Sonuç
Emperyalist sermayenin 20. yy’ın son çeyreğinden itibaren uluslararası alanda işbölümünü yeniden düzenleme politikaları yarı-sömürge pazarlara yönelik aralarında sanayi sektörü de olmak üzere doğrudan sermaye yatırımlarını artırmasına neden olmuştur.
Bu objektif durum, yarı-sömürge pazarlarda sermayenin yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine paralel tefeci tüccar sermayesinin sanayi sermayesiyle daha fazla bütünleşmesine yol açmıştır.
Bu ise yarı-sömürge ülkelerde alt yapıda ve üst yapıda önemli değişikliklerin yaşanmasına neden olmuştur.
Emperyalist kapitalist sistemin uluslararası alanda üretim sürecini yeniden örgütlemesine paralel olarak yarı-sömürge pazarların yeniden şekillendirilmesi süreci, Türkiye pazarını da doğrudan etkilemiştir.
Kurulduğu günden itibaren emperyalist sermayenin yarı-sömürgesi olan Türkiye pazarında, alt yapıda ve üst yapıda önemli değişimler yaşamıştır. Türkiye açısından “AKP’li yıllar” olarak tanımlanabilecek 21. yy’ın ilk çeyreği bu politikaların uygulanmasıyla geçmiştir.
Bu somut duruma paralel bir şekilde ülke içinde yine emperyalist sermayenin çıkarları doğrultusunda uygulamaya konulan politikalar ve TC devletinin sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerine yönelik faşist saldırganlığı (ambargo, zorla göç ettirme ve köy boşaltma, katletme vb.) tarımsal alanda köylülüğün üretimden kopmasını ve şehirlere göç etmesini hızlandırırken; şehirlerde montaj sanayine dayanan imalat sanayi ve bu sanayiye bağlı yedek parça sanayinin gelişmesine yol açmış, bu alanlarda işçi sınıfının gelişime neden olmuştur.
Köylülüğün şehirlere göç etmesi aynı zamanda geniş bir işsizler kitlesinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Türkiye’nin ekonomik, siyasal ve toplumsal şekillenişinde emperyalist kapitalist sistemin yarı-sömürge koşulları belirleyici önemdedir. Son çeyrek asırdır emperyalist sermayenin sömürüsünün sürdürülmesi ve derinleştirilmesi amacıyla başta ekonomik olmak üzere, alt yapıda yaşanan değişim vedönüşüm, toplumsal ve siyasal alanda da değişimlerin yaşanmasına neden olmuştur.
Bu anlamıylaTürkiye toplumununşekillenmesi ve içinde bulunduğu durum emperyalist kapitalist sistemden ve yarı-sömürge koşullardan ayrı değerlendirilemez.
Türkiye’de sınıfların şekillenişinde emperyalist sermayenin tahakkümü ve sömürüsü önemli bir etkendir. Dolayısıyla Türkiye’de sınıflar vemevzilenişi değinirken bu olgu göz ardı edilmemelidir. Ekonomik olarak emperyalizme bağımlı yarı-sömürge koşulların daha da derinleşmesi, komprador kapitalizmin daha da gelişmesine neden olmuştur.
Türkiye ekonomisinin GSYİH’da sanayi sektörünün ağırlığı artmıştır. Bunun yanında kırdan şehirlere -şu veya bu nedenle göç- sonucunda şehirde yaşayanlarınoranı artmış, Türkiye nüfusunun önemli bir kısmı emeğini satarak geçimini sağlar hale gelmiştir. Gelinen aşamada artı değer sömürüsü hakim sömürü biçimi olarak ortaya çıkmış durumdadır. Bu somut durum, Türkiyetoplumunda başlıca çelişkileri belirleyen bir yerde durmaktadır.
Türkiye nüfusunun önemli bir bölümünün ücretli çalışan haline dönüşmesine yol açan bu durum, sadece ücretli çalışan sayısının artması değil, bu çalışanların önemli bir kısmının asgari ücret denilen ve açlık sınırının da altında ücretle yaşamlarını sürdürmesi anlamına gelmektedir.
Açıklanan son resmi verilere göre 2024 yılında Türkiye’de ücretli (maaşlı) olarak çalışan sayısı 15 milyon 22 bin 900 kişi olduğu ifade edilmektedir.
Komprador kapitalizmin gelişimi özellikle montaj sanayinin gelişimine neden olmuştur. Türkiye’de ücretli çalışan toplam 15 milyon 22 bin 900 kişinin, 8 milyon 331 bin kişisi ticaret ve hizmetler sektöründe, 4 milyon 989 bin kişi sanayi sektöründe (kibusektördeçalışanların4milyon648biniimalat sanayinde çalışmaktadır)
ve 1 milyon 701 bin kişi ise inşaat sektöründe çalışmaktadır.
Bu rakamlar Türkiye’nin yarı-sömürge koşulların derinleşmesine paralel mülksüzleşme sürecinin hızlandığı, toplumun büyük çoğunluğunun işçileştiği anlamına gelmektedir. Yaşamını emeğini satarak sürdürenlerin ise büyük çoğunluğu “asgari ücret” denilen ve gerçekte açlık sınırının altında olan ücretle geçimini sürdürmektedir.
Kuruluşundan itibaren yarı-sömürge yarı-feodal bir ekonomik yapıya sahip olan Türkiye’de yarı-feodal üretim ilişkileri baskın durumdayken, emperyalist sermayenin uluslararası alanda üretim sürecini yeniden düzenlemesi ve yarı- sömürge pazarlara yönelik doğrudan sermaye yatırımları gerçekleştirmesi, beraberinde yarı-sömürge koşulları daha derinleştirirken, emperyalizme bağımlı kapitalizmi (komprador kapitalizmi) geliştirmiştir.
Komprador kapitalizmin gelişimi ise burjuvazinin kendi aralarındaki ilişkileri de etkilemiştir.
Daha önceden yarı-feodalizm temel unsurken yarı-sömürgecilik temel unsur haline gelmiştir. Yarı-feodal üretim ilişkilerinin tasfiye edilmemekle birlikte zayıflaması, burjuvazinin devlet iktidarındaki politik konumlanışını da etkilemiştir.
Komprador bürokrat burjuvazi ve büyük toprak ağalarıiktidarında, toprak ağalarının etkisi zayıflamış, komprador bürokrat burjuvazinin ağırlığı artmıştır.
Komprador bürokrat burjuvazi ve toprak ağaları iktidarında,emperyalist sermayenin yarı-sömürgeTürkiye pazarınayönelmesi, sermayenin yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine paralel tefeci tüccar sermayesinin sanayi sermayesiyle daha fazla bütünleşmesine neden olmuştur.
Bu ise hakim sınıf iktidarı içinde komprador burjuvaların ve komprador bürokrat burjuvaların etkinliğini artırmıştır. Ancak bu durum Türk hakim sınıf klikleri içinde çelişkileri ortadan kaldırmamıştır.
Özellikle komprador bürokrat burjuvaların her birisinin doğrudan bağımlılık ilişkisi olduğu emperyalist sermaye tekellerinin çıkarları doğrultusunda hareket etmeleri bu çelişkinin zeminini oluşturmuştur.
Buna bağlı olarak üst yapıda da önemli değişimler gerçekleştirilmiştir.
Özellikle Türk devlet örgütlenmesi açısından parlamenter maskeli faşist diktatörlükten, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denilen faşist diktatörlüğe geçilmiştir.
Geçmişte göstermelik de olsa var olan yasama, yürütme ve yargı “bağımsızlığı” ve demokrasi maskesinin yerine, “başkanlık rejimi” denilen bir sisteme geçilmiştir. Faşist diktatörlük doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından çıkartılan Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri (CBK) ile yönetilmeye başlanmıştır. Böylelikle alt yapıda yarı-sömürge koşulların derinleşmesine paralel üst yapıda da bu derinleşmeye uygun politikalar hızla hayata geçirilmiş, hakim sınıfın baskı aygıtı olan devlet örgütlenmesi de bu değişime uygun yeniden örgütlenmiştir. Bu politikalar sonucunda Türkiye toplumsal formasyonunda çeşitli çelişkilerin ön plana çıktığı gözlemlenmektedir. Ön plana çıkan başlıca çelişmeler şunlardır.
1- Emperyalizmlegenişhalkyığınlarıarasındaki çelişme
2- Halk yığınlarıylafeodal kalıntılararasındaki çelişme
3- Proletaryaileburjuvazi arasındaki çelişme
4- Ezenuluslaezilenulusvemilliyetler
arasındakiçelişme
5- Ataerkilsistemleezilencinsarasındaki çelişme
6- Ezeninançlaezileninançlar
arasındakiçelişme
7- Kapitalizmleekolojiksistemarasındaki çelişme
8- Hakimsınıfarasındakiçelişme
9- Hakimsınıflasığınmacılar
arasındakiçelişki
Özetlersek;
a)
Devrimimizin izleyeceği yol Demokratik Halk Devrimi’dir. Ülkemizde
iktisadi olarak komprador kapitalizm hakim olmasına rağmen hala feodal
kalıntılar varlığını sürdürmektedir. Başta Kürt ulusal sorunu, kadın sorunu
olmak üzere Demokratik Halk Devrimi’yle çözülmesi gereken bir dizi demokratik
görev vardır. Proletarya önderliğinde emekçilerin, ezilen ulus ve azınlık
milliyetlerin, kadınların, LGBTİ+ bireylerin birliği ancak budemokratik
talepleri içeren bir devrim perspektifiyle sağlanabilir.
b)
Bugün var olan başlıca çelişmeler arasında birden fazla çelişmenin daha
görünür hale geldiği bir gerçektir. Bugün temel çelişki, emperyalizm, komprador
kapitalizm, feodal kalıntılar ile geniş halk yığınları arasındaki çelişkidir.
Demokratik Halk Devrimi sürecinde ise baş çelişki, komprador kapitalizm, feodal
kalıntılar ile geniş halk yığınları arasındaki çelişkidir.
Devrimci ve Komünist HareketinDurumu
Türk devletinin emperyalist sermayenin çıkarları doğrultusundayeniden şekillendirilmesi ve doğal olarak bu şekillendirmeden aracılık payını alan Türk burjuvazisinin AKP’li yıllar aracığıyla izlediği politikaların başarı şansı için öncelikle toplumun en ileri ve bilinçli kesimi hedeflendi. Sadece ekonomik alandadeğil, bir bütün olarakTürkiyetoplumuna yönelik “topyekûn bir saldırı” başlatıldı. Böylelikle AKP’li hükümetlerin işçi sınıfı ve emekçihalk karşıtı politikalarında olası yol kazalarına karşı önlem alındı.
Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkının en ileri ve bilinçli kesimlerini oluşturan devrimci ve komünist harekete yönelik kapsamlı bir tasfiye saldırısının adımı olarak F tipi hapishaneler, tecrit ve tretman sistemi devreye sokuldu. Bu amaç doğrultusunda Türk devleti, hapishanelerde devrimci ve komünist tutsaklara yönelik katliam saldırılarına başvurdu.
Dönemin devrimci ve komünist hareketi, bu saldırının “topyekûn bir saldırı” olduğunu, asıl amacının devrimci ve komünist hareketi tasfiye etmek ve böylelikle tüm toplumu teslim almayı hedeflediğini doğru tespit etmekle birlikte, aradan geçen çeyrek asırlık süreçte ortaya çıkan tablonun, “topyekûn saldırı” olarak tanımlanan saldırının kapsamı konusunda eksik bir kavrayışa ve buradan hareketle bu saldırıyı karşılamada yetersizliğe işaret etmektedir.
Türkiye devrimci ve komünist hareketi TC devletinin hapishaneler merkezli teslim alma ve tasfiye etme saldırısının “topyekûn bir saldırı” ve asıl amacın toplumu teslim almak olduğu öngörüsünde haklı olmakla birlikte, bu saldırının sadece burjuvazinin politikalarıyla ve bunu da belirleyen bir şekilde emperyalistlerin günlük çıkarlarını gerçekleştirmek hedefiyle değil, daha kapsamlı ve emperyalizmin uluslararası alanda üretim sürecini yeniden düzenlemesi, bu düzenlemesinin sonucu olarak aralarında Türkiye gibi yarı- sömürge ülkelere biçilen rolün değiştiğini analiz etmekte ve buna uygun bir politik-örgütsel ve askeri bir yönelim örgütlemede yetersiz kaldı.
Bu yetersizlik beraberinde Türkiye devrimci ve komünist hareketinin TC rejiminin AKP hükümetleri aracılığıyla işçi sınıfına ve emekçi halka karşı yürüttüğü saldırganlığı karşılamada ve dahası iktidar hedefli devrim mücadelesine kanalize etmesinde başarısız olmasına neden olmuştur. İşçi sınıfının ve kitlelerin eylem ve direnişleri çeşitli biçim ve içeriklerdesürmesine ve dahası Gezi İsyanı gibi yüz yıllık TC rejimi tarihi açısından son derece önemli bir kitle eylemi ortaya çıkmasına rağmen, devrimci komünist hareketin bu eylemlere önderlik etmede yetersizliğine işaret etmek gerekir.
Benzer şekilde TC destekli DAİŞ çetelerinin Kobanê’ye yönelik yok etme saldırısına karşı, Kürt ulusal hareketinin çağrısıyla yaşanan Kobanê Serhildanı gibi kitle eylemlerinde devrimci komünist hareket, yer almasına rağmen bu eylemleri kitlelerle ilişkisini geliştirecek bir mecraya akıtmada yetersiz kaldı.
Türkiye devrimci ve komünist hareketinin, -Kürt ulusal özgürlük hareketi dışında-, 21. yy’ın ilk çeyreğinde TC rejiminin AKP hükümetleri aracılığıyla pratikleştirdiği işçi sınıfı ve halk düşmanı politikalarına yanıt olmada başarılı olduğu söylenemez.
Devrimci ve komünist hareket, TC rejiminin hapishaneler merkezli tasfiye saldırısına, 19-15 Aralık 2000 Hapishaneler Direnişi ve Ölüm Oruçları’yla yanıt vermiş ve sonraki yıllarda rejimin saldırıları karşısında önemli direniş ve mücadele pratikleri ortaya konulmuşsa da, bu pratikler tekil örnekler olarak kalmıştır.
Gezi İsyanı,Kobanê Serhildanı ve ardından metal işçilerinin “Metal Fırtınası” gibi süreçler yaşanmasına rağmen devrimci ve komünist hareketin bu süreçleri başarıyla değerlendirebildiği söylenemez.
Denilebilir ki, bu süreçte Gezi İsyanı ve Kobanê Serhildanı gibi kitlesel eylemlerin yaşanmasına rağmen devrimci komünist hareketin kitlelerle olan ilişkisi güç kaybetmeye devam etmiştir. Kuşkusuz bunun çeşitli nedenleri bulunmaktadır.
Dışsal neden olarak TC devletinin devrimci komünist harekete yönelik faşist saldırganlığının etkisi olmakla birlikte belirleyici olan edenneden içseldir. TC faşizminin devrimci komünist harekete yönelik tehdit algısının ürünü olarak şekillenen tasfiye etme saldırısının, devrimci komünist hareketlerüzerindeetkiliolmasınınnedeni,faşistdevletinsaldırganlığı
değildir. Asıl olarak devrimci komünist hareketin iktidar bilincinde yaşanan kırılma ve bununla bağlantılı olarak, faşist devletin işçi sınıfı ve emekçi halka yönelik saldırılarını göğüslemede birleşik devrimci bir tutum geliştirememesidir.
Bunda belirleyici olan husus ise devrimci komünist hareketlerin işçi sınıfı ve emekçilerin, -en geniş anlamda kitlelerin- içinde bulunduğu koşulları doğru analiz etmede yetersiz kalmasıdır. Bunun en önemli nedeni ise devrimci ve komünist hareketlerin Türkiye toplumunun yaşadığı değişim ve dönüşümü kavramada yetersizliğidir.
Bu durum süreç içinde giderek devrimci komünist hareketin kitlelerin sorunlarından ve taleplerinde uzaklaşmasını doğurmuş, kendi içine ve gündemine dönmesine neden olmuştur. Devrimci komünist hareketlerin politik iktidar hedefinde kırılma yaşanmasına neden olan budurum beraberinde tasfiyecilik saldırısından etkilenmesini doğurmuştur.
Örneğin komünist hareketin kendi içinde yaşadığı darbeci tasfiyeci saldırı, -her ne kadar 2015 yılında Alman emperyalizmi ve TC faşizmi tarafından gerçekleştirilen karşı devrimci bir düşman operasyonunun ürünü olarak ortaya çıkmışsa da-, proletarya partisi saflarında yarattığı etki bakımından sadece karşı devrimin düşman operasyonu ve tasfiye saldırısıyla açıklanamaz. Darbeci tasfiyeci saldırının komünist hareket saflarında etkili olması ve bir kısım parti gücünü etkileyebilmesi,komünist hareketin,işçi sınıfı ve emekçi halkın içinde bulunduğu durumla ve talepleriyle devrimci temelde yeterli bir ilişki kuramaması nedeniyledir.
Kitlelerle andaki talep ve istekleriyle devrimci temelde ilişkilenmemek ve dahası kitlelerin eylemlerinden şu veya biçim ve içeriklerde bu yeralmamak beraberinde komünist hareketin tasfiyecilik saldırısını göğüslemesinde yetersizliğe ve dahası bu saldırının kendi saflarında gelişmesi ve darbeci bir tarza bürünmesini engelleyemeyesine neden olmuştur.
Komünist hareketin kendi saflarında yaşamış olduğu bu süreç aynı zamanda devrimci ve komünist hareketin içinde bulunduğu durumu da özetler niteliktedir. Devrimci ve komünist hareket işçi sınıfı ve emekçi halkın -şuveya bu nedenle- talepleriyle devrimci temelde ilişkilenmediği dahası kitlelerin andaki hareketiyle, eylem ve direnişleriyle ilişkilenip, bu hareketi kendi içinde devrimci bir temelde yeniden üretemediği koşulda kendi içinde sorunlar yaşamıştır. Bu sorunlar ise devrimci komünist hareketlerin kitlelerle var olan sınırlı ilişkilerinin daha da gerilemesine neden olmuştur.
Devrimci ve komünist hareketin düşmanın imha saldırıları başta olmak üzere tasfiye saldırılarına yanıt olabilmesinin tek yolu, kitlelerden kitlelere devrimci çizgisinin uygulanmasıdır. Koşullar ne olursa olsun temel hareket noktası, kitlelerin andaki kendiliğinden eylemleriyle ilişkilenmek, ilerikitleleri devrimci ve komünist hareket saflarında örgütlemek,orta kitleleri devrimci ve komünist hareket saflarına yakınlaştırmak, geri kitleleri ise en azından tarafsızlaştırmak temel yönelim olmalıdır.
Bu kitle çizgisi hayata geçirilmediği oranda devrimci komünist harekete en yakın olan, devrimci komünist hareketin “doğal kitle tabanı”nı oluşturan kitlelerin bile devrimci komünist hareketlerin saflarında örgütlenmesi başarılamaz.
Örneğin yoksulluğun giderek arttığı bir ortamda devrimci hareketin tabanını oluşturan ilerici ve demokrat kesimlerin ve özellikle gençlerin çete ve mafya ilişkileri içine çekildiği bir gerçektir.
Özellikle Alevi ve Kürt emekçilerin yoğunlukla yaşadığı mahallelerde rejimin desteğiyle yol verdiği uyuşturucu, fuhuş ve kriminal faaliyetlerin önünün açıldığı, devrimci hareketin ilk elden tabanını oluşturacak kitlelerin bu şekilde etkisizleştirilerek sisteme yedeklendiği rahatlıkla söylenebilir.
Bunun yanında kimi devrimci örgütlerinde bu tür ilişkilere yönelik pragmatist yaklaşımınında, bu türden çete ve mafya ilişkilerinin güçlenmesine zemin sunmuştur.
Devrimci komünist hareketin “doğal kitle tabanı”nı oluşturan kitlelerin dahi doğru bir politikayla örgütlenememesi aksine bu kitlelerin her türlü kriminal suç örgütleri içinde yer alarak, faşizmin doğrudan ve dolaylı olarak uzantıları haline gelmesi gerçeği, devrimci komünist hareketin kitlelerle ilişkisine dair önemli bir veri sunmaktadır.
Elbette bu tür çete ve suç gruplarının ortaya çıkışında faşist devletin özellikle Alevi ve Kürt gençlerinin yaşadığı mahallelerde uyguladığı “özel politika”ların etkisi vardır. Ancak tam da bu nedenle devrimci ve komünist örgütlerin bu politikalara karşı devrimci bir alternatif olarak kendini var edemediğini görmekteyiz.
Bunun nedenleri arasında devrimci komünist hareketlere yönelik faşizmin katletme ve tutuklama saldırılarının etkisiyle yaşamış olduğu kadro kaybı etkili olmakla birlikte devrimci komünist hareketin sürece yanıt olacak kadroları yaratamaması ve kendini yenileyememesi etkili olmuştur. Faşizmin teknolojik gelişmeleri de kullanarak kitle iletişim araçlarıyla yoğun ideolojik saldırısına, kültürel hegemonyasına karşı ideolojik bir karşı duruş, kültürel bir direniş odağı yaratılamamıştır.
Örneğin sistemin TV dizileri aracılığıyla suç örgütlerini konu alan,ırkçı, şoven, kadın ve LGBTİ+ düşmanı faşist kişilikleri rol modeli olarak “kahraman”laştıran ya da diziler aracılığıyla bireyi kutsayan, “köşe dönmeciliği” yücelten propagandaları karşısında, devrimci ve komünist örgütlenmeler karşı bir tavır geliştirememiş tam aksine bu türden propagandalar devrimci hareketin taraftarlarını dahi etkilemiştir.
Faşizmin halk kitleleri üzerinde hegemonyasını sürdürmesinde, kitlelerin rızasının alınmasında, din olgusuyla birlikte ırkçılık ve şovenizm de yaygın olarak kullanılmıştır.İktidar partisinin islamcı söylemi beraberindeileri kitlelerin önemli bir kısmının“laiklik”adıaltında sisteme yedeklenmesinin önünü açmıştır.
Bu durum bir kısım ilerici ve devrimci örgütü dahi hakim sınıfın muhalefetteki kliği arkasında yedeklenmesine neden olmuştur.
Benzer durum, burjuvazinin genel ve yerel seçim gündemlerinde de yaşanmıştır. “İktidardaki AKP-MHP faşizmini” ve “Erdoğan rejimini” geriletmek ve “nefes almak” adına, Kürt ulusal hareketinin demokratik alan mücadelesi de dahil olmak üzere devrimci hareketin bir kısmı, burjuva muhalefetin arkasında yedeklenmiştir. Bu ise devrimci ve komünist çizgi karşısında düzen içi çözümlere kapı aralayan, reformist anlayışların önünü açmıştır.
Bu nedenle faşizmin devrimci ve komünist hareketlere yönelik fiziki ve ideolojik tasfiye saldırısında, reformizme ve reformist hareketlere özellikle değinmek gerekir. Devrimci komünist hareket saflarında reformist anlayışların ortaya çıkışı, devrimci ve komünist hareketin ortaya çıkışıyla birliktedir. Bu anlamıyla devrimci ve komünist hareket açısından reformizm bir olgu olarak başından itibaren vardır.
Ancak Türkiye devrimci hareketinin ’71 silahlı devrimci çıkışı aynı zamanda reformist ve düzen içi çizgiyle hesaplaşma çıkışıdır.
Bu olgu beraberinde Türkiye koşullarında reformist hareketlerin, devrimci ve komünist hareketler karşısında “destek”lenmesini ve önünün açılmasını doğurmuştur. Bu anlamıyla Türkiye koşullarında sınıf mücadelesinin gelişimi, devrimci ve komünist örgütlerin kitleselleşmesi önünde reformizm ve reformist hareketler bir engel olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle reformizme yönelik ideolojik ve politik mücadele kesintisizce sürdürülmeye devam edilmelidir.
Benzer bir durum faşizmin başta Kürt ulusal sorunu olmak üzere, Suriyeli sığınmacılar ve göçmenlere yönelik ırkçı, faşist saldırılarında da yaşanmıştır. Burjuvazinin iktidar ve muhalif klikleri, kitlelerin desteğini arkalamak için şovenizmi yaygın olarak kullanmıştır. Bu durum beraberinde ileri kitleler içinde, devrimci örgütlerin taraftarları arasında dahi belli bir karşılık bulmuştur. Devrimci ve komünist hareketlerin saflarında başta Kürt ulusal mücadelesi olmak üzere, Suriyeli sığınmacılar karşısında sosyal şovenizmin etkili olması durumu ortaya çıkmıştır.
Kimi küçük burjuva devrimci örgütlerde “vatan” savunması adı altına gelişen, Kürt ulusal hareketini ezilen bir ulus hareketi olarak değil de “milliyetçi hareket” olarak değerlendirip propaganda eden politik konumlanışlar ortaya çıkmıştır.
Başta Kürt ulusunayönelikhakim ulus imtiyazlarını güçlendiren sosyal şovenizme karşı mücadelede Türkiye devrimci ve komünist hareketi açısından önemini ve gerekliliğini korumaya devam etmektedir.
Devrimci komünist hareketler açısından dikkat çekilmesi gereken bir diğer olgu da Kürt ulusal özgürlük hareketinin paradigma değişikliği adıaltında savunduğu ve propaganda ettiği görüşlerdir.
Kürt ulusal devrimci hareketinin
“Ekolojik,Kadın Özgürlükçü ve Demokratik Ulus Paradigması”
Kürt ulusal hareketinin gerilla savaşındaki ulaştığı yetkinlik ve kitle desteği karşısında Türkiye devrimci ve komünist hareketinin geriliği beraberinde Türkiye devrimci hareketi üzerinde ideolojik tahakküm kurmasına neden olmaktadır. Komünist hareket bu ideolojik tahakkümden azade değildir.
Kürt ulusal hareketinin ütopik ve anarşizan kimi politik görüşleri, “genel doğrular” olarak kabul görmektedir. Bu konuda ideolojik ve politik mücadeleye ve uyanıklığa ihtiyaç olarak vardır.
...................Bu etkinin iki yönlü olduğunu ifade etmekgerekir.
Örneğin....devrimcive komünist hareketler Kürt ulusal hareketinin kadınve ekoloji mücadelesi (ki bu gündemlerde kendi içinde ayrıca tartışılmalıdır) gibi kimi söylem ve propagandalarından olumlu yönde etkilenirken;
“demokratik ulus” gibi anarşizan ve ütopik görüşlerinden olumsuz yönde etkilenmektedir. Bu olguya karşı uyanık olmak ve proletaryanın kendi bayrağını kıskançlıkla savunmak gerekir.
Öte yandan proletaryanın bilimini savunmak adı altında dogmatizme düşmeden yeni gelişme ve gündemlere yanıt olunmak zorundadır. MLM biliminin revize edilmesinden değil, MLM biliminin somut koşulların somut tahlilinden hareket ederek, anın ihtiyaçlarına yanıt olunması çabası içinde olunmalıdır.
Kürt ulusal hareketinin mücadelesinin Türkiye Kürdistanı sınırlarını aştığı ve bölgesel bir güç olarak ortaya çıkmış olması bir realitedir. Özelikle Suriye iç savaşı sırasında, IŞİD çetelerine karşı verilen savaş ve Kürt ulusal hareketinin önderliğinde Rojava Devrimi süreci önemli bir gelişmedir.
Bu süreç PKK’yi bölgesel bir güç olarak ortaya çıkarmış durumdadır. TC devleti tamda bu nedenle Kürt ulusal hareketinin kazanımlarını kendi varlığı açısından öncelikli bir tehdit olarak algılamaktadır. Bu durum, TC devletinin sınır içinde Kürt ulusuna yönelik gerçekleştirdiği saldırıları sınır dışında da gerçekleştirmesine neden olmaktadır.
Irak ve Suriye Kürdistanı’nda TCfaşizmi tarafından gerçekleştirilen işgal saldırıları, Kürt ulusal hareketinin kazanımlarının tasfiye edilmesi, gerilla mücadelesinin yenilgiye uğratılması ve dahası işgal edilen bölgelerin ilhak edilmesi amacını taşımaktadır.
Bu nedenle Kürt ulusal hareketiyle birlikte hareket etmek, hem ulusların Özgürce Ayrılma Hakkı’nın kayıtsız şartsız savunulması hem de devrimci ve komünist hareket saflarındaki sosyal şovenizme karşı panzehir işlevi görecektir.
Esasen aralarında Kürt ulusal hareketi de dahil olmak üzere Türkiyeli devrimci ve komünist hareketlerin eylem birliği temelinde bir araya gelerek ilan ettikleri Halkların Birleşik Devrim Hareketi coğrafyamızda en ileri devrimci duruşu temsil etmektedir.
Bu örgütlenme içinde yer alan devrimci ve komünist örgütlerin çeşitli biçim ve içeriklerde sürdürdükleri birleşik mücadele önümüzdeki süreçte sınıflar mücadelesinin seyri üzerinde tayin edici bir yerde durmaktadır.
Türkiye’nin yarı-sömürge koşullarının
derinleşmesine paralel olarak yarı-sömürge yarı feodal ekonomik yapının
farklılaştığını ifade etmek gerekir.
Kuruluşundan itibaren yarı-sömürge yarı-feodal bir
ekonomik yapıya sahip olan Türkiye’de yarı-feodal üretim ilişkileri baskın
durumdayken, emperyalist sermayenin uluslararası alanda üretim sürecini yeniden
düzenlemesi ve yarı- sömürge pazarlara yönelik doğrudan sermaye yatırımları
gerçekleştirmesi, beraberinde yarı-sömürge koşulları daha derinleştirirken,
emperyalizme bağımlı kapitalizmi (komprador kapitalizmi) geliştirmiştir.