16 Eylül 2024 Pazartesi

Muzaffer Oruçoğlu__SİYASET VE EDEBİYAT-1-2-3

İnsanın edebiyatı güce dönüştürmesi, edebiyatın insanda düşünce ve duyguya dönüşmesiyle ve ey insan beni yarat diye ısrar etmesiyle gerçekleşir. Edebiyata 1966’da, zamanın mekandan kurtulmak istediği, çıkış aradığı bir anda başladım.

Fakir Baykurt’un romanları, Moskova Radyosu’nun yorumları, Pekin Radyosu’nun Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne ilişkin yayınları, TİP’in faaliyetleri ve Yön dergisi, yaratıcı melaikelerimin harekete geçmesinde etken oldu. Siyasetle edebiyatın iç içe geçtiği makaleler yazmaya başladım. O zamanlar Atatürk’ü seven parlamenter bir sosyalist idim. Rize Öğretmen okulunda romanlar okumuş, şiirler yazmıştım duvar gazetesine.

İlk ciddi edebi üretimim 1966 ile 1969 arasında, Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’ndayken oldu. Bir roman, yirmiye yakın kısa öykü, bir o kadar da şiir yazdım. Yaşamı ve aşkı ihmal etmiş olmamdan dolayı yüzümde sivilceler çıktı. O zamanlar Mihail Şolohov ile Nazım’ın etkisi altındaydım. Eserlerimi Yaşar Nabi Nayır ile Mehmet Fuat’a götürmüştüm. El yazması olduğu gerekçesiyle kabul etmemişlerdi. Daktilom da yoktu. Yoklukla yaşıyordum.

1969’da, Değirmenköy toprak işgali sırasında tutuklanıp Silivri Cezaevi’ne konduğumda, edebiyatı terketmemek, edebiyat ile siyaseti birlikte yürütmek düşüncesi berraklaştı. Olaylar ve darbe derken hiçbirini koruyamadım. Her şeyi yutan bir yaşamın ağzına yakın bir yerdeydim. Bir defterimi. -o da roman olmalı -Necmettin Türinay Hoca 50 yıl korudu. Arkadaşlara bildirmiş ama iki yıl sonra haberim oldu. Sorduğumda onun da kaybolduğunu anladım. Yaşamını edebiyat aşkına ram eden Hoca’ya buradan teşekkür ediyorum. 50 yıl korumak kolay değil.

1970’teki ikinci tutuklanmamda, Keşan ve Edirne Cezaevindeki ilginç tipleri tanıma olanağına kavuştum. “Edirne Canavarı” dedikleri Mehmet Yaman ile aynı hücrede kaldım. Bir mahkum bana, o hücre iki kişilik değil, şimdiye kadar da hiç kimseyi onun yanına vermediler, dikkat et seni boğar, diye uyardı. Bir mezarcı babanın oğlu olan Mehmet Yaman, boğup bahçesine gömdüğü adamların yaşam hikayelerini anlattı bana günlerce.

Edebiyata olan tutkum 12 MartDarbesi’nden sonra daha bir derinleşti. Viranşehir’in bir köyünde bir ay kaldım. Köy korkunç yoksuldu. Anlatamam. Gerek bu köyde ve gerekse Siverek’te halkla olan ilişkilerim; Dersim dağları, Nazımiye, Mazgirt ve Ovacık köylerindeki gezilerim, mağaralarım, ormanlarım, uçurumlarım ve tüm bunlardan dinlediklerim edebiyat ve sanata olan tutkuma güç kattı. Buralarda roman yazamazdım.

Nedendir bilmem, klasik dünya destanlarını okuma arzum uyandı buralarda. Masal yazmak geldi içimden, yazamadım. Bu arzumu çok sonraları, Mavi Munzur Masalları adlı kitabımla gerçekleştirdim. Dağlarda şiirler yazdım ama koruyamadım. Üç tanesi ezberlenip marş ve türkü şeklinde söylendikleri için kaybolmadı. Parti marşı, Ordu marşı ve Yoldaş Seni Anacağız.

1972’nin sonunda, Filistin Kamplarına gidip bir ay kaldım. Dönerken Halep’te Cigerxwin’i evinde ziyaret ettim. Ben döndükten bir yıl sonra İsrail, kaldığım kampı bastı. Tanıdığım, bir dönem aynı yolda yürüdüğüm Türkiyeli ve Kürdistanlı 9 devrimciyi öldürdü. Ahmet Özdemir ile Bora Gözen’in ölümü beni çok etkiledi. Yazarın yaşamdan özümlediği ölüm duygusu ve kültü, yarattığı eserin ve özellikle de uçurum kıyısında yürüttüğü kahramanının ruhunu ve davranışlarını şu veya bu tarzda biçimlendiriyor.
Vartinik’te ölümden kıl payı kurtuldum. Kendimi dereye atmasaydım vurulmuştum.

1973’ün 22 nisanı ile 1 temmuzu arasında, 70 gün Kontrgerillanın Harbiye’deki sorgulamasına tabi tutulduğumda defalarca ölüp ölüp dirildim. Hareketin en son yakalanan mensubuydum.

Beni, TKP(M-L)’ nin ikinci adamı, Dersim’de sekiz, Siverek’te ise iki baskın ve bombalamanın baş sorumlusu olarak sorguluyorlardı. 12 Mart Darbesi şartlarında, Kürdistan’da en geniş ve en etkili askeri hareketi biz gerçekleştirmiştik.

Benden istediklerinin başında şunlar geliyordu:

1-Bu eylemlere katılanlar.

2- Bomba yapım malzemeleri ile iki tüfeğin ve teksir makinası başta olmak üzere basın malzemelerinin bulunduğu yer.

3- faaliyet sürem içinde ilişki kurduğum köylülerin adları,

4- Filistine adam geçiren sınır komitesinin kimlerden oluştuğu.

5-Parti ve Ordunun nerede nasıl kurulduğu.

Beni sistemden çok daha derinlikli bir şekilde koparan, devrime ve edebiyata bağlayan uygulamaları başlattı adamlar:

1-falaka ve meydan dayağı,

2-penisten, anüsten, dilden elektrik,

3- çırılçıplak soyarak kollardan ve bacaklardan asma ve aynı anda elektrik verme.

4-Alına sünger bağlayarak kafayı usul usul duvara vurma,

5-“Bok yeme seansı “ dedikleri periyodik bir şekilde anüse sokulan tahta copu ağıza sokma ,

6- Biri bayan, dört arkadaşımı farklı zamanlarda odama getirerek gözümün önünde işkence yapma.

7- sabahları yüzüme işeyerek veya yumrukla uyandırma,

8- tuvalete giderken sırtıma binme ve benzerleri.

Bu korkunç, akıl almaz uygulamalar yararlı oldu. İnsanın pek bilmediğim kritik ve önemli yanlarını tanıdım. Kafamda sesler, görünümler, envai çeşit tipler oluştu. Yaşamımda hiç görmediğim rüya ve hayallerin istilasına uğradım.

Psikolojik ve şiddet olmak üzere iki ekipten oluşan sorgucular, daha önce karşılaştığım ve yazdığım tiplerden oldukça farklıydılar. Bu benim insan bilgimi zenginleştirdi. İnsana dair tabularımı yıktı. İnsanın, organik aleme ait tüm duygu ve bilinç değerlerini, düzeneklerini afallatacak derecede şeyler yapabileceğini öğrendim. Bunlar daha sonra yazacağım romanlara şu veya bu biçimde girdi ve romandaki insan anlayışımı yardı, boyutlandırdı.
(devam edecek)
                                                  https://www.muzafferorucoglu.com


 Her insan bir hikaye yaratıcısıdır, özellikle de kritik anlarda. Konuşmalarından niyetlerini ve kişiliklerini anlamaya çalıştığım sorgucular da öyle. Bunlar da sanırım benim gibi birlikte yürütüyorlardı siyasetle edebiyatı.

 İlk 15 gün içinde, ekip çabasıyla bir hikaye yaratmak istiyorlardı. Tüm halkın okuyacağı bir hikaye. Ekspertiz raporlarından, patlama yerlerinde buldukları patlamamış bir bombanın üzerindeki TİKKO yazısından, teneke ve lehim parçalarından, kesilmiş demir şarapnellerden, yine patlama yerlerinde dağıtılan, üç renkli, resimli ihtar ilanlarından söz ediyorlardı.


“Bizi, sekiz yerde patlattığınız o bombaların imal edildiği yere götüreceksin.” “Bizi basım işlerinin yapıldığı yere ve saklanan silahlara götüreceksin,” diyorlardı. Yaratacakları hikaye, askeri rejimin zaman zaman halka gösterip anlattığı bir hikayeydi. Rejimin,kendi kalış süresini uzatmasının gerekçelerinden birisi olacaktı bu aynı zamanda. Hikayenin biçimi belliydi. Baş kahramanı ben olacaktım. Yani masanın kıyısına beni dikeceklerdi.

Ele vereceğim malzemeleri önüme dizeceklerdi. Neydi bunlar? Gorcan köyünden sırtlayıp Düzgün Dağın’ına getirdiğimiz teksir makinası, sonradan getirilen daktilo, tokyo lastiklerinden basım için günlerce hazırladığımız yazı ve resim klişeleri, baskı malzemeleri, kırma tüfek ile Pülümür’ün Altınhüseyin’inden getirdiğimiz tek mermili Rus mavzeri ve bomba malzemeleri, yani demir kesme makası, lehim takımı, kırmızı dinamitler, fünyeler, fitiller, kitaplar, parti belgeleri vs… Hazırlanan masaya, Hürriyet ve Günaydın başta olmak üzere basın çağrılacak, Dersim dağlarında ele geçirilen malzemeler gösterilecekti.

Kontr-gerilla, yarattığı bu hikayeyle halka bir mesaj da vermiş olacaktı tabi. Bakın, bizden hiçbir şey kaçıp kurtulamıyor. Köstebekler gibi dağlara da yuvalansalar, onları tüm takım taklavatıyla açığa çıkarıyoruz.
İlk 15 günde bu hikayeyi gerçekleştirmek istemiş ama gerçekleştirememişlerdi. Akıl almaz işkenceler, tuzlu su içirmeler sonucunda dilim, yüzüm şişmiş, burun kemiğim kırılmış, zayıflamıştım. Beynim, kulaklarım uğulduyor, kalbim ağrıyor, konuşmaları tam anlayamıyordum. Her işkence seansından sonra beni sidik ve kanla ıslanan döşeğe yatırıyor, ayak ve kollarımdan zincirliyorlardı. Askı zincirlerinin çakılı olduğu köşenin zemininde kanlı, kokulu bir su göllenmişti.

Acılar içinde bazen tavandaki lekeleri, sinek ve örümceği izliyor, bazen diğer odalardan gelen çığlıklar ile dışardan gelen asker marşlarını dinliyor, hayal kuruyor, düşünüyordum. Sorgucular anormal kötü adamlar mıydı, yoksa kötü işler yapan normal adamlar mıydı?
 
Ben neydim? İyi bir adam mıydım?

 Yoksa, kötü işler yapıp buraya düşen bir adam mıydım? Düşünüyor, yaptığımız eylemleri gözden geçiriyordum tek tek. Dönem, bize göre imha değil, gerilla savaşına hazırlık ve ihtar dönemiydi. Halkın şikayetlerini dikkate alarak İhtar eylemlerine karar vermiş, bir yıl içinde Dersim, Karakoçan ve Siverek’te toplam on eylem gerçekleştirmiştik. İki sinek, arada bir nöbetleşe yüzüme konarak bana ceset duygusu yaşatıyor, örümcek ise köşeden beni efendice izliyordu.

Burdan kurtulsam, “Örümceğin Günlüğü” adlı bir roman yazsam diye bir fikir yalayıp geçiyordu aklımı. On eylemin dördüne katılmıştım. Zincirlerim ve acılarımla birlikte, her eylemin üzerinde düşünüyor, sorular soruyordum kendi kendime. Teğmen Fehmi Altınbilek’in evine neden bomba atılmıştı? Lise öğrencilerini, sizin dedeleriniz 1938’de benim bilmem neyimi öldürdü diye suçlayıp, baskı altına almasa, Kızıldere baskınına katılmış olmanın verdiği moral gücüyle mahallelerde ev basmasa, sivil istihbaratı örgütlemese o bomba atılır mıydı? Teğmen bombadan korkmamış, daha bir bilenmişti.

Peki, Muhundu Karakol Başçavuşu’nun evinin boş odasına neden ihtar bombası atılmıştı? Fehmi’nin Mazgirt elemanlarından biri olduğu için mi? Bu Başçavuş, Kovancılar’ın Çiftlik köyünden radyoda sürekli adı anons edilerek aranan Yusuf Aslan’ı (asılan değil) gelen ihbarlar üzerine Mazgirt köylerinde arıyor, köylülere baskı yapıyordu. Bu pek de önemli değildi, askeri rejimin birçok başçavuşuna özgü bir durumdu. Bu Başçavuş, genç bir kadına sarkıntılık yapmasa, bir öğretmeni halkın gözü önünde çevire çevire dövmese o bomba bunun boş adasında patlar mıydı?

Zincirlerimi kıpırdatıyor, düşünüyordum. Halk, Başçavuş’tan korkuyor, ısrarla bunun bölgeden gitmesini istiyordu. Halkın şikayet edeceği resmi bir merci de yoktu. Bizi gizli ve güçlü sanıyor, Başçavuş’u bize şikayet ediyordu. Biz ise gücümüz olmadığı halde, “Komünist Partisi bu dağlardadır, halk yalnız değildir,” izlenimini yaratmaya çalışıyorduk. Bölgede gezinirken, korkan insanların ruh hallerini ve davranışlarını okuyor, notlar alıyor ama neden bir mağaraya çekilip bunları öykülere dönüştürerek halka okutmuyordum? Başçavuş, bombadan sonra tayinini istemiş ve gitmişti.

Düşünüyor, anlıyordum. Çünkü boş odada patlayan bombanın demir parçaları duvarlara saplanmış, bir duvar hafif çatlamış, camlar tuz buz olmuş, adam korkmuştu. Korkunun da kendine özgü bir yolu vardı. Düşünüyordum. Kötü işler yapmamıştım. Askeri rejimin İki zalimi de Karakoçan’da vardı. Hem Karakoçan içinde,hem de köylerinde bunların yaptıkları anlatılıyordu. Dövülen, Kızılbaşlığından dolayı hakarete uğrayan, fişlenen insanlar…

Bunları da ihtar ettik. Kaymakam eylemine ben de katıldım. Jandarma karakolunun yanında, beton bir evdi. Evin önüne, beton üzerine, bir kaç adım uzunlukta ince şerit halinde benzin döktük. Benzini tutuşturup aleve bir bomba bırakarak kaçtık. Bomba patladı. Şehrin ışıkları yandı( O zamanlar kazalar ışıklarını gece 12’den sonra söndürüyorlardı), köpekler havlamaya, bekçi düdükleri ötmeye başladı. Hikayeye konu olacak komik bir durum çıkmıştı ortaya. Kaçarken, sokak köpeklerinden biri Süleyman Yeşil’in paçasını kapmaya çalışıyor, Ali Haydar, “köpekler de bize karşı, işimiz zor,” diye gülüyordu.

Peki Dersim Polis Karakolu’nu neden bir bombayla ihtar etmiştik? Bu karakol bizden önce, Pir Sultan Abdal oyununun yasak edilmesini barışçıl bir şekilde protesto eden halka ateş açıp bir kişiyi öldürmese, çok sonraları ise Kemal Burkay ve Gavur Ali başta olmak üzere birçok insanı dayaktan geçirip, askeri rejimin korku yayan bir merkezi haline gelmese, o ihtar bombası orda patlar mıydı?

Düşünüyordum. Parti, insan öldürmenin çok ciddi bir iş olduğunun bilincindeydi. Suçun ağırlığını ve hazırlık dönemini esas alıyordu. On ihtar eyleminde cana zarar verecek 140 beygir gücünde şarapnel sayısı yüksek bomba kullanmamış, şarapneli düşük, 70 beygir gücündeki ihtar bombalarını tercih ederek kimsenin burnunu kanatmamıştır.

15 güne yaklaşmıştık. Yasal olarak savcılığa çıkarılmam gerekiyordu. Elektirik işkencesinden bir müddet sonra gözlerim bağlandı. Açıldı. Kendimi 1. Ordu Komutanlığı Selimiye Askeri Kışlası’nda, askeri savcı Gültekin’in karşısında buldum. İyi insan ilk bakışta belli oluyor. Morarmış bir ölüye bakar gibi bakıyordu bana; “ben yapmadım,” dercesine…

Baş, bel ve kalp ağrılarıyla yarı uyuşuk bir hale gelmiştim. Yürüme ve dik oturma güçlüğü çekiyordum. Konuşamadığım için yazılı soru verdi ve yazılı cevap istedi. Yarım sayfalık cevap yazdım. Onları olduğu gibi geçirmedi. Çünkü işkence altında olduğumu ve mahkemede ifade vereceğimi yazmıştım. Bir sayfalık savcılık ifadesini kendi kafasına göre yazdı. Mecburdu. Ama iyi adamdı.

Gözlerim bağlandı. Askeri arabayla, sorgulandığım aynı odaya getirildim. Karşımda yine aynı sesler, aynı ekipler vardı. 
(devam edecek)
Siyaset ve Edebiyat- 3 ------20 Eylül 2024

Dersim’de kurulan ordu, Malatya’da da kurulmuştu, İbo Dersim’e gelip beni orduya almıştı. Vartinik baskını sırasında da Ali Haydar Yıldız nöbetçiymiş. Mazgirt Köprü karakol baskını gibi gerçek hayatta olmayan bilgiler de vardı. Farklı ifadeler de vardı. Gerçek olmayan bu bilgileri de kabul ettim. Karşılıklı bir komedi oynuyorduk. Örgüte dair birçok şeyi bilmedikleri belli oluyordu. İşkencenin yarattığı yalanlar ve hayali bilgiler sorgucuların da kafasını karıştırmıştı.

Savcılıktan sonra aynı yere getirildim. Soluğunu minnacık penceresinden kuş cıvıltılarına doğru yayan kuru bir odaya aldılar beni. Merakın ve cıvıltıların içimde mayaladığı şiire yöneldi dikkatim. Soyutlamanın, hayal kurmanın ve belirsizlik duygularının akla hayale gelmez biçimleri içindeydim. Mahkumluk neye mahsustu, şiire mi romana mı? Nazım’ı anımsadım. Yaşar Kemal ile Fakir Baykurt’un hangi gerekçelerle tutuklandıklarını merak ettim. 

Az sonra kapı açıldı, gözümü bağladılar. Hikaye, kaldığı yerden başlamıştı. Sunay, Tağmaç ve Faik Türün kliğine bağlı olan Kontrgerilla’nın güçlü adamı Tümgeneral Memduh Ünlütürk’ün karşısındaydım. General’in tehditkar siyasi konuşmalarını dinliyordum. Makatımın, husyelerimin ve kalbimin sancısındaydı aklım. Sesinde mağrur bir hava vardı generalin. Diksiyonu iyiydi. Kendi kudretine ram olmanın yarattığı bir körlükle konuşuyor gibiydi. 

Duyarsız bir et yığını haline gelmiş olduğumu düşünmüş olmalı ki çok uzatmadı. Vaazdan sonra, başka bir odaya aldılar beni. Şiddet ekibinin başı, bilinç akışına kapılmış ayyaş bir zihin gibi mırıldanıyordu. “Yatırın bu iti!” diye bağırdı birden. Yatırdılar. Falaka, tuzlu su içirme, dil, kulak ve anüsten elektrik… Zorlayıcı, çıplak bir siyasetti bu. Mülk dünyasına ait siyasetin bir parçasıydı. Fasıl bittikten sonra, sidik, kan ve küf kokan asıl odama getirildim. Arkadaşım örümcekle beraberdim yine. Duygum, kendi dilinin dışında geziniyor, değişime uğruyordu.

 İşkence anlarında güçlü, işkencesiz anlarda ise zayıf hissediyordum kendimi. Her zaman yaptıkları gibi çırılçıplak soydular. Köşe duvarlarına karşılıklı olarak çakılmış demir halkalardan sarkan zincirlerin ucundaki tokalı kayışa geçirdiler bileklerimi. Zincirleri çekerek yavaş yavaş germe tarzına başladılar. Ayaklarım göllenmiş betondan kesildi. Bir kova su boşalttılar tepemden ve gövdemin her yerini copla dövmeye giriştiler. Aynı şey. Tekrar. Siyasetin ve edebiyatın baş belası.

Acısı derin, sisli ve şeffaf bir tarz olduğu için sorgucular çok sık uyguluyorlardı asmayı. Çeneleri durmuyor, dil ahlakının ırzına geçiyor, haşin bir propaganda salvosuyla işliyordu. Asma süresi uzayınca eller şişiyordu. O zaman çevirip ayakbileklerinden asıyorlardı. Bu pozisyon, hem apış arasının copla dövülmesine, hem de bir moral yıkma biçimi olarak makata cop sokulmasına yol açıyordu. 

Husyeleri ezip şişiren, insanı hemeroid eden, kanamalı, ziyankar bir tarzdı bu. Bu kanlı ve sidikli melcede kadınlara da uygulanmıştı bu tarz. Bu tarza ilişkin açıklamalar vardı dönemin askeri mahkemeleri önünde. Şikayetlerden bazılarını 1977’de yazmakta olduğum sorgulama kitabına almıştım.

 Birini aktarayım: “Bir sorgucu, ‘senden bir iki gün önce Banu Ergüder buradaydı. Onun kıçına cop sokuldu. Yerler kan içinde kaldı. Aç bakayım donunu, sana sokmuşlar mı?’ dedi.” (N. Ülkü)

Bu bir siyasettir. Egemen sınıfların en çok cunta dönemlerinde uyguladıkları bir moral çökertme siyasetidir. Sadece makata değil, vajinaya da yönelen bir siyasettir. Aynı kitapta bir başka kadın: “Komutan denen kişi beni soymalarını emretti. Yine çırılçıplak soydular. Gözlerimi açtıklarında, karşımda üzerime doğru eğilen yarı çıplak bir adam gördüm….” (S. Güvenç)

Bu tip tarzlara karşı koyuş en çok iki alanda gerçekleşiyor. Bu alanlardan birisi siyaset, diğeri de edebiyattır. Siyaset alanında en etkin karşı koyuşları İbrahim Kaypakkaya, Gökhan Harmandalıoğlu, Fatih Mehmet Öktülmüş gibi komünistler gerçekleştirdi. Edebiyat alanında ise en dikkate değer şekliyle Nazım Hikmet gerçekleştirdi. Şeyh Bedrettin Destanı başta olmak üzere, en güzel eserlerinin bir bölümünü cezaevinde yaratarak gerçekleştirdi.

Birinci savcılık ifademden sonra kırk gün daha direndim. Toplam 55 gün olmuştu. Burada anlatılacak gibi değil. Ağıza cop sokma, elektiriğin etkili olması için tuzlu su içirme, dil ve dudaktan elektirik verme yüzü yumruklama, sünger takıp kafayı zaman zaman duvara vurmadan dolayı pelteleşmiş, bilincimin kıyısına atılmış gibiydim. 

Bu sürede odamı bir Amerikalı da ziyaret etmiş, yatağımda zincirliyken çubukla bazı yerlerime dokunularak İngilizce bir sohbet de gerçekleştirilmişti. Sorgucular zaten sorgulama eğitimini Panama’daki Amerikan askeri üssünde almışlardı. 

55 günün kısa bir kesitini, ilk baskısı 1980’de ve diğer gözden geçirilmiş baskıları da sonraki yıllarda yayınlanan Mengene adlı kitabımda anlattım.

55 günün sonunda Psikolojik ekip, bana isnat edilen suçlar ile dava sanıklarının beyan ettiklerini kabul edersem sorgulamayı sonlandırıp cezaevine gönderileceğimi söylediler.. Yani benden parti malzemelerini, iki yıl içinde ilişki kurduğum ve evlerinde kaldığım köylülerin isimlerini, sınır geçiş komitesinin kimlerden oluştuğunu, parti ve ordu kuruluşlarını vb. istemeyeceklerdi. 55 gündür durmadan önüme sürdükleri eylemleri ve benzeri bilgileri kabul etmem yetecekti. 

Düşünme fırsatı verdiler.

Yaşam, biçimini ve boyutlarını yitirmiş, uğuldayan çapraşık bir ses yığını halini almıştı. Adamlar öldürmüyor ama her gün ölümden çok daha acı şeyler yaşatıyorlardı. Biri kadın, dört arkadaşıma, konuşmam için gözlerimin önünde işkence yapmışlardı. İradem güç yitimine uğramış, takatsiz kalmıştı; çelik bilyeli tazikli su ile demiri paslarından arındıran bir işçi gibi çalışmıyor, arındırmıyordu duygularımı artık. İçimde iki güç çarpışıyordu. Direnmeyi sürdürmek veya onaylanmasını istedikleri şeyleri onaylayıp cezaevine gitmek. İkinciye güçlükle karar verdim. Sevinçlerini anlatamam. Sevinçleri, onlarda benim direnmeyi sürdüreceğim kanısının oluştuğunu gösteriyordu. Yoksa bu kadar sevinmezlerdi.

15 gün, önüme bir yığın ifade ve tek tek olay ya da ilişkilere dair notlar kondu. Benden önce yakalananların bu ifadelerinde, yalanlar gerçeklerle iç içeydi. Onlara baktım, hikaye tarzı içinde el yazması ifademi yazmaya başladım. Gerçek hayatta olmayan komik şeyler vardı. Mesela hayali insanlar vardı. 

Parti İbo’nun, benim ve iki sempatizanın (Süleyman Yeşil ve Ziya) bulunduğu bir mağarada kurulmuştu. Gerçekle hiç ilişkisi olmayan bir durum. Dersim’de kurulan ordu, Malatya’da kurulmuştu, İbo Dersim’e gelip beni orduya almıştı. 

Vartinik baskını sırasında da Ali Haydar Yıldız nöbetçiymiş. Mazgirt Köprü karakol baskını gibi gerçek hayatta olmayan bilgiler de vardı. Farklı ifadeler de vardı. Gerçek olmayan bu bilgileri de kabul ettim. Karşılıklı bir komedi oynuyorduk. 

Örgüte dair birçok şeyi bilmedikleri belli oluyordu. İşkencenin yarattığı yalanlar ve hayali bilgiler sorgucuların da kafasını karıştırmıştı. Buna rağmen örgüte dair geniş bilgi sahibiydiler. Bu durumu Mengene adlı kitabımda genişçe anlattığım için geçiyorum.

Yetmişinci güne yaklaşırken ifadem daktiloya geçirildi. On beş günlük yasal süreyi aşan her hazırlık soruşturması mahkemede geçerliliğini yitirdiği için sorgucular sahtekarlığa baş vurup çok önceki bir tarihi yazdılar. Kontrgerilla çetesinin yapmayacağı hiçbir şey yoktu.

 Yetmiş gün sonra ikinci kez savcılığa çıkarıldım. Bu sefer karşımda iyi huylu Gültekin değil, İbrahim’i bizzat öldüren, Amed dava sanıklarına yapılan işkencelerin de bizzat başında bulunan Askeri Savcı ve MİT elemanı Yaşar Değerli vardı.

 Kan, kir ve sidik karışımı bir koku yaydığım için beni uzağa oturttu. İfadenin giriş bölümüne konuşamaz durumda olduğumu belirten bir ibare koydu. Başladı, sekreter kadına yazdırmaya. Zeki bir insan değildi. Tüm sorgulamaları yaptığı için dava dosyasını biliyor ama yazdırırken sık sık unutuyordu.

 Söylemeyi unuttum diye başlayarak geri dönüşler, ekler yapıyordu. Baş, karın ve mesane ağrılarından dolayı bir şeyi beş dakika dinleyecek gücüm yoktu. Bitirdi, önüme koydu imzaladım. Burada Yaşar Değerli dikkat etmemiş, daktilocu kadın sekreter doğru tarihi, 

                                   1 temmuzu yani yakalandığımdan 70 gün sonraki tarihi yazmıştı. 

Yenilmiştim. Bükülen direnme gücümü doğrultmak, yeniden ayağa kaldırmak, bunu siyaset ve edebiyat alanında tüm bir ömre yaymak gibi devasa bir görev bekliyordu beni.



Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)