9 Şubat 2025 Pazar

İdeolojik, Siyasal Kuşatmanın Yaylım Ateşi ve Hakikatin Mevzisinde Siper Almak_Fırat Kocakay



Devrimci Demokrasi tarafından yayınlandı--9 Şubat 2025, 21:25 yayınlandı

Net olan ve hiçbir suretle muğlaklık taşımayan gerçekler kabul edilmek durumundadır. Gerçekliğin ifade edilmesi ve tanımlanması dönüştürme eyleminin ilk adımıdır. Başta kabul etmek sonra tanımlananı dönüştürmek birbirini tamamlayan iki olgudur. Gerçek olanla bağ kurulmadan, ona dair özellikler kavranılmadan eylem bir eylemdir sadece.. 

Söz ve eylemin diyalektik bağı amaçlar bağlamında koordine edilirse maddi olana müdahalede bulunur. Bu zemindeki müdahale devrimci atılımların ve dönüşümlerin motor gücü olur. Hedefler bağlamında praksisin ayaklanmasının ön koşulu gerçeğe hürmetten geçer. Bu zaviyeden doğru komünist – devrimci kuvvetlerin derin bir buhran yaşadığını, birçok kabiliyetinin yitime uğradığını, felsefik, ideolojik ve politik refleksini yitirdiğini tanımlamak objektif bir olgu durumundadır. 

Tasfiyeci konseptin yıllardan bu yana süregelen darbelerini boşa düşürmekte sancı yaşayan ulusal ve uluslararası komünist hareket bu darbelerin sonucunda almış olduğu yenilginin yaralarını ve tahribatlarını gidermekte yaşadığı derin buhran hala devam etmektedir. Bunu tanımlayan ancak aşamayan ve konumlanışını devrimci kalkışmalara dönüştüremeyen bir tabloyla karşı karşıyayız. Bugün açısından tasfiye dinamikleri büyük bir motivasyonla yitimi, yılgınlığı ve kırılmaları zirveye taşımış durumdadır. Bir sonraki adım telafisi mümkün olan ancak geleceğin inşasını belirsizliğe bırakan bir sürece doğru evrilmektedir. Risk büyük, derin ve katmerlidir. Bu açıdan reel olan aynı zamanda her bir açıdan da yıkıcı olandır.

Uluslararası komünist hareketle coğrafyamız komünist hareketinin de sancısı benzer özelliklere sahiptir. Hakeza ikisini birbirinden ayrıştırmakta mümkün değildir. Gelişmeler olguların biçimini ve niteliğini etkiler. Sosyalizmin en son kalesi olan Çin Devrimi Mao’nun fiziki yitiminden sonra bir darbe marifetiyle yıkılmasının ardından devrimci hegemonya büyük oranda çökertildi. Kızıl mevziler hem siyasal, hem felsefik hem de siyasal olarak eş zamanlı bir şekilde kuşatılarak ağır bir darbeyle karşı karşıya kaldılar. Sınıfın potansiyel ilerleyişi, peşi sıra devreye koyulan kapitalist operasyonlar marifetiyle engellendi.

 Operasyonun fiziki imhaya dönük hamlelerinin yanı sıra komünist otoritenin her alandaki etkisi muazzam politik saldırıları göğüsleyemedi. Sürece yön veremeyen komünist özneler fiili zeminde inşa edilen bariyerlerden geri çekilmekle kalmayıp, felsefik, politik ve teorik alanlara dönük saldırıları da püskürtemedi. Çerçevesi, detayları ve alt başlıklarıyla daha da derinleştirilecek tüm bu gelişmelerin akabinde uluslararası arenada komünist mevziler ve özneler büyük oranda siyasal zeminin dışında kalmış oldu.

Uluslararası arenada alınan bu yenilginin Türkiye ve Kürdistan sathında inşası fiili alanda darbelerle inşa edilirken, felsefik, ideolojik ve politik zeminde ise yasalcılık, barışçıl geçiş ve ihtilalci ruhun ötelenmesiyle boyutlandı. 2000 yılında ise devrimci komünist öznelerin imhasının en etkili ayağı olan 19-22 Aralık hapishaneler katliamı hem neoliberal dünya düzeninin tesisi bağlamında gündeme geldi hem de uluslararası tasfiye konseptinin parçası olarak sahanın dizaynını amaçladı. 

Bu bağlamda topyekün saldırılar eş zamanlı yürüyerek komünist hareketin gelişim dinamikleri ve özneleri tasfiyeyle yüz yüze geldi. Fiili alanda alınan darbelere ve uluslararası yenilgiye mukabil geriye düşüş somut bir olgu olarak açığa çıktı. Aynı bağlamda PKK lideri Öcalan’ın bir komplo marifetiyle tutsak kılınması ve buna mukabil “yeni paradigma” olarak ortaya koyulan sentezler tasfiyeci operasyonel faaliyetin uzuvları olarak dizayn edildi. Hem devrimci-komünist hareketi hem de Kürt Ulusal Hareketini tasfiye özel planlamalar dahilinde ve uzun süreli planlamalar ekseninde nitelik kazandı. 2000 yılı öncesi sürecin klasik ve tekdüze bir devamından öte kapsamı ve içeriği dahada derinleştirilmiş bir süreç yürütüldü. Gerçekleştirilen bu eş zamanlı darbeler sarsıcı ve etkisi güçlü yenilgiyle sonuçlandı.

Kuşkusuz ki her yenilgi sadece kendi bağrında fiili olanın zarar görmesiyle sonuçlanmaz. Bununla birlikte entelektüel, felsefik, ideolojik ve politik olanı da erozyona uğratır. Telafisi zor olan temel noktalar her daim sınıf düşmanların önemli hedefleridir. Bir gelişmenin yahut dinamiğin yitime uğratılması manüpile etme, erozyona uğratma, kuşku yaratma, işlevsiz kılma, ideolojik ve politik olarak kırılma yaratma gibi gibi amaçlarla anlam kazanır. 

Sürece damga vuran diğer bir gelişme ise devrimci-komünist öznelerin dar grup çıkarlarını merkeze alma, somut olanın devrimci sentezinden uzaklaşma, örgütsel gücü koruyup inşa edememe, militan ruhu devrimci zeminde sevk ve idare edememe, kitlelerle özne arasındaki köprüyü kurmama, kısa-orta ve uzun vadeli planlamalardaki zaafiyetler ve geçmişle verili olanı analiz (muhasebe) etmeme gibi bir dizi önemli başlık subjektif zemindeki başarısızlıklar açığa çıkarken gelişme seyrini nesnel olarak baltalamıştır.

Tasfiyenin bozguna uğratılması, bozguna uğratacak kuvvetlerin ideolojik ve politik konumlanışla birlikte saldırıya geçmesiyle mümkün kılınır. İdare-i maslahatçılık, masa başı belirlemeler, hamaset ve ideolojik ve politik özgüvensizlik sınıfın komünist kalkışmasında herhangi bir işleve sahip değildir. Sınıflar arası çarpışmanın zaferle sonuçlanması çarpışan sınıfların savunma ve saldırıdaki mahirliğiyle ilişkilidir. Devrimci atılımların en önemli dayanaklarından biride örgütsel organizasyonun kendisine dair tutumudur. 

Politik ilerlemenin en başat unsuru öznenin kendine dair devrimci münakaşasıdır. Bu münakaşanın içeriği, konumlanışına, politik motivasyonuna, aktüel reflekslerine, kendi bağrında filizlenen sapma hallerine ve yabancılaşma olasılıklarının devrimci temelde geliştirilen yöntem ve müdahalelerle etkisi kırılır. Bu alandaki riskler engellenmediği taktirde, kapitalist operasyonların birer aktif unsuru ve sınıf savaşımının burjuva silahşörleri haline dönmeleri büyük olasılıktır. Lenin, Stalin ve Mao’nun bu zemindeki olguya parmak basarak aktif ideolojik dönüşümü sağlama arayışları tesadüfi değildir.

 Ancak bu komünist kuramcıların bir biçimiyle tamda işaret etmiş oldukları noktadan doğru darbeler almaları ve yenilgi yaşamaları özel bir tartışma konusudur. Nedenleri ve niçinlerine yoğunlaşmak devrimci kalkışmalar için özel bir anlam ihtiva eder. Şunu tanımlamak gerekir ki, bu kapsamdaki vurgulara uygun konumlanışta geç kalınmış yahut yeterince ciddiye alınmamıştır. Ve nihayetinde proleter devletlerin yıkımı içten ve parti içerisinde organize olan karşı devrimci unsurların operasyonel faaliyetiyle yıkıma uğramıştır. Bu zeminin yaratılmasında kurucu öznenin kendi payı söz konusudur. Bunun sayıca birden çok nedeni de olmuş olsa da bu zeminde nükseden politik olguları komünist öznelerin dışında tutamayız. 

Eğer yenilgilerin politik, ideolojik ve felsefik yanları devrimci temelde analiz edilemezse komünist yürüyüşte kazanım ve kazanımları pekiştirme asla mümkün olmaz. Ki sınıf çarpışması asla yengiyle sınırlı tutulamaz. Bu bir yanıdır. Asla tamamlanmış olarak tarif edilemez. Esas ve belirleyici yanı zaferlerin muhafaza edilmesidir. Çünkü zaferler muhafaza edildiği müddetçe nihai olana ulaşılabilir. Tüm bunların toplamında dünyayı değiştirme eylemi ve etkinliğinde zaferler kadar onu korumakta önemlidir. Korumak ideolojik, politik önlemler ve araçlarla sağlanmak durumundadır, tariflerle değil.

Politik iktidar için mücadelenin bir ayağıda sınıf uzlaşmacılığına dair verilen mücadelede anlam bulur. Sınıf uzlaşmacılığı sınıfın köklü temeldeki kurtuluşunu belirsizleştirme, içeriğini boşaltma ve onun radikal yanını törpüleme zeminiyle açığa çıkar. Bunun politik jargondaki tarifi revizyonizm ve reformizmle tanımlanır. Bu kavramların neyi temsil ettiği ve amaçladığı anlaşılmadığı taktirde buna karşı mücadeleninde önemi anlaşılamaz. Bu noktada özellikle derin bir bilinç bunalımı yaşandığını ifade etmek yerinde olacaktır. Tasfiyeciliğin devrimci zemini iğdiş ettiği ve olağanca etkilediği zamanlarda devrimci olanla reformist olan arasındaki ayrım çizgileri de silikleşir. Bu yine tasfiyeciliğin politik alana yansımasıdır. Komünist ve devrimci olandan uzaklaşma reformist olana yakınlaşmayla sonuçlanır. Kaçınılmaz bir sonuçtur bu.. 

Dünya ve coğrafya komünist hareketlerin ideolojik ve politik mücadeleden uzaklaşması olgularla kurulan sınıf bakış açısındaki kırılmalarla açıklanmak durumundadır. Çünkü tasfiyeciliğin genel amacı devrimci olan herbir şeyi erozyona uğratma, radikal olanı sistemiçiliğe kanalize etme bağlamında inşa edilir. Reformizm ve revizyonizme karşı yürütülen mücadelenin siyasal iktidarı devrimci temelde ele geçirmenin temel dayanağıdır. Tarihin komünist atılımlarında yürütülen onca münakaşa, kavga ve polemik kişisel zeminde vuku bulan iktidar mücadelesi değildir. Burjuva kalemşörlerin tarihsel olguları ve olayları çarpıtmasına mukabil yaratılan bilinç bulanıklığı tasfiyeciliğin en kullanışlı silahı olmuştur. Bu zeminde Marksizmin komünist ruhu ve bilimsel özü hedef alınmıştır. Direkt ve dolaylı bağlamlarda gerçekleştirilen bu kuşatma, siyasal zeminde ve siyasal iktidar bilincini tahrif etme saikiyle tasfiye konseptinin kullanışlı bir aracı haline dönüşmüştür. Bunun sonucu olarak ideolojik mücadelede geri düşüş olmuştur.

 Oysa ki Marksizmin ruhunda çarpışma ve münakaşa herşeydir. Marks’ın Marksizme dönüşümü felsefik, ekonomik ve politik alanda vermiş olduğu mücadelelerin doğrudan sonucudur. İdeolojik mücadele zemininden arındırılmış bir Marks, komünist ruhun iğdiş edildiği kimliksiz bir Marks’tır. Bu durum aynı biçimde Lenin ve Mao içinde geçerlidir. Sovyet ve Çin devrimleri egemen olan sınıfa karşı yürütülen mücadelelerin yanı sıra revizyonizme ve reformizme karşı yürütülen mücadelelerin toplamıdır. Böyle okunmayan bir sosyalizm mücadelesi yıkıcılığını her açıdan yitiren bir burjuva ruhun tohumlarını toprağa serpiştirmenin ötesinde bir anlam ifade etmez. Özelin soyutlanması bu bağlamların yörüngesinde zamanın ve kuşatmanın etkisinde kalarak içerik kazanmaktadır.

Türkiye ve Kürdistan devrimci- komünist hareketinin dar gruplar haline dönüşmesi, siyasal iktidarı fethetme bilincinin aşınması, sınıf uzlaşmacı bir rotaya evrilmesi, burjuva sınıf politikaları ardında sıraya girmesinin nedeni tamda uzun yıllardır hamleler üzerine hamleler yapan tasfiyeciliğin labirentlerinde gizlidir. Tasfiyeciliğin hegemonik üstünlüğünün herbir sahada hissedildiği, faal ve işlevselliğinin nesnel gelişmeler göz önüne alındığında politik, eylemsel ve teorik sahada belirleyici olduğu objektif bir gerçektir. Aşılması tayin edicidir. 

Devrim, devrimin önünde inşa edilen setlerin kaldırılmasıyla muzaffer olabilir. Politik olanın yıkıcılığı tek başına kitlesel gücü sağlamakla, müzmin muhalefet etmekle istikrarsız ve dirençsiz eylemlerle yahut düşük düzeydeki devrimcilikle muzaffer kılınamaz. Belirleyici konumlanış, devrim ve devrimciliğin ihtilalci ruhunu burjuva olandan arındırma zemininde geleceği fethedebilir. Tayin ediciliği buradan ileri gelir. Sınıfın olguları köklü dönüştürme gerçekliği burada yatar. Lenin doğru programın tek başına yeterli olmayacağı veciz sözüyle devrimci eylemin önemine dikkat çeker. Yani pratik olanın tayin ediciliğidir bu.

Eylemin devrimci zeminde sonuçlanması doğru konumlanışla yakından bağlantılıdır. Coğrafyamızda bu konumlanışın uzunca bir zamandır felce uğradığını ifade etmek abartı olmayacaktır. AKP – Erdoğan iktidarı devletin başına getirildiğinde tasfiyeyi derinleştirme ve bu zeminde çeşitli politikalarla militan ve meşru olanı yasallaştırma zemininde kolları sıvamış ve kendi iktidarını perçinlemenin bir aracı olarak düğmeye basmıştır. Bu kapsamda vesayet karşıtlığı, demokrasi ve yüzleşme-hesaplaşma argümanlarını sahaya sürerek kapsamlı bir manipülasyonla tasfiyeci operasyonel faaliyeti biçimde başkalaştırarak devam ettirmiştir. Tasfiyeci operasyon iki amacı içermektedir. İlk olarak geniş toplumsal kesimlerin hassasiyetlerini örgütleyerek potansiyelini güçlendirerek iktidarını tahkim ederek politik planlarını hayata geçirme. 

İkinci olarak da devrimci-komünist kuvvetleri radikal zeminin dışına iterek “barışçıl” mücadelenin yani reformist kulvarın içine çekmekte somutlaşır. Bu ikili ayak üzerinden yürütülen konsept 2015-2016 yıllarına kadar belirli bir istikrarla sürdürüldü. Tasfiyeci konseptin en etkili adımları 2010 anayasa referandumu, Alevi açılımı, çözüm süreci, Dersim katliamına ilişkin ortaya koyulan yaklaşım ve bu olguları güçlendirecek zeminde ele alınan Ahmet Kaya, Yılmaz Güney ve Nazım Hikmet gibi devrimci politik aktörler üzerinden yaratmış olduğu algılardır. Bu argümanlar fiili olarak yenilmiş devrimci komünist hareketin zayıflıklarını avantaja dönüştürerek yasalcılığa sürüklemenin araçları olarak işlev görmüştür. Bir dizi burjuva aydının, liberalin bu nakaratlara sıkı sıkıya sarmalaması yaratılmak istenen sisli havanın izdüşümüdür. 

Planın en kuvvetli darbesi Kürt Ulusal kalkışmasını bu noktada diplomatik zeminde boğma yani tasfiye etmekle büyük bir zafere ulaşılacağı ön görülüyordu. Yani yasallaştırılan ve evcilleştirilen bir karşı koyuş temel hedefti. Zaten bir bütün olarak siyasal, örgütsel ve ideolojik krizden geçen devrimci komünist hareket bu son darbeyle alaşağı edilerek ruhsuz bir karşı koyuşların kapısı aralanmaya çalışılıyordu. Siyasi savaşımın zora dayalı araçlarının bu eksende çökertilmesi belirleyici görev olarak tanımlandı. Muhalefetle sınırlı, 68 ve 71 ruhundan arındırılmış sınıf bilincinden yoksun kılınmış örgütler toplamı yaratmanın bir parçası olarak işlev görüyordu.

2002-2015 yılları bu tasfiyeci konseptin gölgesinde biçim aldı. Bu duraktan sonraki süreç ise fiili imhayı amaçlayan ve fiili saldırılarla çökertme zemininde boyutlandı. Gezi, Kobane ve Kürdistan’daki öz yönetim ayaklanmaları, AKP-Erdoğan iktidarının önüne yeni görevler koydu. Sosyal kalkışmaları geriletme ve klik savaşımında rakip kliği (cemaat) iktidar olanaklarından men ederek tasfiye etme politikası işletildi. Ancak bu tasfiye diğer kliklerle belirli bir uzlaşı etrafında şekillenerek koordine edildi. Sosyal kalkışmaların yaratmış olduğu politik motivasyon, özgüven ve militan karşı koyuş büyük riskleri barındıran ve bastırılması ve püskürtülmesi gereken tehlike olarak tanımlandı. Bu sadece iktidarda bulunan AKP-Erdoğan iktidarının tariflediği bir durum olmaktan ziyade rakip klikler cephesinin de hemfikir olduğu politik bir uyumlulukla sonuçlandı. 

Sosyal kalkışmaların boy verdiği sokaklar ve meydanlar faşist cephenin kuşatma ve saldırılarıyla karşılandı. Galatasaray Meydanı’nın Cumartesi Annelerine, kadın hareketleri eylemlerine, LGBTİ gösterilerine, işçilerin direniş ekseninde şekillenen başkaldırılarına, üniversite gençliğinin akademik-demokratik eylemlerine, ekoloji mücadelesine, Kürt ulusunun meşru demokratik sahalarına ve mevzilerine yönelik geliştirilen eş zamanlı saldırılar anlık refleksler değil, özgün ve özel kuşatmanın parçası olarak görülmelidir. Sokaklar ve kazanılan tüm mevziler işgal edilerek devrimci politik sahanın tüm dinamik özneleri IŞİD, paramiliter çeteler, mafya örgütlenmeleri ve tarikatlara teslim edildi. Başkanlık sistemiyle iç içe geçen bu süreç sokak ve meydanlarda eş zamanlı patlatılan bombalar ve tehditlerle sosyal patlamaları engellemek için devreye girdi. Gezi ve Kobane yargılamalarından açığa çıkan sonuç aslında sokağın meşruluğunu ortadan kaldırmaya yöneliktir. En keskin darbelerin alındığı alanlara en sert darbeleri indirme girişimidir. Sürecin aktörlerine yönelik gündeme gelen cezalar sokağın gücüne, atılımlarına ve meşruluğuna dönük gerçekleşmiştir. 

Darbe senaryosuyla elde edilen güç faşist terörün ve devlet içerisinde bürokratik hakimiyeti sağlama girişimlerinin tamamen önünü açtı. Çoklu amaçlar içeren bu sürecin önceliği sokakların lağvedilmesiydi. Burjuva muhalefet partisi CHP’nin Adalet Yürüyüşü olarak tanımladığı eylemin kısa süre içerisinde riskler barındırdığı gerekçesiyle paniğe kapılması ve CHP’nin herbir gelişmede kitleleri sokaktan uzak tutmaya çalışması, hemfikirlik zemininde geliştirilen politikanın yansımasıdır. Bu açıdan gelişmeler yorumlandığında sokağa karşı husumetin ve alerjinin aleni olarak açığa çıktığı görülecektir. Ve devlet erkinin bir bütün olarak sokağın zapturapt alınmasında hemfikir olduğu görülecektir.

Yukarıdaki genel konsepti bir biçimiyle yorumlayan ancak somut politikaları boşa çıkaracak hamleler yapamayan ve bununla birlikte güçlerini bu faşist saldırganlığı püskürtecek biçimde konumlandırmayan devrimci-komünist hareket açık faşizm koşullarında hapis, sürgün, katliam ve devrimci güçleri parçalayan-dağıtan yaratılan baskı koşulları dolayısıyla kırılmaları engelleyemedi.. Esas mücadele mevzisi olan meşru-militan zeminde karşı koyuşu geliştirmekte yaşanılan kırılma, parlamentarizm ve pasifizmin öncelik haline gelmesiyle sonuçlandı. Emek ve Özgürlük İttifakı, bu zemine su taşıyan başlıca ittifak olurken, 

Birleşik Devrimci Güçler ise politik kırılmayı aşacak istikrarlı mücadele performansı gösteremedi. Öznelerin yaşamış oldukları örgütsel ve politik kriz bunda önemli rol oynarken proletarya ve emekçiler üzerinde politik tesiri sağlayamamaları da başat nedenler arasındadır. Devrimci-komünist öznelerin Gezi-Kobane ayaklanmalarından doğru açığa çıkan militan enerjiyi sevk ve idare ederek politik militanlığa dönüştüremeyişi semt, kadın, gençlik ve diğer toplumsal hareketlerin politik militan enerjisini siyasal iktidara yöneltmeyi koordine edememeleri faşist terörün açıktan arz-ı endam etmesinde rol oynadı. Sıkışan ve sıkıştıkça geri adım atan devrimci demokratik politik özneler çıkışı AKP’ye karşı birleşme zemininde okudu. Herşeye kadir olacağını düşündükleri AKP karşıtlığı diğer burjuva partilerle direkt ve dolaylı kucaklaşmanın nedeni oldu.

AKP-Erdoğan karşıtlığının hemen hemen birçok politik özneyi diğer burjuva partilerin planlarına yedeklediği, CHP ile cisimleşen burjuva politikalar makul ve ortaklaşılabilir politikalar olarak tanımlandı. Ve halk kitlelerinin bu politikalar etrafında kümelenmeleri sağlanmış oldu. Politik atmosferin yaratmış olduğu basıncın etkisiyle seçimleri ve buradan doğru iktidar değişiminin sağlayacağı “sözde avantajlar” merkeze alınarak rota tayin edilmiş oldu. Erdoğan-AKP iktidarının çete-mafya, militer- paramiliter, ordu-bürokrasi içinde faşist kuvvetlerinin özgün ve amaçlar bağlamında koordinesi pasif ve sistem çitleri içerisinde muhalefetle cevaplandırılması hüsran üzerine hüsran yaşanmasının ön ayağı oldu. Dönemin en tesirli konumlanışı olacak meşru militan ve tayin edici olan kapalı örgütlenmeler kapı dışarı edildi. 

Devrimci radikalizm yerine ikamet ettirilen liberal politikalar “taktik siyaset” olarak akılcılaştırılmaya çalışıldı. Olgunun ruhuna uygun olanın dışlandığı burjuva liberal basıncın etkisi hakim olandır. Bu açıdan burjuva liberal basıncı geri püskürtemeyen devrimci özneler kaçınılmaz yenilgi ve darbelerle karşı karşıya kalmıştır. Bu yenilgilerin alındığı alan ideolojik ve politik sahadır. Parlamenter siyasetin esas alındığı, sokağın ve meşru mücadelenin ötelendiği, klikler arası çelişkide bir kliğin politikaları etrafında toplanıldığı, cepheden mücadeleden kaçınıldığı reel olarak konumlanışı devrimci zeminin ötelenmesi, reformist zeminin merkeze alınmasıyla sonuçlanmış oldu.

Faşist iktidarın politik alanda zayıf düşmesinin, sahada politik motivasyonunu yıkacak olan yegane şey militanlık ve meşruluk zemininde gelişecek olan istikrarlı eylemselliğin kendisiydi. AKP-Erdoğan iktidarı çıkışı, yönelimi, planları, manevraları itibariyle krizleri fırsata dönüştürme, kaos ve karmaşalar marifetiyle iktidarını tahkim etme, diğer burjuva kliklerin hamlelerini boşa çıkarma, yeni hamlelerle burjuva klikleri sıkıştırma ve etkisizleştirme gibi politikalarla özgünlüğünü inşa etmiştir. Devletin dönemsel sözcüsü değil, kendi sözünü, eylemini devletleştirmiştir. Bu saikle “ parmak demokrasisiyle” AKP’nin devrileceği fikriyle konumlanmak, bütün politikaları sokaktan uzak durarak seçime ve sandığa kilitlemek politik bunamanın ve reformist siyasetin sonuçları olarak karşımıza çıkmaktadır. Sokak AKP’nin işine yarar palavrası burjuvazinin ortaya atmış olduğu bir argümandır. Bu argümana başvurulmasının nedeni faşist devlet ve bürokrasinin buna CHP’de dahil yaşayacağı siyasal kırılmaların ön görülmesidir. Yani olası bir halk hareketinin (kendiliğindenci) olsada kapsamlı bir sarsıntı yaratabilme zemininin var olmasıdır. 

Bu nesnel gerçeklik yeni Gezilerin politik sahada bir dinamik olarak güncel olmasıyla yakından ilgilidir. Sokağın demokratik ve devrimci zeminde sunduğu ve sunacağı olanaklar buna binaen devlet ve iktidar nezdinde yaratacağı aleyhte olasılıklar bu argümanla sabote edilmek istenmiştir. Burjuva kliklerin eş zamanlı “sağ duyu” çağrılarının arkasında yatan neden budur. Bu çağrılara masumane anlam biçmek sınıfın planlamalarından bağımsız yorumlamak anlamını taşımaktadır. Sınıfın penceresinden kopuk ele alınan herbir mesele nihayetinde egemen sınıfın politikalarıyla ve argümanlarıyla uyumluluğu beraberinde getirir. Politikayı ve argümanı kendi sınıfının bağımsız bakış açısıyla inşa etmeyen bir devrimci hareket devrimci siyaseti de inşa edemez. Devrimci siyaset olgu, olay ve gelişmeleri sınıfın penceresinden yorumladığı taktirde devrimci gerçeklerin mevzisinden isabetli ateş edebilir.

Devrimci gerçekler ve eylemler şeylerin köklü yorumlanması ve köklü değiştirilmesini zorunlu kılar. Devrimin ve politik kazanımların ön koşulu budur. TC devletinin tarihsel kodları üzerinden yükselmiş olduğu politik hat ve güncelde almış olduğu nitelik ve konumlanışı sınıfın ufkuyla konumlanmayı tercih değil zorunluluk haline büründürür. AKP iktidarı karşı devrimci hamleleriyle politik zemindeki krizleri koordine ederek bunu lehine çevirmesi bir yanıylada devrimci komünist hareketin politik çıkmazlarınında bir sonucudur. Politik devrimciliğin siyasal alana müdahalesizliği AKP’nin yeniden ve yeniden kendini tahkim etmesinin önünü açmıştır. Siyasal buhranların devrimci olanaklara kapı araladığı tezi güç dengelerinde devrimci öznelerin rolüyle bağlantılıdır. Kendiliğindenci gelişmeler devrimci öznelerin yokluğunda sistem kanallarında yeniden öğütülür. Başlangıcı ve gelişmeler bağlamında faal zemindeki etkinlik çeşitli yarılmaları gündemleştirsede bağlayıcılığı egemen sınıfın araçlarıyla olur. 

Devrimci politik öznelerin tayin edici rolüde bu bağlamda anlam bulur. Lenin’in bilinç dışarıdan taşınır veciz sözünün içeriği öznenin tayin ediciliğine vurgudur. Bu açıdan siyasal, kültürel, ekonomik buhranlar kapitalizme içkin özellikler taşıması dolayısıyla kitlelerde biriken öfkenin dışa vurumu olan toplumsal kalkışmalar devletin çeşitli araçlarıyla saptırılır. Ya da halk kitleleri devletin ideolojik aygıtları vasıtasıyla siyasal kabiliyetleri ve atılımları karşı devrim tarafından kendi sosyal tabanı haline getirilerek karşı devrimci atılımların siyasal gücü olur. Gramsci’nin “hegemonya” kavramı somuttaki güncelliği hasebiyle gerçeğin yanına oturur. AKP iktidarının karşı devrimci hegemonyayı siyasal alanda bütünlüklü tesis etmeye çalışmasının amacı budur. Kültürel, siyasal, sosyal yaşama müdahale etme bu gerçeğe binaen biçim almaktadır. Eğitimden sanata, sanattan basına, basından aile yapısına, aile yapısından kültürel ilişkilere, kültürel ilişkilerden sosyal yaşama (daha da çoğaltılabilecek) dek uzanan yeniden tesis siyaseti buna dayanmaktadır. Toplumsal güç olma tüm yaşam alanlarının herbir cepheden örgütlenmesini zorunlu kılar. 

Faşist burjuva devletler kendine bağlı sosyal taban yaratmadan varlığını sürdürme olasılıkları söz konusu olamaz. “Erk”in gücü iktidar olması kadar iktidarını koruyan sosyal güce sahip olmasını şart kılar. Sosyal güç rıza üretiminin sağlanmasıyla mümkün kılınır. Rıza üretimi “erk”in taktiksel ve stratejik çıkarlarının genelleştirilmesini başlıca görev olarak tanımlar. Bunun için küçük bir azınlığın çıkarları ideolojik, politik, sosyal ve kültürel bağlamların içerisine yerleştirilir. Çıkarlar bağlamında gündemleşen milli ve dini duygular siyasal organizasyonun başlıca güncel tuttuğu temel olgulardır. Azınlığın toplumsal yaşamın dokusuna dışarıdan nüfuz ettirdiği “hassasiyetler” örgütlenme ağının parçasını oluşturur. “Erk”in çıkarı gündelik yaşam içerisinde yoğruldukça çoğunluk dışarıdan dolayımlar yoluyla dayatılan argümanları sahiplenerek konumlanır. Bu suni olarak yerleştirilenin akılcıl kılınması ve manipülasyon yoluyla kabul ettirilmesi olarak açığa çıkar. Rıza üretimi bu açıdan erkin olmazsa olmazıdır. Şiddet, cebir, dayatma, hapis gibi zor aygıtları toplumsal devrimci dinamiğin alt edilmesi için tek başına yeterli değildir. Bunlarla eş zamanlı yürütülmesi gereken diğer bir olguda toplumsal alanın bir biçimiyle erkin çıkarlarına ikna edilmesiyle tamamlanır. Hitler, Mussolini gibi faşist diktatörlerin toplumsal zemindeki politik gücünün oluşmasının temel saikleri buralarda gizlidir.

AKP- Erdoğan iktidarının 20 yılı geçkin bir süredir iktidar koltuğunda bulunması buralardan doğru okunmak zorundadır. Yolsuzluklardan, siyasal alana yönelik çok boyutlu saldırılarına oradan ekonomik krizlere kadar bir çok buhranlı süreçten bir biçimiyle çıkma kabiliyeti göstermesi toplumsal ve sosyal alanda kendi çıkarlarını akılcıl kılınmasıyla mümkün olmuştur. Kendi çıkarlarını toplumun çıkarları zemininde sunarak, toplumun azımsanmayacak bir bölümünü ikna etmesi ve kendi çıkarları zemininde seferber etmesi genel başarısının temel dayanağıdır. Aktüel gelişmeler zemininde ekonomik krizin yaşamın bütün ayrıntılarında belirleyici olduğu bir atmosferde potansiyel gücünü koruyabilmesi yukarıda özet olarak sunulmaya çalışılan bağlamlardan asla bağımsız değildir.

Devrimci-komünist hareketin dünden bugüne “ha gitti, ha gidecek” biçimindeki tahlili gerçeği kendi doğrularına, tarihsel doğrulara dizayn etmesiyle açığa çıkan sonuçlardır. Gelişmelerin ve olguların tarihsel, sosyal, kültürel, politik ve psikolojik yönleri bulunur. Devrimin örgütlenmesi bu alanlara dair çok yönlü müdahalelerle açığa çıkar. Burada belirleyici olan eş zamanlı devrimci saldırılardır. Devrimci saldırının en etkili hali ideolojik ve politik alanda radikal konumlanıştır. Bu açıdan politik iktidar için mücadele tüm alanlara yönelik tedbir ve karşı saldırılarla olgunun köklü dönüşümünü sağlayabilir. Siyasal saldırı siyasal bariyerlerle, ideolojik saldırı ideolojik bariyerlerle, kültürel saldırı kültürel bariyerlerle, askeri saldırı askeri bariyerlerle yanıtlanmak durumundadır. Devrimci hegemonya karşı devrimci hegemonyanın alanını daraltıp darbeledikçe sınıf savaşımında ileri doğru yol kateder.

Yeniden gündeme gelen “çözüm”süzlük sürecinin içeriği de bu bağlamda yorumlanmalıdır. Devletin siyasal saldırılarla eş güdümlü yürüttüğü bu sürecin tasfiyeye yönelik bir süreç olduğu realitesi kavranılmadan yapılan her analiz mutlak teslimiyeti gölgeleyen bir saptamadır. Sürecin iki ana merkezini oluşturan sebeplerden ilki olarak uzun vadeli gelişmeler doğrultusunda olası risklerin önüne geçme oluşturuyor. Ortadoğu sahasında orta ve uzun vadede verili gelişmelere dair yapılan saptamalar önemli bir rol oynarken ikinci olarak ise Kürt ulusal kalkışmasını diplomatik yollarla boğma amaçlanmaktadır. Yani kendi siyasal iktidarını yeniden tahkim ve Kürt ulusal kalkışmasının direniş güçlerini tasfiye etme üzerine biçim almaktadır. Daha önceki satırlarda dikkat çekilen noktalar “yeni” gelişen bu süreç içinde geçerlidir. Ulusal hakların çitlerle örüldüğü, silahlı savaşımın diplomatik yollarla tasfiye edildiği ve bu bağlamda ulusal boyunduruğun farklı formlarda meşruluk kazandırıldığı bir süreç aktif olarak işlenmektedir. 

Diplomasinin devlet erki cephesinden devreye sokulmasının sebebi fiili düzeyde tasfiye edilemeyen ulusal kalkışmanın diplomatik yollarla tasfiye edilmesi gerektiğine dair devlet bürokrasinin hemfikirliğidir. Bir iki cılız sesin dışında genel anlamıyla ortak bir konsensüs sağlandığı pratik söylem ve gelişmelerin açığa çıkardığı sonuçtur. Bu sonuç “silahlara elveda” söylemiyle toplumsal meşru savunma ağlarını yani ezilenlerin zora karşı zor savunmasını yitime uğratma politikasının somut adımlarıdır. AKP-MHP iktidarının bir politikası değil, CHP-SAADET- GELECEK, Yeniden Refah ve DEVA gibi diğer burjuva partilerinde üzerinde ortaklaştığı genel bir tablo söz konusudur. Devletin tüm aygıtlarıyla diplomatik yoldan çökertme yani “silahsızlandırma” noktasındaki uyumluluğun arkasındaki neden budur. Bahçeli’nin rol aldığı ve el sıkışmanın hemen akabinde başlatılan tasfiye konsepti samimi bir iç barış ve “Türk – Kürt kardeşliği” vurgusu ile gizlenmek istenmektedir. PKK önderi Öcalan’ın meclise davet edilerek “silahları bırakma çağrısı yapsın” vurgusu temel ve esas haklardan yalıtılmış bir süreci onaylayın çağrısıdır. Tüm konsept silahsızlaştırmaya dönük şekillenmektedir. Ve bu gaye silahların bırakılmaması halinde azgın faşist terörün (ki devrede olan budur) boyutlanarak herbir alanda faşist kuşatmanın derinleştirileceği tehdidiyle açık bir şekilde ifade edilmektedir. Belirlenen sınırlar içine hapsederek doğal hakların birer pazarlık haline dönüştürüldüğü göz önüne alındığında, Kürdistan ulusal başkaldırısı herbir alanda ehlileşen bir ulusal hareket haline dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Ortadoğu’da vuku bulan gelişmelerde sürece renk veren temel olgular durumunda olup ve TC devletini tekrardan masaya sürükleyen gelişmeler arasındadır. Gelişmelerin ağırlığı, 

Ortadoğu’ya ilişkin emperyalist planlamalar ve ABD-İsrail baskılanmasının yarattığı zorunluluklar dahilinde açığa çıkmaktadır. Türk devleti bu realiteye binaen hem emperyalist baskının önünü alarak hedefin dışında kalma hem de bu vesileyle ulusal hareketi tasfiye etmeye kilitlenmiş durumdadır. Ortaya koyulan politika, sömürgeciliğin formatını değiştirerek ulusal boyunduruğu biçimsel olarak değiştirip yeni bir içerikle sürdürme halidir. Tekçiliğin ötelendiği, tarihsel varlığın kabul edildiği, temel kodların kapı dışarı edilmesi minvalinde bir gelişmeden söz edilemez. Tarihinden feyz alan, onun refaranslarına sıkı sıkıya bağlı kalan, ittihat ruhunu güncelleştiren, devletin ulvi çıkarlarını (ki bunlar tek vatan, tek millet ve tek dini merkezine alır) el üstünde tutan inkar, imha ve asimilasyondan asla geri atmayan bir üniter devlet gerçekliğidir karşımızda dikilmiş olan. “Türk varlığına adanmış” olan ve Türk- İslam sentezine oturmuş olan Türk devleti kendi varlığının inkarına düşemez. Bunu beklemek tam anlamıyla gaflettir. Elbette bu durum tavizler vermeyeceği anlamını taşımamakla birlikte, egemen ulusun üstünlüğünü asla yadsımaz. Tavizden kasıt doğal hakların bir sınıra kadar ve törpülenmiş zeminde dizaynıdır. Burada başka ulusun devlet kurma, kendi pazarını yaratma, kendi bayrağı ve diliyle yaşama hakkı olan ulusal haklar söz konusu olamaz. Farklı ulusun kendi yaşamı hakkında vereceği karar asla gündemleşmez. 

Egemen ulusun milli çıkarlarının korunmak ve pekiştirilmek şartıyla diplomasi, müzakere devreye girer. İşin özeti ve en ham hali budur. “Barış” ve “çözüm” olarak adlandırılan bu konsept stratejik kazanımların önüne geçmek amaçlıdır. Erdoğan ve Bahçeli’nin ön plana çıkardığı “terörsüz bir Türkiye” söyleminin amacı, ulusal başkaldırının taktik manevralarla stratejik yıkıma uğratma çabasıdır. Egemen ulusun milli çıkarlarının burada korunması öncelikle, sömürge statüsünde bulunan Kuzey Kürdistan’ın formatı değiştirilmiş biçimde işgali esas noktayı teşkil eder.

Elbette reformlar için mücadele politik çatışmanın içeriğine uygundur. Reformlar asla bahşedilmez. Burjuva faşist diktatörlük en küçük hak kazanım arayışını ve mücadelesini zor aygıtlarını devreye koyarak bastırır. Yıkım ve kan dökme pahasına büyük kaoslar yaratır. Bu gerçeklik egemen sınıfın sınıf tavrı olarak açığa çıkar. Egemen sınıfın tavizi ancak kapsamlı ve direngenliğin örgütlendiği mücadelelerle olur. Dolayısıyla reformlar için mücadele ötelenemez politik sorumluluktur. Lakin reformların stratejik yürüyüşün çeşitli kolları olduğu unutulmadan hareket edilmelidir. Bunun unutulması halinde kapitalist kuşatmanın sınırlarında umutsuz bir arayışın önü açılır. Devrimci atılımların en tehlikeli hasmı gerçeğin yerine konulan sahte reçetelerdir. Tehlikenin en yıkıcısı kendini hissettirmeyendir. Bu bağlamda reformlar ve reformizm ayrımı berraklaşmış bir şekilde yapılmak durumundadır. 

Güncel gelişmeler doğrultusunda bu ayrımların son derece silikleştiğini söylemek oldukça mümkün. Soyut barış argümanları, kardeşlik martavalları ve iç cepheyi güçlendirme palavraları ekseninde yürürlüğe konulan bir dizi kavram tasfiye operasyonuna dayanak oluşturan temel manipüle yöntemleri olarak sahaya sürülmüştür. Bu gerçekliğe dikkat çekerek konumlanmanın aforoz edildiği reformlar mücadelesini yadsıdığı gür sesle dile getirilirken, yine gerçekliğe suikast düzenlenmiştir. Kürt ulusunun başkaldırısı eksinindeki ayaklanmanın geldiği aşamadaki nesnel durumu bir dizi kazanımı gündeme koyması dolayısıyla ötelenemez. Bu kapsamdaki talep ve mücadele yadsınamaz. Doğal haklar bağlamında ortaya koyulan yönelimin bir yanını meşru tanımlamak diğer yanına işaret etmeyi ötelemez. Eleştiri konusu olan şey sömürgeci ulus burjuvazisine biçilen rol ile anlam bulan gelişmelerdir. “Eşme ruhuyla” seslendirilen ve “yeni paradigmaya güç vermekle” güncellenen politik tutum egemen ulus burjuvazisine biçilen rolün eleştirisidir.


 Kökleri her ne kadar 2000 yılının başlarına uzanmış olsa da güncelde tanımlananların sıradan olmadığını, ifade edilenlerinin öylesine olmadığı bilinmek durumundadır. Ortaya koyulan bu yaklaşım dolayımlar bağlamında devletin ideolojik kodlarıyla uzlaşma anlamına gelir. Taktik siyaset olarak politik zeminde gündeme gelen uzlaşmaların bağlamlarında aslında çarpışma vardır. Her taviz, geriye doğru atılan her adım daha ileri atılımlar için, kapsamlı yenilgileri önlemek adına yahut gücün koordinesi gibi gibi nedenlerle taktik alanda verilen bir savaşımdır. Uzlaşma kavramının somutta aldığı nitelik çarpışmadır. Bu nedenle tavizler stratejik ihtiyaçlara mukabil gelişir. Devrimci kalkışmaların tarihindeki tavizler bu duruma mukabil gelişir. Güncel gelişmelerde ulusal hareketin, Türk devletiyle politik bağlamlarda olmasa da ideolojik bağlamlarda kırılma yaşadığını tanımlamak belirleyici olan bir analizdir. İdeolojik noktadaki tanımlamalar taktik ve stratejik konumlanışı anlamak için önemli ipuçları içerir. Kürt Ulusal Hareketi’nin ideolojik noktalardaki kırılmaları faşizmle köklü bir hesaplaşmayı öteleyerek “demokratikleşme” zemininde inşa ettiği siyaset Türk devletinin ideolojik hegemonyasına dair yaşanan bilinç bulanıklığıdır. 

Bu bilinç bulanıklığı ya da en doğru haliyle sapma hali faşizmin demokratikleşeceği yanılgısını içermektedir. Faşizmin yorumlanması temelindeki bu yanılgı “demokratik ulus” yahut “radikal demokrasi“ paradigmasıyla bir mantığa oturtularak devletin içten muhalefet teziyle dönüştürüleceği yaklaşımıyla sonuçlanmış oluyor. Böyle bir içerikle yol haritası belirlendiğinde egemen ulus burjuvazisinin çıkarları teorik manzumelerle meşru kılınıyor. Misak-ı Millicilik, Kemalizmin ilericiliği, siyasal islamla “eşme ruhunu” diriltme ve MHP gibi faşist partilere atfedilen “ anlam” ve Türkiye’nin demokratikleşmesi ve güçlenmesi arzu ve beyanları bir başka bağlamda gayri meşru olanın meşruluk kazanmasını sağlıyor. Sıralanabilecek birçok ideolojik bunalım somut sahada böyle yankı bulurken sınıfın devrimci eylemi ve söylemi de kapı dışarı ediliyor. Bu açıdan Kürt Ulusal Hareketinin haklar ve reformlar mücadelesi ve bunun amasız öznesi olunması tartışma götürmez bir sorumluluk olarak karşımızda dururken sapmalar ve uzlaşma çizgisine karşıda kapsamlı bir mücadele yürütülmek durumundadır. Çünkü tasfiyeci konseptin açığa çıkardığı bir olgudur bu. Egemen ulusun işgal, ilhak politikasına karşı, göçertme, imha, asimile, katliam saldırılarına karşı mevzilenmeyle eş güdümlü yürüyecek politik ve ideolojik mücadele temel iki görevdir.

71 ruhu geçmişin nostaljik bir hatırası değildir. Köklü kopuşun, devrime dair berraklaşmış bilincin, siyasal iktidar yürüyüşünün en berrak hali olarak kaydedilen sahici bir karşı koyuş eylemidir. Unutturulmak ve hafızalardan silinmek istenen tamda budur. Tasfiyeci kuşatma kendi sahici arayışlarını tekrardan ayağa diken kurucu öznelerin felsefik, politik ve ideolojik atılımıyla yarılabilir. Burada gerçeğin barikatlarına hücum eden bil cümle inkarın imhası şart iken gerçeğin tekrardan ayaklandırılması devrimin kaderini tayin edici rol oynayacaktır. Tasfiyenin gölgesinden sıyrılıp hakikat ağacının gölgesine sığınmak için tasfiyeciliği tüm kodlarıyla ifşa etmek, revizyonizm ve reformizmle esaslı bir mücadeleye girmek stratejik yürüyüşümüzün temel yapı taşıdır. Çünkü; “Fikirler ancak onları savunacak birileri olursa hayatta kalırlar”.

Bu yazı ilk olarak Öncü Partizan‘da yayımlanmıştır.


 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)