13 Eylül 2024 Cuma

Partizan Geleneği_1994_Ekim_Partizan_Sayı_21

 Marksist-Leninist-Maoistler için bir sorunun ele alış biçimi ve inceleme tarzı önemlidir. Buna dikkat edilmez, gereken önem ve hassasiyet verilmezse, sonuçta bir yığın yanlışlık çıkar ortaya. Sözkonusu şey sahiplenilmesi gereken bir tarihse, bu daha çok önemlidir.

O halde bir olguyu incelerken, bu olguyu etkileyen (esas-tali, iç-dış) hareketleri, hareketlerden doğan olayları, olaylar arasındaki ilişkileri, önceki ve sonraki olaylarla bağlantıları, karşılıklı etkilenmeleri bilimsel bir tarzda ele alarak sonuca varmak gerekir.

İşte biricik doğru yöntem budur. MLM inceleme tarzı budur.

"Bir sorunu incelerken öznellikten, tek yanlılıktan ve yüzeysellikten kaçınmalıyız" derken bunu kasteder Mao.

Bu, gerek örgüt olsun, gerek birey olsun böyledir. Örgüt ya da birey, kendisine ait geçmişiyle ya da sahiplendiği bir tarihle hesaplaşırken, üzerinde yükseldiği mirası tek yanıyla sahiplenemez. Böyle bir yöntem izlediği zaman onu iyi özümseyemez, özümseyemediği için de geleceğe sağlıklı adım atamaz.

İbrahim Kaypakkaya yoldaş 1972'de TKP(ML)'yi kurarken, Mustafa Suphi önderliğindeki TKP'nin mirasçısı olduğunu söyler. İK, bu saptamayı M. Suphi'yi kendi emellerine alet etmek için yapmadı. Çünkü İK'nın amacı sol lafazanlık yapmak değil, devrim yapmaktı.

Bunun için de gerçekçi davranmak zorundaydı ve böyle yaptı. Doğru bir tesbite varmak için de; geçmişi, koşullara bağlı, koşullara göre, biribirleriyle ilintilerini, öncesini-sonrasını, esas-tali yanını diyalektik ve tarihsel materyalist bakış açısıyla inceledi.

Bu yöntemle sorunu incelediği için Mustafa Suphi'nin doğrularını, yanlışlarını esas-tali ilişkisi içinde ele alarak, sonuçta ML olduğunu tesbit etti ve sahiplendi. Eğer bölük-pörçük, tek yanlı davransaydı Şefik Hüsnü'nün ya da bir başkasının tarihini sahiplenmesi kaçınılmazdı. Zaten İK'yı bilimum revizyonist ve küçük burjuva akımlardan ayıran en önemli özellik de bu değil mi?

Yine aynı yöntemle Stalin'! değerlendiren Mao, O'nun hatalarını ve sevaplarını ortaya koyarken sonuçta "Stalin dünya proletaryasının büyük öğretmenlerinden biridir" demesi ve sahiplenmesi de böyledir.

Ancak, Enver Hoca ne yapıyor?

Ölümünden sonra Mao'yu toptan reddediyor. Neden bu sonuca varıyor?

Çünkü sorunu ele alış tarzı anti-Marksisttir.

Öznelci ve tek yanlıdır da ondan.

Bunu yaparken hem kendi geçmişini, hem de Mao'nun ML'ye olan katkılarını inkar ediyor.
Demek ki geçmişle hesaplaşırken geçmişin iç-dış çelişkilerini, esas-tali yanlarını ve birbirleriyle ilişkilerini koşullara göre inceleyerek değerlendirmek gerekir.

O halde geçmişle hesaplaşmak öyle basite alınamaz ve herkes işine geldiği gibi değerlendiremez. Geçmişle hesaplaşmak ağır bir sorumluluk gerektirir.
Peki, "Partizan geleneğinin ve tarihinin yegane ve tek mirasçısıyız" diyen bizim dogmatikler soruna nasıl yaklaşıyor?
Bu arkadaşlar soruna tek yanlı, öznel ve yüzeysel yaklaşıyor.

Parçayı bütünden koparıyor. Bu mantıkla hareket ettiği için daha işin başında bir dediği bir diğerini tutmuyor. (Bunun örnekleri çoktur. Önce, "siyasi ve ideolojik sorun yok, sorun eroin ticareti" dedi.

Ardından "bunlar seksiyoncudur" demeye başladı. Ve şimdi bu kulvarda devam ediyor). Ve daha işin başında ne kendisini ne de kitleleri ikna edemiyor, edemez de...

Çünkü seçtiği yöntem yanlış, yanlış olduğu için işin içinden çıkamıyor, çıkamadığı için de sek-terleşiyor, dört bir yana emirler yağdırıyor, asıp-kesiyor. Böyle davrandığı için ne kendisini ifade edebiliyor ne de karşısındakini anlayabiliyor. Dolayısıyla eğitici ve kazama olamıyor. Bilimsellikten uzak, diyalektik ve tarihsel materyalizmi kavrayamayan bir kafa elbette olayları doğru bir şekilde değerlendiremez.

Bunu beceremediği zaman da suçu hep başkasında bulur. Böyle olunca menzili fazla uzun olmaz, birgün yolun ortasında tıkanır kalır.

Bu yazımızda esas olarak "Öncü Partizan" olaylara yaklaşım ve inceleme tarzını ele aldığımız için getirdiği diğer eleştirileri şimdilik ele almayacağız. İleriki süreçte, yeri geldiğinde eleştireceğiz. Bir sorunun inceleme tarzını önemli gördüğümüz için, bu yazımızda konuyu bu boyutuyla irdelemeyi gerekli gördük.

Altınçağ Yayıncılık bünyesinde çıkan "Öncü Partizan", Ağustos 94 tarihli ilk sayısında "Çıkarken" başlığını taşıyan yazıda kendisine en değerli payeleri biçtikten sonra böbürlenerek, "Öncü Partizan, onurlu Partizan'ın yegane ve tek mirasçısıdır" diyor. Bu, birbiri ardına sıralanmış güzel sözlerin arkasına gizlenen arkadaşların yaklaşımı, ilk başta doğru gelebilir insana. Ancak, Eylül'de çıkan ikinci sayısında hiç de Partizan tarihinin ve geleneğinin devamcısı olmadıkları ortaya çıkıyor.


Herkes de bilir ki Partizan'a gelen her yazı denetimden geçtikten sonra yayınlanır. İmzasız yayınlanan tüm yazılar Partizan'ı bağlar. "Stalin Gerçeği" de öyle. İmzasız yayınlanan bir yazı olduğu için Partizanı bağlar, herhangi bir kişiyi değil. Bu, dün olduğu gibi bugün de böyledir. Burada tartışmak istediğimiz şey, yazının doğruluğu ya da yanlışlığı değil, Partizanı bağlayıp bağlamadığı yanıdır.

Çünkü geçmişi sahiplendiklerini söyleyen arkadaşların, öznel ve tek yanlı davrandıkları yan tam da burasıdır. Samimi ve dürüst olacaksak bu yazının Partizanı bağladığını söyleyeceğiz. Yok eğer samimi değilsek, dürüst değilsek kitlelerin gözüne baka baka yalan söyleyeceğiz. Hem de MLM lafzını ağzımızdan düşürmeden. İşte "Öncü Partizan" tam da bunu yapıyor. Eğer Partizan geleneğine sahip çıkmadığını beyan etseydi bu arkadaşlara, bu konuda "yalan söylülyorsunuz" deme hakkını kendimizde bulmayacaktık.

Ama Partizan tarihini tahrif ettikleri için yalan söylüyorsunuz dememize lütfen alınmasınlar.
Aslında, "Partizan geleneğinin devamı ve Partizan tarihinin yegane ve tek mirasçısıdır" iddiasında bulunan "Öncü Partizan'nın bu açıklamasına okurlarımız teşekkür etmeliler. Bu açıklamayla Partizan geleneğine nasıl sahip çıktıklarını çok iyi ortaya koydukları için ve hepimizi kafa karışıklığından kurtardıkları için de teşekkür etmeliler. Ve "Öncü Partizan'ın bir yığın süslü, ajitatif laflarla geri kitlenin duygularına nasıl oynadığını gösterdiği için de teşekkür etmeliler.

Olumlu-olumsuz yanlarıyla Partizan geleneğinin ve tarihinin sahibi olduğumuz için kendimizi yeni bir şeymiş gibi kamuoyuna sunma gereği duymuyoruz. Çünkü Partizan geleneğinden kopan biz değil “Öncü Parti- arkasına gizlenen arkadaşların yaklaşımı, ilk başta doğru gelebilir insana. Ancak, Eylül'de çıkan ikinci sayısında hiç de Partizan tarihinin ve geleneğinin devamcısı olmadıkları ortaya çıkıyor.

"Öncü Partizan"m ikinci sayısında "Stalin Yoldaş Üzerine" başlıklı bir yazı yayınlandı. Bu yazıda Partizan'ın Temmuz 93'teki 13., Ağustos 93'teki 14. ve Eylül 93'teki 15. sayılarında dizi şeklinde yayınlamış olduğumuz "Stalin Gerçeği" yazısına istinaden bir eleştiri yürütüyor. Eleştiri yapabilirler. Karşı çıktığımız yan burası değil. Yazımızın girişinde bazı örneklerle bir tarihi üstlenmenin ne demek olduğu açıklamasını eleştiri mantığındaki yanlışlık için verdik. Neden? Çünkü kişinin kendi tarihine sahip çıkması önemlidir de ondan. Sözkonusu "Stalin Gerçeği" yazısı Temmuz, Ağustos, Eylül 1993 aylarında yayınlanmış. Demek ki yazı henüz ayrılığın sözkonusu olmadığı dönemde yayınlanmış. Ve bu birlik içinde bizzat böyle bir yazının yazılması, bugün bize cepheden savaş açan ve "Öncü Partizan" saflarında kalan kimi "önderler" tarafından önerilmiş bir yazıdır. Dolayısıyla bizim ve bu arkadaşların sorumluluğu dahilinde görev verdiğimiz kişi ya da kişilerce kaleme alınan bir çalışmadır. Ve bu çalışmayı yapan arkadaşlar, hiçbir şart öne sürmeden verilen görevi yerine getirmiş ve yaymlanıp-yayın- lanmaması, değişiklik yapılıp-yapılmamasının tamamen

Partizan'a ait olduğunu bilen arkadaşlardır. Herkes de bilir ki Partizan'a gelen her yazı denetimden geçtikten sonra yayınlanır. İmzasız yayınlanan tüm yazılar Parti- zan'ı bağlar. "Stalin Gerçeği" de öyle. İmzasız yayınlanan bir yazı olduğu için Partizan'ı bağlar, herhangi bir kişiyi değil.

Bu, dün olduğu gibi bugün de böyledir. Burada tartışmak istediğimiz şey, yazının doğruluğu ya da yanlışlığı değil, Partizan'ı bağlayıp bağlamadığı yanıdır. Çünkü geçmişi sahiplendiklerini söyleyen arkadaşların, öznel ve tek yanlı davrandıkları yan tam da burasıdır. Samimi ve dürüst olacaksak bu yazının PartizanT bağladığını söyleyeceğiz. Yok eğer samimi değilsek, dürüst değilsek kitlelerin gözüne baka baka yalan söyleyeceğiz. Hem de MLM lafzını ağzımızdan düşürmeden.

 İşte "Öncü Partizan" tam da bunu yapıyor. Eğer Partizan geleneğine sahip çıkmadığını beyan etseydi bu arkadaşlara, bu konuda "yalan söylülyorsunuz" deme hakkını kendimizde bulmayacaktık.
Ama Partizan tarihini tahrif ettikleri için yalan söylüyorsunuz dememize lütfen alınmasınlar.
Aslında, "Partizan geleneğinin devamı ve Partizan tarihinin yegane ve tek mirasçısıdır” iddiasında bulunan "Öncü Partizan'nın bu açıklamasına okurlarımız teşekkür etmeliler. Bu açıklamayla Partizan geleneğine nasıl sahip çıktıklarını çok iyi ortaya koydukları için ve hepimizi kafa karışıklığından kurtardıkları için de teşekkür etmeliler. Ve "Öncü Partizan'ın bir yığın süslü, ajitatif laflarla geri kitlenin duygularına nasıl oynadığını gösterdiği için de teşekkür etmeliler.

Olumlu-olumsuz yanlarıyla Partizan geleneğinin ve tarihinin sahibi olduğumuz için kendimizi yeni bir şeymiş gibi kamuoyuna sunma gereği duymuyoruz. Çünkü Partizan geleneğinden kopan biz değil "Öncü Partizan"dır. Zaten kendisine "Öncü" ibaresini eklemesi de yeni bir şey olduğunu, Partizan geleneğinden ayrı bir şey olduğunu çağrıştırmıyor mu? Bunu söylerken niyetimiz isimler, ya da takılar üzerine polemik yürütmek değil. Böyle bir tartışma kişiyi biçimselliğe götürür. Kuşkusuz kavramlar ya da isimler yükseldikleri anlamlardan soyutlanırsa üzerine polemik yürütülür ama, öz ve biçimi birbiriyle ilintisi içinde ele alınmak zorundadır. Eğer niyetimiz kavramlar üzerine sadece polemik yürütmek olsaydı, kullandıkları her bir kavramı ele almak gerekirdi...

Bu anlamda amacımız arkadaşları sadece mat etmek değil, görüngüleri inceleme ve ele alış tarzındaki yanılgılarını, kendi saptamalarıyla göstermektir. Taraflar birbirine böyle bir yaklaşım göstermez de küfüre karşı küfür, kana karşı kan mantığıyla hareket ederlerse, dost-düşman ayırımı yapamaz ve devrime zarar verirler.

Ancak, "Öncü Partizan"m sorunlara yaklaşım tarzı hiç de dost-düşman ayırımı yapabilen bir yaklaşım değil (bugün açısından anlayış bazında bu böyledir).
Dostla-düşmanı ayırd edemediğimiz zaman işimiz zorlaşır. Dolayısıyla halk arasındaki çelişkiler ikna-eğitim yöntemiyle çözümlenir.

Çünkü halk arasındaki çelişkiler antagonist olmayan çelişkilerdir. Özellikle devrimciler arasındaki çelişkilere daha bir çözümleyici yaklaşmak zorundadır. Bu görüşün doğruluğunu istisnasız tüm devrimci örgütler savunduğu halde, iş görüş ayrılıklarına düştüğünde hiç de hoş olmayan yöntemlere başvurmaktadırlar. TKP (ML) içindeki bölünmede tasfiyeci- darbeci MK kliği TKP (ML)'yi savunan ve bu iradeyi temsil eden MLM lere karşı peş peşe çıkardığı tutuklama kararları, diyaloga girmeme, bildiri ve yayınlarına okuma yasağı koyma, elindeki silahlara el koyma kararları "benim gibi düşünmeyene herşey mübahtır" mantığının ürünüdür ve bu mantık çok tehlikelidir.

"Onlarca yıllık bir insan hayatı boyunca oluşan bir ideolojiyi, birkaç derste veya birkaç toplantı ile değiştirmeye yeltenmek yersizdir. İnsanlar zorlama ile değil, ancak inandırma metodu ile ikna edilebilirler. Zorlama, inandırmaksızın boyun eğdirmekten başka bir sonuç vermez. Zor ile boyun eğdirmek kabul edilecek birşey değildir. Bu metod düşmana karşı kullanılabilir. Ama yoldaşlara ve dostlara karşı asla kullanılmaz." der Mao.

Türkiye devrimci hareketinde Mao'ya ters onlarca örnek vardır. Hem de yakın tarihimizde. Acı da olsa yaşam bize neler öğretiyor neler... Şimdi sormak gerekir. Nerede kaldı Mao'culuk, nerede kaldı iki çizgicilik, nerede kaldı İbrahimcilik? Evet dost güçler arasındaki çelişkilere şiddet yoluyla yaklaşan anlayış anti-Mao'cudur. Hocacı mantıkla örtüşmektedir.

Yani metafiziktir. Yani çelişkilerin yasasına aykırıdır. Yani yaşayan değil ölüdür.
Bu ve benzeri kararları çıkaran anlayış sahipleri her ne kadar emperyalizme, faşizme, feodalizme, şovenizme ve her türden gericiliğe karşı mücadele ediyorlarsa da, bunun önemini ve anlamını hala kavramış değiller.

Çünkü kavramış olsaydı, duyduğu kinle dün omuz omuza düşmana karşı mücadele ettiği yoldaşlarına aynı silahını yöneltmez. Aksine MLM eleştiri silahını yöneltirdi.

Konuyu daha fazla dağıtmamak için kaldığımız yere dönüyoruz.

Evet Partizan geleneği, bize olumluluklarımız gibi olumsuzluklarımızı da sahiplenmeyi öğretir. Başarılar oldu mu böbürlenmeyi, başarısızlıklar oldu mu hüsrana uğramayı öğretmedi bize bu gelenek. Aksine olumsuzlukların üstesinden gelmek için daha ısrarlı, daha titiz, daha cesaretle incelemeyi ve çalışmayı öğretti.

Bu bakımdan tarihimizle övünüyoruz. Ve ne tesadüftür ki Mao,"Hiçbir şey zor değil bu dünyada, yeter ki enginleri feth etme azmi ve cesaretin olsun" sözünü sanki bugün için söylemiş.

İşte, tarihimizi sahiplenirken böyle davrandığımız için Partizan'ın tek ve yegane temsilcisi "Öncü Partizan" değil bizleriz.

Peki "Öncü Partizan"ın saplantıları nelerdir?

Gerek korsan çıkarılan Partizan'larda gerek, "Öncü" ibaresini ekleyerek çıkarılan Partizan'larda yayınladığı tüm yazılarda basma-kalıpçıdır. Ajitatiftir, duygulara hitap etmektedir ve üstesinden gelemediği, bilgi dağarcığının yetmediği kimi yakılarda, küfüre dayanmaktadır. Çok basit suçlamalarda bulunmaktadır. Böyle bir yöntem ve üslup Partizan geleneği olamaz.

Olsa olsa küçük burjuva kibirliliği olur. Ona göre kendisinden başka herşey kirlidir, bir kendisi temizdir, herkes yanlıştır bir kendisi doğrudur. Elbet böyle düşünmesinin objektif nedenleri olduğunu görüyoruz. Ve eleştirilerimizi zaten bu bazda dile getiriyoruz.

Özellikle 12 Eylül'ün kitlelerin bilincinde yarattığı tahribatlar, yozlaştırma politikası ve benzeri şeyler devrimcileri de önemli derecede etkilemiştir. Madem ki bu toplumda yaşıyoruz, o halde kimimiz şu ya da bu oranda bu olumsuzluklardan nasibini alacak. Bunu biliyor ve soruna böyle yaklaşıyoruz. Böyle yaklaştığımız için "Öncü Partizan"m içinden geçtiği koşulları görebiliyor, dogmatik yanlarını açığa çıkarabiliyoruz.

Siyasi gelişmenin olmadığı yerde elbette kişisel hırslar ve küfür edebiyatı gelişir. Partizan olarak geçtiğimiz süreç içinde siyasileşmeye gerekli önemi veremediğimiz için, Partizan içinde önemli tahribatlara yol açtı. Ve olumsuz yanlarımız en çok bu arkadaşların üzerinde yoğunlaştı (yani onları yanlışlardan arındırmak için yeterli çaba sarfedemedik.) Dolayısıyla arka- daşlarm bu durumunu yadırgamıyor, ayıplamıyoruz.

Esas olarak kendimizi ayıplıyor ve eleştiriyoruz. Çünkü ortaya çıkan sonuç bizimdir. Yoksa durup dururken böyle olamazdı bu. O halde kendimizi en çok sorguluyoruz. Çay işi de öyle, darbecilik de öyle. Biz soruna bu şekilde bakıyoruz. Ve şimdi bu arkadaşlar bizden koptu diye "herşey güllük gülüstanlıktır" diyemeyiz. Partizan yapısı önemli bir dejenerasyon yaşandı. Siyasileşmesinde bir düşüş oldu.

Öyleyse geçmişin muhasebesini iyi yapmak zorundayız. Ancak, bu arkadaşlarımız sorunu bir-iki kişi bağlamında ve bir-iki olay bağlamında ele aldıkları için sürekli bu yönüyle saldırmaktadırlar bize. Bundan gocunmuyoruz, fakat vahim hatalarını eleştirerek göstermek istiyoruz. Gerisi onların bileceği şeydir.

"Yalnız sorunlara öznel, tek taraflı ve üstünkörü bakan kimselerdir ki bir yere geldikleri zaman, durumun ne olduğunu öğrenmeden, şeye bütünüyle (bu şeyin tarihine ve şimdiki haline) bakmadan ve onun özüne (bu şeyin karakterine ve öteki şeylerle arasındaki iç çelişkilerine) dokunmadan kendilerini beğenmiş bir davranışla emirler veya talimat vermeye kalkışırlar. Bu gibi insanların sendeleyip düşmeleri kaçınılmaz bir şeydir." der Mao.

"Stalin Yoldaş Üzerine" başlıklı yazıda vahim bir hata yapıyor bu arkadaşlar. Yazımızın içinde belirttiğimiz gibi Partizan'da imzasız çıkan yazılar Partizan'ı bağlar dedik. "Stalin Gerçeği" Partizan'ı bağlayan bir yazı dizisidir. "Öncü Partizan"m derdi yazıya eleştiri getirmek olmadığı için kişiyi hedef almıştır.

Yazıyı okuyanlar bunu rahatlıkla görebilir. "Öncü Partizan"ın derdi Ferhat Ali'dir. Çünkü hemen hemen tüm yazılarında başta Ferhat Ali olmak üzere kimi yazarlarımızı ağzına dolamakta, olmadık küfürler savurmaktadırlar. Özellikle Ferhat Ali'ye en ağır ithamlarda bulunmaktadırlar.

Bir karşı devrimci demedikleri kaldı. Bir insanm gözünü kişisel garez ve kin bürüdü mü, siyasi olması beklenemez. İşte "Öncü"nün girdiği rota bu. Peki bu yazıyı eleştiremezler mi? Elbette eleştirebilirler. Ancak geçmişteki payını inkar etmeden (bir dahaki sayımızda yazıya ilişkin eleştirilerine cevap yazacağız).

Yazı dizisi yayınlanırken arkadaşların o zamanlar en ufak bir eleştirisi dahi olmadı ve yazı yayınlandı. Burada görülmesi gereken şudur; hiçbir iç çelişki olmadan yazının yayınlandığıdır.

Hatta, başkan Mao'nun 100. doğum yıldönümü nedeniyle "Dogmato Revizyonizmin Sefaleti Üzerine" umut Yayımcılık olarak yayımladığımız kitap bizzat bu arkadaşların önermesi üzerine basıma verildi. Yine en ufak bir eleştirileri olmadı. Şimdi kalkmış bolca eleştiri yapıyorlar. Ve sanki geçmişte yazıya muhaliftiler de yeni prangalarından boşanmış gibi haykırabiliyorlar.

Görülmesi gereken bir diğer yan da, gerek adı geçen kitabın gerekse bu yazının Ferhat Ali'ye mal edilme çabasıdır. Bu da yersiz ve hoş olmayan bir yöntemdir. Çünkü Partizan okuru yazıyı okuduğunda altında ne Ferhat Ali imzası vardı, ne de bir başka imza. O halde bugün isim vererek küfür dolusu eleştirip) yapmakla ne amaçlanıyor?

Bu arkadaşlar eğer kendilerini biraz kişileri hedef alma yönteminden uzak tutar ve sakin sakin düşünürlerse, Ferhat Ali'ye getirdikleri eleştirilerin bir uçununda kendilerine değdiğini pekala görebilirler.

Diğer bir önemli sorun da şudur: Bize çokça "deşifrasyon yapıyorsunuz" diyen ve "bir dönem Aydınlık gazetesinin, o çok kötü ünlü pratiğinin aynısını sergileyen bu burjuvaları kendi sözleriyle uyarmak gerekiyor" diyen arkadaşlar aynaya baksalar biraz!

Arkadaşların gözünü kin ve nefret öyle bürümüş ki neredeyse çevresinde olup biten her şeyi "mafya" olarak görüyor. Kim ki tasfiyeci-darbeciliğe karşı tavır koydu hepsi bir çırpıda "mafya" oluyor. Görülen o ki arkadaşlar mafya histerisine iyiden iyiye kendini kaptırmış. Tıpkı polisten korunmak için herkesi polis gören biri gibi.
Bir yazımızda "ayrılmış olan iki kesimde proletarya partisinin güçleridir" şeklindeki belirlememize arkadaşlar öyle öfkelenmektedirler ki, "sahtekarlıktır" diyorlar. Bu kendi gerçekliğini görmeyen bir mantıktır.

İnsana demezler mi bugüne kadar nerede barınıyordu bunlar? Yoksa gökten zembille mi indi bu kabul etmedikleriniz. Cesaretli olan, böyle bir şeyin olduğunu kabul eder. Halka ve kitlesine özeleştiri verir. Ancak özeleştiri cesareti olmayanlar halka hesap vermekten korkanlardır. Olayı ters yüz etmeye çalışanlardır.

Bugün arkasına aldığı belli bir kesime sığınarak saldırgan bir tutuma girmek suçlarını örtmez. Kim ki bir şeye çok karşı çıkıyor, ortalığı velveleye veriyorsa suçlu o demektir.

Dün ticaret suçunun altına gizlenmesi için imza atanlar bugün, "biz suçlu değiliz, bunlar mafyadır" yaygarası kopararak kendisini olayların dışında tutanlardır asıl suçlu olanlar. Ve daha ilk günlerinde TKP (ML)'yi bölenlere karşı "TKP (ML)'yi sırf bunun için bölemezsiniz, gelin sorunu çözün" diyen MLM lere "siz de onlardansınız" diyerek bölme emellerine ulaşanları tarih er geç mahkum edecektir.

Bugün tarih TKP (ML) iradesini sahiplenen MLM'leri doğruluyor. MK kliği işlediği suçun özeleştirisini vermekten neden kaçınıyor? Böyle yaptığı müddetçe ne kendisini ne de bir başkasını ikna edemez.

Avazı çıktığı kadar bağırmakla işler hallolsaydı şimdiye her- şey güllük-gülistanlık olurdu.

Ama gerçekler acıdır. Tarih er geç haklıdan yana hükmünü verecektir.

Partizan bugüne kadar MLM güzergahında sömürülen, ezilen ve horlananların safında yer aldı. Enternasyonal proletaryanın çıkarlarını savundu.

Dost-düşman ayrımına dikkat ederek, okun sivri ucunu daima düşmana yöneltti.

Dostlarına kazanıcı yaklaşarak, ikna-eğitim yöntemini sabırla savundu.

İşte MLM'nin biricik doğru silahı budur. Kuşanılacaksa bu silah kuşanılmalıdır...


 
 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)