28 Şubat 2025 Cuma

Devrimci ve Komünist HareketinDurumu

 

Sonuç

Emperyalist sermayenin 20. yy’ın son çeyreğinden itibaren uluslararası alanda işbölümünü yeniden düzenleme politikaları yarı-sömürge pazarlara yönelik aralarında sanayi sektörü de olmak üzere doğrudan sermaye yatırımlarını artırmasına neden olmuştur.




 Bu objektif durum, yarı-sömürge pazarlarda sermayenin yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine paralel tefeci tüccar sermayesinin sanayi sermayesiyle daha fazla bütünleşmesine yol açmıştır. 


Bu ise yarı-sömürge ülkelerde alt yapıda ve üst yapıda önemli değişikliklerin yaşanmasına neden olmuştur.

Emperyalist kapitalist sistemin uluslararası alanda üretim sürecini yeniden örgütlemesine paralel olarak yarı-sömürge pazarların yeniden şekillendirilmesi süreci, Türkiye pazarını da doğrudan etkilemiştir.


Kurulduğu günden itibaren emperyalist sermayenin yarı-sömürgesi olan Türkiye pazarında, alt yapıda ve üst yapıda önemli değişimler yaşamıştır. Türkiye açısından “AKP’li yıllar” olarak tanımlanabilecek 21. yy’ın ilk çeyreği bu politikaların uygulanmasıyla geçmiştir.

Bu somut duruma paralel bir şekilde ülke içinde yine emperyalist sermayenin çıkarları doğrultusunda uygulamaya konulan politikalar ve TC devletinin sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerine yönelik faşist saldırganlığı (ambargo, zorla göç ettirme ve köy boşaltma, katletme vb.) tarımsal alanda köylülüğün üretimden kopmasını ve şehirlere göç etmesini hızlandırırken; şehirlerde montaj sanayine dayanan imalat sanayi ve bu sanayiye bağlı yedek parça sanayinin gelişmesine yol açmış, bu alanlarda işçi sınıfının gelişime neden olmuştur. 

Köylülüğün şehirlere göç etmesi aynı zamanda geniş bir işsizler kitlesinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Türkiye’nin ekonomik, siyasal ve toplumsal şekillenişinde emperyalist kapitalist sistemin yarı-sömürge koşulları belirleyici önemdedir. Son çeyrek asırdır emperyalist sermayenin sömürüsünün sürdürülmesi ve derinleştirilmesi amacıyla başta ekonomik olmak üzere, alt yapıda yaşanan değişim vedönüşüm, toplumsal ve siyasal alanda da değişimlerin yaşanmasına neden olmuştur. 


Bu anlamıylaTürkiye toplumununşekillenmesi ve içinde bulunduğu durum emperyalist kapitalist sistemden ve yarı-sömürge koşullardan ayrı değerlendirilemez.

Türkiye’de sınıfların şekillenişinde emperyalist sermayenin tahakkümü ve sömürüsü önemli bir etkendir. Dolayısıyla Türkiye’de sınıflar vemevzilenişi değinirken bu olgu göz ardı edilmemelidir. Ekonomik olarak emperyalizme bağımlı yarı-sömürge koşulların daha da derinleşmesi, komprador kapitalizmin daha da gelişmesine neden olmuştur. 

Türkiye ekonomisinin GSYİH’da sanayi sektörünün ağırlığı artmıştır. Bunun yanında kırdan şehirlere -şu veya bu nedenle göç- sonucunda şehirde yaşayanlarınoranı artmış, Türkiye nüfusunun önemli bir kısmı emeğini satarak geçimini sağlar hale gelmiştir. Gelinen aşamada artı değer sömürüsü hakim sömürü biçimi olarak ortaya çıkmış durumdadır. Bu somut durum, Türkiyetoplumunda başlıca çelişkileri belirleyen bir yerde durmaktadır.

Türkiye nüfusunun önemli bir bölümünün ücretli çalışan haline dönüşmesine yol açan bu durum, sadece ücretli çalışan sayısının artması değil, bu çalışanların önemli bir kısmının asgari ücret denilen ve açlık sınırının da altında ücretle yaşamlarını sürdürmesi anlamına gelmektedir.


Açıklanan son resmi verilere göre 2024 yılında Türkiye’de ücretli (maaşlı) olarak çalışan sayısı 15 milyon 22 bin 900 kişi olduğu ifade edilmektedir.

Komprador kapitalizmin gelişimi özellikle montaj sanayinin gelişimine neden olmuştur. Türkiye’de ücretli çalışan toplam 15 milyon 22 bin 900 kişinin, 8 milyon 331 bin kişisi ticaret ve hizmetler sektöründe, 4 milyon 989 bin kişi sanayi sektöründe (kibusektördeçalışanların4milyon648biniimalat sanayinde çalışmaktadır)

 ve 1 milyon 701 bin kişi ise inşaat sektöründe çalışmaktadır. 

Bu rakamlar Türkiye’nin yarı-sömürge koşulların derinleşmesine paralel mülksüzleşme sürecinin hızlandığı, toplumun büyük çoğunluğunun işçileştiği anlamına gelmektedir. Yaşamını emeğini satarak sürdürenlerin ise büyük çoğunluğu “asgari ücret” denilen ve gerçekte açlık sınırının altında olan ücretle geçimini sürdürmektedir.


 Türkiye’nin yarı-sömürge koşullarının derinleşmesine paralel olarak yarı-sömürge yarı feodal ekonomik yapının farklılaştığını ifade etmek gerekir. 


Kuruluşundan itibaren yarı-sömürge yarı-feodal bir ekonomik yapıya sahip olan Türkiye’de yarı-feodal üretim ilişkileri baskın durumdayken, emperyalist sermayenin uluslararası alanda üretim sürecini yeniden düzenlemesi ve yarı- sömürge pazarlara yönelik doğrudan sermaye yatırımları gerçekleştirmesi, beraberinde yarı-sömürge koşulları daha derinleştirirken, emperyalizme bağımlı kapitalizmi (komprador kapitalizmi) geliştirmiştir. 


Komprador kapitalizmin gelişimi ise burjuvazinin kendi aralarındaki ilişkileri de etkilemiştir.

Daha önceden yarı-feodalizm temel unsurken yarı-sömürgecilik temel unsur haline gelmiştir. Yarı-feodal üretim ilişkilerinin tasfiye edilmemekle birlikte zayıflaması, burjuvazinin devlet iktidarındaki politik konumlanışını da etkilemiştir. 


Komprador bürokrat burjuvazi ve büyük toprak ağalarıiktidarında, toprak ağalarının etkisi zayıflamış, komprador bürokrat burjuvazinin ağırlığı artmıştır.

Komprador bürokrat burjuvazi ve toprak ağaları iktidarında,emperyalist sermayenin yarı-sömürgeTürkiye pazarınayönelmesi, sermayenin yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine paralel tefeci tüccar sermayesinin sanayi sermayesiyle daha fazla bütünleşmesine neden olmuştur. 

Bu ise hakim sınıf iktidarı içinde komprador burjuvaların ve komprador bürokrat burjuvaların etkinliğini artırmıştır. Ancak bu durum Türk hakim sınıf klikleri içinde çelişkileri ortadan kaldırmamıştır. 

Özellikle komprador bürokrat burjuvaların her birisinin doğrudan bağımlılık ilişkisi olduğu emperyalist sermaye tekellerinin çıkarları doğrultusunda hareket etmeleri bu çelişkinin zeminini oluşturmuştur.


Buna bağlı olarak üst yapıda da önemli değişimler gerçekleştirilmiştir. 


Özellikle Türk devlet örgütlenmesi açısından parlamenter maskeli faşist diktatörlükten, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denilen faşist diktatörlüğe geçilmiştir. 


Geçmişte göstermelik de olsa var olan yasama, yürütme ve yargı “bağımsızlığı” ve demokrasi maskesinin yerine, “başkanlık rejimi” denilen bir sisteme geçilmiştir. Faşist diktatörlük doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından çıkartılan Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri (CBK) ile yönetilmeye başlanmıştır. Böylelikle alt yapıda yarı-sömürge koşulların derinleşmesine paralel üst yapıda da bu derinleşmeye uygun politikalar hızla hayata geçirilmiş, hakim sınıfın baskı aygıtı olan devlet örgütlenmesi de bu değişime uygun yeniden örgütlenmiştir. Bu politikalar sonucunda Türkiye toplumsal formasyonunda çeşitli çelişkilerin ön plana çıktığı gözlemlenmektedir. Ön plana çıkan başlıca çelişmeler şunlardır.


1-  Emperyalizmlegenişhalkyığınlarıarasındaki çelişme

2-  Halk yığınlarıylafeodal kalıntılararasındaki çelişme

3-  Proletaryaileburjuvazi arasındaki çelişme

4-  Ezenuluslaezilenulusvemilliyetler arasındakiçelişme

5-  Ataerkilsistemleezilencinsarasındaki çelişme

6-  Ezeninançlaezileninançlar arasındakiçelişme

7-  Kapitalizmleekolojiksistemarasındaki çelişme

8-  Hakimsınıfarasındakiçelişme

9-  Hakimsınıflasığınmacılar arasındakiçelişki

 

Özetlersek;

a)     Devrimimizin izleyeceği yol Demokratik Halk Devrimi’dir. Ülkemizde iktisadi olarak komprador kapitalizm hakim olmasına rağmen hala feodal kalıntılar varlığını sürdürmektedir. Başta Kürt ulusal sorunu, kadın sorunu olmak üzere Demokratik Halk Devrimi’yle çözülmesi gereken bir dizi demokratik görev vardır. Proletarya önderliğinde emekçilerin, ezilen ulus ve azınlık milliyetlerin, kadınların, LGBTİ+ bireylerin birliği ancak budemokratik talepleri içeren bir devrim perspektifiyle sağlanabilir.

b)  Bugün var olan başlıca çelişmeler arasında birden fazla çelişmenin daha görünür hale geldiği bir gerçektir. Bugün temel çelişki, emperyalizm, komprador kapitalizm, feodal kalıntılar ile geniş halk yığınları arasındaki çelişkidir. Demokratik Halk Devrimi sürecinde ise baş çelişki, komprador kapitalizm, feodal kalıntılar ile geniş halk yığınları arasındaki çelişkidir.

Devrimci ve Komünist HareketinDurumu

Türk devletinin emperyalist sermayenin çıkarları doğrultusundayeniden şekillendirilmesi ve doğal olarak bu şekillendirmeden aracılık payını alan Türk burjuvazisinin AKP’li yıllar aracığıyla izlediği politikaların başarı şansı için öncelikle toplumun en ileri ve bilinçli kesimi hedeflendi. Sadece ekonomik alandadeğil, bir bütün olarakTürkiyetoplumuna yönelik “topyekûn bir saldırı” başlatıldı. Böylelikle AKP’li hükümetlerin işçi sınıfı ve emekçihalk karşıtı politikalarında olası yol kazalarına karşı önlem alındı.

Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkının en ileri ve bilinçli kesimlerini oluşturan devrimci ve komünist harekete yönelik kapsamlı bir tasfiye saldırısının adımı olarak F tipi hapishaneler, tecrit ve tretman sistemi devreye sokuldu. Bu amaç doğrultusunda Türk devleti, hapishanelerde devrimci ve komünist tutsaklara yönelik katliam saldırılarına başvurdu.

Dönemin devrimci ve komünist hareketi, bu saldırının “topyekûn bir saldırı” olduğunu, asıl amacının devrimci ve komünist hareketi tasfiye etmek ve böylelikle tüm toplumu teslim almayı hedeflediğini doğru tespit etmekle birlikte, aradan geçen çeyrek asırlık süreçte ortaya çıkan tablonun, “topyekûn saldırı” olarak tanımlanan saldırının kapsamı konusunda eksik bir kavrayışa ve buradan hareketle bu saldırıyı karşılamada yetersizliğe işaret etmektedir.


 

Türkiye devrimci ve komünist hareketi TC devletinin hapishaneler merkezli teslim alma ve tasfiye etme saldırısının “topyekûn bir saldırı” ve asıl amacın toplumu teslim almak olduğu öngörüsünde haklı olmakla birlikte, bu saldırının sadece burjuvazinin politikalarıyla ve bunu da belirleyen bir şekilde emperyalistlerin günlük çıkarlarını gerçekleştirmek hedefiyle değil, daha kapsamlı ve emperyalizmin uluslararası alanda üretim sürecini yeniden düzenlemesi, bu düzenlemesinin sonucu olarak aralarında Türkiye gibi yarı- sömürge ülkelere biçilen rolün değiştiğini analiz etmekte ve buna uygun bir politik-örgütsel ve askeri bir yönelim örgütlemede yetersiz kaldı.

Bu yetersizlik beraberinde Türkiye devrimci ve komünist hareketinin TC rejiminin AKP hükümetleri aracılığıyla işçi sınıfına ve emekçi halka karşı yürüttüğü saldırganlığı karşılamada ve dahası iktidar hedefli devrim mücadelesine kanalize etmesinde başarısız olmasına neden olmuştur. İşçi sınıfının ve kitlelerin eylem ve direnişleri çeşitli biçim ve içeriklerdesürmesine ve dahası Gezi İsyanı gibi yüz yıllık TC rejimi tarihi açısından son derece önemli bir kitle eylemi ortaya çıkmasına rağmen, devrimci komünist hareketin bu eylemlere önderlik etmede yetersizliğine işaret etmek gerekir.


Benzer şekilde TC destekli DAİŞ çetelerinin Kobanê’ye yönelik yok etme saldırısına karşı, Kürt ulusal hareketinin çağrısıyla yaşanan Kobanê Serhildanı gibi kitle eylemlerinde devrimci komünist hareket, yer almasına rağmen bu eylemleri kitlelerle ilişkisini geliştirecek bir mecraya akıtmada yetersiz kaldı.

Türkiye devrimci ve komünist hareketinin, -Kürt ulusal özgürlük hareketi dışında-, 21. yy’ın ilk çeyreğinde TC rejiminin AKP hükümetleri aracılığıyla pratikleştirdiği işçi sınıfı ve halk düşmanı politikalarına yanıt olmada başarılı olduğu söylenemez. 

Devrimci ve komünist hareket, TC rejiminin hapishaneler merkezli tasfiye saldırısına, 19-15 Aralık 2000 Hapishaneler Direnişi ve Ölüm Oruçları’yla yanıt vermiş ve sonraki yıllarda rejimin saldırıları karşısında önemli direniş ve mücadele pratikleri ortaya konulmuşsa da, bu pratikler tekil örnekler olarak kalmıştır. 

Gezi İsyanı,Kobanê Serhildanı ve ardından metal işçilerinin “Metal Fırtınası” gibi süreçler yaşanmasına rağmen devrimci ve komünist hareketin bu süreçleri başarıyla değerlendirebildiği söylenemez.

Denilebilir ki, bu süreçte Gezi İsyanı ve Kobanê Serhildanı gibi kitlesel eylemlerin yaşanmasına rağmen devrimci komünist hareketin kitlelerle olan ilişkisi güç kaybetmeye devam etmiştir. Kuşkusuz bunun çeşitli nedenleri bulunmaktadır.


 Dışsal neden olarak TC devletinin devrimci komünist harekete yönelik faşist saldırganlığının etkisi olmakla birlikte belirleyici olan edenneden içseldir. TC faşizminin devrimci komünist harekete yönelik tehdit algısının ürünü olarak şekillenen tasfiye etme saldırısının, devrimci komünist hareketlerüzerindeetkiliolmasınınnedeni,faşistdevletinsaldırganlığı


 

değildir. Asıl olarak devrimci komünist hareketin iktidar bilincinde yaşanan kırılma ve bununla bağlantılı olarak, faşist devletin işçi sınıfı ve emekçi halka yönelik saldırılarını göğüslemede birleşik devrimci bir tutum geliştirememesidir.

Bunda belirleyici olan husus ise devrimci komünist hareketlerin işçi sınıfı ve emekçilerin, -en geniş anlamda kitlelerin- içinde bulunduğu koşulları doğru analiz etmede yetersiz kalmasıdır. Bunun en önemli nedeni ise devrimci ve komünist hareketlerin Türkiye toplumunun yaşadığı değişim ve dönüşümü kavramada yetersizliğidir. 


Bu durum süreç içinde giderek devrimci komünist hareketin kitlelerin sorunlarından ve taleplerinde uzaklaşmasını doğurmuş, kendi içine ve gündemine dönmesine neden olmuştur. Devrimci komünist hareketlerin politik iktidar hedefinde kırılma yaşanmasına neden olan budurum beraberinde tasfiyecilik saldırısından etkilenmesini doğurmuştur.


Örneğin komünist hareketin kendi içinde yaşadığı darbeci tasfiyeci saldırı, -her ne kadar 2015 yılında Alman emperyalizmi ve TC faşizmi tarafından gerçekleştirilen karşı devrimci bir düşman operasyonunun ürünü olarak ortaya çıkmışsa da-, proletarya partisi saflarında yarattığı etki bakımından sadece karşı devrimin düşman operasyonu ve tasfiye saldırısıyla açıklanamaz. Darbeci tasfiyeci saldırının komünist hareket saflarında etkili olması ve bir kısım parti gücünü etkileyebilmesi,komünist hareketin,işçi sınıfı ve emekçi halkın içinde bulunduğu durumla ve talepleriyle devrimci temelde yeterli bir ilişki kuramaması nedeniyledir.

Kitlelerle andaki talep ve istekleriyle devrimci temelde ilişkilenmemek ve dahası kitlelerin eylemlerinden şu veya biçim ve içeriklerde bu yeralmamak beraberinde komünist hareketin tasfiyecilik saldırısını göğüslemesinde yetersizliğe ve dahası bu saldırının kendi saflarında gelişmesi ve darbeci bir tarza bürünmesini engelleyemeyesine neden olmuştur.

Komünist hareketin kendi saflarında yaşamış olduğu bu süreç aynı zamanda devrimci ve komünist hareketin içinde bulunduğu durumu da özetler niteliktedir. Devrimci ve komünist hareket işçi sınıfı ve emekçi halkın -şuveya bu nedenle- talepleriyle devrimci temelde ilişkilenmediği dahası kitlelerin andaki hareketiyle, eylem ve direnişleriyle ilişkilenip, bu hareketi kendi içinde devrimci bir temelde yeniden üretemediği koşulda kendi içinde sorunlar yaşamıştır. Bu sorunlar ise devrimci komünist hareketlerin kitlelerle var olan sınırlı ilişkilerinin daha da gerilemesine neden olmuştur.

Devrimci ve komünist hareketin düşmanın imha saldırıları başta olmak üzere tasfiye saldırılarına yanıt olabilmesinin tek yolu, kitlelerden kitlelere devrimci çizgisinin uygulanmasıdır. Koşullar ne olursa olsun temel hareket noktası, kitlelerin andaki kendiliğinden eylemleriyle ilişkilenmek, ilerikitleleri devrimci ve komünist hareket saflarında örgütlemek,orta kitleleri devrimci ve komünist hareket saflarına yakınlaştırmak, geri kitleleri ise en azından tarafsızlaştırmak temel yönelim olmalıdır.

Bu kitle çizgisi hayata geçirilmediği oranda devrimci komünist harekete en yakın olan, devrimci komünist hareketin “doğal kitle tabanı”nı oluşturan kitlelerin bile devrimci komünist hareketlerin saflarında örgütlenmesi başarılamaz. 

Örneğin yoksulluğun giderek arttığı bir ortamda devrimci hareketin tabanını oluşturan ilerici ve demokrat kesimlerin ve özellikle gençlerin çete ve mafya ilişkileri içine çekildiği bir gerçektir.

 Özellikle Alevi ve Kürt emekçilerin yoğunlukla yaşadığı mahallelerde rejimin desteğiyle yol verdiği uyuşturucu, fuhuş ve kriminal faaliyetlerin önünün açıldığı, devrimci hareketin ilk elden tabanını oluşturacak kitlelerin bu şekilde etkisizleştirilerek sisteme yedeklendiği rahatlıkla söylenebilir. 

Bunun yanında kimi devrimci örgütlerinde bu tür ilişkilere yönelik pragmatist yaklaşımınında, bu türden çete ve mafya ilişkilerinin güçlenmesine zemin sunmuştur.

Devrimci komünist hareketin “doğal kitle tabanı”nı oluşturan kitlelerin dahi doğru bir politikayla örgütlenememesi aksine bu kitlelerin her türlü kriminal suç örgütleri içinde yer alarak, faşizmin doğrudan ve dolaylı olarak uzantıları haline gelmesi gerçeği, devrimci komünist hareketin kitlelerle ilişkisine dair önemli bir veri sunmaktadır.

 Elbette bu tür çete ve suç gruplarının ortaya çıkışında faşist devletin özellikle Alevi ve Kürt gençlerinin yaşadığı mahallelerde uyguladığı “özel politika”ların etkisi vardır. Ancak tam da bu nedenle devrimci ve komünist örgütlerin bu politikalara karşı devrimci bir alternatif olarak kendini var edemediğini görmekteyiz.

Bunun nedenleri arasında devrimci komünist hareketlere yönelik faşizmin katletme ve tutuklama saldırılarının etkisiyle yaşamış olduğu kadro kaybı etkili olmakla birlikte devrimci komünist hareketin sürece yanıt olacak kadroları yaratamaması ve kendini yenileyememesi etkili olmuştur. Faşizmin teknolojik gelişmeleri de kullanarak kitle iletişim araçlarıyla yoğun ideolojik saldırısına, kültürel hegemonyasına karşı ideolojik bir karşı duruş, kültürel bir direniş odağı yaratılamamıştır.

Örneğin sistemin TV dizileri aracılığıyla suç örgütlerini konu alan,ırkçı, şoven, kadın ve LGBTİ+ düşmanı faşist kişilikleri rol modeli olarak “kahraman”laştıran ya da diziler aracılığıyla bireyi kutsayan, “köşe dönmeciliği” yücelten propagandaları karşısında, devrimci ve komünist örgütlenmeler karşı bir tavır geliştirememiş tam aksine bu türden propagandalar devrimci hareketin taraftarlarını dahi etkilemiştir.

Faşizmin halk kitleleri üzerinde hegemonyasını sürdürmesinde, kitlelerin rızasının alınmasında, din olgusuyla birlikte ırkçılık ve şovenizm de yaygın olarak kullanılmıştır.İktidar partisinin islamcı söylemi beraberindeileri kitlelerin önemli bir kısmının“laiklik”adıaltında sisteme yedeklenmesinin önünü açmıştır. 

Bu durum bir kısım ilerici ve devrimci örgütü dahi hakim sınıfın muhalefetteki kliği arkasında yedeklenmesine neden olmuştur.

Benzer durum, burjuvazinin genel ve yerel seçim gündemlerinde de yaşanmıştır. “İktidardaki AKP-MHP faşizmini” ve “Erdoğan rejimini” geriletmek ve “nefes almak” adına, Kürt ulusal hareketinin demokratik alan mücadelesi de dahil olmak üzere devrimci hareketin bir kısmı, burjuva muhalefetin arkasında yedeklenmiştir. Bu ise devrimci ve komünist çizgi karşısında düzen içi çözümlere kapı aralayan, reformist anlayışların önünü açmıştır.

Bu nedenle faşizmin devrimci ve komünist hareketlere yönelik fiziki ve ideolojik tasfiye saldırısında, reformizme ve reformist hareketlere özellikle değinmek gerekir. Devrimci komünist hareket saflarında reformist anlayışların ortaya çıkışı, devrimci ve komünist hareketin ortaya çıkışıyla birliktedir. Bu anlamıyla devrimci ve komünist hareket açısından reformizm bir olgu olarak başından itibaren vardır. 

Ancak Türkiye devrimci hareketinin ’71 silahlı devrimci çıkışı aynı zamanda reformist ve düzen içi çizgiyle hesaplaşma çıkışıdır. 

Bu olgu beraberinde Türkiye koşullarında reformist hareketlerin, devrimci ve komünist hareketler karşısında “destek”lenmesini ve önünün açılmasını doğurmuştur. Bu anlamıyla Türkiye koşullarında sınıf mücadelesinin gelişimi, devrimci ve komünist örgütlerin kitleselleşmesi önünde reformizm ve reformist hareketler bir engel olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle reformizme yönelik ideolojik ve politik mücadele kesintisizce sürdürülmeye devam edilmelidir.

Benzer bir durum faşizmin başta Kürt ulusal sorunu olmak üzere, Suriyeli sığınmacılar ve göçmenlere yönelik ırkçı, faşist saldırılarında da yaşanmıştır. Burjuvazinin iktidar ve muhalif klikleri, kitlelerin desteğini arkalamak için şovenizmi yaygın olarak kullanmıştır. Bu durum beraberinde ileri kitleler içinde, devrimci örgütlerin taraftarları arasında dahi belli bir karşılık bulmuştur. Devrimci ve komünist hareketlerin saflarında başta Kürt ulusal mücadelesi olmak üzere, Suriyeli sığınmacılar karşısında sosyal şovenizmin etkili olması durumu ortaya çıkmıştır. 

Kimi küçük burjuva devrimci örgütlerde “vatan” savunması adı altına gelişen, Kürt ulusal hareketini ezilen bir ulus hareketi olarak değil de “milliyetçi hareket” olarak değerlendirip propaganda eden politik konumlanışlar ortaya çıkmıştır.

Başta Kürt ulusunayönelikhakim ulus imtiyazlarını güçlendiren sosyal şovenizme karşı mücadelede Türkiye devrimci ve komünist hareketi açısından önemini ve gerekliliğini korumaya devam etmektedir.

Devrimci komünist hareketler açısından dikkat çekilmesi gereken bir diğer olgu da Kürt ulusal özgürlük hareketinin paradigma değişikliği adıaltında savunduğu ve propaganda ettiği görüşlerdir. 


Kürt ulusal devrimci hareketinin


“Ekolojik,Kadın Özgürlükçü ve Demokratik Ulus Paradigması”


 olarak tanımladığı ve “Demokratik Modernite” olarak propaganda ettiği görüşler, devrimci komünist hareket üzerinde etkili olmaktadır.

Kürt ulusal hareketinin gerilla savaşındaki ulaştığı yetkinlik ve kitle desteği karşısında Türkiye devrimci ve komünist hareketinin geriliği beraberinde Türkiye devrimci hareketi üzerinde ideolojik tahakküm kurmasına neden olmaktadır. Komünist hareket bu ideolojik tahakkümden azade değildir.

 Kürt ulusal hareketinin ütopik ve anarşizan kimi politik görüşleri, “genel doğrular” olarak kabul görmektedir. Bu konuda ideolojik ve politik mücadeleye ve uyanıklığa ihtiyaç olarak vardır.

...................Bu etkinin iki yönlü olduğunu ifade etmekgerekir.

Örneğin....devrimcive komünist hareketler Kürt ulusal hareketinin kadınve ekoloji mücadelesi (ki bu gündemlerde kendi içinde ayrıca tartışılmalıdır) gibi kimi söylem ve propagandalarından olumlu yönde etkilenirken;

 “demokratik ulus” gibi anarşizan ve ütopik görüşlerinden olumsuz yönde etkilenmektedir. Bu olguya karşı uyanık olmak ve proletaryanın kendi bayrağını kıskançlıkla savunmak gerekir.

Öte yandan proletaryanın bilimini savunmak adı altında dogmatizme düşmeden yeni gelişme ve gündemlere yanıt olunmak zorundadır. MLM biliminin revize edilmesinden değil, MLM biliminin somut koşulların somut tahlilinden hareket ederek, anın ihtiyaçlarına yanıt olunması çabası içinde olunmalıdır.

Kürt ulusal hareketinin mücadelesinin Türkiye Kürdistanı sınırlarını aştığı ve bölgesel bir güç olarak ortaya çıkmış olması bir realitedir. Özelikle Suriye iç savaşı sırasında, IŞİD çetelerine karşı verilen savaş ve Kürt ulusal hareketinin önderliğinde Rojava Devrimi süreci önemli bir gelişmedir. 

Bu süreç PKK’yi bölgesel bir güç olarak ortaya çıkarmış durumdadır. TC devleti tamda bu nedenle Kürt ulusal hareketinin kazanımlarını kendi varlığı açısından öncelikli bir tehdit olarak algılamaktadır. Bu durum, TC devletinin sınır içinde Kürt ulusuna yönelik gerçekleştirdiği saldırıları sınır dışında da gerçekleştirmesine neden olmaktadır. 

Irak ve Suriye Kürdistanı’nda TCfaşizmi tarafından gerçekleştirilen işgal saldırıları, Kürt ulusal hareketinin kazanımlarının tasfiye edilmesi, gerilla mücadelesinin yenilgiye uğratılması ve dahası işgal edilen bölgelerin ilhak edilmesi amacını taşımaktadır. 

Bu nedenle Kürt ulusal hareketiyle birlikte hareket etmek, hem ulusların Özgürce Ayrılma Hakkı’nın kayıtsız şartsız savunulması hem de devrimci ve komünist hareket saflarındaki sosyal şovenizme karşı panzehir işlevi görecektir.

Esasen aralarında Kürt ulusal hareketi de dahil olmak üzere Türkiyeli devrimci ve komünist hareketlerin eylem birliği temelinde bir araya gelerek ilan ettikleri Halkların Birleşik Devrim Hareketi coğrafyamızda en ileri devrimci duruşu temsil etmektedir.

 Bu örgütlenme içinde yer alan devrimci ve komünist örgütlerin çeşitli biçim ve içeriklerde sürdürdükleri birleşik mücadele önümüzdeki süreçte sınıflar mücadelesinin seyri üzerinde tayin edici bir yerde durmaktadır.

Türkiye’nin yarı-sömürge koşullarının derinleşmesine paralel olarak yarı-sömürge yarı feodal ekonomik yapının farklılaştığını ifade etmek gerekir. 

 

Kuruluşundan itibaren yarı-sömürge yarı-feodal bir ekonomik yapıya sahip olan Türkiye’de yarı-feodal üretim ilişkileri baskın durumdayken, emperyalist sermayenin uluslararası alanda üretim sürecini yeniden düzenlemesi ve yarı- sömürge pazarlara yönelik doğrudan sermaye yatırımları gerçekleştirmesi, beraberinde yarı-sömürge koşulları daha derinleştirirken, emperyalizme bağımlı kapitalizmi (komprador kapitalizmi) geliştirmiştir. 

 

 https://tkpmlmedia.tkpml.com/wp-content/uploads/2025/01/10200206/k-79.pdf?fbclid=IwY2xjawIuy-5leHRuA2FlbQIxMAABHaD8qNZODgfp9Pa8RVfJodpm7qB0VrC7pcavVvcDKBczYRXITld0tdAeWQ_aem_NNGSwVhezvYq--D2sf14XQ

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)