 26 Haziran’da Haaretz’e yazdığı yazıda Netanyahu’yu “kasten Gazze’de savaşı uzatmak”, “ABD ile ittifakı yok etmek”, “Biden’ın seçim kampanyasının altını oymak”, “Fransa ve ABD’nin arabuluculuğuyla Lübnan hükümetiyle anlaşmak yerine Hizbullah’la topyekûn bir savaş başlatmaya çalışmakla” suçladı.
İçeride ve dışarıda rüzgar Netanyahu’dan yana esmiyor. Yine de bu hava, Netahyahu’nun Yahudi ve Hıristiyan Siyonist lobinin verdiği cesaretle bölgesel savaş çıkarma girişimlerini bertaraf etmeyebilir.

***

Kuzeyden Ukrayna, güneyden Lübnan-Filistin Türkiye’yi uzak kalamayacağı bir cendereye çekiyor. Gidişat iyi değil; dümendekiler de kofluktan kırılıyor. Görmekten öteye geçen strateji yok. Endişelenmek için sebep çok.

(27 Haziran 2024. Gazete Duvar)

 

 


Nakba’nın 76. Yılında Filistin Direnişi ve Kürt Ulusal Hareketi -1 - 2 - Haziran

20. yüzyılda kapitalizmin doğası gereği açığa çıkan muazzam gelişme, emperyalist aşamaya erişmesiyle doruk noktasına ulaşmıştı. Sanayideki teknik gelişmeler her ne kadar üretime hız kazandırsa da kapitalizmin açgözlülüğü, hırs, rekabet ve dünyaya egemen olma tutkusu aşırı üretime yol açmış, emperyalist aşamaya gelindiğinde -bu yeni çağ- kapitalizmi içerisinde bulunduğu buhrandan kurtulmak için yeni arayışlara sevk etmişti. Böylesi bir atmosferde kuzey yarımküre dipten gelen devrimci dalgalarla sarsılıyordu. Burjuva demokratik devrimler hegemonyayı içinden çıkılmaz bir krize sokuyor, ardından tüm dünyayı kasıp kavuran sosyalist Ekim Devrimi yükseliyordu. Son aşamasına ulaşan kapitalizm, yalnızca emperyalizm çağını değil, aynı zamanda proleter devrimler çağını da başlatmış oluyordu. Sınıf mücadelesinin kapsama alanı gittikçe genişliyordu. Çin Komünist Devrimi sınıf mücadelesinin Asya’dan yükselen ikinci dalgası olmuştu. Tüm bu gelişmelerle birlikte, ulus-devletleşmeyi de beraberinde getiren kapitalizm, özellikle sömürge ve yarı sömürgelerde ezen-ezilen uluslar çelişkisine yol açıyor, ezilen ulusların işgale, ilhaka ve sömürüye karşı anti emperyalist kurtuluş mücadelesi ivme kazanıyordu.

Ezilen uluslar Avrupa’da, Güney Amerika’da ve Asya’da olduğu kadar Ortadoğu coğrafyasında da Filistin ve Kürdistan özgülünde emperyalizme karşı isyanı kuşanıyordu. Emperyalistlerin Filistin’e yönelimi “Yahudi sorunu” konsepti ile bölgedeki zenginliklerin kotarılması doğrultusunda dizayn ediliyordu. Arap yarımadası ile Doğu Akdeniz’i birbirine bağlamasıyla son derece stratejik bir konuma sahip olan Filistin toprakları, emperyalist güçler için hedef tahtasında yerini almıştı.

İngiltere, ABD ve AB emperyalistleri, Ortadoğu’nun zenginliklerini sömürebilmek, yükselen “kızıl tehlike” Sovyetler ve Çin’e karşı bölgede baş aktör olabilmek için Filistin topraklarında bir kukla devlete, daha doğrusu karakola ihtiyaç duyarak İsrail’i fonlamış, siyonizmi palazlandırmış, haksız savaşlarla kuruluşunu teşvik etmiştir. Bir açık hava hapishanesine dönüştürülen Filistin’de kan ve göz yaşı durmaksızın akmaya devam etmiştir. Siyonistlerin 76 yıldır sürdürdüğü imha savaşı (Nakba) Filistinlilerin muazzam direnişlerine sahne olmuş, İsrail, sahip olduğu tüm olanaklara, emperyalistlerin desteğine ve suni “zaferlerine” rağmen savaşta insan faktörünün belirleyiciliğinin defalarca kez somutlandığı direnişi kırmayı başaramamıştır.

Nakba’nın Anlattıkları

Filistin ulusal direnişi hiç kuşku yok ki tarihsel olarak ilerici ve haklıdır. Nakba, günümüzden 76 yıl önce siyonist İsrail’in Filistin topraklarında başlattığı büyük yıkımı, imhayı, soykırımı ifade etmektedir. Joseph Massad’ın ifadesiyle “bir halkın bilinçli olarak yıkımı, bir halkı bilinçli olarak felakete uğratmak, bir ülkenin ve vatandaşlarının iyi bir plan üzerinden yakılıp yıkılması anlamına geliyor.” Başka bir ifadeyle Nakba’nın mantığı ırkçılığa ve sömürgeciliğe dayanmaktadır.

Nakba, 76. yılında uluslararası çapta protesto edildi ve dünya halkları bir kez daha Filistin halkının meşru kavgasının yanında olduğunu gösterdi. Öte yandan demokrasi ve özgürlük güzellemeleri yapan emperyalistler, siyonizmi ve emperyalizmi lanetleyen kendi ülkelerindeki halklara ardında saklı tuttuğu faşizm sopasını pratikte göstermiş oldu. Nakba’nın 76. yılında emperyalist devletlerin mutlak bir şekilde liberal tandanslı olmadığını, yani çelişkiler ve koşullar değiştiğinde faşist yöntemlere başvurabileceğini bir kez daha görmüş olduk. Dolayısıyla emperyalist blokun Filistin topraklarında Siyonizmi tam bir destekle palazlandırması tuhaf değil, aksine, kendine içkin olarak uygunluk halindedir. Bununla birlikte ‘öğrenci intifadası’ olarak yayılan protestolar Avrupa’da ve Amerika’da siyasi polisin sert müdahaleleriyle karşılaşmasına rağmen emperyalizm ve siyonizm karşıtı protestolar ısrarla devam etmektedir.

Filistin direnişinin yeni aşaması olan Aksa Tufanı, Nakba’nın olmuş-bitmiş bir olay olmadığını, hâlâ sürmekte olan bir olgu olduğunu 21. yüzyılda bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. “Nakba Sürüyor!” sloganı somut, güncel bir durumu ifade etmektedir. Zira Nakba Filistinliler için “büyük yıkım”, “imha” anlamına gelirken yalnızca fiziksel boyutuyla bir yıkımı değil, demografik, kültürel, sosyolojik bir yıkımı ve imhayı da karşılamaktadır. Siyonist İsrail’in tarih yazımında kaydettiği sahte “zaferler”in Filistinliler nezdinde bir karşılığı olmaması, 76 yılda siyonistlerin kalıcı “zaferler” elde edememiş olması ve en önemlisi de Filistinlilerin örgütlü ve bilinçli bir şekilde Nakba’ya direniyor olması; tüm bu gerçekler, Nakba’nın sürdüğünü ve kabul edilmediğini net şekilde ortaya koymaktadır. “Başlangıçtan beri Filistin halkı, Nekbe’nin ırkçı ve sömürgeci mantığına karşı mücadele etmiştir. 1880’ler, 90’lar, 1910’lar, 20’ler, 30’lar, 40’lar, 50’ler ve 60’lardan bugüne dek sömürgecilerle dövüşmüştür.” (J. Massad) Siyonist İsrail’in Nakba ile amaçladığı en önemli emellerinden birisi de Filistinlilerin toplumsal hafızasını tahribata, felce uğratmaktır. Bir dizi masalımsı-destansı anlatımla -tıpkı TC faşizminin yaptığı gibi- Filistinlilerin tarihini yok etmek, kendi yalancı-kurgu tarihini yazmak ve dayatmaktır; Filistinlilere boyun eğdirmek ve Nakba’yı kabul ettirmektir. Özetle siyonistlerin Nakba’sı, esasında Filistinlilere sömürge ulus olmayı dayatmaktır. Sömürge ulus olmayı kabul etmeyen ve Nakba’ya karşı 76 yıldır direnen Filistinliler, tüm dünyaya müşkül koşullara karşı halkın pratik aklının ve birliğinin önemini gösterebilmiştir.  Bununla birlikte bölgede emperyalistlerin pazar çıkarları uğruna asimilasyonu örgütlemeye çalışmaları Filistinlilerin cüretkâr direnişi karşısında sonuçsuz kalmıştır; “‘İsrail bağımsızlık savaşı’ yerine ‘Nekbe’ diyoruz. ‘Yahudi egemenliği’ yerine ‘ırk ayrımcılığı’, ‘Dalet Planı’ ya da ‘Yahudilerin atalarının topraklarına dönmeleri’ yerine ise ‘Filistinlilerin sürülmesi’ diyoruz. ‘İsrail demokrasisi’ yerine ‘İsrail’in kurumsallaşmış ve hukuki ırkçılığı’; ‘İsrail Arapları’ yerine ‘İsrail’in Filistinli vatandaşları’, Balfour Deklarasyonu’nda tanımlandığı biçimiyle, ‘Filistin’de Yahudi olmayan topluluklar’ yerine ‘Filistin halkı’ diyoruz. Bu ülkede Filistinlilerin karşı koymadığı ve direnmediği tek bir siyonist zaferden söz edilemez.” (J. Massad)

TC’nin Nakbası; Kürt Katliamları: Filistin ve Kürdistan Meselesinde Benzerlikler

Milli baskının ortaya çıktığı çok uluslu ülkelerin egemen ulusları, ezdikleri uluslara ve azınlık milliyetlere karşı kendi Nakba’larını organize etmiştir. Ezen-ezilen ulusların tarihi sayısız Nakba’larla ve sayısız İntifada’larla doludur. İrlanda, Brezilya, Yeni Kaledonya, Kolombiya, Cezayir, Şili, Meksika vd. birçok ülke milli baskının en kanlı ve en bariz örneklerinden bazılarıdır. Haritamızı biraz daha daralttığımızda hemen yanı başımızda Kürt ulusal sorunu gerçeği durmaktadır. Lozan Antlaşması ile dört parçaya bölünen Kürdistan’da Kürtlere uygulanan milli baskı, 1923’ten, yani TC’nin kuruluşundan -ve Lozan’dan- önce de varlığını sürdürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyılın başlarında son Kürt otonomi örgütlenmelerini de ortadan kaldırmak için kolları sıvamıştı. “Bu merkezi baskı ve ezme hareketlerine karşı, Kürt halkı, prenslerinin ya da aşiret şeflerinin idaresinde durmadan silaha sarılmak zorunda kalmıştır: 1805’te Abdurrahman Paşa Baban Süleymaniye’de, 1830’da Mehmud Paşa (Mirekor) Rewanduz’da ve 1842-1846’da ünlü Bedirxanlılar Cizre’de ayaklandılar. Dersim Sancağı’nın yakın zamanlara kadar devam edebilen dahili milli otonomilerini (ki bu otonomi, Dersimlilerin fiilen yaşattıkları ve fakat resmen tanınmamış bir ‘de facto’ durumu olarak da nitelenebilinir) saymazsak, Bedirxanlıların da yenilmesiyle birlikte, Osmanlı sınırları içerisinde bulunan en son bağımsız Kürt prensliği de ortadan kalkmış oluyordu.” (Dr. Şivan) Yine İbrahim yoldaşın ezilen uluslar ve azınlık milliyetlerin Osmanlı’daki ayaklanmalarına dair yaptığı çeperi geniş değerlendirmeleri dikkatle incelemek gerekmektedir: “Türkiye’de milli hareketler henüz yeni ve sadece Kürt hareketinden ibaret de değildir. Daha Osmanlı toplumu çökmeden önce başlamış ve bugüne kadar devam edegelmiştir. Bulgarlar, Yunanlılar, Macarlar, Arnavutlar, Kürtler, Ermeniler, Araplar, Yugoslavlar, Romenler… Osmanlı devletinde hâkim ulus olan Türk ulusuna karşı defalarca ayaklanmışlar, tarih, Kürt hareketinin dışındaki milli hareketleri belli bir çözüme bağlamıştır. Bugün Türkiye sınırları içinde hala bir çözüme bağlanmamış olan milli hareket, Kürt hareketidir.”

1923’te TC’nin kuruluşundan yalnızca birkaç ay önce Lozan’da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkı çiğnenerek yeni sınırlar belirlenmiştir. Lozan antlaşması aynı zamanda daha önceden Sevr antlaşmasında ‘tanınan’ Kürt milli haklarının inkârı anlamına da geliyordu. Tabii Sevr’de ‘tanınan’ Kürt milli hakları, egemenlerin öncülüğünde, doğal olarak tam bir kendi kaderini tayin hakkı olmaksızın, burjuva bürokrasisinin zehirli kılıcıyla gündemleşiyor, süreci kontrol edebilmek için bir komisyon kuruluyor ve bu komisyon emperyalist-sömürgeci İngiltere, Fransa ve İtalya’nın temsilcilerinden oluşuyordu. Bu durum, emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarını garanti altına alıyordu; komisyonda Kürtler ve Acemler de yer almasına rağmen belirleyici bir konumda değillerdi. Esasında komisyonun amacı emperyalistlerin bölgedeki garantörlüğünü yapmaktı. Zira o sıralar dünya çapında patlak veren emperyalist paylaşım savaşlarının, ulusal kurtuluş savaşlarının ve sınıf mücadelelerinin yarattığı ihtilaflı atmosferde koşulların ve çıkarların değişmesi halinde Kürtlere ‘tanınan’ milli hakların gasbedilebilmesinin ve yeni Kürt ayaklanmalarının önüne geçilmesinin zemini yaratılmalıydı! Yeni Türk hükümeti Kürtler üzerindeki milli baskıyı derinleştirdikçe Türkiye Kürdistan’ında isyanlar baş gösterdi. İsyanlara karşı TC’nin “çözümü” kitlesel katliamlara girişmek oldu. Şeyh Sait, Ağrı, Zilan ve Dersim İsyanları Lozan sonrasında TC’nin ilk 15 senesinde zuhur eden patlamalardan bazılarıdır. Bu haklı isyanlar sonucunda TC’nin histeri haline gelen Kürt düşmanlığı-şovenizmi sonucunda on binlerce Kürt katledilmiştir. “Sadece Dersim ayaklanmasından sonra katledilen Kürt köylülerinin sayısı 60.000’in üstündedir. Lozan’da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı alçakça çiğnendi. Kemalistlerle emperyalistler, Kürt ulusunun kendi istek ve eğilimini hiçe sayarak, pazarlıkla, Kürdistan bölgesini çeşitli devletler arasında böldüler. Azınlık milliyetlere ve özellikle Kürtlere, son derece aşağılayıcı muamele yapılıyordu, onlara her türlü hakaret mubah görülüyordu.” (İ. Kaypakkaya)

Osmanlı’dan TC’ye kalan miras, başta Kürt ulusu olmak üzere azınlık milliyetlere vahşice uygulanan milli baskı, Türk şovenizmi ve katliamlar olmuştur. Özellikle 1923’ten sonra saldırıların kapsamı her alanı tesiri altına almıştır. Kürtçe yayınlar yasaklanmış, bu yayınları çıkaran Kürt aydınları istiklal mahkemelerinde yargılanmıştır. Yüz yıllık bir inkâr günümüze dek süregelmiştir: “Kürtçe diye bir dil yoktur.” 1923’ten sonra yeni Türk devleti sınırları içerisinde Kürdün ve Kürtçenin inkarının yalın ve bariz örnekleri mevcuttur. 1958’de Amed’de çıkarılan, politik muhtevası daha güçlü olan İleri Yurt gazetesinde Musa Anter’in Kürtçe olarak yazdığı “Kımıl” isimli şiiri nedeniyle yargılanıp tutsak edilmesi, TC faşizminin Kürtlerin en ufak bir gelişimine dahi tahammülsüzlüğünün ilk örneklerinden yalnızca birisidir.

devam edecek.

Kürt ulusunun Rojava’da elde ettiği kazanımlar TC’yi içinden çıkılmaz bir paradoksa sürüklemiştir. Bu nedenle TC Sur, Cizre ve Nusaybin’de patlak veren özyönetim direnişlerinde binlerce Kürt’ü “terörist” ilan edip katletmekten çekinmemiştir. T. Kürdistanı günümüzde tıpkı Filistin’de olduğu gibi bir açık hava hapishanesine dönüşmüş durumdadır. TC, uşağı olduğu emperyalistler için T. Kürdistanı’nda ilhakçı, Suriye ve Irak Kürdistan’ında işgalci politikalar izlerken güçlerini ve bölgedeki konumunu konsolide etmeyi ihmal etmemiştir. Yalnızca son bir yıl içerisindeki “savunma ve güvenlik” olarak belirlenen savaş bütçesindeki dolar bazlı artışa göz atmak yeterlidir: “Bahsi geçen savunma ve güvenlik bütçesi, bugünün kuru ile yaklaşık 40,5 milyar ABD dolarına tekabül ediyor. Türkiye, 2023 yılında savunma ve güvenliğe yaklaşık 16 milyar dolar ayırmıştı. Şu an için savunma bütçesindeki dolar bazında artış, yaklaşık yüzde 250 bandında.”

Filistin’deki ve Kürdistan’daki güncel politik durumda savaş gerçekliği rasyonel olmaktan uzaktır. Çünkü her iki bölgenin de sosyal, ekonomik, siyasi ve coğrafi gerçekliği aynı değildir. Örneğin Suriye Kürdistanı’nda ve Irak Kürdistanı’nda faşist TC ve KDP güçlerine karşı zorlu bir savaş verilirken T. Kürdistanı’nda özyönetim direnişlerinin yenilgiyle sonuçlanmasından bu yana, tasfiye rüzgarlarının da daha güçlü esmesi sebebiyle ağır aksak bir savaşım hâkimdir. Oysa Filistin’in hemen her yerinde Siyonistlere karşı meşakkatli şehir savaşları verilmektedir. Dolayısıyla Kürdistan’daki ve Filistin’deki farklı ve değişen çelişkiler-koşullar hakkında varsayımlar üzerinden yüzeysel mukayeselere girmekten titizlikle kaçınılması ve gelişmelerin objektif bir çıktısına ulaşılması gerekir.

Yukarıda Filistin ve Kürdistan coğrafyası hakkında değindiğimiz olgular, Filistinlilerin ve Kürtlerin ilhakçı, işgalci ulus-devlet aygıtlarına ve sömürgeci emperyalist güçlere karşı direnişlerindeki tarihsel haklılıklarını ve andaki meşruluklarını anlamamız için yeterlidir. Filistin’de Nakba; Kürdistan’da Dersim, Halepçe, Rojava, Humeyni’nin idam fetvaları vd. demektir. Ezen ulusların egemenlerini, ezilen uluslar üzerindeki kanlı diktatörlüklerinde ortaklaştıran olgunun adıdır Nakba. Ezilen ulusları ortaklaştıran ise ezen uluslara karşı verdikleri haklı savaşlarıdır. Denebilir ki Nakba Kürdistan’da da sürüyor ve direniş de!

Aksa Tufanı Çıkışı ve Kürt Ulusal Hareketinin Filistin Tutumu

Filistin Ortak Operasyonlar Odası’nı Ramallah, Gazze, Nablus gibi stratejik bölgelerde örgütlenen ve kitle desteğine sahip pek çok İslami ve sol-sosyalist örgütlerin bir ulusal birleşik cephesi olarak kabul etmeliyiz. 7 Ekim 2023’te Ortak Operasyon Odası’na bağlı El-Kassam Tugayları’nın İsrail’e yönelik Aksa Tufanı operasyonuyla başlattığı saldırılar savaşı yeni bir safhaya taşımış oldu. Aksa Tufanı operasyonu Hamas’ın öncülüğünde düzenlenmiş olsa da tüm örgütler birleşik mücadele ruhuna uygun şekilde hareket ederek savaşı büyütmekte gecikmediler ve operasyonu Filistin ulusal direnişine mal ettiler. Burjuva-feodal medya savaşın yeni safhasını Hamas ile İsrail arasında cereyan etmekteymiş gibi servis etti. KUH’un (Kürt Ulusal Hareketi) sözcüleri de gelişmeleri “Hamas-İsrail savaşı” olarak değerlendirdi ve Hamas ile İsrail arasındaki çatışmanın sona erdirilmesine dair barışçıl çağrılarda bulundular. Bu minvalde varsayımlardan ve temelsiz değerlendirmelerden öteye geçemeyen, Hamas’ı İsrail’e saldırtanın ve Hamas yöneticisinin Tayyip Erdoğan olduğu(!), Filistinlilerin ve İsrailli Yahudilerin çözümü Öcalan’ın yeni paradigmasında aramaları gerektiği gibi görüşler de KUH nezdinde sıkça kullanılmaya başlandı. Açıktır ki şimdi daha şiddetli bir şekilde cereyan eden Filistinlilerin Siyonist İsrail’e karşı haklı savaşını salt Hamas ile Siyonist İsrail arasında süren bir savaşmış gibi ele almak meseleye dar pencereden bakmaktır. 8 aydır Nakba tarihinin en şiddetli muharebelerinden birisine tanıklık etmekteyiz ve geçen bu süre zarfında daha şimdiden on binlerce Filistinli, Siyonistlerin saldırılarında yaşamını yitirmiştir.

El-Kassam Tugayları komutanlarından Muhammed ed-Dayf’ın 7 Ekim’de saldırının ayrıntılarına ve nedenlerine dair verdiği bilgiler aydınlatıcı niteliktedir. Filistin halkının bir devlet kurma projesine geri döndüğünü belirten Dayf, İsrail’in ihlallerine karşı bir çizgi çekme kararı aldıklarını ve İsrail’e karşı Aksa Tufanı operasyonunu başlattıklarını ifade etmişti. Operasyonun 5 bin füzeli ilk saldırı aşamasıyla birlikte, İsrail ile güvenlik koordinasyonunun sona erdiğini, Aksa Tufanı’nın İsrail’in düşündüğü ve beklediğinden çok daha büyük olacağını belirterek İslam ve Arap dünyasını İsrail’in işgalini silmek için birleşme, “elinde tüfeği olan herkese bunu çıkarma” çağrısı yapmıştı. Hemen sonrasında yukarıda da belirttiğimiz gibi Ortak Operasyon Odası’na bağlı Filistinli örgütler savaşı tereddütsüz büyütme iradesini göstererek Siyonistlerle şiddetli çatışmalara girmişlerdi. Tüm dünyanın gözü önünde açığa çıkan gerçeklere; yani Filistinli örgütlerin bir ulusal direniş hattında birleşmesine, Filistin halkının bu örgütlerin öncülüğünde mücadelesini sürdürmesine ve yapılan onca açıklamaya rağmen Filistin ulusal kurtuluş mücadelesi -ya da direnme savaşı- KUH tarafından Hamas-İsrail arasındaki bir “çıkar” dalaşı olarak kabul edilmeye devam etmiştir. Ancak savaş salt Hamas ile Siyonist İsrail arasında değil, farklı ideolojik-politik amaçlara sahip, bir araya gelen Filistinli örgütlerin öncülüğünde Filistinlilerle Siyonist İsrail arasında sürmektedir.

KUH, Hamas’ın yöntemlerini doğru bulmadığını açıklamıştır. Bu açıklama, Re’im’de gerçekleştirilen bir müzik festivalinde Zaka kaynaklarına göre 260 sivilin Hamas militanları tarafından öldürülmesiyle sonuçlanan saldırıyı gerekçe göstermektedir. İsrail kaynakları festivale yönelik saldırıyı Hamas’ın düzenlediğini iddia ederken ve KUH bu kaynakları esas alarak değerlendirmelerde bulunurken Hamas yetkililerinden saldırıya dair yapılan açıklamada şu ifadelere yer verilmiştir: “Kassam mensuplarının 7 Ekim’de sivilleri hedef aldığı iddiası tamamen iftira ve yalandır. Bunları iddia edenler İsrail kaynaklarıdır. Bunu teyit eden hiçbir bağımsız kaynak yoktur. O gün çekilen videolar ve İsraillilerin daha sonra yayınlanan ifadeleri gösteriyor ki Kassam savaşçıları sivilleri hedef almadı, sivillerin çoğu İsrail ordusunun ve polisinin şaşkınlığı sonucu İsrail polisi ve askeri tarafından öldürüldü.” Devamında ise İsrail’in işlediği savaş suçlarından kaynaklı Lahey’de UAD’da (Uluslarası Adalet Divanı) yargılanmasını engelleyen ABD ve AB’ye “özellikle ABD, Almanya, Kanada ve İngiltere’ye eğer gerçekten adalete inanıyorlarsa, Filistin’de işlenen tüm suçların soruşturulması için yargı sürecine destek vermeleri” çağrısında bulunulmuştu.

KUH sözcülerinin bir başka argümanı ise Hamas’ın bir İslam örgütü olmasıdır. Bu argüman baz alınarak ortaya atılan iddiaya göre RTE, nasıl ki Rojava’da IŞİD terörizmini hortlattıysa Filistin’de de İsrail’li sivillere saldıran Hamas’ı aynı şekilde hortlatmıştır(!) Çünkü Hamas da IŞİD gibi İslamcı-cihatçı, kafatasçı bir örgüttür(!) IŞİD, Kürtlerin Rojava’daki kazanımlarına dahası ulusal bağımsızlık talebine yönelen TC’nin ve emperyalist efendilerinin beslemesi bir terör örgütü olarak Kürdistan’da faal hale getirilmiştir. İslami niteliği gerekçe olarak gösterilen Hamas ise ulusal bağımsızlıkçı bir hareket olarak işgalci İsrail devletine karşı savaşmaktadır.

Filistin halkının ezici bir çoğunluğu İslam dinine mutabık bir kültüre ve yaşam tarzına sahiptir. Dolayısıyla Filistin mücadelesinde Hamas’ın konumu hakkında bilimsel bir tahlil yapmak, örgütün ait olduğu toplumun sosyokültürel ve sosyoekonomik gerçekliğini hesaba katmak, örgütü ve toplumu kendi özgün koşulları ve dinamikleri içerisinde incelemek elzemdir. Bu bağlamda Siyonistlerin “Hamas IŞİD’dir” vd. argümanlarını benimseyerek Hamas ile IŞİD’i eşitlemenin bilimsel bir yaklaşım tarzını yansıtmadığı aşikârdır. Hamas işgal karşıtı bir hatta ulusal bağımsızlık talebine yönelirken IŞİD Kürt Ulusal Hareketine yönelmekte esasta emperyalistlerin çıkarlarını korumaktadır. Rojava’da TC’nin Kürtlerin kazanımlarına karşı IŞİD, ÖSO gibi çeteleri askeri, siyasi ve ekonomik olarak desteklediği bilinmektedir. Bu çetelerin amacı Rojava’daki Kürtlerin can bedeli verdikleri mücadelede elde ettikleri kazanımlarla daha büyük bir çatı altında örgütlenmelerinin önüne geçmekti. Çünkü Rojava halkının olumlu eylemi, faşist diktatörlüğün siyasi arenada, iç-dış politikada ve pazarda hareket alanının sınırlanması anlamına geliyordu. Böylece Rojava’daki mücadelenin çetelerin de devreye alınmasıyla tasfiye edilmesi planları pratik süreç içerisinde açığa çıkmış oluyordu.

2018’de TC’nin ÖSO ile Efrin’e yönelik başlattığı geniş çaplı harekât ve sonraki 4 yıl içerisinde Efrin’in demografik yapısındaki değişimler son derece çarpıcıdır. Rojava Özerk Yönetimi’nin 2022 yılında açıkladığı raporda şu ifadelere yer veriliyordu: “Resmi verilere göre 300 binden fazla Efrinli yurttaş göç etti. Şu anda Efrin’deki Kürt nüfusu yüzde 25 oranında azaldı. 400 binden fazla Arap Efrin’e yerleştirildi. Kamu alanlarının isimleri Arapça ve Türkçe olarak değiştirildi. Türk bayrağı çekildi.” Adım adım Kürtlerin sosyal ve ekonomik gelişme dinamikleri Efrin’de tasfiye edilmiştir. Diğer taraftan IŞİD de TC ile organik ilişkiler içerisinde bulunup emperyalistlerin çıkarlarını kollayan adımlar atmakta/ politikalar yürütmektedir.

Hamas ise İslami bir niteliğe sahiptir ancak bu Hamas’ı tanımlamak için yeterli değildir; aynı zamanda anti Siyonisttir. İşgalci İsrail devletine karşı sürdürdüğü ulusal mücadele aynı zamanda emperyalist güçlerin çıkarlarına yönelmektedir. Bu bağlamda yürüttüğü mücadele objektif olarak anti emperyalist bir niteliğe bürünmektedir. Kuşkusuz tutarlı bir anti emperyalist çizgi sadece komünistlerden beklenebilir. Kısacası Hamas da ulusal bir hareketlere içkin olan tüm tutarsızlıklara sahiptir. Hamas’ın IŞİD’ten ciddi ideolojik farklılıkları söz konusudur. Hamas kurulduğu sırada İsrail’in Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki işgalci varlığına son verip “Filistin İslam Devleti”ni kurmayı amaçladığını açıkça ilan etmiştir. Öyle ki günümüzde de ABD’nin sıkça vurguladığı “iki devletli çözüm” modeline FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) rıza gösterirken Hamas bu “çözüm”e karşı çıkmış ve Siyonistlerle savaşa devam edilmesi gerektiğini savunmuştur. Dolayısıyla Hamas’ın Siyonizm karşıtlığını anti semitizm değil, ezilen ulus çelişkisi teşkil etmektedir. Onun ulusal baskıya yönelen eylemi objektif olarak devrimci bir muhtevaya sahiptir. Emperyalistlerin ve Siyonist İsrail’in “Hamas=IŞİD” şeklinde kurduğu denklem, Siyonistlerin katliamlarını meşrulaştırmak, işledikleri savaş suçlarını hasır altı etmek bağlamında anlaşılırdır. Ancak KUH’un aynı denklemin jurnal bir savunusunu yapması, Orta Doğu’da ulusal kurtuluş savaşlarının yükselişe geçtiği böylesi bir dönemi anlamak bakımından büyük talihsizliktir.

Yine Kürt Ulusal Hareketi’nin bileşenlerinden olan Kürt orijinli “Marksist-Leninist” çevrelerin Filistin’in Siyonizm’e karşı direnme savaşına dair aldığı tutum da farklı değildir. 7 Ekim’den bu yana benzer argümanlar etrafında hemfikir olmuşlardır. Bu arkadaşlar, savaşın Kuşak Yol, IMEC ve Ovaköy-Basra demiryolu-karayolu projelerinin bölgede güç dengeleri açısından iyi okunması gerektiğini ve savaşın bu gelişmelerden bağımsız olmadığını belirtmişlerdir. Şüphesiz, bölgede var olan ulusal sorunun temeli pazar sorununa dayanmaktadır, bu okuma doğrudur. Ancak savaşın Hamas ile İsrail arasında geliştiğine (Ortak Operasyon Odası ve içerisinde yer alan diğer Filistinli gruplarla Hamas’ın ortak iradesi yok sayılmıştır), bunun yalnızca Filistin ile İsrail halklarına zarar verdiğine, Filistin’in Hamas zihniyetinden kurtulması gerektiğine ve “iki devletli çözüm”e dair ılımlı yaklaşımlarla ileri sürdükleri görüşlerden ulusal soruna Marksist-Leninist pencereden bakılmadığı anlaşılmaktadır.  Yine bu arkadaşlar Hamas’ın Filistin halkını temsil etmediğine dair kesin çıkarımlarda bulunmuşlardır. Hangi saiklere ya da somut gelişmelere dayanarak böyle bir iddiada bulunduklarını bilmiyoruz fakat Hamas’ın bugün Filistin halkının çoğunluğunu temsil ettiği bir gerçektir. Şeyh Sait isyanına dair tartışmalar hatırlanabilir. İslami bir niteliğe sahip olduğu diğer bir ifade ile feodal karakteri bilinir. Onun gerici/feodal karakteri mahkûm edilirken Kürt ulusunun uğradığı milli baskı politikalarını sona erdirmeye yönelmesi yani ulusal bağımsızlıkçı karakteri ayaklanmaya objektif olarak devrimci bir muhteva kazandırdığı da komünistlerin dikkat çektiği bir özelliğidir. Bu yönüyle Şeyh Sait isyanı demokratik bir muhteva taşıyordu. “Gerek sömürgelerdeki ve gerekse uyruk milletlerdeki bu milli hareketler, eski dönemin çağımıza devrettiği, yaygın olmayan ve çağımızı karakterize etmeyen ama yine de Marksist-Leninistlerin ele almak zorunda oldukları birer vakıadırlar. … Kesin bir şey varsa, o da, bu milli hareketlerin ilerici ve demokratik bir muhteva taşıdığıdır.” (İ. Kaypakkaya)

Sonuç olarak, dostlarımız, somut koşulları doğru okumalı, doğru tahlil etmelidir. En temelde de çıkarılacak sonuçlar, Kürt ulusu ile Filistin ulusunun faşizme, Siyonizme, emperyalizme karşı haklı savaşlarını büyütmesine hizmet etmelidir. Artık emperyalistler ve onların yerli iş birlikçileriyle ezilen uluslar arasındaki çelişkiler geri dönülmez bir aşamaya ulaşmıştır. Bu geri dönülmez aşamada ulusal soruna “kılıç ile boyun arasında” öneriler sunmak yerine ezilen ulusların enternasyonal dayanışmasını örgütlemek her zamankinden daha acil bir görevdir.

BİTTİ

 

 

 

 

HAMAS[1] - SİYONİST İSRAİL DEVLETİ DENKLEMİNDE GAZZE’DEKİ SOYKIRIM: Halil Gündoğan…..22.06.2024

Açıklanan rakamlar muhtelif olsa da 7.Ekim.2023 ile 30.Mayıs.2024 tarihleri arasında, ezici çoğunluğu çocuk ve kadın olmak üzere, toplamda 36 bin Filistinli hunharca katledilmiş durumda. Yaralı sayısının 80 bini aştığı ve keza binlerce kişinin akıbetlerinin bilinmediği söylenmekte.

Çeşitli haber kaynaklarının aktardığına göre; şimdiye kadar 87 bin konut tamamen yıkılmışken, toplamda 297 bin konut ise kullanılamaz durumdaymış.


 Keza 189 hükümet binası ile 108 okul ve üniversite yerle bir edilmişken; 313 okul ve üniversite ise kullanılamaz duruma sokulmuş. Keza 160 sağlık kuruluşu, 55 sağlık merkezi, 33 hastane, 130 ambulans ve 206 tarihi ve kültürel varlıkları imha edilmiş. Yani özetle, insanların yaşam alanları, hastane, okul ve adeta tüm üretim tesisleri ve kültürel varlıkları yerle bir edilmiş durumda.

Takriben 2 milyon civarında Filistinli de yerinden edilmiş. İnsanlar yiyecek, içecek, ilaç ve diğer temel ihtiyaç maddelerinden mahrum bırakılarak, alenen ölüme terk edilmiş durumda. (Aktarılan rakamlara göre 1 milyon 95 bin bulaşıcı hastalık, 30 binden fazla ‘Hepatit A’ vakası tespit edilmiş ve 350 bin kronik hasta ölüme terk edilmiş.)

 Ve de bütün bu insanlık dışı şeyler yeterli görülmüyor olmalı ki katliam, yıkım ve geleceksizliğe mahkûm etme esası üzerinden kurgulandığı aşikâr olan soykırım fiili, olanca hızıyla devam ediyor. Nereye ve daha ne kadar devam ettirileceği ve bilançonun nasıl sonuçlanacağını ise; şimdiden kestirmek pek te mümkün gözükmüyor.

 Fakat şu kesin ki Gazze’nin Filistin yurdu olmaktan çıkarılarak, bir nevi ilhak edilmesi ve de mümkün olabildiğince kadın ve çocukların imha edilerek; Filistinlilerin soyunun kurutulması hedeflenmektedir.

 Tarihsel tecrübelerle sabittir ki Siyonistler, “vadedilmiş topraklar” mitolojisiyle ‘tarihsel arka planını’ oluşturdukları Filistin’de ki varlıklarını, Filistinlerin yok edilip, topraklarının işgal edilmesi üzerine kurgulamışlardır. Bir devlet olarak kuruluşları da sonraki süreçlerde ‘yeni yerleşim yerleri açma’ vesilesiyle ülke sınırlarını her seferinde daha da büyütmeleri de bu strateji gereğincedir.

 Hal böyle olunca da yani bu Siyonist barbarlık ve işgalci tutuma karşı; Filistinlilerin (ve elbette ki benzer durumda ki tüm diğer ulusların da) kendi yurtlarını, toprak bütünlüklerini ve her türlü ulusal haklarını talep etme, geliştirme ve koruma meşru hakları vardır ve de saklıdır da. Gayet tabii ki bu amaç doğrultusunda her çap ve boyutta yürütüle gelen ulusal kurtuluş savaşımları ve ‘evrensel savaş hukukuna uygun’ her türlü direnişleri; haklı ve meşrudur da.

 Bu çerçevede olmak üzere; ideolojik kimliğinden bağımsız olarak, elbette ki HAMAS gibi yapılanmaların da görev ve sorumluluğudur kendi yurdunu, halkını ve tüm diğer ulusal haklarını koruma ve talep etme amacıyla bir ulusal kurtuluş davası güdüp, savaşımını sürdürmesi. Bunun için kimsenin icazeti ve onayı da gerekmiyor zaten.

 Dolayısıyla da burada sorgulama, HAMAS ve bileşeni olduğu “Al Aksa Tufanı” oluşumunun, bu yönü üzerinden olmayacaktır elbette ki. Ama gerek bileşimin belirleyici aktörü olması sebebiyle özel olarak HAMAS’ın ve gerekse gerçekleştirilen harekatın altında imzası olması dolayısıyla genel olarak Al Aksa Tufanı oluşumunun, 7 Ekim 2023 tarihinde gerçekleştirilen askeri operasyonunun kesinlikle sorgulanması gerekiyor.

 Bilinir ki savaşın en temel ve de en öncelikli kuralı; kendi güçlerini korumayı esas almaktır. Bir harekat veya muharebe başlatılacağında, ilk sorgulanacak ve de gözetilecek husus; bu harekat, muharebe veya top yekûn savaşta kendi ana gücünü (bu özgülde kendi halkını) koruyup koruyamayacağının belirlenmesidir. Eğer korunamayacaksa veya güçler dengesi ve coğrafi konumdan da ötürü bu zaten mümkün olamayacaksa ve de karşı taraf seni tümden silip süpürmek için zaten ‘tanrının bir lütfu’ babında, ‘olsun ya da olmasın bahanesi’ arıyorsa kana susamış aç bir kurt misali; bu durumda yapılması gereken şey, düşmana bunun imkânını vermemektir.

 İşte tam da bu yönüyle sorgulanması gerekiyor 7.Ekim.2023 askeri operasyonunun. HAMAS’ın ta kuruluş yıllarına kadar geriye dönük değerlendirmelerle, İsrail Devleti ve istihbaratının bilgisi dahilinde ve tamamen İsrail Devletinin emellerine hizmet amacıyla HAMAS’ın böylesi bir eylemi gerçekleştirdiği/gerçekleştirebildiği, yani bir nevi sipariş bir operasyon olduğu ileri sürülse de spekülasyona dayalı bu türden yorum ve nitelemeler, hem çok da fazla bir anlam ifade etmiyor olacak ve hem de bugün yaşananları böylesi bir sorgulama ile izah etmek de pek kolay olmayacaktır.

 Kabul görmüş isimlendirmesiyle, gerek bizzat Al Aksa Tufanı operasyonu ve gerekse tüneller sahasında devam eden boyutlarıyla, yani salt ‘askeri bir eylem’ olarak ele alınıp değerlendirilecek olursa; denilebilir ki İsrail Devletinin karizmasını fena halde çizmiş, son derece sofistike ve başarılı bir askeri harekattır.

 Fakat operasyon esnasında sivillere yönelik yapılanlar ise zaten ta en baştan bu operasyonun ‘terörist bir saldırı’ olarak damgalanmasına ve Filistin halkının genel olarak kabul görmüş o “meşru müdafaa hakkı”nın o an itibariyle yerle bir olmasına ve dünya kamuoyu nezdinde nefret objesi haline dönüşmesine yol açtı. Ve ama daha da önemlisi; başta tüm devletler olmak üzere, geniş kamuoyu nezdinde İsrail devletinin karşı operasyonunun haklı ve meşru bir savunma hakkı olduğu algısının oluşması sonucunu doğurdu. Ve bu, uzunca bir süre Filistin halkını dünya halklarının o hayati derecedeki önemli sahiplenilmesinden mahrum bırakırken; İsrail Devletinin ise tüm vahşiliği ve gaddarlığıyla saldırılarda bulunmasın bir nevi psikolojik destekleyeni rolü oynadı.

 Elbette ki Al Aksa Tufanı operasyonuna ilişkin yukarıdaki bu değerlendirme, esasen tek yanlı ve tek boyutlu olup; öze ilişkin, bütünlüklü bir değerlendirme sayılamaz. Bu operasyonun bütünlüklü değerlendirilmesi ancak ki savaşın öncelikli temel kuralı olan kendi güçlerini koruma kriteri üzerinden sorgulanması suretiyle yapılabilir ancak ki.

 Bu yönüyle sorgulandığında ise rahatlıkla görülecektir ki bu temel savaş ilkesi, HAMAS ve diğer müttefiki güçler tarafından, tamamen, evet tamamen es geçilmiştir. Çünkü saldırıdan sonra, alınan rehinelerle birlikte çekilen alan sadece Al Aksa Tufanı bileşeni güçlerin bir askeri üssü veya savunma hattı değildir. Keza üstelik burası, düşman güçleri açısından aşılamaz, ulaşılamaz o eski çağların kaleleri misali korunaklı bir alan da değildir. Burası, milyonlarca Filistinlinin kıstırıldığı ve ‘balık istifi’ misali tıkış tıkış yaşadığı bir sivil yerleşim yeridir.

 Dolayısıyla da böylesi bir yerin çok aleni bir şekilde saldırı ve savunma üssü olarak kullanılması, zaten en baştan, savaşın doğrudan öznesi olamayacak durumda olan o çoluk- çocuğun, kadın, yaşlı ve hastaların da içinde bulunduğu ve milyonlarla ifade edilen o sivil halkın doğrudan düşmanın önüne yem olarak atılmasıyla eş anlamlıdır.

 Bunun literatürdeki yalın karşılığı şudur: Savaşın en temel kuralı gereğince davranmayarak kendi güçlerini düşmanın karşı saldırısına maruz bırakan; pratiğinin kendiliğinden sonucu olarak böylesi bir ortam yaratıp sunan bir savaş kurmayı, hem ağır bir savaş suçu işlemiş olur ve hem de doğan sonucun suç ortağı.

 Yani ‘eğri oturup doğru konuşmak gerekirse’; Gazze’de yaşanan bu korkunç soykırımın suç ortağı konumundadır HAMAS ve Al Aksa Tufanı’nın bileşeni diğer oluşumlar. Yani burada karşılaşılan durum, “sebep-sonuç denklemi” sarmalının çok tipik bir örneği olduğu, rahatlıkla söylenebilir.

......................................

Al Aksa Tufanı 23 Temmuz 2018’de İsrail işgaline karşı birleşik bir mücadele cephesi olarak oluşturulmuş bir direniş cephesidir. Amacı, eylemleri tek merkezden kontrol etmektir. Zaten kendilerini ifade edişleri de “Filistin Direniş Örgütleri Ortak Operasyon Odası” şeklindedir. Bileşiminde 12 örgüt yer almaktadır. Bunların biri Hamas’a, biri İslami Cihad’a, dört tanesi El-Fetih’e, diğerleri de daha farklı f Filistin örgütlerine bağlı örgütlerdir.


 

 

BUGÜN ARTIK ÇOK DAHA AÇIK BİR HÂL ALAN ŞERİAT TEHDİDİNE KARŞI LAİKLİĞİ SAVUNMAK, SÜRECİN ÖNE ÇIKAN ACİL VE ÖNEMLİ GÖREVLERİNDENDİR.


 Kendisini “Anayasal Hukuk Devleti” olarak tanımlayan bir devlet düşünün ki Anayasasında hâlâ; “Türkiye Cumhuriyeti, (…), demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” İlkesi yürürlükteyken; bu ülkede şeriat propagandası yapmak serbest olsun ve ama dayanağını mevcut Anayasa ve yasalardan alan, şeriata karşı çıkmak ve de laikliği savunmak suç olsun! 

Halil Gündoğan......22.06.2024

 Ta kuruluş sürecinin ilk yılları itibariyle şeriata dayalı sistemi kaldırıp, yerine (tartışmalı ve yarım yamalak da olsa) laik devlet sistemine geçildiğini Anayasal güvenceye kavuşturan bir “Anayasal hukuk devleti” düşünün ki göreve gelen Cumhur Başkanı dahil tüm bakan ve milletvekilleri, yaptıkları yeminde, birçok şeyin yanı sıra; “(…) demokratik ve laik Cumhuriyete (…) bağlı kalacağıma; (…) ve Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma; (…) namusum ve şerefim üzerine and içerim.” şeklinde, “namus ve şeref sözü” vermiş olmalarına rağmen; örneğin o Cumhur Başkanı, İstanbul Adliyesinde “şeriat isteriz.” gösterisi yapanlara tepki koyup, bunu ve iktidarın suskunluğunu eleştirenleri; “şeriata karşı çıkmak, İslam’a karşı çıkmaktır.” diyerek tehdit edip, şeriat isteyenleri açıktan sahiplenebiliyor. 

 

Keza sosyal medyada şeriat ve laiklik tartışması yapan iki kişiden, laikliği savunan hakkında, hem de aslı astarı olmayan, yani düpedüz koca bir yalanla; “dinimizi ve peygamberimizi aşağıladı.” gerekçesiyle, savcılık ve mahkeme safhalarını da atlayarak, doğrudan bakan olarak kendisi devreye girip, yakalama kararı çıkarttıklarını kamuoyuna açıklayabiliyor. Ve elbette burada da Anayasalarının suç saydığı şeriatı savunanı/savunan ve tıpkı birer İŞİD militanı gibi, kelle kesip, kan akıtma tehdidiyle topluma korku salmaya yeltenen azgın yobaz dinbaz güruhu açık bir şekilde sahiplenip, koruyarak!

 

Şeriat tehdidinin bugün artık nasıl soyut bir tehdit olmaktan çıkıp, bizzat Cumhur Başkanının doğrudan himayesinde, peyderpey toplumsal yaşama enjekte edilmekte olduğunu ve de bunda ki kararlılığı göstermek için, daha başka somut pratik örnekler sıralamaya hiç mi hiç gerek yok. Çünkü bu iki örnek, bunu zaten bütün yönleriyle somutlamaya haydi haydi yetiyor aslında.

 

Hayatta öyle şeyler vardır ki şayet zamanında gereken tepkiyi koymaz, gereken önlemi alamaz ve de zamanında yapılması gerekenleri yapmaz isen; “yangının bacayı sarması” sonrası yapılacakların kifayetsizliği misalinde olduğu gibi, hem bir şeyler yapmak için artık çok geçtir ve hem de yerleşeni yerinden etmek, öyle pek de o kadar kolay olmayacaktır. Çökmeyi görsün toplumun üzerine koyu karanlık zulüm sistemi; çöktükten sonra onu kaldırmanın hiçte kolay olmadığını, uzaklarda veya çok eskilerde aramaya gerek yok herhalde ki; yakın komşumuz İran örneği ve 12 Eylül süreci bunun en ibretlik örneklerindendir.

 

Ve ama maalesef ki toplumun azımsanmayacak büyüklükteki ilerici-demokrat ve laiklik yanlısı kesimleri ve keza kendisini sol-sosyalist ve komünist addedenlerin de önemlice bir bölüğü ve keza kendisini “Atatürk devrimleri ve Cumhuriyetin temel ilkeleri”nin, dolayısıyla da laikliğin baş bekçisi olarak topluma lanseden ana muhalefet partisi CHP ve keza laiklik yanlısı diğer kesimler, ya bu tehdidi ve de tehlikeyi önemser bulmuyor ya da bu tehdit ve tehlikenin ciddiyet ve büyüklüğünün yeterince idrakine varamıyor ki adeta “ölüm uykusundaymış gibi”, bir tepkisizlik içindeler. Anlaşılır ve de izah edilebilir gibi değil doğrusu.

 

Bu kesimleri uyarmak ve harekete geçmelerini sağlamak için alttan taban baskısı mı oluşturmamız gerekiyor acaba? Durum, biraz böyleymiş gibi görünüyor!

 

O halde mecburen, taban inisiyatifiyle organize olup, elbirliğiyle bunu yapmalıyız. Çünkü şayet bu tehdidi püskürtmek için gereken toplumsal tepki bugün gösterilemezse; yarın, her şey için artık çok geç olabilir.

 

15 Haziran 2024 Cumartesi

“CHP’yi demokrasi cephesıne katılmaya zorlama” yaklaşımları üzerine - 1/2_ Halil Gündoğan

 
Toplumda ve doğada yaşanan her değişim, dönüşüm ve gelişmeye koşut olarak, her olgu ve kavram gibi, CHP de elbette ki tartışmalar konusu olabilir, olmalıdır da. Bunda herhangi bir anormallik olmasa gerek. Hayatta, ortaya çıktığı o ilk andaki haliyle, değişmeden kalan/kalabilen hiçbir şey olamayacağına göre; CHP’de de bu kural gereği, el mecbur, bazı değişim ve dönüşümler yaşanacaktır. 

Bunu yadsımak, hayatın diyalektiğini yadsımakla eşanlamlıdır. Bu ön kabulle, burada öncelikle şu iki yönün sorgulanması gerekir; Öncelikli olarak, değişim dönüşümlerin nicelik ve niteliklerinin isabetlice belirlenebilmesiyken; ikinci olarak da neyi nasıl tanımlayıp tartıştığımız ve ne tür sonuçlara vardırdığımızdır.

Herkesin bilip kabul ettiği gibi, tarihsel CHP, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş ideolojisi olan ve o konjonktürde “Altı Ok” da ifadesini bulan Kemalizm’in, icracısı bir parti olarak kurulmuştur. Ve uzun yıllar da T.C. Devleti’nin her türlü icrasının baş sorumlusu olmuştur.

Kemalizm’in o süreçteki uygulamaları, elbette kaskatı faşist bir diktatörlük şeklinde iken; bir devlet partisi olarak, bu fiillerin baş uygulayıcısı konumunda bulunan CHP’nin demokrat, liberal demokrat veya sosyal demokrat olması, eşyanın tabiatı gereği, zaten pek mümkün de olamazdı. 

İkinci Dünya Savaşı sonrası sürecin değişen iç ve dış denkleminin de basıncıyla CHP, sembolik Altı Ok’una dokunmaksızın (burada, kısaca da olsa şunu belirtmek gerekiyor: Elbette ki Altı Ok’u oluşturan “Cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik, laiklik, devletçilik ve devrimcilik” gibi kavramlar değildir Kemalizm’in faşist karakterini oluşturan kıstaslar; bunlar, tamamen ‘masumane’ dolgu unsurları olarak kullanılmıştır. Tıpkı, “Nasyonal Sosyalist” kavramının Alman Nazilerince kullanılması gibi. Yukarıda, “o konjonktürde Altı Ok’ta ifadesini bulan” özel vurgusu, tamamen buna dikkat çekme maksadıylaydı.), kendisini önce “ortanın solu” olarak, daha sonra da Avrupa sosyal demokrat partilerinin çatı kurumu olan Sosyalist Enternasyonal’ e katılarak, sosyal demokrat bir parti olarak tanımladı. Ve bu süreçle birlikte de CHP yine yek pare ve homojen bir kadro partisi olmadı: Klasik sağcı- faşist ulusalcı/Türkçü Kemalistlerden tutun da burjuva liberal, laik ve kendini yelpazenin ağırlıkla sol cenahında tanımlayan ‘demokratik sol’ kanata kadar birçok klik ve kanadın bir arada olduğu kozmopolit, Türküye-K. Kürdistan realitesine uyarlı ‘gece kondu’ vari bir sosyal demokrat partiye evrilmiş oldu.

Neden ‘gece kondu’ misali diyorum? Çünkü özellikle de toplumsal ve siyasal şeyler, ilk başta gündemine geldikleri toplumların sosyal-ekonomik ve kültürel gelişmişlik düzeyine koşut olarak şekillenir ve bunun üzerinden karakterize olurlar. Mesela nasıl ki ağırlıklı olarak geri kapitalist ve ama esasen de köylü bir toplumsal formasyonda gündeme gelen sosyalizm deneyimlerinin, olması gerekenin çok çok gerisinde bir gerçekliği söz konusu olduysa; gelişmiş kapitalist ve burjuva demokrasisi koşullarıyla kıyaslandığında, Türkiye ve K.Kürdistan özgülünde ortaya çıkacak bir sosyal demokrasinin de apartman ve gök delenlerin yanında, bir gecede derme çatma inşa edilen gecekondudan pek de bir farklı olmayacaktı. Dolayısıyla da her ne kadar da “sosyal demokrat parti” genel payesiyle anılıyor olsalar da ancak ne var ki kaçınılmaz olarak bunların her biri hem ortaya çıktıkları genel verili sürecin ve hem de içinde yeşerdikleri toplumun sosyal- ekonomik ve kültürel gerçekliğince karakterize olarak, önemli oranda kendine özgü yönleriyle, yani artı ve eksilerden oluşan farklılıklarıyla ortaya çıkacaklardır.

Bu anlamıyla nasıl ki örneğin Almanya Sosyal Demokrat Partisi, örneğin İsveç Sosyal Demokrat Partisinden veya İngiltere İşçi Partisinden, İngiltere İşçi Partisi İspanya Sosyalist Partisinden farklılıklar arz ediyorsa; bunlarla kıyasla çok daha farklı toplumsal koşullar zemininde kendisini sosyal demokrat parti olarak dönüştüren CHP’in sosyal demokratlığı da önemli oranda onlardan çok daha geri ve haliyle de farklı olacaktır. Dolayısıyla da değerlendirmelerde bulunurken, bu olgusal kriterler muhakkak ki göz önünde bulundurulmak durumundadır. Aksi halde, değerlendirmelerde sübjektivizme düşülür.

Değerlendirmelerde asla es geçilmemesi gereken bir diğer çok, ama çok daha önemli kriter ise; Ekim Devrimiyle birlikte, başını Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin çektiği 2.Enternasyonal bileşeni hemen-hemen tüm Avrupa sosyal demokrat partilerinin emperyalist-kapitalist sisteme eklemlenerek, âlâsından, tekelci burjuva partileri olarak, sistemin en has idame ettiricileri, koruyucu ve kollayıcıları olarak nitelik değişikliğine uğramış olmalarıdır. Yani bunların pusulası, özel olarak kendi ülkelerinin tekelci burjuvazinin ve genel olarak da küresel bir sistem olarak emperyalist-kapitalist sistemin stratejik çıkarlarına ayarlıdır. 

“Ayırt edici farklılıkları” olarak lanse edilen şu malum liberal-demokrat, insan hakları savunuculuğu, sosyal adalet, sosyal devlet ve benzeri şeyler ise tamamen konjonktürel değerlendirmeler konusu olup, bir paçavra gibi kolayca kaldırılıp bir kenara atılan şeyler olduğunu hayat binlerce örneğiyle göstermiştir, göstermeye de devam ediyor. Başka kanıtlar aramaya gerek bıraktırmayacak en ibretlik olanları ise bugün örneğin iktidardaki Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin gerek İsrail Devleti’nin Gazze’deki soykırımına karşı ve gerekse emperyalist devletler arası yeni bir dünya savaşının ön hazırlıkları ve güçlerin yeniden tahkim edilmek istendiği Ukrayna parantezinde süren savaşa takındıkları tavırlarla ve hem de göçmenler konusunda geliştirilen yeni tutumlarıyla göstermektedir de.

Buradan da anlaşılacağı üzere bugünün sosyal demokrat partileri, dünün sosyalizm veya halkçı yönetimler hedefli partileri değil; tamamen emperyalist- kapitalist sistemin ana unsurları olarak konumlanmış, bu konuda ki rüştlerini ispatlamış birer tekelci burjuva partilerdir. Ve iktidara gelen her sosyal demokrat parti de tekelci burjuvazinin ihtiyacını duyduğu yerel ve genel temel ekonomik-siyasi, eğitsel ve idari politikaları program edinip uyguluyor.

Aksi iddia edilemeyecek bir hakikat iken bu; o halde, örneğin şu türden yaklaşımları neyle, nasıl izah etmek gerekir acaba:

“…1960’ların sonundan itibaren kendi içinde programatik düzeyde sosyal demokrat bir dönüşüm geçirdiğini iddia etse de sosyal demokrasinin temel ilkeleri olan insan haklarına saygı, azınlık hakları, barış gibi konularda kayda değer politikalar üretememiş, dışlayıcı ve tek tipleştirici Türk milliyetçiliği ile bu ilkeler çeliştiğinde tercihini hep milliyetçilikten yana kullanmıştır.”

“1929 yılında dünya kapitalist sisteminin en yıkıcı krizlerinden olan Büyük Buhran’ın patlamasıyla zorunlu olarak ekonomide devletçi politikalara yöneldi, ama bu dönemde dahi burjuva sınıfının çıkarları gözetildi. (…)”

“…Mesela CHP hiçbir zaman Latin Amerika’daki kitlesel sol partilerin kendi dışlarındaki daha sol sosyalist yapılar ile kurduğu türden halk cepheleri kurmaya cesaret etmedi. (…) doğrudan mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerini yeniden emekçi sınıflar lehine düzenleyen kalıcı politikalar geliştirmemiştir.”

“…SHP, DSP gibi partiler koalisyonlarla iktidara geldikleri dönemlerde neoliberal ekonomi politikaların uygulayıcısı oldular. Sağ partilerin özelleştirici politikalarına karşı durmadılar. (…)”

“…Erdoğan’ın göstermelik de olsa büyük sermayenin temsilcisi TÜSİAD’a söylemsel düzeyde kalan çıkışlarını dahi yapamadı. (…)”

“…Mehmet Şimşek’in uygulamaya koyduğu İMF’siz İMF programına dair yüksek perdeden itiraz geliştirilmiyor. Bu neoliberal politikalara karşı, CHP kanadından alternatif bir makro ekonomik program ortaya konduğunu henüz işitmedik.”

“…Özgür Özel’le yenilenen CHP yönetimi, kimi olumlu adımlar atmış olsa da (…) demokrasi mücadelesi açısından halen güven yaratan bir parti konumunda değil. (…) devletin bekasını önceleyen, bunun için de resmi devlet ideolojisinin Türk-İslam sentezini aşamayan bir merkez partisi olduğunu hatırlatıyor.” (Alıntılar için bk. “Siyasi Haber org” Toros Korkmaz.) 

Devam edecek…

“CHP’yi demokrasi cephesıne katılmaya zorlama” yaklaşımları üzerine - 2



Sol-sosyalizm adına adeta akıllara durgunluk veren yaklaşım örnekleri bu saptama ve belirlemeler. Yani sanki de CHP işbirlikçi tekelci burjuvazinin temsilcilerinden ve T.C Devleti’nin koruyucu-kollayıcı ana güçlerinden olan bir sosyal demokrat parti değil de sol, sosyalist veya halkçı bir partiymiş gibi tenkit ve değerlendirme konusu yapılıyor. Hal böyle olunca da burada kusur, varlık nedeni gereğince davranan bir sosyal demokrat partinin değil; sosyal demokrat partiye, sahip olmadığı/olamayacağı payeleri yükleyen yaklaşımların olur doğallığıyla.

Daha da ilginci var bu yaklaşımların. Örneğin deniliyor ki:

“AKP-MHP faşizminin kurumsallaşmasını parçalayana kadar çeşitli etaplarda yan yana düşeceğimiz CHP’yi sosyal demokrasiye ve demokratik Türkiye perspektifine yaklaştıracak olan, sol, sosyalist, feminist hareketlerin ve demokratik Kürt Hareketinin demokrasi ve emek mücadelesinin önderliğini almaya soyunması ve CHP’yi eşitlikçi, özgürlükçü, çoğulcu politikalarla sıkıştırmasıdır. Bunu yapmadığımız durumda ise CHP, faşizan AKP-MHP bloğunun ekonomide neoliberal, siyasette Tük-İslam sentezci ve güvenlik devletçi politikalarından ancak nüans farklarıyla ayrışarak iktidara talip olacaktır.” (Aynı yer) 

“…Fakat CHP’de bir değişim arzusu ve değişim dinamiği ikisi bir arada. Bunu görmemiz lazım. Ancak bu değişimin tamamlanabilmesi açısından bana sorarsanız DEM’in yani bizim müşterek hareketimizin üstüne bir vazife düşüyor: (…) O açıdan CHP’deki değişimin hızlanması, güçlenmesi kısmen bize de bağlıdır. (…)” (“Gangsterlerle mücadele edeceğiz…” bkz. https://ertugrulkurkcu.org)

CHP’ de bir değişim-dönüşüm var da ama bunun adeta niteliksel bir değişim-dönüşümmüş gibi değerlendirip sunulması herhalde ancak ki olgu ve bilimsel sınıf analizinden uzaklaşıp; onun gerçek kimliği ve varlık nedeninin es geçilmesiyle mümkün olabilir.

Oysa CHP gibi köklü bir sistem partisinin, bu varoluşsal konumunu terk ederek, sistemi ezilen ve sömürülen sınıf ve toplumsal kesimler lehine değiştirme misyonu üstlenmesi, hani denir ya, hem ‘hayatın olağan akışına ters’ ve hem de CHP’nin ve kurulu nizamın ‘derin devlet’ denilen iç dinamikleri böylesi bir ‘devrimsel’ dönüşüme şans tanımaz. 

CHP gibi sosyal demokrat bir parti, ancak ki kendisini iktidar mücadelesinde tökezletip geri düşüren iç yapısal sorunlarını aşmak, baskın durumda olan taban kitlesinin beklentilerini bir dereceye kadar karşılamak ve geniş hak kitlelerinin sisteme yönelik öfkesini yatıştırıp sönümlendirme kabiliyeti edinmek için ve elbette verili süreçte sistemin yaşadığı sorunlara, sistem içinde kalan ‘alternatif çözüm politikaları’ ile bir takım reforumsal ‘yenilik’ ve değişiklikler gerçekleştirebilir.  

Burada, kendisini sistem karşıtı devrimci sol ve sosyalistler olarak addedenleri, politik mücadele adına ilgilendiren yön, klikler arası rekabetin ve iktidar mücadelesinin bir gereği olarak ortaya çıkan çelişki ve çatışmalardan yararlanarak kitleler ve devrimci mücadele lehine sonuçlar çıkarma olasılığının gözetilmesidir.

Ve keza elbette ki mevcut güç dengeleri denkleminde, koşulların henüz devrimci bir durumu var etmediği süreçlerde, sınıf mücadelesinin önünde en baş engel durumunda olan ve uygulamalarıyla süreci daha koyu, gerici ve faşizan baskıcı bir rejime götürmek isteyen iktidardaki kliğe karşı, ortak paydada birleşilebilecek tüm güçlerle, taktiksel iş birliği siyaseti gütmek; “düşman bloğunu bölüp parçalayarak yok etme” prensibince de doğru bir politik mücadele yoludur.

Bu anlamda olmak üzere; bugün iktidar gücünü tekeline geçirmiş olan ve toplumu her geçen gün giderek daha fazla şeriatçı faşist koyu bir karanlığa doğru sürükleyen Erdoğan diktatörlüğüne karşı olan toplumsal tüm kesimler ile bu gidişatı durdurabilmenin olanağı, taktik politik mücadelenin bir gereği olarak, elbette ki gözetilecek ve gereğince de davranılacaktır; bunu yapmak değil, yapmamaktır abes olan.

Ve elbette ki ham hayallerle, sübjektif yanılgı ve yanlışlarla değil; anın realitesinde, şu veya bu nedenle verili sürecin baş düşmanı karşısında konumlanmış güçlerin sınıfsal konum ve karşı duruş gerekçelerinin niteliğine uygun olarak, her biriyle farklı kapsam ve boyutlarda ittifak ve iş birliği/güç birliği yaklaşımıyla hareket edilmesi gerektiği bilinciyle sorunun ele alınması gerekiyor.

Peki bu tabloda CHP’nin yeri ve konumu nedir? Sürecin yukarıda tanımlanan baş düşmanına karşı, sistem alternatifi demokrat, sol, sosyalist güçler ile CHP’yi bir ölçüde de olsa aynı saflarda buluşturabilecek asgari müşterekler mevcut mu?

Bu sorular sorulmadan ve olgulara dayalı objektif yanıtları oluşturulmadan söylenecek her şey, kuşku yok ki ayakları havada şeyler olmanın ötesinde bir değer ifade etmeyecektir.

Hamasi söylemlerle değil de toplumsal olgularla hareket edilecek olursa; bugünün Türkiye ve K. Kürdistan somutunda öne çıkan ve acilen çözüm talep şu belli başlı sorunlar üzerinden tanımlanacak bir ‘asgari müşterekler’ zeminin mümkün olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Her biri, asgari çözümünü, normal burjuva demokrasisi kapsamında da bulabilen, başta “Kürt sorunu” olmak üzere, güncel bir tehdit olarak varlığını artırarak tırmandıran şeriata karşı, seküler yaşam ve laiklik sorunu, kadın katliamlarına karşı bir nebze de olsa güvence oluşturacak olan İstanbul Sözleşmesi ve burjuva anlamda da olsa evrensel hukuk normlarına dönülmesi gibi toplumun farklı farklı kesimlerini ortak noktada buluşturabilecek bu sorunlar, CHP ile de rahatlıkla “asgari müşterek” bir zemin olabilir. Çünkü toplumun çok büyük bir kesiminin bu sorunlarına alternatif çözüm programı üzerinden hareket etmeyecek bir CHP’nin, Erdoğan rejimini alt ederek iktidara gelme şansının olmayacağını artık CHP’nin kendisi de idrak ediyor olmalı. Bunun emareleri de zaten mevcut.

Dolayısıyla da sürecin baş düşmanına karşı, sonuç alma olasılığının, CHP ile varılacak bir konsensüs ile mümkün olabileceğini öngörmek, siyasi taktik olarak hiç de yanlış olmaz.

Kaldı ki başat demokrasi sorunlarından bir olan Kürt sorununun çözümünün, sorunun ana taşıyıcı öznesince “yerel yönetimler özerkliği” kriterine indirgendiği bir durumda, CHP ile bu konuda anlaşmaları pekâlâ olası. Çünkü sorunun bu çerçevede bir çözüme kavuşturulması, TÜSİAD’ından tutunda, çeşitli güç odaklarına kadar büyükçe bir kesimin ortak talebi olmuş bir durumdur. Dolayısıyla da CHP açısından bu adımı atmak, düne nazaran bugün daha kolay olacaktır.

Öte yandan başta Alevi inancına sahip milyonlarca insan ve keza yine milyonlarca seküler ve laik yaşam sahibi insan bugün çok ciddi bir şekilde şeriat tehdidi algısı altında olup; Erdoğan rejiminin ne yapılıp edilip engellenmesini talep etmekte. Dolayısıyla da CHP, laisizmi sağlamayı programına alarak bu kesimlerle de ille ki buluşmak zorundadır.

Keza İstanbul Sözleşmesi’ni tekrardan yürürlüğe koymak zaten CHP’nin verilmiş vaatlerinden bir diğeridir. Dolayısıyla da gerek feminist hareketler ve gerekse çok farklı toplumsal kesimlerden kadınlar CHP ile ortaklaşacaklardır.

“Evrensel hukuk normları”na dönülmesi talebi de yine aynı şekilde farklı toplumsal kesimlerin en acil taleplerinden biri olduğundan; daha güçlü bir rakip çıkmadıkça, çözümün adresi yine doğallığıyla CHP olacaktır. Haliyle yönelim de kendiliğinden oraya olacaktır.

Peki bütün bu sorunların söz konusu çözümleri zemininde buluşacak bir mücadeleyle, sürecin, okun sivri ucunun yöneltilmesi gereken baş düşmanının bertaraf edilmesi olasılığı var mı? Yenilgiyi kabullenmeyip, bir iç savaş kalkışmasına başvurmadıkça, evet, bu olasılığın her zamankinden daha yüksek olduğunu söylemek pekâlâ mümkün.

Peki böylesi bir olasılığın gerçekleşmesi sınıf mücadelesi açısından daha ileri bir mevzii ifade etmez mi? Elbette ki eder. Her şeyden önce toplum bir soluk alıp, kendine gelir. Bir muharebeyi kazanmış, ceberut bir belayı alt etmiş olmanın öz güveniyle donanır ve sınıf, kendi öz pratiğiyle kendisini eğitme şansı yakalamış olur. 

“Devrim kitlelerin kendi eseri olacaktır” şiarını destur alanların bütün bunlara burun kıvırmaması gerekiyor herhalde ki değil mi?

Evet, yaşanan tarihi sürecin özgün karakteri, sol, sosyalist devrimci güçler ile toplumun ilerici, demokrat güçlerini, sistemin ana koruyucu güçlerinden ve de tekelci burjuvazinin bir kanadını temsil eden CHP ile aynı ‘mevzi’ de buluşabilme ortamı sunuyor. 

Bu, olguların dili; gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ise, koşullarda olağan üstü değişimler olmadıkça, tamam sürece önderlik eden siyasal öznelerin bunu gerçekleştirme istem ve gayretlerine bağlı olacaktır.

Not: CHP’ye ilişkin kapsamlı değerlendirmeyi yıllar önce “Türkiye’de Sosyalist Devrim Gerçekliği” isimli kitabımda yapmıştım. İlgilenen o kaynaktan detaylıca inceleyebilir.

59

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)