Devrimci
Demokrasi tarafından yayınlandı-26 Ağustos 2023, 16:20 yayınlandı-1
Eylül 2023, 13:28 güncellendi.
EDİTÖRÜN NOTU: Kısa bir not düşmek gerekirse;
Eleştiri konusu olan
yazar, yazının ilk bölümü paylaşıldıktan sonra, kendi notunu düşmüş. “Kitap 24
yıl önce yazılmış… basıldıktan altı yıl sonra ilgi göstererek yaptığınız
kritiği sevinçle karşıladım…” demiş. Kitabın hangi tarihte çıktığını, basımının
ne zaman yapıldığını iyi biliyoruz. Velhasıl kitap dolaşıma, okuyucuya ulaşmaya
devam ediyor. Bu nedenledir ki, bizlerin kitaba karşı eleştirilerimiz 30 yıl
sonrasına denk gelmiştir.
Bizler için şanlı
tarihimiz ‘72 Nisan Güneşinin ilk doğduğu gün kadar güncel, sıcak ve yakıcıdır.
51 yıllık belleğimiz gün gibi taze vede bu şanlı tarihe karşı nerede ne
söylenmişse yeri ve zamanı geldiğinde tek tek cevap verilecektir. Dünümüzü
unutmadık, geleceğimizi kaybetmeyeceğiz. Yazar kitapta geçenlere dair
eleştirimizin zamanını değil, eleştiri konusu olanı dikkatine almalıdır. Bizim
için 51 yıllık tarihimiz anlık hafızamızdır.
Kaypakkaya
geleneğinin mücadelesini konu alan, onun tarihsel birikiminden edebi türde
yapılan yapıtlar azımsanmayacak boyuttadır. Bu eserler anı, öykü, şiir ve son
yıllarda da söyleşi röportaj biçimiyle okuyucusunun ilgisine sunulmuştur.
Kaypakkaya hareketinin önemli bedeller pahasına edindiği geniş emekçi sınıf
tabanı ve devrimci hareket içerisindeki haklı konumu itibariyle, bu eserler
ilgi çekicidir.Bu eserden de görüleceği gibi tarihimiz düz bir seyirde
ilerlememiştir. İnişler çıkışlar, yenilgi ve zaferlerle şekillenmiştir.
Karşımıza çıkan engelleri aşmada doğru veya yanlış pek çok pratik
sergilenmiştir. Bu durumun incelenip, doğru olana ulaşmada yardımcı olabilmesi
için en detaylı değerlendirme Muhasebe Belgemizle ortaya koyulmuştur.
Hatalarımızın
yetmezliklerimizin, feodal ve küçük burjuva geri yanlarımızın samimi bir
şekilde eleştirel değerlendirilerek, kitlelerin bilgisine sunulmasından
çekinilmemiştir. Bununla da yetinilmemiş tarihimizin kimi dönem ve olaylarını
ele alan çeşitli türde yazınsal eserler teşvik edilmiş, gerektiğinde materyal
sunulmuş ve tanık anlatımlarıyla beslenmiştir. Bu anlayış eser biçimi ne olursa
olsun, tarihi değerlendirmelerden öğrenmenin ne kadar değerli olduğunun
yansımasıdır. Nitekim tarihiyle yüzleşemeyen, onu bir bütün sahiplenmeyen
geleceği de göremez. Tarihimiz gizli kapaklı bilinmez değildir. Bazı olaylar
birkaç defa kitaplara konuda olmuştur.
90’lı yıllarda bundan payını fazlasıyla
almıştır. Bunda garipsediğimiz şikayet ettiğimiz bir durum bulunmuyor. Sonuçta
her yazar konumlandığı sınıfsal gerçekliği üzerinde ele almaktadır. Bu
çalışmalardan öğreniyor ve öğrenirken doğru ve yanlışı ayırt ediyoruz. Nasıl ki
tarihimizi konu edinme hakkı yazarda varsa, onun anladığı tarihin eleştiri
konusu yapma hakkı okuyucuda vardır. Bizde bu görevimizi M. Ali ESER’in Kırda
Ateş Politik II. İsimli kitabı özelinde gerçekleştireceğiz.
Öncelikle şunu
belirtmekte fayda var; tarihimizden kesitlerin ele alındığı pek çok eserde
olduğu üzere, ele aldığımız kitabı okunmaya değer kılan özellik tarihi ele
alıyor olmasıdır. Yazarın şunu bilmesi gerekir ki ortaya koyduğu eser edebi
yeterliliğinden ötürü ilgi görmemektedir. Bir çalışmaya roman diyerek, onun
edebi bütünlüğü sağlanmıyor. Okuyucuyu yazarında bildiğini düşündüğümüz üzere,
kitaba yönelten tarihi kesittir.
M. Ali ESER’in
otobiyografik niteliği de olan kitabının konu edindiği dönem hareketimizin
önemli süreçlerinden biridir. 1987 yılında bölünerek DABK ve Konferans
isimleriyle iki ayrı kanada ayrılan güçlerimizin, 5 yıl sonra 1992 de birlik
kararı almasının peşine 1993’te gerçekleşen OPK dönemini ele alıyor. Tek tek
bireylerin samimi istemlerine rağmen, bu süreç doğru değerlendirilmeyerek,
birlik sürecinin ilkesiz zeminde ilerlemesi tekrar parçalanarak sona
erdirmiştir.
Bu dönem Muhasebe
Belgemiz başta gelmek üzere, pek çok siyasi değerlendirmeye ve farklı edebi
çalışmalara konu olmuş ve olmaktadır. Bunun olması da doğaldır. Tarihimizin ele
alınışı ne kadar doğalsa onun bireylerin o süreçte içine düştükleri grupçu,
ilkesiz tavırlarını aklamaya malzeme yapılması da doğal değildir. Tarih bir
bütündür. Bireylerin tek başına aldığı ve aldığını iddia ettiği tavırlara
sığdırılamaz. Tarihimizi, değerlerimizi arka fon olarak kullanarak kendisini
aklamaya, paklamaya ve pohpohlamaya yeni bir örnek olarak M. Ali ESER yeni
kitabıyla dahil olmuştur. Bunu da bedel ödemekten bir an dahi tereddüt etmeyen
yoldaşlarımızın üzerinde tepinerek gerçekleşmiştir. Konu edinmemize de neden
olmuştur. Yazarın bu saldırının bir hayli yoğun olması neden olmuştur.
Devrimcilere
Saldırının Dayanılmaz Hafifliği;
Giriş bölümünün
ardından kitabın içeriğini inceleyebiliriz. Kitap gerçekleşecek olan Olağanüstü
Parti Konferansı’na (OPK) katılacak olan 2 kişinin konferans alanına yolculuğuyla
başlıyor. Okuyunca anlaşılacak ki bu kişilerden biri yazarın kendisi Atilla,
diğeri de OPK bitiminde G. Sekreter olan kişidir. Yolculuk süresince dikkat
çekici biçimde gerçekleşen yazarın iç konuşmaları gereğinden uzun ve karmaşık
olabilir. Bu durum okuyucuyu kitaba çekmesi ya da edebi kaygıdan ileri
gelmiyor. Yazarın kendisini grupçuluk anlayışından aklama amacından ileri
geliyor. Yazar, yani kitapta belirtilen ismiyle Atilla’nın delegelik biçimiyle
başlayan grupçuluktan, kendini aklamak için olmayacak saflık ve madrabazlık
sergilemektedir. İstemeye istemeye aldığını iddia ettiği delegenin OPK
başlamadan düşürülmesini de nedense doğru olmadığının yönelik başvurmadık teori
bırakmıyor. Hatta bu durumun değerlendirilmesinin birlik sürecini tıkayabileceği
iddiasını dahi ileri sürebiliyor. Bu kaygıyla da hareket eden konferans kökenli
delegelerin Atilla’nın haklı olmasına rağmen, tartışmayı uzatmayarak
delegeliğinin düşürülmesine onay verdiklerini iddia edebiliyor. Hâlbuki
Atilla’nın delegelik konusu fazla tartışılmadan, ezici bir çoğunluk tarafından
doğru bulunmayarak düşürülür.
Şunu belirtelim
OPK’da 7 DABK kökenli ve 13 Konferans kökenli delege bulunmaktadır. Alt
konferanslarda belirlenen bu delegeler çeşitli bölgeleri temsilen
katılmaktadır. Atilla ise faaliyette bulunmadığı Karadeniz Bölge Komitesi (KBK)
adına delege olarak alana getirilmiştir. Çalışma yapmadığı bir bölgeden delege
olarak OPK’na dâhil edilmesine karşı çıkışların haklılığı açıktır. Ancak yazar
bu açıklığa rağmen, karşı çıkışlar karşısında olmadık formüller ileri sürerek
boşa düşürme gayretindedir.
Bu formüllerin o an’ın sıcaklığında
değerlendirilmediği, konuşmadığı bir diğer hayali kurgudan öte gerçektir. Ancak
mesele en başından hatalıdır. Almış olduğun oyu saymak yerine, olmaman gereken
oylamayı neden belirtiyorsun? Sonuçta Atila faaliyet alanı olmayan bir
bölgeden, hileyle ve grupçuluk anlayışıyla delege olduğu iddiasıyla OPK’na
getirilmiştir. Bu durumda haklı çıkışların sonucunda ‘’delegelik’’ iptal
edilmiştir. Bu iptalin nedenini DABK kökenli delegelerin grupçuluğunu ileri
sürerek açıklamaya çalışan yazar, nedense yukarıda belirttiğimiz DABK ve
Konferans kökenli birleşimden hiç bahsetmez.
Bu durumda
gösterdiği üzere konferans kökenli delegelerin onayı olmadan delegeliğinin
düşmesi olanaksızdır. Grupçuluk mantığıyla elde ettiği delegelik OPK başlamadan
sona ermiştir. Yazarın bu noktaya gelinceye kadar sergilediği tavır, kitapta
kendisine yönelik ifade ettiği; “artık yere bırak bu köylü saflığını taşımaktan
yorulmadın mı bunca sene!” dedirtecek kadar sahtedir.
Bu saflığının gerçek
olmadığını kitap boyunca OPK’na delege olarak katılan ve o alanda farklı
görevleri nedeniyle bulunan DABK kökenli delege ve savaşçılara hakaret,
küçümseme vd. saldırısıyla açıktır. Bu saldırılarının yanı sıra konferans
kökenli delege ve savaşçıların DABK kökenliler rekabetçi şekilde yansıtarak
nitelikli gösterme çabası söz konusudur. Yazar OPK öncesi konferansçı kanat
içinde yeralışını, OPK değerlendirmelerinde yaptığı grupçulukla sürdürmektedir.
Kendisiyle birlikte alana gelen ‘’Hüsnü’’ nün grupçuluğuna, istemeden dâhil
olduğunu ispatlamak için verdiği çaba, DABK kökenli yoldaşları küçümsemeye
dönük ifadeleriyle açığa çıkmaktadır.
Kitabın öne çıkan
bir yanı DABK ve konferans kökenli kadrolar arasındaki siyasi, askeri, örgütsel
nitelik farklılığını, bir tarafı üzerek bir tarafı göklere çıkararak
gösterilir. Bu sorunlar özelindeki kavrayışsızlığın genel bir durum olmasına
rağmen, DABK kökenli kadroları sadece hedefe oturtmaktadır. Bu durum bu günde
94 ayrılığına yaklaşımda görmekteyiz. Yazar niteliksiz göstermeye çalıştığı
DABK kökenlilerde seçicidir. Hâlbuki düşmanlığı tek tek bireylerden yola
çıkarak bütünedir. Bu seçiciliğin nedeni de şuan içinde yer aldığı kolektifin,
DABK çizgisinin devamcısı olduğu iddiasıdır. İncelikli bir işçilikle DABK
kökenli kadrolara nefretini kusar, bu amaçla Nihat ‘’Baki’’ ve Cem seçilmiştir.
Nihat anlaşılır bir hedeftir. Karşı devrimci Hücre’nin başı olduğu daha sonraki
süreçte açığa çıkarılmış, tepki doğurmayacak bir isimdir.
Ancak kitapta
‘’Baki’’ ismiyle belirtilen yoldaşımızla, Cem yoldaş neden seçilmiştir.
Roman da ‘’Baki’’
ismiyle tanınan kişi, yıllarca kırsal alanda mücadelenin ihtiyaçlarını
karşılamak için emek vermiş, önemli görevler üstlenmekten geri adım atmamıştır.
Bu sürede düşmanla pek çok defa sıcak temas kurmuş ve kararlığından geri adım
atmamış yoldaşımızdır. Kırsaldan tedavi amacıyla çıktığı yurt dışından geri
dönüşünde sınırda düşmanın eline geçmiş ve uzun yılları bulan tutsaklığa
hapsedilmiştir. Bu sürede de kendisine verilen görevleri ağır tecrit
koşullarına rağmen sürdürmüştür. Devamında ‘’3. Oturum’’ marifetiyle
gerçekleşen darbeden sonra, 2014 yılında yaşanan ayrılıkta Kaypakkayacı hareket
saflarında kalarak, yazarın içinde bulunduğu darbeci-oportünist çizginin saldırılarının
karşısında durarak mücadelesini sürdürmektedir.
Cem yoldaşımız
kitapta açık ismiyle de belirtildiği üzere A. Rıza SABUR‘dur. Bilindiği üzere
Cem yoldaş hazırlığı yapılan 2. Oturuma katılım için Dersim bölgesine gelen
yoldaşlarında içinde olduğu katliamda 16 yoldaşıyla Mercanlarda
ölümsüzleşmiştir. Kırsal mücadeleye katılımı öncesi ve sonrasıyla
ölümsüzleştiği tarihe kadar, kendisine verilen her görevi geri çevirmeden
üstlenen, bu doğrultuda alınmadık görev bırakmayarak, bunu son olarak ölümsüzleşerek
en üst düzeye taşıyan yoldaşımızdır.
Bu durumun yanı sıra
onun mücadelesini sahiplenen ailesinin tavırlarından da bahsetmek gerekir. Bu
durumun neden hedef alındığı gösterir. ‘’3. Oturum’’ marifetiyle gerçekleşen
darbe karşısında, Cem yoldaşın mirasının taşıyıcılarından ailesi tavır
göstererek Kaypakkayacı çizgiden yana duruş sergiler. Bu durum karşısında
darbeci-oportünist çizgi sahiplerince aile hedef haline getirilerek yıpratılır.
Bu iki yoldaşımız
üzerinden yakın zamana kadar uzandığımız gelişmeler, yazarın içine yeni dahil
olduğu kolektif tarafından DABK kökenli yoldaşlarımıza saldırılarını görmezden
gelme gerekçesidir. Böylece M. Ali Eser’in yoldaşlarımıza saldırılarına sessiz kalınmakla
yetinilmemiş, bu yapı bünyesinde yer alan yayınevince de kitap basılmıştır.
Böylece iki yoldaşımız şahsında DABK’nin dönem kadroları saldırıya hedef
olmuştur. Bu detayı da belirttikten sonra devam edelim.
OPK Maoist parti
tarihimizde çok önemli dönemeçtir. Ancak sonradan yapılan bazı
değerlendirmelerden de anlaşıldığı üzere yeterince bilince çıkarılmamıştır. Bu
değerlendirmelerin muhatapları daha çok dönem koşullarını göz ardı eden,
kişileri öne çıkaran ve grupçu bakış açısından sıyrılamayan tarzda anlayış
getirilmiştir. Bilinmelidir ki birlik süreci OPK öncesi başlayan bir
gelişmedir.
1987’de ayrılan iki
kanat 91 yılını 92’ye bağlayan kışlık üslenme sürecinde birlikte hareket etme
kararı başlatarak birlik komisyonunun kuruluşuna imza atılır. Bu doğrultuda
merkezi kadrolardan tutalım faaliyet alanlarının belirlenmesine kadar iki
kanattan temsilciler atanarak, görevliler tayin edilir. Birlik komisyonu ve
merkezi yürütme DABK ve konferans kökenli kadrolarca şekillenir. 92 faaliyet
dönemi Birlik Komisyonu’nun belirlediği görevlendirmeler çerçevesinde ilerlemiş
ve 93 baharı için OPK görevi önlerine konulmuştur. Yazar ve beraberindeki
delegeleri alanda karşılayan ilk birliğin sorumlusu Cem yoldaştır. Yazar bu
karşılaşmada Cem yoldaşın yüz ifadelerinden tutalım tavırlarına kadar pek çok
olumsuz, karalayıcı tespitte bulunuyor.
Öncelikle 92 yılının
kışlık üstlenmesinde yaşanan gelişmelerden kısaca bahsedelim. Pülümür ve
Munzurlar da bulunan iki üstlenme yeri ve çevresi düşmanın saldırısına uğrar.
Kitapta bu bilgiye sahip olsakta, saldırı maksatlıdır. Bu gelişmelerden
kaynaklı önemli kadro ve savaşçılarımız yıldızlaşmış ya da sakatlanarak
mücadeleden kopmak zorunda kalmıştır. Bu kayıplardan kaynaklı alanda
demoralizasyon ve tahribat söz konusu olsa da yazar hiç dile getirmez. Sanki
hiç böyle bir süreç yaşanmamış gibi alanda bulunan yoldaşlar duygusuz birer
kaya gibi resmedilir. Yazarın OPK nedeniyle bulunduğu alanda, 3-4 ay önce
yaşanan bu gelişmelerin sohbet konusu olmadığını görüyoruz. Yazarın keyifle
kendisini ayrıcalıklı bir yere koydurttuğu emperyalist İsmail ve Alev ile
sohbetlerinde, bu kayıplar ve kışın yaşanan süreç konu edilmez. Eşyanın
tabiatına aykırı bir durum. Çok önemli kadrolar ya ölümsüzleşmiş ya da
sakatlanarak mücadeleden kopmak zorunda kalmıştır. Ancak sohbet konusu
değildir. Veyahut bu sohbetler gerçekleşmiş, kitabın amacı dışına
değerlendirilerek konu edilmemiştir. Böylesi bir durumun şehirden kırsal alana
gelenler tarafından sohbet konusu yapılmaması olanaksız. Taş olsa çatlar
denecek süreç yaşanmıştır.
Yazar Cem’le ilk karşılaşmasından sayfalarca
olumsuz kötümser değerlendirmede bulunmak yerine, üstte belirttiğimiz
gelişmeleri de dikkate alarak anlayışlı, iyimser yorumlar yapmak yoldaşça
olandır. Fakat yazar merkezine kendisini koyduğu nesnellikten uzak bir
değerlendirmede bulunuyor. Dünya yansa umrunda olmayacak şekilde bakıyor.
Ardına sıraladığı Cem’in davranışlarına yönelik olumsuz tespitleri yerine,
nedenine ilişkin baş başa oturup sohbet etmeyip, otuz yıl sonrasına taşımak
samimi değildir.
Yazarın kendisine zorlama bir şekilde hedef
alarak seçtiği Cem yoldaş ise yanlış bir tercihtir. Bulduğunu sandığı cevher
suya atıldığında eriyen cinstendir. Yazarın kitaptan bir bölümde
unutamadığını ifade ettiği Cem yoldaşın güler yüzü yıllar öncesinde kalmamış,
onu tanıyan pek çok yoldaşının da hafızasındadır. Yoldaşlarına karşı samimi,
fedakarca yaklaşan ve naif yüreği davranışlarıyla açığa çıkan yoldaşlarımıza
saldırmayı yazar kendisine hak görebiliyor. Yoldaşımızı Suriye ve Rojava Kürt
halkının katili Esad’a benzetebilecek kadar kendini kaybeden bilinç
zehirlenmesi yazar yaşıyor. Yanlış anlamadığınız yazar; “bu fotoğraf karesi,
yıllar önce gazetelerde görüldüğü, Hafız Esad’ın yana dönerken çekilmiş ünlü
görüntüsü ile neredeyse aynıdır.
Zihinin nasıl olurda
böyle bir oyun oynadığını anlamasa da, Cem’le göz göze gelişi, canlanmış o
resimle göz göze gelmiş hissi yaşattı. Tek farklılık Cem’in yıllar öncesinden
aklında kalan gülüşünün bozulmadan tekrar etmesiydi.” (S.78 diye aktararak ona
göre oyun olan benzetme bize göre yıldızlara saygısızlıktır.) Arap, Kürt vd.
halkların katili Hafız Esat, ömrünü devrimci mücadeleye adamış ve bu uğurda
ölümsüzleşen yoldaşımıza benzetiliyor. Teşbih, benzetme yönetimi roman ve öykü
yazımında sıklıkla başvurulur.
Yazar bu yöntemi birbirine zıt karakter ve
anlayıştır. İki kişiyi bir araya getirerek kullanıyor. Bedel ödemekten bir an
dahi geri adım atmayan ve bu uğurda yıldızlaşan yoldaşımıza karşı hoyratça,
kendini bilmez şekilde kullanabilmiştir. Yazar benzetme yaptığı Esat’ın
görüntüsüyle 30 yıl sonra bile eşleştirebiliyor. İçindeki nefret ve düşmanlığın
geldiği boyutun bir örneğini M. Ali Eser sunuyor. Hayattayken bunu yapmaya
cüret edemedim, ölümsüzleştikten sonra yapayım dercesine saldırmıştır.
Yazarın saldırıları,
hakaretleri sadece bununla da sınırlı değildir. OPK süresince bulunduğu alanda,
başına gelen en kötü anıların sebebi olarak da sürekli biçimde ifadelerini
bulacağız. Yazarın anlatımlarına bakınca Cem bencil, halden anlamayan,
suratsız, duygusuz, kindar vs. vs. diye uzayan iyice iyiye dair hiçbir nitelik
barındırmadan devrimci mücadeleye katılan biridir. Yazar Cem’in durduğu yerin
tersine aktarımlar yaparak okuyucuyu ona karşı kinlenmeye teşvik ediyor. Yazar
ne kadar karalamaya da çalışsa bizler için Cem yoldaş, 1. Oturumun coşkusunu,
halayın başında kendisinden geçercesine kutlayan, yoldaş canlısı olarak
kalacak. Yazarın Cem yoldaşa ifadelerine geçelim.
‘’Cem onu (Atilla)
tanımazdan geliyordu, karşılaşınca şu anda ayaklarını donduran kar gibi
soğuktu.” (s.51) Yazar bu cümleyi kurarken bir an olsun, Yel Dağı
yolculuklarını ayakları donarak atlatabilen yoldaşlarımızı göz önüne alıyor
muydu? Kustuğumuz nefretin boyutunu iyi anlamak için hissedebilmek önemlidir.
Karşımızdaki taş değil, eti ve kemiğiyle kendini mücadeleye katandır.
Devam edelim; (Cem)
“dinlenecek misiniz diye sormadan, su ve yemek ihtiyacının olup olmadığını
sormadan… ‘Hadi yürüyoruz’ demişti. (s.52) “…eğer Cem bildiğim sesin sahibi ise
niye bu kadar soğuk davranıyor? Sorusunun cevabını bulmak stresi, midesine
soğuk metalden bir kütle olarak asılıp kalmıştı ve bu his Atilla’nın bütün
tadını alıp götürdü sanki.” Bu ifadeler Cem yoldaşla karşılaşmaları üzerine
yapılan yorumlardır. Aktardığımız bölümlerden anlaşılacağı üzere yazar da
kötümser bir bakış hakimdir. İyi niyetli küçükte olsa bir değerlendirmeye
rastlanamaz.
İlk karşılaşmanın bu derece abartılı kötümser
verilmesi, sonraki yorumların da ne derece incitici olacağının habercisidir.
Yazar su ihtiyacını dile getirdi de, içemez misin denildi? Bu nasıl saldırı
nesnesi arayışıdır. Halk ordusu erlerinden bahsediyoruz, karşınızda faşist Türk
ordusu bulunmuyor. Munzurların Erzincan köylerine bakan, herhangi bir
noktasından kamp alanı arasındaki mesafe abartılacak uzaklıkta değildir. Yazar
günlerce aç ve susuz yürümüş esirler gibi, bu meseleyi saldırı meselesi haline
getirmiştir. Şunu da belirtmekte fayda var inandırıcılıktan yoksun. Kendisi de
dahil 4 delege karşılanıyor. Ve biride bu durumu eleştirmez? Diğer delegelerden
alana ilk defa gelmeyenlerde var. Bu durumu ifade edebilirler.
Devam edelim;
“Cem’in tavrı başka bir şey söylüyordu; bambaşka bir şeydi. Birbirleriyle
karşılaşmış iki hak yolcusunun karşılaşırken ki nezaketinden, kültüründen daha
geriydi” oldu olacak yazar düşman gibi karşıladı diyebilirdi. Farklı bir anlam
çıkmıyor. “Cem, yabancıydı ve yabancıları alıp, ortaklaşa kurulacak divana
oturmaları için karargahına götürüyordu.’’ (s.53) Bu tekrar eden yoldaşlıktan,
devrimci bakış açısından uzak olumsuz bakış açısını kitap boyunca okurun kinlenmesi
istenircesine okuyoruz.
Yazarın amacı bu olmalı, başka türlü bu
ifadeler neden otuz yıl sonra kitaba konu edilir. ‘’Cem’in bu tavrını gördükten
sonra ağzını açacak en küçük bir istek kalmamıştı” (s.131) 4-5 saat önce ilk
temas ettiği Cem’in tavrı ve söylem şaşkınlıktı” (s.82) Cem yoldaşa
saldırıların yanına “Baki” ismiyle belirtilen yoldaşımıza saldırılar eklenir;
“Cem’in ve Baki’nin tavırlarından beri, sorarken de birşeye cevap verirken de
bir temkinlilik tavrına girdiğini fark etti”. (s.131) Anlaşılan yazarın
çocukluktan kalma psikolojik sorunu gün yüzüne çıkıyor.
Bilinç altına
yerleşen çocukluktan kalma baskılama Cem ve “Baki” tarafından, tetiklenerek
yazarı içine kapatıyor. Bu paranoyakça düzeye gelen yaklaşım gösteriyor ki
“Baki” ve Cem yazarın üst beynine yerleşiyor ve onu yönetiyor. Düşmanın
karşısında işkencelerde onurlu direnişini yere göğe sığdıramayan yazar, “Baki”
ve Cem’in tavırları karşısında suspus olduğunu iddia ediyor. Bu nasıl devrimci
niteliktir ki yoldaşları karşısında sinik hale kendini getiriyor.
“Duygusaldı,
tepkiliydi. Ve Cem’le karşılaştıktan şimdiye kadar ki bu iki gün boyunca
gördükleri bir insanın on yılda gördüklerine eşit şeyler olarak birikmişti
sanki’’ yazar bir ayda ne yaşamış olabilir ki? Aslında bir ayda değil iki kısa
günde yaşamış. Acaba 1993’te zorlu kış şartlarında yerleri açığa çıkan Pülümür
barınağından güvenli bir alana zorlu ve uzun yolculukla ulaşmaya çalışan 48
yoldaşımızdan biri miydi? Kardelen Hareketi sürecinde, Maoist Parti’ye sızan
ajanlar açığa çıkarılırken, yoldaşlar arasında kendiliğinden gelişen güven
erezyonunu tersine çevirmek için çabalayan yoldaşlardan biri miydi? Bir Dersim
Yetmez Hedef Bin Dersim olmalı! şiarını rehber edinerek Karadeniz’e ilk defa
ayak basarak bölgeyi tanımaya çalışan birliğin üyesi midir? Hiçbiri tabi.
Mücadele tarihimizi kendi romantizminin malzemesi yapmaya çalışan, tükenmiş bir
kişiliktir.
Yazar ardı ardına
Cem yoldaşla ilgili iddialarda bulunuyor. Ancak nedense karşılamaya gelen
birliğin diğer üyelerinin adını bile anmıyor. Hafızasında Cem’in yüz
mimiklerini saklayabilen yazar, birliğin diğer üyelerinin ismini vermekten
neden çekiniyor? Doğru olmayan ifadelerinin açığa çıkmasını engellemek istiyor.
Abartarak verdiği iddialarını, iradi mücadelelerle değiştirme olanağı söz konusuyken,
otuz yıl önce yapmadığı sohbeti bugün karalama malzemesi haline getirmiştir.
Çünkü sorun olarak
gösterilenler, somut koşullara ait olmayıp otuz yıl sonrasının saldırı
malzemesidir. Cem yoldaşa ilişkin olarak değineceğimiz son konu; bir ay yazarın
kaldığı Dersim’de kamp alanından başka bir yere çıkmayan askeri anlamda hiçbir
tecrübe sahibi olmayan yazarın, hüznünün OPK (G.S) ağzından Cem yoldaşın
komutanlığının sorgulanmasıdır. (Atilla) “Ulaş nitelikli bir yoldaş gerillanın
sevgilisi gibi dedi.
Evet öyle diye
onayladı Hüsnü. ‘Konferans sürecinden beri gözlemledim; bana Sovyet
romanlarından anlatılan kızıl ordu kişiliği hatırlattı.’ Bir de Cem’e bak diyen
Hüsnü’nün dudaklarında acıyla karışık bir sırıtma oynaştı. ‘Yılların kadroları
ama Ulaş’taki esnekliğin alçak gönüllülüğünün zerresine sahip değiller’ diye
(Hüsnü) ekledi” (s.327) Okuyucu şu yanılgıya kapılmamalı “Hüsnü”nün ağzından
bile bazı ifadeler verilse, yazarın dimağının ürünüdür. “Zerresine sahip
değiller” diye çoğul kullanılan ifade dönemin DABK kökenli komutanlarıdır.
Grupçuluğun açık ifadesidir.
O zerresine sahip
olmayan dediklerinizin pek çoğu yıldızlaşmıştır. Cem yoldaş paramparça edilmiş
geriye kalan bedeniyle ailesine ve yoldaşlarına emanet edilmiştir. Bu
mücadelenin sizin gevezeliklerinizle mi örüldüğünü sanıyorsunuz? Size kalsa
yazı yazarak devrimcilik yapılırdı. Kadro vasfına sahip olan iki yoldaş, hadi
varsayalım bu sohbet gerçekleşmiş; biri OPK sonrası Maoist partinin en üst
görevine atanıyor, diğeri 1 No’lu Askeri Bölge Yürütmesi DBK’na atanıyor.
1 aylık gözlemleriyle yazar bizden yani okurdan, Cem’i yaftalamamızı istiyor.
Yazar genel bir sorun olarak karşımıza çıkan meseleleri, tek tek kişilerle
açıklama hastalığını burada da sergiliyor. Biz dönem askeri kadrolarının
yeterli beceriye sahip olduğunu iddia etmiyoruz.
Muhasebe Belgemizde de belirtildiği üzere
geride kalan zaman zarfında, hareketimizin en önemli zaafı Halk Savaşını
kavrayış yetersizliğidir. Yazar genel bir sorun olan bu duruma, grupçuluk
mantığıyla Konferans kökenlileri yeterli göstererek, karşı taraftan da tek tek
bireylere yıkarak, genel bir sorunu çözümsüzlüğe itiyor. Burada anlatmak
istediğimiz ne Ulaş ne de Cem yoldaşın askeri anlamda istenilen yeterlilikte
olmadığıdır. Çünkü genel bir yetersizlik söz konusudur. Birilerini ya da bir
tarafı ezip diğerini ya da diğerlerini yüceltecek bir durum söz konusu
değildir. Ayrıca yazar gerçekçi yorumdan da uzaktır.
Cem yoldaşla 1 aydır bir arada ve askeri
hiçbir pratiğe girilmiyor, ancak Ulaş kampın son günlerine yetişiyor ve o
kısacık gözlemle niteliklerini açığa çıkarıyor. Öncelikle yazarın bakış
açısıyla ortaklaşmadığımızı belirtelim. Komutanlık niteliği askeri kabiliyetle
sınırlı değildir. Ayrıca siyasi yeterliliğinde yanı sıra ilerlemesi gerekir.
Yazarda da olduğu üzere bu konumdaki yoldaşların sadece askeri kabiliyeti
dikkate alınmıştır. Bu da kavrayışsızlığı derinleştiren bir unsur yaratmıştır.
Ancak M. Ali ESER
bunlara bakmaz. Onun için önemli olan güler yüzlü karşılama, yoldaşça
kucaklaşma, su içmesine engel olmama vs. vs. yazar için devrimcileri karalamak
bu kadar basittir. Ancak bizim sahiplendiğimiz MLM anlayış ve değerlendirme
yöntemi bu değildir. İçinde nasıl bir zehirden irin birikmişse yazar kusuyor.
Askeri veya siyasi hiçbir değerlendirmede bulunmadan, Cem yoldaşın ve genelde
DABK kökenlilerin yetenekleri sorgulanıyor. Elbette bu nitelik sorgulanabilir.
Ancak doğru çerçevede olmalıdır. Yerden yere vurduğu Cem kendisine verilen her
görevi ikiletmeyen, en zorlu süreçlerde en önde görev alabilen, kırsal
mücadelenin yürütüldüğü Dersim, Karadeniz ve Amed’ te görev alabilmiş sayılı
yoldaşlardan biridir.
Siz kendinizi bu
pratiğin karşısında düşmanca şekilde konumlandırıyorsunuz. Geliştirici,
dönüştürücü değil yıkıcısınız. Devrimci mücadeleyi kendinizi pohpohlama, temizleme
ve romantizm sahası mı sanıyorsunuz? Sizin gibiler Kaypakkaya geleneğinin
mirasını tüketmekten, ona zehir kusmaktan başka bir anlayışa hizmet etmez.
Grupçuluk zihniyeti içine sıkışmış M. Ali ESER, varlığını bedel ödemiş
devrimcilere saldırmakla sürdürüyor.
(DEVAM EDECEK)
BİR TÜKENİŞİN ADI:
MEHMET ALİ ESER (2)----6 Eylül 2023
Devrimcilerin Ölümüne Susamış Düşkünlük
GÖRSEL: 1993-OPK
Munzur Dağları.

Yoldaşımız 45 yıldır
Kaypakkaya hareketinde mücadele veriyor. Yazarın kitabında ölmesini dahi
isteyecek kadar ileri gittiği yoldaşımız, düşmanın tüm imha operasyonlarında,
ki mi zaman yaralı olsa bile çıkmayı başarmıştır. Yazar mermi sıkmadan
komutanların olması gereken niteliklerini düşünürken, yoldaşımız çatışmadan
çatışmaya bu nitelikleri öğrenmeye çabalıyordu. Bu mücadelesini 24 yıldır
tutsak olduğu zindanda tecrit ve tredmana karşı direnerek sürdürmektedir. Yazar
kullandığı ifadelerde hiç olmazsa bu durumu görerek saygı gösterebilseydi.
Öncelikle “Baki”
ismini neden tercih ettiği üzerinde duralım. Muhasebe Belgemizde belirtildiği
üzere, I. Konferans süresinde ‘RS’ hizbi açığa çıkar. İki farklı ismin
örgütlediği bu hizbin içindekilerden biri Baki İşçi’dir. Bu kişi hareketimizde
‘savaş ağalığı’ çizgisinin bilinen ilk ismidir. Yine yazarın kitabında Baki
ismiyle tanımladığı yoldaşımız da “Savaş ağası” zemininde oturmaktadır. Bu
niteliklere uygun isimle yoldaşımızı yaftalayarak, aklı sıra yazar, amaçladığı noktayı
pekiştirme niyetindedir. Böylece I. Konferans öngünlerinde ortaya çıkan savaş
ağası Baki, 1993 OPK’nda farklı bir bedenle karşımıza çıkarılmak istenir. Yazar
kendi çapını açığa vururcasına, yüz yüze yapamayacağı hakaretler ve
suçlamalarla yoldaşımızı nitelemiştir.
Devrimci anlayışa
sahip olmak zihniyetin dönüşümüdür. Bu davranışta, ilişkilerde ve kullanılan
dilde meydana gelmesi gerekli, temelden bir dönüşümdür. Devrimci mücadeleden
bir an dahi olsa geri durmayı düşünmeyenlere hakaret etmek asla değildir. Var
olduğunu düşündüğümüz hatalar karşısında yapılması gereken, nesnel olanla
yetinen eleştiri yürütmektir. Ancak Cem yoldaşımızdan sonra bu defa “Baki”
ismiyle tanımladığı yoldaşımıza da bunun aksine yönelim gösterir.
O halde “Baki”
ismiyle tanımladığı yoldaşımızla alakalı bölümlere geçebiliriz; “sofranın
çemberi tamamlanmışken… ‘haydi başlayın’ diyen kişi ise kuru kaba gülüşüyle
ikide bir sol göğsüne asılı duran telsizin mandalıyla oynarken adeta ‘ben
buranın hakimiyim ’ havasındaki kişi; Baki’ydi…”
İlk defa geldiği bir
alanda, henüz tanıştığı yoldaşa hiç hoş olmayan gözlemler. “Baki” o dönemin ve
sonraki sürecin değerli ve tecrübeli kadrolarından biridir. Önemli çatışmalar
ve pusulamalar içinde yer almış ve yönetmiştir. Savaşı savaşarak öğrenmenin somut
örneği olmuştur. Yazarın dikkat çektiği üzere “Baki” sürekli bir şekilde telsiz
mandalıyla oynuyorsa hem bu niteliklere aykırı hem de onlarca birliğe kumanda
eder kurmaylığa erişmiştir.
Bu iki durumun da
gerçekliği söz konusu değildir. 90’ların başı 2000’lere göre telsiz önemli bir
iletişim aracıdır. Ancak bu duruma rağmen kendisini yemekten alıkoyacak
sıklıkla telsiz kullanımı olanaksızdır. Sabit bir noktada ve önemli bir
toplantının yapıldığı alanda sürekli şekilde telsiz kullanımı mantıklı gelmiyor.
Bu alanda güvenliği takip edecek pek çok yoldaş var. Anlaşılan gürültüsü ve
gülüşünü beğenmediği “Baki” ye, yazar telsizi de fazla görmüş. Daha ilk andan
başlayarak yoldaşlarına karşı böyle aşağılayıcı düşünceler besleyen birinin
yoldaşlık ilişkileri sevgisiz ve geridir.
Devam edelim;
“yakasına monteli telsizle arada bir muharebe yapan Baki’nin konuşmaları,
geldiğinden beri dikkatini çekiyordu; lakayt ve alaycıydı karşı taraftakiyle.
Atila, bu gözlemlerini sentezleyince ‘Karargah komutanı Baki’ dedi içinden.(s.82)
Öncelikle yazarın
“Baki’ye” yaklaşımı paranoyaklık boyutuna ulaşmış görünüyor. Kitap boyunca
göreceğiz ki kalabalık bir ortamda, başka kimseyi böylesine adım adım takip
etmemiştir. Yazar öznel düşüncelerini okuyucunun sorgulamadan kabulleneceğini
düşünüyor. Bu gözlemler kamp gününün ilk gününe ait. Ciddi bir önyargı
sıkıntısı var ve nasıl parçalanacağı şüphelidir. Aslında görünen o ki yazar,
süreci bugünden bakarak değerlendiriyor. Bu nedenle haksız ve nesnellikten uzak
yargılarda bulunuyor. Dönemin ruhuna inemiyor, roman yazmak kolay değil. Amaç
edebiyat olmadığı için de yazar sübjektif değerlendirmelerle romanını boğuyor.
Henüz sohbet bile etmediği, yargılarını bile tahminlerle oluşturan yazar,
bunları hoş olmayan nitelemelerle besliyor. Kendisinde sık sık bahsettiği üzere
yeni mücadeleye katılan biride değil. Yanlış düşündüğü meseleler üzerine
yoldaşlarıyla sohbet edilecekken, bunu yapmaya tenezzül bile etmemiştir. Çünkü
hayali olaylar yaratıyor. “Lakayt ve alaycı” deniliyor ama nasıl bir sohbette
bunu yaşadığı muammadır. Yazarın amacı çamur at izi kalsın olduğu için, buna
gerek duymuyor. Elbette bu özellikleri “Baki” taşıyabilir, ancak bu nu somut
bir şekilde ortaya koymak iddia sahibinin de sorumluluğudur. Yoksa tersinden bu
ifadeleriniz, yakıştırdığınız özellikler sizlere giydirilir.
Gelelim apoletlileri
gelir gelmez tespit etmek talaşınıza. Yazarın ilginç bir sentezleme anlayışı
var. “Lakayt ve alaycı” o halde karargah komutanı şu. “Karargah komutanı” arama
yöntemi de vardığı sonucun hatalı olacağını gösteriyor. Tahminlerle
apoletlileri aramak yerine, merakınızı giderebilmek için sorabilirdiniz. Hepsi
yoldaşınız, neden ilk elden sorumlu düzeyde yoldaşınızı arıyorsunuz. Kendinize
“Hüsnü” de olduğu üzere ahbap olarak onlarımı görüyorsunuz? Belirtelim
“karargah komutanı” “Baki” değil.
Yazar roman boyunca böyle yansıtsa da
“karargah komutanı” Nihat’tır. 30 yıl geride kalmasına rağmen, geniş kitlelerin
okuruna sunulan bir kitapta, bu bilgiyi edinmeye bile gerek duymamışsa,
kitaptaki bilgilerin gerçeklikle uyumu sorgulanır. Daha önce bahsetmiştik, bir
yıl önce oluşturulan Birlik Komisyonu Nihat’ı Genel Komutan olarak belirlemiş,
“Baki” ismiyle tanımlanan yoldaşımızı da Genel Komutanlık altında örgütlenen
Amed Bölge Komitesi komutanıdır. Bu nitelikler OPK öncesi niteliklerdir. Ayrıca
şu durumu da gözden kaçırmayalım bu kişiler ve diğer yoldaşların almış olduğu
görevler, DABK ve Konferans kanatları temsilciliklerinden oluşan, Birlik MK’sı
tarafından belirlenmiştir. Orada bulunan kadrolar sadece şu tarafın ya da bu
tarafın sorumlusu değildir.
Bir başka bölümden
devam edelim; “Baki’nin yanında oturuyordu. Telsiz konuşmaları şifresiz ve
açıktı… Baki, telsizle konuşmasının bir yerinde… gelirken Cemal ağaya da
uğrayın, ona bırakılan bir roket atar ve iki adet roket var; onları alıp
getirin deyince. Atila adeta şok olmuştu… kimseden ses çıkmayınca Atila…;
yoldaş telsizlerin dinlendiğini bilmiyor musunuz? Bu kadar açık konuşmak riskli
değil mi? deyiverdi… Baki’den aldığı cevap açık bir azar ve terslemeydi; ‘Ne bıra
bıra, daha yeni geldin, dilin de çok uzun senin ha!” Dikkat çeken, ilginç bir
diyalog olduğu açıktır. Tarihimizi konu alan ve dönemi de içine alan pek çok
farklı eser yazılmıştır.
Ancak askeri anlamda
bu kadar ciddiyetsiz ve güvenliği görmezden gelen bir tutum anlatılmamıştır. En
azından biz karşılaşmadık. Bırakalım “Baki” ismiyle tanınan yoldaşımızı,
herhangi bir yoldaşımızın böyle güvenlik kaygısı taşımayan pratiğini ne gördük
ne de okuduk. Ha kaza döneme tanıklık eden yoldaşlar da “Baki”ye atfedilen bu
pratiği okuduklarında şaşıracaktır. Yazar “Baki”yi her yönüyle olumsuz bir
kişilik olarak okura gösteriyor. Şaşırıyoruz, kesintisiz 12 yıl kırsal alanda
bulunan birinin, bu kadar olumsuzluk içinde olup da son ana kadar sorumluluk
düzeyinde bulunmasına. Yazar bu durumu neye göre açıklıyor. Sıradan bir
savaşçının bile yapamayacağı pratiği, tedbirsizliği “karargah komutanı Baki”
nin yaptığına inanmamız isteniyor.
Oldu olacak tüm
teçhizatlarmızı düşmana teslim edelim. “Karargah komutanı” bunu yapabiliyorsa,
yeni katılan birinin neleri yapabileceğini düşünmek bile istemiyoruz. Bu
anlatımdan çıkan iki yönlü göz göre göre gerçekleşen güvenlik zafiyeti
bulunuyor. İsmi açık şekilde belirtilen ve hayatta olmayan Cemal Ağa o dönem
risk altına sokulmuştur. Cemal Ağanın iki oğlunun telsiz görüşmeleri
sırasında -OPK delegeleri olmaları nedeniyle- kamp alanında olması
gerekiyor. Onlardan biri yazarın askeri anlamda öve öve bitiremediği “Zeki”
dir. 2 oğlu mücadele içinde olan ya da sıradan bir köylü böyle açık şekilde düşmana
yem edebilir mi? Anlaşılan bu kurguya inanmamız isteniyor. Diğer bir risk
altında olanlar da roketleri almak üzere görevlendirilen yoldaşlardır. Bu arada
o dönem bölge de bulunan birliğin sorumluluğunu Lenko yapmaktadır. O halde
“Baki” telsiz görüşmesini Lenko yoldaşla yapmaktadır. Açık bir şekilde alan
belirtilerek yapılan bir konuşma iddia ediliyor. Bu iki yoldaşın böylesi bir
görüşme yapacağını yazar bize inandıramaz. Ha keza yazar kitabında Lenko
yoldaşı da överken buna inanmamız isteniyor. Düşmanın bu görüşmeden yola
çıkarak durumu lehine çevireceğini bu yoldaşlar tahmin etmiyor mu? O dönemim
komutanlığı bunu dikkate almayacak kadar ciddiyetsiz mi? Yazar, sıradan bir
savaşçının dikkat edeceği bir meselede üzerinden bilgiçlik göstererek, özelde DABK
kökenli genelde ise tüm bir kırsal gücü hedefe koyduğu görülüyor.
Elbette köylülerden
belirtilen konuda yardım istenir. Tartışılan bu değil. Ancak böylesi bir
tedbirsizlikten sonra köylülerden gönüllü olarak yardım istenebilir mi? Yazar
ne yazdığının, ucunun nereye uzanacağının farkında değil. 4 ay önce kışlık
üstlenme alanlarında yaşananlara rağmen, böylesi bir tedbirsizlik yaşanabilir
mi? Düşman operasyonlarının en yoğun olduğu süreçtir. Atila’nın bildiğini
partizan nasıl bilmiyor? İnandırıcılıktan uzaktır. Bununla da sınırlı değil.
Atila iddia edildiği üzere “Baki” den yoldaşlık kültürüyle ilişkili olmayan bir
tarz da yanıt alıyor. Öyle ki OPK için alanda bulunan delege vd. savaşçıların
bulunduğu kalabalık bir ortamda verilen yanıt, sadece Atila’yı şok ediyor ve
diğerleri normal karşılıyor. O dönem en nitelikli kadrolarının bulunduğu bir
ortamda dikkat çekmiyor. Dar bir alanda ve açık yapılan bir konuşma nasıl
dikkat çekmez.
Atila’nın duyduğunu
bir kişiden fazlası duyması gerekir. Yazarın ifade ettiğine göre “Baki”, ilk
defa karşılaştığı ve sohbet dahi henüz yapmadığı yoldaşına “dilin çok uzun”
diyor. Sıradan bir toplantı arifesinde değiller. Birlik OPK’sı yapılıyor.
Böylesi bir ortamda delegelerden biri diğerine yakışıksız şekilde yanıt
veriyor. Bu belirttiğimiz nesnel durum göz önüne alınınca yazar
inandırıcılıktan uzaktır. Yöresel bir üslupla da inandırıcılık katılmaya
çalışılsa da, bu lümpen dil gerçeği ifade etmiyor. Yazar görünen o ki Muhasebe
Belgemizde eleştirisi yapılan, kısmi boyuttaki yoldaşlık ilişkilerinde yaşanan
lümpen, geri yoldaşlık ilişkilerine tavır açıklamalarına dayanarak “Baki”
üzerinden bir kurgu yapıyor. İnandırıcı olmaktan uzak bu kurgunun yaratılmasına
neden olan lümpen dilin sahipleri farklı kişilerdir. Yazar yanlış kişiye yönelmiştir.
Bu bilinen
pratiklere dayanarak inandırıcı olabileceğini düşünen yazar, sonuca gelerek
yargılıyor; “bu azarlayıcı dile, bu kibre, bu egemen, tepeden inmeci tavra
hazır olacak bir ortamdan gelmiyordu.” Gelmiyordu da neden bu tarzı eleştiri
konusu yapmamış. Alanda kendisinin de övdüğü pek çok nitelikli kadro
bulunurken, neden gündeme getirmiyor. Ayrıca bu tavırlarla karşılaşmadığını
iddia ettiği alandan yalnız o gelmiyordu ya, herhalde bu durumda hiç olmazsa o
yoldaşlar Atila’yı haklı bulabilirdi. Yazar öyle bir ortam yaratıyor ki
güvensiz, yoldaşlık ilişkilerinin olmadığı, bilgisiz ve cahil bir toplulukla
karşılaşıyoruz. Bu türden davranışlar yazarın ifadesiyle; “devrimciliğin
dışında her şeye benzeyen susturucu, içine kapatıcı bir tarzdı” (s.82). Bu
tarza sessiz kalmanın da yazarı farklı bir yere koymadığı bilinmelidir. 30 yıl
sonra iddia ettiği “dilin çok uzun” lafına inanmamızı bekliyorsa, önce
kendisinin tavırsızlığını açıklasın.
Yazar. 92 birliğine
ilişkin ya da farklı konular üzerine daha sonradan yapılan olumsuz
değerlendirmelere dayanarak, kurgusal olaylar yaratarak inandırıcı olacağını
düşünüyor. Ancak sorunları kişilerle açıklayıp, çözümü onları hedefe koyarak ve
bunu da DABK kökenli kadrolara yapmak, Muhasebe Belgelerimizle çelişir. Muhasebe
Belgesi kişilerin hatalarını öne çıkaran bir anlayışla değil, kolektif; bir
bütünü ele alan bir anlayışa sahiptir. Çözüm bu şekilde sağlanacaktır.
Kişilerle ve gruplarla sınırlayan anlayış, çözümsüz, yıpratıcı geriletici bir
tarzdır. Kolektif bilincin gerilediği durumda tek yanlı, öznel tavırlar ortaya
çıkar. M. Ali Eser’in hatalarının kaynağı da bireysel, bencil bakış açısının
hakim olmasıdır. Kendi başına tarihi yeniden yazarken içinde bulunduğu kolektif
yapıya yaslanmaktadır.
Devam edelim;
“Karargaha gelen yoktu örneğin. Birbirleriyle sohbet edenlerin de birbirlerini
dinlemedikleri, anlaşılması zor bir görüntü değildi. Baki bilindik lakayt,
üstenci ve kaba tavırlarıyla telsiz görüşmelerine devam ediyordu.” (S.83) Nasıl
bir yoğunluktur ki telsiz görüşmeleri sürdürülüyor. Yazar, düşman hareketliliği
dinlemek için takip edilen telsiz görüşmeleriyle, yoldaşların birbirleriyle
gerçekleşen telsiz görüşmelerini iç içe veriyor olması gerekiyor. Yazarın
anlattığı gibi bir yoğunluğun yaşanması olanaksızdır. Ayrıca yazar, anlaşılan
kimseyle de sohbet etmiyor. Herşeyi bırakmış çevresinde olup biteni takip
ediyor.
Ona göre bulunduğu
alanda hiçbir şey yok. Orada kendisi de dahil samimiyetsiz bir toplam var.
Aslında yazar ne dediğini bilmeyen, ben merkezci bir anlayışa sahiptir. “Gülen
yoktu örneğin” deniyor. Ancak ilerdeki sayfalarda neşeyle anlattığı Alev’le
yaptığı sohbetleri de kendinden kaynaklı bir durum olarak gösteriyor olmalı.
Nasıl bir “karargah” beklentisi vardı da gelen olmayışı üzdü. Bu durumun
inandırıcılığı zayıfta olsa, kışlık üstlenme alanlarında yaşanan kayıpların
yaratacağı moral düşüklüğü de gözönüne alınmalı. Ancak yazar buna vurgu
yapmıyor. Onun niyeti insana yabancılaşmadan doğan ilişkilere vurgu yapmak.
Böylece yoldaşlarımızı ruhsuz, insani duygulardan uzak göstererek
saldırıyor.
Yazar dönüp dolaşıp
yine “Baki”ye geliyor. Nedenini derinlerde aramaya gerek yok. İçinde bulunduğu
Konferans çizgisindeki yoldaşlarını övücü sözlerin dışında ifade kullanmayan
yazar, saldırılarını “Baki” ve Cem üzerinden DABK çizgisine yapıyor. Yazarın
“Baki” üzerinden saldırılarına devam edelim; “Baki her gün birçok kez telsiz
muharebeleri yapıyordu hala. Bu muharebelerden birinde ‘bra bra daha
bitirmediniz mi?, sizin iş yapmanız da TC askerlerinin iş yapmasına benzemeye
başladı; kırk kişi bir yumurtayı taşıyamıyorsunuz ha! dedikten sonra yaptığı
espirinin kıymetli olduğunu düşünmüş olacak ki, at kişnemesine benzer bir
edayla gülmüştü” (S. 123)
Nasıl bir benzetme
“at kişnemesi”, bu kadar çok mu “Baki”den nefret ediyorsunuz? Tam bir
düşmanlaştırma söz konusudur. Telsizden böyle uzun uzun görüşmeler
gerçekleştirmek, bulundukları alan için hiç normal değil. Yazarın teksiz
görüşmelerine ve “Baki”ye takıntısı da, malum “Baki”ye yakıştıramadığı
komutanlık, onun bilgi yetersizliğini göstermeye yönelik iddialarıyla
perçinlenmek isteniyor.
Birkaç gerillanın
katıldığı bir sohbet kurgulayan yazar, sohbetin konusu olarak hem
ekonomi-politik hem de askeri meselelerle ilgilenen komutan olur mu? olarak
belirlenmiştir. Tartışma konuları şaşırtıcı, yazarın tuhaf bir tartışma konusu
fantezisi var. Ancak “Baki”ye saldırmasının hafifliği yine karşımızdadır.
Yazarın aktardığına göre, “Baki” bilgisizliğiyle sohbete düstursuz girer;
“Emperyalist İsmail’e kalsa Lenin’de gerilladır” dedi.” (S. 128) “Baki” bu
cümleyi Mao’nun hem ekonomi hem de askeri sorunlarla ilgilenen askeri komutan
olduğunu iddia edenlere karşı olduğunu vurgulamak için ifade eder. Maoist savaş
örgütünde komutanlık yapan birine yapılan bu yakıştırma fazlasıyla ileridir.
Doğrudur dönem itibariyle Maoizm kavrayışı düzeyi her iki taraf içinde geçerli
olmak üzere yetersizdi. Bir tarafın diğerine göre bir adım önde olması
yeterlilik değildir.
Ancak yazarın burada yaptığı açık bir
iftiradır. Mao’nun hem ekonomi hem de askeri katkılarını, çözümlemelerini
bilmeyecek bir komutanın Maoist bir savaş örgütünde olabildiğini yazar iddia
ediyor. Kendisi de bu iftiralarına inanıyor mu? Bu sadece kişiye değil, onu bu
düzeye taşıyan kolektif bilince de, son olarak Birlik Komisyonu’na da saldırıdır.
Yazarın özelde DABK genelde de tüm kırsal gücün siyasi düzeyini geri gösterme
amacı bulunuyor. Mükemmeliyetçi bakış açısıyla yaklaşarak, eleştirilerimizde
haklılık payı aramıyoruz. Yazar bu bölümde ve farklı yerlerde şehirden gelen
kendisi gibi “nitelikli” kadrolarla “bilgisiz savaş ağalarının” egemen olduğu
DABK kökenlileri karşı karşıya getiriyor. Bunu gerçeklerden kopuk yapıyor.
Romanda yazar bu
defa “Baki”ye yönelen saldırılarını, köylülerin sohbetlerinin normal bir konusu
gibi verme amacı var. “Baki” bu defa köylülerin ağzından hedeftedir. Bu
köylülerden biri Cemal Ağa’dır. Daha önce Cemal ağadan kısa da olsa
bahsetmiştik. İki oğlu mücadele içinde olan Şahverdi köyünde yaşayan bir
köylüdür. Cemal ağayı ele alırken iki oğlunun niyeliği dışında değerlendirmek
gerekir. Bir diğer köylü karakter Kötü Hızır ismiyle tanımlanır. Şimdi Kötü
Hızır ve Cemal ağa üzerinden gerçekleşen saldırılara bakalım.
Mehmet Ali Eser’in
Cemal ağa ve Kötü Hızır arasında sunduğu sohbetin konusu ve amacı, Pülümür
barınağında yaşanan kayıplar ve sorumluluğun tek başına sorumlu “Baki”ye
yüklenmesidir.
Pülümür barınağının
açığa çıkmasından, yaşanan kayıplara kadar yürütmenin elbette bir sorumluluğu
vardır. Ancak yazarın yaptığı gibi tek tek bireylere saldırı ve yıpratma amacı
taşıyan değerlendirmelerle ders çıkarılamaz. Sorumluluk bir anlamda tekrar
edilmemesini sağlayan ödevi ifade eder. M. Ali Eser bu sürece Cemal ağa
karakteriyle değinirken, ipin ucunu fazlasıyla kaçırır.
Kötü Hızır ve Cemal
ağanın Pülümür barınağı üzerine kitapta geçen sohbete bakalım. Daha önce
Atila’nın ağzından duyulan “Baki”ye saldırılar Köyü Hızır’la devam eder. “Beni
elçi olarak tayin eden komutanın adı Baki’ydi elleri öpülesi, sadece kendi dili
var zanneden karşısındakinin edeceği sözü hiç merak etmeyen, köşeli şapkalı
sert bir adama benziyordu.” (S.183) Yazar Kötü Hızır’ı Cemal ağaya kurye olarak
“Baki”nin gönderdiğini iddia ediyor. “Baki” nasıl bir komutan ki kendisinden
hiç hazzetmeyen, dedikoduyla karalayan birini kurye olarak kullanıyor. Halbuki
o süreçte yoldaşlar köye kurye vasıtası olmadan rahatça uğramaktadır. Kötü
Hızır’a ulaşanlar, Şahverdi’deki Cemal ağaya da ulaşır.
Ancak mesele “Baki”ye saldırı olduğu için,
yazarın hayali bir karakterle dimağını ortaya çıkarmaya ihtiyacı vardır.
Yazarın sıklıkla başvurduğu “Zeki” ve “Baki” arasındaki sözde rekabeti,
“Zeki”nin Cemal ağanın oğlu olması nedeniyle tekrar tekrar yinelendiğini
görüyoruz. “Zeko’nun komutan olduğu birlikte savaşçı düşse düşse ya kurşunla
yada bombayla düşer toprağa icabında, Baki ne anlar zatürreden, donmuş el ayak
görmediğinden O sıcak göbeğini okşayıp yayılan yayılan gülmesini bilir ha!” (S.
183) Aktardığımız bu cümlenin Cemal ağanın gerçekte kullandığı yanılgısına
düşülmemelidir. Biz Cemal ağayı değil, onu kendisine aracı yapan yazarı
eleştirilerimizin karşısına alıyoruz. Yaşadığımız kayıplar çok önemlidir. Bunu
görmezden gelemeyiz.
Ancak bu yaşananları
tek kişinin yetenekleri ve yetmezlikleri ile açıklamak doğru değildir. Bunu
yapanlar acıdan beslenenlerdir. Gerilla gücünün ilk defa karşı karşıya kaldığı
bir gelişme söz konusudur. Yol üzerinde kaybedilenler ve varılan yerde
kaybedilen yoldaşlarla ve mücadeleden kopmak zorunda kalan gazilerimizle buz
gibi bir cehennem yaşanmıştır. Beklenmedik böylesi bir olayda yoldaşların
çabalarını görmeden olumsuzlukları ve yetersizlikleri köşe taşı yapmak yolumuzu
açmaz. Yazar Yel Dağı’nda yaşananları ve daha önce aktardığımız kimi durumlardan
yola çıkarak “Baki”nin edindiği konumu haketmediği fikrinin altını aymazca
doldurma çabasındadır. Ona göre “Baki”den daha iyileri varken, onun komutan
yada genel komutan olması hatalıdır. Bunu Cemal ağaya da söyletir; “bir komutan
savaşçısını bilgisizlikle kaybetmişse, orada onun komutanlığı biter…Zatürreden
savaşçısını kayıp veren bir komutan olsa olsa Dersim köylüsüne kulak asmayan,
onları bir gün olsun dinlememiş akılsız bir komutandır ha dedi.” (S.185)
Yazarın Cemal ağanın ağzından verdiği bu sözler daha önceki saldırılarının
devamıdır. İkinci ve üçüncü ağızlardan dinlediği Cemal ağa hakkındaki bilgisi
de hayallerden öte olmasına rağmen bu cümleleri yakıştırabiliyor.
Yazara göre Pülümür
barınağının açığa çıkmasından sonra yaşanılanlardan dolayı “Baki” dahil o
süreci yaşayan tüm komutanlar görevden alınmalıydı. “Askeri kurmay” tek yanlı
ele alışıyla sorunu kökten çözdüğünü düşünüyor. Bu kişi OPK sonrası DBK’nde
görevlendirilir. Bu görevde beri dönüp dolaşıp aynı noktadan saldırılarını
sürdürüyor. Cemal ağa; “komutan Baki’nin iki gerillayı zatürreden kurban
etmesine hiddetlendi” (S. 185) “Parti savaşçılarını komutana verirken, onları
zatürreden öldürsün diye vermez” (S. 186) Yazar bununla da yetinmez, hayal
ürünü anlatımlara başvurur; “Baki köylü konuştuğu zaman dilini keserim derken
elindeki silaha güvenerek bunu söylüyordu”. (S. 186) Kurulan Halk Mahkemesinde
köylünün fikrinin alınmadığı iddiasında bulunur.
Oldu olacak Halk
Savaşı köylüye karşı veriliyor denilsin. Yazar düşmanın anti-propaganda tarzına
alet oluyor. “Baki”nin sorumluluğunda, köylülerin katılımıyla Şahverdi’de bir
toplantı yapıldığı doğrudur. Bu toplantı Yel Dağını aşarak önce Birmanlara daha
sonra Şahverdi’ye geçen “Baki” komutasındaki birlik tarafından yapılır.
Yoldaşlarımız büyük bir badire atlatmıştır. Ancak yoldaşlarının henüz bilgisi
olmadığı Munzurlarda bir üslenme alanının çevresi de bombalanmıştır. Yoldaşlar
bombalama seslerini almış olsa da, nerenin bombalandığını bilmemektedir.
Şahverdi
köylüleriyle yapılan toplantının konusu da Munzurlarda yaşanan bu
bombardımandır. Daha sonra yapılan keşiflerde üslenme alanının çevresinin
gelişi güzel bombalandığı, barınağın isabet etmediği de anlaşılmıştır. Bu
barınakta bilindiği üzere Cemal ağanın oğlu “Zeki”de vardır. Cemal ağada
oğlunun o barınakta olduğunu bilmektedir. Bombalanan yeri bildiği için
yoldaşlara, barınağın bombalandığını anlatıyor. Bunun sorumlusu olarakta
düşmana barınağın yerini köylülerin verdiğini iddia ediyor. Yani aynı köyde
bulunan tüm köylüleri düşmanla işbirliği yapmakla suçluyor. Ancak böyle bir
suçlamanın doğru olmadığı yapılan görüşmelerden netleştirilir. Bombalamalardan
da anlaşılacağı üzere yer tam olarak hedef alınmamıştır.
Ancak Cemal ağa ikna
olmamıştır. Bu toplantıda da köylüler yoldaşlara, “siz buradayken bize böyle
davranıyorsa, sizin yokluğunuzda neler yapar düşünün” diye uyarıda bulunur. Bu
aktarım kitapta yoktur. Yaşanan gerçeklerden aktarıyoruz. Cemal ağa köyünde
sözü geçen, kimi zaman köylülere haksız uygulamaları olan da biridir. Ancak M.
Ali Eser ya bu durumdan haberdar değil, yada aktarmak işine gelmemiştir.
Köylülerin uyarısı üzerine yoldaşlar, Cemal ağayı rencide etmeden uyarır.
Köyden ayrıldıklarından sonra her hangi bir pratiğe girişmemesi istenir. Oğlu
mücadele içinde olan birine “dilini keserim” gibi bir ifade kullanılabileceğini
yazar nasıl umuyor. Burada anlatımları yazarın hayal ürünüdür.
(DEVAM EDECEK)
EDİTÖRÜN NOTU: Kısa
bir not düşmek gerekirse;
Eleştiri konusu olan
yazar, yazının ilk bölümü paylaşıldıktan sonra, kendi notunu düşmüş. “Kitap 24
yıl önce yazılmış… basıldıktan altı yıl sonra ilgi göstererek yaptığınız
kritiği sevinçle karşıladım…” demiş. Kitabın hangi tarihte çıktığını, basımının
ne zaman yapıldığını iyi biliyoruz. Velhasıl kitap dolaşıma, okuyucuya ulaşmaya
devam ediyor. Bu nedenledir ki, bizlerin kitaba karşı eleştirilerimiz 30 yıl
sonrasına denk gelmiştir.
Bizler için şanlı
tarihimiz ‘72 Nisan Güneşinin ilk doğduğu gün kadar güncel, sıcak ve yakıcıdır.
51 yıllık belleğimiz gün gibi taze vede bu şanlı tarihe karşı nerede ne söylenmişse
yeri ve zamanı geldiğinde tek tek cevap verilecektir. Dünümüzü unutmadık,
geleceğimizi kaybetmeyeceğiz. Yazar kitapta geçenlere dair eleştirimizin
zamanını değil, eleştiri konusu olanı dikkatine almalıdır. Bizim için 51 yıllık
tarihimiz anlık hafızamızdır.
Devam
BİR TÜKENİŞİN ADI:
MEHMET ALİ ESER (3)-12 Eylül 2
Tarihi Çarpıtmakta Düşülen Hafiflik
Önceki sayfalarda
değinmiştik, şimdi Pülümür barınağı sürecine biraz daha detaylı eğilelim.
OPK’na gelmeden evvel, geride kalan kış sürecinde Dersim’de iki kışlık üslenme
alanından birinin yeri tespit edilerek -Pülümür- karadan, diğeri -Munzurlar-
gelişi güzel çevresi havadan bomlalarla operasyona uğrar.
Bu nedenle her iki
barınakta terk edilir. Pülümür barınağından yoldaşlar güvenli bir bölgeye
çekilmek için uzun ve yorucu bir yürüyüşe çıkar.

Yoldaşların yüksek
noktalarda konumlanması neticesinde düşman helikopterleri bombalama ve indirme
olanağı bulamaz. Böylece düşman sadece karadan yönelerek uzun namlulu
silahlarla ve havanla operasyonu sürdürür. Bir gün süren çatışma sonrasında
yoldaşlar kayıp vermeyerek, güvenli bir alana ulaşmak üzere uzun ve yorucu bir
yola çıkar.
2 yoldaş daha yolculuğun başında
ölümsüzleşirken, Doktor Hüseyin Yel Dağı aşılarak ulaşılan Birmanlar köyü
sınırında ölümsüzleşir. Köye vardıktan sonrada durumları ağırlaşan 3 yoldaş
daha ölümsüzleşir. Böylece 6 yoldaşımız ölümsüzleşmiştir. Köyde hayatını
kaybeden yoldaşlarımız, tipi ve soğuğun etkisiyle zatürreden hayatını
kaybetmiştir.
48 kişilik birliğin
yarıya yakını yoldaşta donmalar neticesinde uzuvlarını kaybederek sakat kalır
ve mücadeleden zorunlu olarak kopar. Aynı kış üslenmesi döneminde, Munzurlarda
15 kişilik barınağın çevresi havadan rastgele bombalanır. Bunun üzerine birlik
üyeleri, bulundukları alana yakın Munzurlarda üslenen diğer yoldaşların
bulunduğu barınağa doğru hareket eder. Bu yolculuk sonunda bir kadın yoldaş hariç
hepsi diğer üslenme alanına ulaşır.
Üslenme alanına
ulaşamayan kadın yoldaş, nedeni konusunda netlik olmamakla birlikte, intihar
etmiştir. Ayakları bu yolculukta donma noktasına gelen yoldaşlara ilk
müdahaleyi vardıkları barınakta yoldaşlar yaparlar ve sorun yaşamazlar. Bu
barınakta sorumlu Nihat’tır. Ayrıca Özkan (Cafer Cangöz), Savaş (Cüneyt
Kahraman), Cem (Ali Rıza Sabur) gibi yoldaşlarda bu barınaktadır.
Pülümür barınağının
sorumlu kadrosu kitapta “Baki” ismiyle tanıtılan yoldaşken, Munzurlarda açığa
çıkan barınağın sorumlu kadrosu Yılmaz (Yusuf Ayata) yoldaştır. Kitapta “Zeki”
ismiyle tanıtılan kişi de bu barınakta olmasına rağmen esas sorumlu değildir.
Ayrıca “Zeki” Askeri Komisyon (AK) sekreter yardımcısı olarak Birlik Komisyonu
tarafından görevlendirilir. AK sekreteri İsmail Bulut’un Karadeniz’de
ölümsüzleşmesi üzerine bu görev otomatik olarak “Zeki”ye devredilir. “Zeki”nin
AK sekreterliğine rağmen sorumlu yoldaş barınakta Yılmaz yoldaştır.
Pülümür
barınağındaki sorumlunun “Baki” olduğunu açıkladık, ancak bu durumu biraz daha
açalım. Pülümür barınağı yerinin belirlenmesi ve hazırlanması aşamasında
“Baki”nin hiçbir şekilde dahili bulunmuyor. Birlik Komisyonunun görevlendirmesi
üzerine 1992 faaliyet dönemi için Amed Bölgesi örgütlenir.
Bu birliğin komutanı “Baki”, yardımcı komutan
ise Lenko yoldaştır. Amed Bölgesine hareket eden birlik üyeleri kış üslenmesini
Mazgirt’te geçirir, birlik öncesi Konferans kanadında yer alan 7 kişilik
birliğe ulaşır. Bu birliğin komutanı Volkan’dır. Bu birlikten Barbara, Doktor
Hüseyin gibi yoldaşların bulunduğu 3-4 kişi Amed Birliğine dahil edilir. Geri
kalan Mazgirt birliği Ovacık’a hareket eder. Amed Birliği de görev alanına
hareket eder. Bu birliğe yol boyu yardımcı olacak, geçiş hatlarını tarif edecek
bir kişi Birlik Komisyonu tarafından görevlendirilmiştir.
Konferans kökenli bu kişi belirlenen randevu
yerine gelmemiştir. Buna rağmen Bingöl içlerine kadar gidebilir yoldaşlarımız.
Ancak Amed’e gözü kapalı bir şekilde ilerleyerek birliğin tümden imha riskini
göze almayan yoldaşlar, Dersim’e geri döner. Amed Birliğinin geri dönüşü kış
hazırlıkları sürecidir. Yoldaşlara öncelikle Munzurlarda kışı geçirmeleri
bilgisi gelse de, bu durum son anda değiştirilerek Pülümür Alt Bölge
Komitesinin hazırladığı barınağa yöneltilirler. Bu barınakta birleşen iki
komitede Bölge Komitesi düzeyinde sorumlu olan “Baki” otomatikman Pülümür
barınağının da sorumluluğuna gelir.
Yürütmenin diğer üyeleri Lenko ve barınağın
hazırlığında görev alan Alt Bölge Komitesi sorumlu komutanı Ali Haydar ve Şerif
yoldaştır. Anlaşılacağı üzere “Baki” barınağa sonradan gelmiştir. Ancak bu
durum yaşansa da Pülümür barınağının sonradan karşı karşıya kaldığı sorunlar
tek bir kişiye yüklenemez. Barınağın hazırlığında bulunsun yada bulunmasın bu
durum değişmez. Ayrıca yaşanan gelişmelerden aktardığımız üzere kaybın en aza
indirilmesi için yoldaşlar ellerinden geleni yapmışlardır. Kolektif bir
örgütten bahsediyoruz, karşı karşıya kalınan olaylar üzerinden olumlu ve
olumsuz her tür pratik bütün göze alınarak değerlendirilir. Yazarın üstüne basa
basa vurguladığı üzere “Baki” yada başka bir kişiyle sınırlı değerlendirme
komünist parti anlayışı değildir.
Pülümür barınağının
bulunduğu alan Dersim’in en yoğun kar yağışı alan bölgelerinden biridir. Kış
şartlarında açığa çıkan barınakta 48 kişi bulunuyor. Pülümür barınağının açığa
çıkması ve sonradan yaşanan gelişmeler hareketimizin ilk defa karşılaştığı bir
olaydır. Böylesi bir tecrübesizlikle yoldaşlar, sağ selim güvenli bir alana
ulaşmak için zorlu bir yola çıkar. Kışın ortasıdır, gerilla tecrübesi
olmayanlar için ahkam kesmek, suçlamalar getirmek kolaydır. Devrimci mücadeleye
gönül vermiş hiç kimse kayıp yaşanmasını istemez. Yoldaşlarda bunun için canla
başla birbirine tutunmuş, muazzam bir yoldaşlık örneği sergilemişken, kayıplar
üzerinden tüm bir sürece gözleri kapatmak yapıcı değil, yıkıcıdır.
Doğayla verilen mücadele ne o günle sınırlı
kalmış, nede sona ermiştir. Partizan mücadelesi veren bir devrimci hareket,
doğanın gazabı karşısında da bedel ödemiştir. Bu durum karşılaşılacak
olumsuzluklarla mücadele de asgari bilgiye sahip olunmasına rağmen
gerçekleşmiştir. Savaşı savaşarak öğrenen bir hareketiz ve Uzun Yel Dağı
Yürüyüşü de bunun bir parçasıdır. Düşman kurşunuyla yıldız düşmekte, doğanın
zorluğu karşısında yıldız düşmekte önlenebilir olanakları içinde barındırmakla
birlikte, savaşın içinde yaşanabilir gerçekliklerdir.
Hiçbir kitapta bedel
ödemeden mücadele kazanılır denilmez, yazmaz. Hedefe gidilen yolda, hesapta
olmayan kayıp ve yenilgilerle karşılaşmak, öngörü sahibi devrimcilerin
bilebileceği bir durumdur. Ancak kayıpları gereğinden fazla büyütüp, geride
kalanları yıpratma aracı olarak kullanmak gelişimi değil, yenilgiyi
kalıcılaştırmaktır. M. Ali Eser bu yolu izliyor. Alınan kayıplardan tekrar yola
çıkabilmenin gücünü elde ettiğimiz oranda mücadeleyi geliştirebiliriz.
Sadece kayıplarımızı
öne alarak yapılan değerlendirme, Partizan birliğine bir bütün saldırıdır.
Halbuki 48 kişilik bir Partizan gücünden bahsediyoruz. O halde ÇKP’nin Uzun
Yürüyüşüyle verdiği kayıpları göz önüne alırsak, Mao Zedung’un bir daha asla
sorumluluk almaması gerekirdi. Böyle olmadığı için deneyimler başarıya taşındı.
Karşımıza çıkan engeller ve kayıplar gerilemek için değil, daha güçlü ilerlemek
için deneyimlerimiz olduğunu M. Ali Eser anlamıyor. Her türlü zorluğa rağmen,
48 kişilik gücün esası sağ selim süreci atlatmıştır.
Ancak M. Ali Eser
gibiler hata, yenilgi ve kayıplardan beslendikleri için Partizan savaşına
yanancılaşmayı derinleştirerek yönünü düzen içine kırmıştır. Pülümür barınağı
daha olumsuz sonuçlanabilirdi. O uzun ve yorucu yürüyüş göze alınamayarak
barınak mevcudu tümden imha da olabilirdi. Ancak o zorlu şartları yaşamayanlar
için edebiyat yapmak kolaydır. Pülümür barınağı sonrası yaşananlar üzerine
belirteceklerimiz buraya kadar.
Daha evvel kitapta
“Baki”ye yönelen aşağılayıcı hakaretlerinin fiziksel görünüm ve davranışları
üzerinden gerçekleşenleri aktarmıştık. Yazar bu hakaretlerine Cemal ağanın
ağzından devam eder; “yani aynen öküz gibi de olsa” (S. 90) “Baki zaten öküzün
tekidir” demek geçmişti ama söz, gerilla komutanlarının hepsine değer diye, son
anda cümleyi böyle tamamladı.” (S. 185) Aslında hakareti işaret ettiği kişilere
yazar yöneltiyor.
Özellikle DABK
kökenli komutanlar yazarın gözünde “öküzden” farksızdır. Ne derece cümlesini
yutmaya kalkarsa kalksın yazıya dökülmesi ile düşünce arasında fark vardır.
Verilen emek, mücadele kararlılığı yazarın gözünde öküzlüktür! Devrimci
mücadeleye saygısı olmayanın ne özgüveni nede kendisine saygısı olur. Yazar
bunun tipik bir örneğini oluşturmaktadır. Kendi çapsızlığını hakaret ederek
genişletmeye çalışıyor. Son süreçte karşı karşıya bulunduğu sağlık sorunlarının
etkisiyle mi olacak, gitmeden ağzıma geleni söyleyeyim diyen bir M. Ali Eser
ile karşı karşıyayız. Sağlığı bozulan kalbini daha fazla kirletmemesini tavsiye
ediyoruz.
Yazarın buraya kadar
“Baki”ye yönelen saldırılarının son ve vurucu ifadesini Kötü Hızır karakteri
üzerinden yaparak, zıvanadan çıkar; “ama sen sen ol, kamil olmaya bak elleri
öpülesi; Baki ölüme aç da, zalimin ona acıktığı gün gelmeyecek mi? Onun da
mevtasının kalkacağı gün gelir elbet. O gün açılan yara da kapanır açıldığı
yerden; dökülen kanda kesilir sızdığı arterden” (S.186) Yazar görüldüğü üzere
vidayı, somunu bir bütün gevşetip atmıştır. İflah olmam dercesine ifade
kullanmıştır. “Baki”nin ölümünü isteyecek kadar düşmanca dilini kuşanmıştır.
Bu istemini hayali
bir karakter üzerinden vermekle kendisini işin içinden sıyıramaz. Kendi
biyografisinin de bir dönemini işleyen yazar, yeni karakter ve olaylarla romanı
kurgulamaktadır. Karakterlerin diyalokları kendi fikri dünyasıdır. Yazar
romanlara kadar dökerek istediği “Baki”nin ölümü gerçekleşmemiştir. Bir
devrimcinin ölümünü isteyecek kadar çaptan düşmüştür. Yoldaşımız yıllarca
gerilla alanında verdiği mücadeleyi, zindanlarda direnerek sürdürüyor.
Yazarın “Baki”
özelinde yaptığı son saldırı OPK sonrasına ilişkindir. “Baki” OPK sonrası Genel
Komutanlık görevine getirilir. Bu durumu Atila şöyle değerlendirir; “daha
üzerinden 5 ay geçmemiş iki ayrı gerilla barınağı bombalanmıştı. Bu bombardıman
sonucu barınaklardaki birliğin yarısından fazlası savaş dışı kalmıştı. Bu
birliğin komutanı da konferansta komutanlığa terfi ettirişmişti. Üstelik bu
kişi Yel Dağından beri sıradan ve kaba tavırlarıyla kadro özellikleri
göstermeyen en dikkat çekici kişilerden biriydi.
İyi bir savaşçımıydı bunu da bilmiyordu.”
(S.281) Aktardığımız bu pasajda ismini anmakta imtina ettiği kişi yazarın kan
davalısı “Baki”dir. OPK sonrası oy birliği ile, dikkat edilsin “Baki” Genel
Komutanlığa seçiliyor. Yazar iki ayrı barınak bombalanıyor diyor, ancak sanki
diğer barınak sorumlusu da “Baki” gibi cümleyi kuruyor. Öznelcilik var. Ne
kadar ciddiye aldığı açık. Bu olayları konu edinmesinin tek nedeni de “Baki”ye
saldırı aracı olarak kullanmaktır.
Yazar “Baki”nin
Genel Komutan olmasından rahatsızdır. Kitap boyunca kamp alanında olayın tanığı
olan yoldaşlarda dahil olmak üzere hiç kimseyle sohbetini yapmadığı
barınaklarda yaşanan olaylar, “Baki”nin atandığı görevde gündeme gelir. Yazarın
samimi olmayan değerlendirmesi kindar, zehir kusan bir şekilde “Baki” üzerinden
DABK’ ni hedef almaya devam ediyor. Düşürülen delegeliğinin izini kapatmaya
çalışırken, devrimcileri yıpratmak istiyor.
Daha önce
karşılaşmadığı, tanışma imkanı bulmadığı ve aynı alanda faaliyet yürütmediği
birinin niteliklerini 1 ay gibi kısa bir zamanda, toplantılardan ibaret
görüşmelerden değerlendiriyor. Bu değerlendirmelerini de zorlama bir şekilde
olumsuzlukla ifade ediyor. Şu bilinmeli ki, yazar alanda bulunduğu süre
zarfında hiç kimseyle gerçek anlamda siyasi tartışma ve sohbet
gerçekleştirmeden tespitlerini yapıyor.
Ayrıca yazarın
meselelere bakışı da sorunludur. Dört dörtlük kadro arayışı içerisindeki yazar,
diyalektik gelişime aykırı duruyor. Kadroların niteliğini eleştirirken, olması
gereken düzeyin zaman içinde gerçekleşebilmesini destekleme amaçlanır. Komiser
Memo isimli romanda geçen karakterlerden komutan Rapo’yu örnek alalım. Siyasi
seviyesi geri olan komutan Rapo, zaman içinde bu durumu aşar ve komiser
Memo’nun intikamını da alır. “Hüsnü” ile yad ettiğiniz Kızıl Ordu kişiliğinden
bir örnek. Yazar birilerini Kızıl Ordu kişiliğine ulaştırmadan önce kendisi
bunun için ne kadar çabalıyor onu ele almalı.
Yazar kendi
niteliklerini geçmişe giderek anlatma kabiliyetini, olumsuzluk aradığı “Baki”
ve Cem’de neden gerçekleştirmiyor. Yazar Genel Komutanlığa atanan “Baki”nin de
geriye dönülüp bakıldığında ne kadar deneyimli olduğunu göremeyecek kadar
gerçeklere kördür. Birilerini eleştirmeyi kendimizde hak görebilmek için,
olması istenen noktaya ulaşmak için kendi çabamızı da samimi şekilde ele
almalıyız. M. Ali Eser aldığı yaş itibariyle kendisini deneyimli bir devrimci
olarak düşünebilir. Ancak yıllar devrimci niteliği geliştirdiği kadar onu söküp
atabilir de . Yazara göre “Baki” 5-6 aylık Partizan olmalı. Başkada bu
değerlendirmelerden farklı bir anlam çıkmıyor.
Yazarın barınak
bombalama değerlendirmeleri için ortaya attığı bir iddia var. Konferans bu
olayların tek tek değerlendirileceği bir organ değildir. Oldu olacak tüm
çatışma, kayıp ve yenilgilerimizi buraya taşıyalım. Anlaşılan o ki yazara 1
aylık katiplik yeterli gelmemiş, 1 ay daha bu görevi yürütme arzusundadır. Şu
bilinmeli ki, Yel Dağı süreci, öncesi ve sonrasıyla her çatışmada olduğu üzere
değerlendirilmiştir. Bu değerlendirme kendisinin de OPK sonrası atandığı DBK
inisiyatifinde gerçekleşmiş ve bunun sonucunda da bir değerlendirme
açıklanmıştır.
Yazarım özelde DABK
kökenli kadrolara saldırdığını, grupçuluk yaptığını ve kitabıyla da 30 yıl
sonrasına taşıdığını belirtmiştik. Bu saldırılarını işbirlikçi-ajan nitelikleri
daha sonraki yollarda da açığa çıkan Nihat üzerinden de yapmaktadır. DABK’ ni
Nihat’tan ibaret, onunla özdeşleştiren bir tutuma yazar sahiptir. Ona göre
Nihat DABK’dir. DABK’de Nihat’tır. Kitaptan aktaralım; “her şeyin hakimi benim
pozundaki Nihat’ın tutumları gözünün önüne geldi” (S.194) “Nihat birleşen
kanatların birinin, Zeki ise diğerinin askeri politik kurmayı olarak kabul
edilen kadroydu” (S.210) “delegeler arasında ‘kel’ diye anılan kişi…’Nihat
yoldaşa katılıyorum, tartışma yeterlidir’ demesi, zincirleme bir reaksiyon
yarattı.
Ayrılık öncesi DABK
grubundan gelen delegelerin tümü, kel delegenin bu katılıyorumuna peş peşe
katılmaya başladı”(S.97) “Daha ilk günden net olarak hissettiği tek şey,
Nihat’ın buranın otoritesi olduğuydu”(S.94) vs vs diye uzayan ifadelerle Nihat
ve DABK eşleştirilmektedir. Nihat’ın öne çıkarılmasında 1996’da Kardelen
Harekatının hedefi olan Karşı Devrimci Hücre’nin (KDH) başı olmasının etkisi
vardır. Yazar bu nedenle Nihat özelinde yapmış olduğu yorumlarda, nesnel
şartlardan hareket ederek değil de, KDH sonrası yapmış olduğumuz açıklamalara
dayanarak bir Nihat profili ve hareketimizin içindeki rolünü kurgulamaktadır.
Yazar, iddia ettiği
üzere, dönemi olduğu gibi OPK sürecinde tanıdığı, gözlemlediği Nihat’ı değil
de, sonradan yaptığımız açıklamalarımızla kurguluyor. Nihat’ın açığa çıkan
karşı-devrimci niteliğine yaslanmanın rahatlığıyla, onun üzerinden hareketimize
saldırıyor.
Muhasebe Belgemizde
açıklandığı üzere Nihat’ın o dönem kadrolarımız üzerinde kurduğu bir etki söz
konusudur. Ancak bu durumu tam bir biat olarak resmetmek doğru değildir. Nihat,
kadroların bir kısmının ve savaşçıların alt edemediği nüve halindeki feodal,
küçük burjuva yanlarını besleyerek etkisini güçlendirirken, bu duruma karşı
toldaşların geliştirdiği karşı mücadele de görmezden gelinemez. Hareketimiz
içinde yaşanan tartışmalarda MLM kanadının Nihat’a karşı muhalif duruşu
görülür. Bu muhalefet yetersizlikler taşıda da, onu hiç yokmuş gibi algılamak
onun gerçek niteliğinin açığa çıkarılmasına giden süreci anlamamak anlamına
gelir.
Nihat OPK
toplantısından 1 yıl önce gerçekleşen Birlik Komisyonu’nun atadığı Genel
Komutan ve MK üyesidir. Nihat DABK kökenli olabilir, ancak OPK’na Birliğin
Genel Komutanı ve MK üyesi olarak katılmaktadır. Bu durumu gözardı edemeyiz.
DABK kökenli diğer delegelerin Nihat’ın aldığı tutumlarda ortaklaşmasında bu
görevlendirmelerin de rolü dikkate alınmalıdır.
Değerlendirmelerimizi
somut şartları göz önüne alarak anlamak gerekir. Anlamak o durumu kabul etmek
değildir, eleştiri ve değerlendirmelerimizi anlaşılır gerçekleştirmek için
gereklidir. Edindiği görevi nedeniyle, kimi yoldaşlar tarafından dikkate
alınabileceği görmezden gelinemez. Ancak şöyle bir yansıtma da en hafif deyimle
karalama olur; Nihat “tamam” yada “hayır” deyince DABK kökenli diğer delegeler
de aynı şekilde uydu. Bu doğru değil, işin kolayına kaçmak olur. Nitekim
Nihat’ın ve “Zeki” nin ayrı ayrı sunduğu Ordu Tüzükleri arasında yapılan
oylamada “Zeki” nin sunduğu tüzük her iki tarafın desteğiyle kabul edilir.
Yazarın burada Nihat’ın etkisinin neden olmadığı konusunda okura bir açıklama
borcu vardır.
Yazar, sanki tüzük
oylamasında DABK kökenli delegeler hiç oy vermemişler gibi “Zeki” nin sunduğu
tüzüğün sadece Konferans kökenli delegelerin oylarıyla kabul edildiği gibi bir
anlam yaratıyor. Yine kendi delegeliğine itirazı da, sadece Nihat’ın karşı
çıkışıyla açıklıyor. Halbuki DABK ve Konferans kökenli delegelerin çoğunluğunun
onayıyla üzerinde fazla tartışılmadan delegelik düşürülüyor. “Baki”nin Genel
Komutan belirlenmesinde Nihat’ın etkisini öne çıkaran yazar, bu niteliği
taşıyabilecek kimlerin olduğunu da açıklaması beklenirdi. “Baki”nin Genel
Komutanlığa atanması oy birliği ile gerçekleşmiştir.
OPK öncesi Konferans
kökenli delegelerin içinde yer aldığı, Komünist Parti ilkeleriyle ilgisi
olmayan ticaret işine dair OPK’da tartışma yaşanır. Birlik vesilesiyle DABK
kökenli kadroların şans eseri öğrendiği bu konu, değindiği konulardan biridir.
Maoist Parti bilindiği üzere ticaret işini mahkum eden bir karar almıştır.
Kitapta ise bu konu başka şekilde DABK kökenli Cüneyt Kahraman (Savaş) yoldaşın
ilkeli tutumunu gölgelemeyi hedefler.
OPK’da ticaret işine
ilişkin olarak alınan kararı yetersiz bulan iki delegeden biri Savaş yoldaştır.
Ancak nedense Konferans kökenli diğer delege de Savaş toldaşla aynı fikirde
olmasına rağmen yazar böyle bir tutuma gerek duymaz. Savaş yoldaş ticaret
işinin tüm partiye açılması yönünde bir tavır sergilerken, karar sadece OPK
delegeleriyle sınırlı tutulmasını getirmiştir.
Savaş yoldaşın ilkesel tutumunu küçümsemek,
onun niteliğini örtbas etmek için yazar, Nihat’ın ağzından Savaş yoldaşa
yönelik; “bra bra sen de çok ileri gittin ha dedi” dedi
tepkiyle ‘sen yakıştırmamakla’ övünürken bu kadar da ileri git
demedin” diye gerçekle alakası olmayan bir ifade serpiştiren yazar, Savaş
yoldaşın iradesini Nihat’ın tahakkümüne sokan, duruşunu gölgelemeyi amaçlayan
saldırı da bulunur. Yazar yine dönem kadrolarımız üzerinde. Nihat’ın bıraktığı
etkiyi sahte bir diyalogla göstermeye çalışıyor. Zaman içinde Nihat’ın gerçek
niteliğini açığa çıkaranlarda bu kadrolardır.
Yazar bu duruma ne
diyecek. Sanki körü körüne bir Nihat taraftarlığı varmış gibi yansıtıyor. Savaş
yoldaş Nihat’ın karşı-devrimci niteliğini açığa çıkaran yoldaşlarımızın başında
gelir. Bu durum, bir dönem Kaypakkaya yoldaşın, Kemalizmin ve onun sözde
devrimci niteliğini gösterenlerin etkisinde olup, daha sonra onun gerçek
niteliğini yani karşı-devrimci faşist özünü halk kitlelerine göstermesi ile
benzerlikler taşır. Yazar anlaşılan değişim-dönüşüme inanmıyor. Neticede yazar,
Nihat gibi bugün niteliği açık bir karşı-devrimci üzerinden, yaşamını
mücadeleye adayan, ölümsüzleşen DABK kökenli yoldaşlarımızı ve bugünün
devrimcilerini yıpratmayı kendine görev bilmiştir.
(DEVAM EDECEK)
BİR TÜKENİŞİN ADI:
MEHMET ALİ ESER (4)--18 Eylül 2023
TKP (ML) TİKKO GERİLLALARI-1992/93
Bilgiçlikte Son Perde
Kitaba konu olan
bazı meselelere ilişkin değerlendirmelerimizi yaparak sonuca bağlayacağız.
Yazarın iddialarından biri de Yılmaz ve beraberinde olan yoldaşların,
gerçekleşen birliği tesadüfen öğrendikleridir:
“Volkan, Lenko,
Yılmaz ve birliğin siyasi komiseri bir köşeye çekildiler. Üçü Yılmaz’a birliğin
yapılış sürecine ilişkin bildiklerini anlattılar.” (S.245)
İkisi de değil, üçü
aktarıyor. Bu aktarım hayal ürünü, gerçekle ilgisi yoktur. Daha önce
değinmiştik. Böylesi bir karşılaşma Yılmaz yoldaş dışında 1992 yazında
Mazgirt’te gerçekleşiyor. Yılmaz yoldaşı Mazgirt barınağında gösteren yazar
yanılıyor.
Bu karşılaşma
gerçekte 1992 yaz faaliyetinde gerçekleşir ve Mazgirt Birliğinde Yılmaz yoktur.
Yılmaz yoldaş Birlik Komisyonu tarafından o yaz Ovacık, Hozat civarında komutan
olarak görevlendirilir. Yazarın aktardığı üzere Mazgirt’te ne kış üslenmesi ne
de bahar faaliyetleri söz konusudur. Yılmaz birlik sürecini tesadüfen değil,
bizzat içinde olarak bilmektedir. Ancak birliğe dair bilgisi olmayan yada son
durum hakkında bilgisi olmayan Volkan yoldaştır. Mazgirt kış üslenme birliğinin
komutanı da odur. Bu birlik 7-8 kişiden oluşmaktadır.
Bu birlik 1992-93
kışını Mazgirt’te geçirir. Baharın Amed Bölge Komitesi olarak örgütlenen “Baki”
komutasında, komutan yardımcısının Lenko yoldaş olduğu birlik, daha önce
kendilerine bilgisi verilen Mazgirt birliği ile görüşmek üzere bölgeye gider.
Yazarın adını anmadığı “siyasi komiser” “Baki”dir. “Baki” birliğe dair son
gelişmeleri Mazgirt birliğindeki yoldaşlara aktarır. Daha önce bahsettik bu
birlikten 3-4 kişi Amed birliğine dahil edilir ve birbirlerinden ayrılırlar.
Yazarın bir diğer yanlışı ise, “siyasi komiser” tanımlamasıdır. Bu tanım OPK
sonrası kabul edilir. Halbuki bu iki birliğin karşılaşması OPK öncesinde
gerçekleşir. Birlik sorumlusu yoldaş bu dönemde komutan olarak hala
tanımlanmaktadır. Amed birliğinin Mazgirt Veliyan’da düşmanla girdiği bir
çatışma vardır. Başarılı geçen bu eylemi yazar nedense “Baki” ismiyle
tanımladığı yoldaşımızın ismini anmadan aktarır. Halbuki sorumlu “Baki”dir.
Olumsuz pratikleri ardı ardına “Baki”nin sırtına yükleyen yazar, bu çatışmadaki
olumluluğu “Baki”nin adını anmadan aktarır.
M. Ali Eser’in
romanda anlattığı, huyunu suyunu beğendiği, övgüye değer siyasi bir yetkinliği
olduğunu iddia ettiği Emperyalist İsmail karakteri gerçekten var olan biridir.
Ancak yapmış olduğu olumlu yorumları yazara bırakıyoruz. Birlik öncesi
Konferans kanadı tarafında yer alan parti üyesi birisidir. Yazar Emperyalist
İsmail’in yeni yoldaşlara eğitim verdiğini iddia ediyor. Yazar
kimseyle gerçekleştiremediği siyasi, askeri, örgütsel sohbetleri onunla
yapabiliyor. Geçmişten tanışıklığın etkisi olsa gerek.
Emperyalist İsmail
ile Atila arasında eğitim çalışmalarına dair geçtiği iddia edilen
bir sohbet söz konusu; “[Atila sorar] “Derse, yani eğitim çalışmalarına
komutanlar da giriyor mu? ‘İsmail’ onlar girmiyor’ demiş ve devamında nedenini
Atila sorar, ancak yanıt tatmin edici değildir. Ayrıca bir başka yerde
Emperyalist İsmail şunu ifade ediyor; “burada öyle ahım şahım politik kişilik
arama fazla yoldaş” ve devamında da Emperyalist İsmail’in yüz ifadelerinden,
Atila kendisine uzun uzun anlamlı ödevler çıkarır; “burada oyun oynanıyor, sen
anlar mısın bilmem mi? dedi. Kendini kandırma değiştiremezsin mi? dedi”
(S.88-89) diye bir bölüm aktarılır. Yazar, bulunduğu alanda özelde DABK kökenli
kadroları işaret ederek, genelde Partizanlarda olduğunu iddia ettiği siyasi
seviyedeki geriliği, kendine has kibir ve küçümsemeyle ifade ediyor.
Özellikle bahsedilen
eğitim çalışması, mücadeleye yeni katılan Partizanların siyasi seviyelerini
ilerletmek amacıyla gerçekleşir. Misal kitapta ismi belirtilen Alev, 1 yıllık
bir partilidir. Bu çalışmalara kadro ve komutanların girmesi yada girmemesi
gerektiği şeklinde kesin bir hüküm yoktur. Gerektiğinde katılım
gerçekleştirirler. Belirttiğimiz aktarımdan hiç siyasi eğitime katılmadıkları
anlamı çıkmaktadır. Buradaki eğitim çalışması nedense hareketli arazidedir.
Ancak böyle bir olanak bildiğimiz kadarıyla hiçbir dönem sağlanamamıştır. En
fazla yoldaşlar fırsat buldukları yerlerde yanlarında taşıdıkları bir kitabı
okumayı başarmıştır. Genelde eğitim çalışması kışlık üslenme alanlarında
verildiği için, birliğin tamamı bu faaliyete katılır.
Hareketli arazide
eğer üs alanı olarak belirlenmemişse orada eğitim çalışması imkanı
olanaksızdır. Yeni katılan gerillaların siyasi veya askeri seviyesini
ilerletmek için gerçekleşen çalışmalara, illa da komutan ve kadroların
katılması diye bir zorunluluk söz konusu olamaz. Yazarın burada işaret ettiği
mesele, bir yanda eğitim çalışması sürerken, kadro ve komutanların boş boş
oturduğunu okura göstermektedir. Böylesi bir durum, bulunduğun alana
yabancılaşmadır.
Bu pratiği de kadroların geri olan eğitim
seviyelerine rağmen yaptığını yazar iddia ediyor. “Ahım şahım politik kişilik
arama” bunun ifadesidir. Komutanların, kadroların ve savaşçıların tümünün
katıldığı eğitim çalışmaları sürekli gerçekleşmiştir. Ancak bu çalışmalar
kışlık üslenme alanında yapılır. Güvenlik sorunu ancak bu şartlarda olanak
taşır. Yazar güvenlik meselesini çok ciddiye almıyor ama askeri hatalarda tek
tek bireyleri suçlamayı biliyor. Yazarın değerlendirmesini yaptığı somut
durumda eğitim çalışması beklentisi içinde olması olanaksızdır.
Gerilla savaşında bulunan ve politikayı
silahıyla yapan kişi için, kışlık üslenme alanı dışında siyasi eğitim imkanı
bulma olasılığı olmamıştır. Bu çalışmaların kış dönemi haricinde yapılabilmesi
Üst Alanları yaratılmasına bağlıdır. Ancak bu meselede yıllardır yaşanan
kavrayışsızlık, planlama ve hedef olarak belirlenmeyi öteleyen yaklaşım bilinen
bir olgudur. Asıl eleştiri eğitim çalışmasına katılıp katılmama olmamalıdır. Bu
çalışmaların kışlık üslenme alanları dışında sağlanabileceği Gerilla Üs
Alanlarının neden yaratıllamadığı eleştirisi olmalıdır. Bunu
başaramamak savaşı da zaman içinde geriletmiştir.
Yazar dört dörtlük
gerilla, komutan, kadro aramaktan vazgeçmelidir. Bu diyalektik düşünceye
aykırıdır. Dönemin koşullarında köylüleri temel güç olarak kabul eden bir
hareketen bahsediyoruz. Okuma yazmayı bile Partizan mücadelesinde yada
tutsaklık koşullarında öğrenen savaşçılarımız vardır. Gerilla alanında siyasi
seviyeyi geliştirmek için yeterince çaba verilmiştir. Ancak silahı elinde olan bir
savaşçı için doğallığında öncelik askeri kabiliyettir. Bulunduğun alanın
ihtiyaçları da buna yöneltmiştir. Peki Atila bilinen bu duruma nasıl bir çözüm
bulur?!
Yoldaşlarımızın
siyasi seviyesini beğenmeyen Atila, Emperyalist İsmail’e dayandırarak kendisine
kurtarıcı misyonu yüklüyor. “Kendini kandırma hiçbir şey değiştiremezsin mi”
diyerek nasıl bir böbürlenme, ben merkezci, peygamber vari bir kibirle cümleler
kurarak kendini işaret ediyor. Yazar madem bu kadar özgüvenli niteliklerini
ifade ediyor da, neden aynı yerinde sayıyor. Yıllarca kadro vasıflarıyla
mücadele içerisinde bulundunuz, apoletlerinize bu kadar güveniyordunuz da neden
mücadeleyi geliştiremediniz.
Soruları yanlış
soruyor ve yanıtı bireyselleştiyorsunuz. Yazara göre hatalar nasıl bireylere mahsussa,
çözümde bireysel çıkışlarla yani yazar gibi peygamberlere bağlıdır. Bireylerin
mücadelede etkisi vardır, ancak bu ne sürdürülebilir ne de esastır. Yazar
devamlılık biçiyor ve bunu kitapta olduğu üzere kendisi üzerinden
gerçekleştiriyor.
Yazarın savaşçı
Alev’in de içinde olduğu nereye uzanacağını öngöremeyen bir değerlendirmesi
vardır. Öncelikle Alev isimli Partizan, bireysel ve örgütsel sorumluluklarını
açık bırakmak üzere, OPK’dan bir yıl sonra kendi isteğiyle mücadeleyi
bırakır.
Gelelim aktaracağımız
bölüme; “Arkasında yürüyen ilk kişinin Alev olduğunu görünce “iyi” dedi Atila.
Kuşandığından insana partizan olarak doğmuş dedirten biriyle yakın yürümeyi kır
tecrübesi olmayan kendisi için önemli bir avantaj olarak görüyordu” (S.133)
“Kır tecrübesi olmayan” biri olarak yazardan bize şunu açıklamasını isteriz.
Bulunduğu alanda, “insana gerilla olarak doğmuş” dedirtmeyenler kimlerdi? Sahi
bu kadar özgüvenli, kesin yargılarda bulunmayı kendinizde nasıl hak
görüyorsunuz? Bu nasıl bir kibir ve kendini beğenmişlik örneğidir.
Diğer bir konu ise
OPK’nın yapıldığı yerin değişimi sırasında yaşandığı ileri sürülen olaydır.
Gerillalar OPK’nın yapıldığı Dereşaran Vadisi’ne taşınırken, yürüyüş esnasında
yaşandığı ileri sürülen Nihat’ın Bahar’a farklı zamanlarda şiddet uygulama
pratiği olmuştur. Bunlardan biri de DABK ve Konferans kanatları arasında birlik
gerçekleşmeden kısa bir zaman önce yaşanmış ve buna ilişkin Nihat’ın
özeleştirisi olmuştur. Kimi zaman buna müdahale edilse de sessiz kalındığı,
görmezden gelindiği de olmuş. Aktardığımız pratik, bilinen ilk şiddet
örneğidir.
Özeleştiri verilse de uygulanan yaptırım
yetersiz kalmıştır. Bu şiddetin kadına uygulanıyor olması farklı bir
değerlendirme ve yaptırım gerekçesi oluştururken, bu tarz şiddet pratiği
erkeğin erkeğe uyguladığı şiddet olarakta karşımıza çıkmıştır. Yaptırım ne
kadar yetersiz kalırsa bu olumsuz pratiğin farklı şekilde karşımıza çıkmasına
neden olur. Nitekim 1. Kongre sonrasında dahi bu tür şiddet olayları
yaşanmıştır. Erkeğin erkeğe yada kadın yoldaşlara fiziki ve sözlü şiddeti
karşımıza tekrar tekrar çıkmıştır. Bu pratiklerin önemli bir kısmının sessiz
kalınarak sineye çekilmiş, ancak günü gelmiş şiddete uğrayanlarda gerilemelerle
birikim ortaya çıkmıştır.
Gerçekleştiği anda yaptırımın yetersiz olduğu
her olumsuz pratiğin tekrardan gerçekleşmesi yanında maruz kalanların
gerilemesine de engel olunamaz. Sınıflı toplum yapısı içerisinde oluşumuz bu
durumun temel besin kaynağıdır. Komünist partisi saflarında oluşumuz her şeyi
geride bıraktığımız anlamı getirmiyor. İşte bu olumsuz pratikler üzerinden ve
bilinen Nihat tarafından işlenen pratiklerden yazar, sadece kendisinin
görebildiği kurgusal bir olay yaratmıştır. 60’tan fazla birlik mevcudunun
olduğu yürüyüşte yalnız yazarın bu pratiği görebilmesi ilginç tabi! Nihat’ın bu
pratiği sergileme olasılığı mevcut, bunu tartışmaya açma niyetinde değiliz.
Ancak olayı
gördüğünü iddia eden yazarın, bu duruma yönelik hiçbir girişimde, müdahalede
bulunmaması da ilginç. Nihat’ı ilk defa gören Atila, neden bu konuyu pek çok
nitelikli kadronun bulunduğu alanda sıcağı sıcağına gündeme taşımamış. Nihat’ın
kurduğunu iddia ettiği otorite, nede çabuk M. Ali Eser’i içine aldı. Bu nasıl
bir nitelikli kurtarıcı pratiğidir. Üstte aktardığımız bir pasajda “burada oyun
oynanıyor” diyerek verilen mücadeleyi küçümseyen yazar, acaba kitabı üzerinden
okurla oyun oynadığını gizleye bilir mi? Atila’nın her olumsuzlukta tek başına
şahitliği tutmadığı gibi herhangi bir müdahalesinin de yapılmıyor olması,
anlatımların samimiyetini sorgulatıyor.
Yine yürüyüş
esnasında erimiş karlardan kaynaklı oluşan boşluğa düşen yoldaşın olayından,
çok ciddi bir askeri zaafiyet çıkarmakta fazlasıyla abartılıdır. Yoldaşın sara
hastası olduğu da bilinmezken, bu durumdan saldırı malzemesi çıkarmak yavan
olmuştur. Elbette bu durum gözetilerek daha yakın şekilde yoldaşla yürünebilir,
ancak daha fazlasını çıkarmak anlamsızdır. Nitekim kısa süre içinde yoldaş
kayıp düştüğü yerden bulunup alınır.
Son olarak OPK
sonrası Dersim Bölge Komitesi’ne atanan Atila’nın görev yerine ulaşmasına
gelelim. Atila OPK sonrası kısa süreliğine şehire gittikten bir süre sonra
görev yerine ulaşmak üzere Mazgirt’e doğru yola çıkar. Bu yolculukta Dersim’de
kuryelerde ona yardımcı olur. Bu ulaşım esnasında İmam Boztaş yoldaşla da görüştüğünü
iddia eder. Devletin, köyünde evinin önünde ailesinin şahitliğinde katlettiği
İmam yoldaş, yıllarca hareketimizin gönüllü bir çalışanı olarak mücadeleye
katkı sunmuştur. Bu nedenle de çeşitli dönemlerde tutsak düşmüştür.
Ancak yılmadan
çalışmalara desteğini sürdürmüştür. Dersim’de ve hareketimiz içinde değer gören
ve sevilen bir yoldaşımızdı. Yazar, İmam yoldaşın bu niteliklerini ve gördüğü
saygıyı iyi bildiğini kitapta da aktarır. Bunu bilen yazar, İmam yoldaşın
ağzından, kendisine yönettiği övücü sözlerle, kitabın yarısının ana fikrini
verir.
Yazara ölümsüz
yoldaşlarımızı kullanarak kendisini nitelikli göstermek yerine, durduğu yeri
gözden geçirmesini öneririz. Kendisini pohpohlamaya ölümsüzlerimizi alet
etmemelidir. Kitapta aktardığı üzere İmam yoldaş, Atila’nın Mazgirt’te
çalışacak olmasına şu yorumu yapmış; “Buna en çok ben sevindim. Yıllardır
buraya tecrübeli ve bölgeyi bilen biri gelmemişti. Kısa sürede buraları
toplarız.” (S.366) Yazarda ilginç bir özgüven olduğuna şüphe yok.
Ancak yazıda kalmış
ve pratiğe dökülemeyen bir özgüven. Tarihimizi ve ölümsüz yoldaşlarımızı alet
ederek kendisini lider, üstün şahsiyet göstermeyi amaçlayan bir özgüven.
Aktarılan ifadeler gerçekçi görünmüyor. Öyle bir durum ki yazar Kaypakkaya
hareketinde Mazgirt’li yada o yöreyi bilen yoldaş hiç olmamış gibi özgüvenle
kendisini göklere çıkarıyor. Bu kadarına da pes dedirtiyor. 1976’da çıktığını
söylediği Mazgirt’e 1992’de faaliyet için dönen biri için fazlasıyla iddialı
bilgiçlik gösterisi sergiliyor.
Öncelikle kitapta
sadece isimleri belirtilen Özkan (Cafer Cangöz) ve “Baki” yoldaşlarımızın,
yıllarca o bölgede açık ve gizli mücadele içinde olması bile yeterlidir. Bu
yoldaşlarımız ve diğerleri bölge halkı üzerinde olumlu etki bırakmıştır. M. Ali
Eser’in ulaşamayacağı değerlerlerdir bunlar.
Yazdıklarını
okuyanlar için yörede mutlak şaşkınlık uyandırmıştır. Yoldaşlarımızı görmezden
gelerek, verdikleri emeği hiç olmamış gibi aktarımlar da bulunmak, ödediğimiz
bedeller karşısında tuzla buz olur. Yazar kendisiyle başlayan tarih
yazmaktadır. Kendisini aklamak, paklamak, niteliklerini gereğinden fazla övmek
için yazılan bu kitap gerçekler karşısında buharlaşıp uçacaktır. Kendisini
aklamak ve pohpohlamak için kaleme alınan bu kitapta, ele aldığı dönemin gerçeklerini
ifade edebilecek birileri olmayacağını düşünmüş olmalı. Aktardıklarımızdan da
görüleceği üzere, M. Ali Eser ortaya çıkardığı her kitapta olduğu üzere,
tarihimize saldırmaya devam etmiştir. Buna alet olanları da yine tarihimiz
yargılayacaktır.
Kolektif hafızayı ve
mücadeleyi, bireysel kaygılarına alet ederek onu zayıflatmaya hizmet eden
pratik, bugün devrimci örgütlü mücadelemizin gerilemesinin bir yansımasıdır.
Son yıllarda bu türden çıkışlar sıklıkla karşımıza çıkar. Hareketimizin
yeterince mücadele edemediği yada kitlelerin bir kısmının kafasında oluşan
sorulara, kendi yetersizliğinden dolayı veremediği tatmini, M. Ali Eser gibi
son dönemde bireysel çıkışlar sergileyerek ortaya çıkanlar tarihimize,
değerlerimize saldırı, yıpratma ve karalama amaçlı kullanmaktadır.
Buna müdahale
edilmediği takdirde tarihimiz, değerlerimiz birikerinin elinde oyuncak olmayı
sürdürecektir. Buna müdahale örgütlü bilinci geliştirmekle mümkündür. Örgütsel
düşünüş, hareket zayıflıyor ve zayıfladıkça da yıllar yılı kendini gizleyen
pusudaki ben merkezci, kariyerist bireyler kendini açığa çıkarıyor. Bu kişiler
örgütlü bilinçle eleştiriye tabi olmadıkça da asıl kimliklerini bir şekilde
muhafaza etmeyi sürdürüyor.
Çünkü kapitalizmin
içine sıkışmış bireylerde, bireyci yaklaşımlar beslenir. Hele ki Avrupa’ya
kapağı atmış mülteci oportünizmi ile iç içe bir yaşam sürdürüyorsa, kapitalizm
esas avını yakalamak için onları beslemeye devam eder. Bu kişileri o toplumsal
formasyon içinde ayırt etmek güçtür. Aynıların aynı yere toplanmasının en büyük
güçlüğü de budur. Her zamankinden daha fazla bizi kuşatan bu yönelim, ancak ve
ancak örgütlü, kolektif akıl ve mücadele geliştirilerek aşılır. Bunu başaracak
kudrette Kaypakkayacı harekette mevcuttur.
Son bir sözümüz de
yayın evine olacaktır. Devrimci mücadelede bedel ödemiş ve ödemekte olan
kişilere, saldırıları görmezden gelmek bu kadar basit olmamalı. Buna yazar
gibi, kendisini Kaypakkaya geleneği içinde ifade ettiğini belirten bir
yayınevinin alet olması ise üzerinde durduğunu iddia ettiği tarihi tüketmektir.
Bu duruma kim ne şekilde alet olursa olsun teşhir etmekten geri durmayacağız.
Taki devrimci kimliğini tüketen bu peygamber vari şahsiyetlerle arasına kalın
duvarlar örene kadar. Kitabın yazarı kadar basımını üslenen yayınevi
Babek/Sancı ortaklığı da hakaret, saldırı, karalamalardan sorumludur.
Kaypakkayacı
hareketin tarihini sahiplenmediniz, hiç olmazsa verilen mücadele ve ödenen
bedellere saygınız olsun.
SON
https://www.devrimcidemokrasi3.org/bir-tukenisin-adi-mehmet-ali-eser/