28 Temmuz 2024 Pazar

Polemik_HER ŞEYİ ZAR ATARAK BİLMEYE ÇALIŞANLAR BİZİ KAHVEHANE POLİTİKACILIĞIYLA SUÇLUYOR

Şarkıda deniyor ki "Aradığın aşkı buldun mu?" Ben de şimdi buldum diyemiyorsan da belki budur diye inceliyorum!!... Hüseyin Koç, Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya'yı Anmak Onudur sayfasında, "Ayrılıklarımızın Politik Temelini İmaarla Ve Muğlak Sözlerle Örtbas Etmek İstiyorlar, Politika ın Yerine Kahvehane Politikacılığını Geçirmek İstiyorlar" başlıklı yazısında, benim, "Aşkın Doğası Devrimin De Doğasıdır, Kızıldere Pratiğinden Ne Anlaşılmalıdır?" başlıklı paylaşımında savunduğum görüşleri eleştiriyor...

 

Şimdi,aslında,böyle bir eleştiriye karşı, zaman ayırıp cevap verip vermemek üzerine epeyi düşündüm!!...Çünkü,Hüseyin Koç'un burada yazdıkları felsefi ya da politik bir eleştiriden ziyade çamur at izi kalsın tarzında bir karalamadan ve laf cambazlığından başka bir şeye benzemiyor...

Tabi ki ben de şimdi burada, kendisi beni buna her ne kadar provake etmeye çalışsa da aynı tarzda yanıt vermeyeceğim!!...Fareler bile bir gölge oyununda kendilerini aslan ya da kaplan falan sana bilirler!!...Ama film bittiğinde, Işıklar yandığında kimin kim olduğu anlaşılır!!...

 

Bu şahsiyet, benim gerçek soyadımın Karavaiz olduğunu biliyor ama her ne hikmetse, benim kırk yıllık Kaypakkayacı olduğumu bilmemezlikten geliyor!!... Ne imiş, ben diyormuşum ki "Kaypakkaya Çemişgezek kahvehanelerinde propaganda yapıyordu. " Benim maalemden cımbızladığı bir kaç cümleyi kendince yorumlayıp kendine göre biçim verdikten sonra, beni muğlak ve imalı laflarla kahvehane politikacılığıyla suçluyor!!...

 

Sonra,Lenin'den Stalin'den yaptığı kimi alıntıları kendi görüşlerine destek yapıyor... Ne imiş, Bu ustalar diyormuş ki "komünistler, halkın olduğu her yere gitmeli, kahvehanelerde, meyhanelerde de propaganda yapmalı" Şimdi, ben, bazen, kendi yerime Nasrettin hocayı konuşturmayı, bazı şeyleri daha anlaşılır hale getirebilmek için tercih ederim. Kahvehanelerde, meyhanelerde ya da başka yerlerde, hatta kerhanelerde bile devrimci propaganda yapılabilir ve de yapılmalıdır da... Ama bu demek değil ki her şart ve durumda, her yerde propaganda yapılabilir ya da devrimci çalışma yalnızca propagandaya indirgenebilir.

 

İbrahim Kaypakkaya, Kemalizm, milli mesele başta olmak üzere bir çok konuda bu coğrafyanın devrim sorunlarına önemli açılımlar getirmiş, fırsat bulup okuyabildiği kaynaklar aracılığıyla, kimi önemli sentezleri yaparak, coğrafyanın devrim mücadelesinin politik, siyasal, askeri birikimine katkılar yapabilmiş genç bir komünist tir. Ama bu demek değildir ki bu genç komünist bir kaç yıllık devrimci eğitimi ve pratiğiyle, bu coğrafyanın devrim mücadelesinin bütün sorunlarını tahlil ederek bir devrim programı formüle etmiştir. Aynı durum Mahir Çayan için de böyledir.

 

Şimdi, ben, o makalede diyorum ki İbrahim Kaypakkaya, Mahir Çayan'ı küçük burjuva maceracılığıyla suçkarken, kendisi, 12 Mart faşist cuntası şartlarında, Elinde bir kırmadan başka bir silah bile yokken köy kahvelerinde propaganda yaparken Mahir Çayan'dan daha mı rasyonel davranıyordu ki Vartinik baskınına ihbarı köylülerde katılmış ve kafasından çıkarılan 48 adet saçma ise onun jandarma kurşunuyla değil ihbarcı köylüler tarafından vurulduğunu belgelemektedir.

 

Genç bir komünist, ne kadar birikimi ve yetenekli olsa da tecrübesizdir ve hata da yapabilir. İbrahim Kaypakkaya, Köylülüğe aşırı güvenmesinin bedelini canıyla ödemiş ama buna rağmen faşizmin işkencehanelerinde sonuna kadar direnebilmiş genç ve tecrübesiz bir komünistir.

Yine, ben, o makalede diyorum ki İbrahim Kaypakkaya, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş gibi o dönemin genç komünistlerini, kendi sınırlı birikim ve pratikleriyle birbirinin karşısına koyarak, birbiriyle rekabet ettirmek yerine, bu genç komünistlerin gerek teorik ve gerekse pratik birikim ve deneyimlerini onları da aşacak bir biçimde yeniden sentezlemek gerekir. Bu genç komünistlerin ardıllarının yapması gereken şey budur, onları birbiriyle rekabet ettirerek devrimci iradeyi parçalara ayırmak değil!!..

 

 

Ne imiş de İbrahim Kaypakkaya Kemalizm tezleriyle devletten devrimci kopuşu temsil ederken THKP/C ve THKO çizgisi Kemalizmle uzlaşmaymış!!...Ben ise o makalede diyorum ki gerek Mahir Çayan ve gerekse İbrahim Kaypakkaya, her ikisi de Kuvai Milliye ile Kemalizmi özdeşleştirdikleri için bakış açıları da buna göre farklılaşıyor... Çünkü, Milli Eğitim Bakanlığının müfredatında Kuvai Milliye ile Kemalizm bir ve aynı şeymiş gibi anlatılıyor...

 

Oysa, Kuvai Milliye, farklı sınıfların ortaklaştığı bir anti işgalci halk hareketidir. Kemalizm ise bu halk hareketinin zaferinden sonra kurulan burjuva feodal bir devlet aygıtının ideolojik argümanlarından biridir ki bu ideolojik argümanlar ne o zaman ne de bugün için Kemalizmden de ibaret değildir. Kemalizmden başka, Türk İslam sentezciliği, Türkçülük ve ırkçılık hatta şeriatçılık dahi Kuvai Milliye den sonra kurulan burjuva feodal devlet aygıtını içinde her zaman için yer bulabilmiştir.

 

Kaldı ki Mahir Çayan'ın asıl savunduğu Kemalizm değil anti işgalci bir halk hareketi olarak Kuvai Milliyedir. Ancak, Mahir Çayan da Kuvai Milliyeyi Kemalizmle eşitlediği için anti işgalci bir halk hareketi olarak Kuvai Milliyeyi sahiplenirken, tutarlılık adına Kemalizmi de küçük burjuva milliyetçi bir hareket olarak sahiplenmek zorunda almaktadır.

 

Yine, Hüseyin Koç, beni, imalı ve muğlak ifadeler kullanmakla suçluyor. Şimdi, söylemek gerekir ki Kimi şeyleri ne kadar açık açık ifade etsen de anlamak istemeyenler ya da anlama kapasitesi olmayanlar için bazen imalı konuşmak onlara ilaç gibi gelir...Çünkü,Marks'ın dediği gibi dünyayı değiştirmeyi değil de yorumlamayı tercih eden filozof bozuntuları, bu yorumlama sayesinde filozof merhaba ya da Komünist bir siyasetçi olamasalar bile şair, aşık, ressam, artist, heykeltraş gibi artistik ve estetik sanatlarda daha yaratıcı olabilirler...

 

Bu kadar yaratıcı da olabilen ima gibi bir eylemden bahsetmişken, yine bir ima yapmak zorunda kalıyorum!!...Laf dilin ucuna gelmeden söylenmez, diye bir halk deyişi vardır, hani... Peki, lafı dilin ucuna getiren nedir? Lafı dilin ucuna getiren ve insanı bülbül gibi şakıtan şey ya asmalara zarar bir afiştedir ya da insanı sinirlendiren bir piçtir!!...

 

Şivan Perver, konserlerde en son "Ozanım Ozan" diye bağırdıktan sonra sazı kırmasıyla tanınınır ki o bağlama bir Türk çalgısıdır. Sen Şarkı, Türkü söylediğin bir çalgıyı, sırf Türk algısı diye kırıyorsan, o şarkıları, Türküleri kendi ağzınla değil de başkalarının ağzıyla söylediğini de itiraf etmiş oluyorsun!!... Tıpkı, bayrak yakarak faşizmin işlediği suçları bütün bir Türk ulusuna mal etmek gibi yine devlet düşmanlığı değil halk düşmanlığı yapıyorsun ki bunu da bu ülkede, aynı üretim ilişkileri içinde iki ulus değil iki halk var diyerek de belgeliyorsun!!...Sen ozanın da Karacaoğlanlar, Dadaoğlu, Pir Sultanlar Ozan değil mi?!!...

 

Böylesine çılgınlığı varan taşkınlıklar, ezen ulustan Milliyetçiler için olduğu kadar ezilen ulustan Milliyetçiler için de söz konusu olduğu sürece, milli mesele, bu coğrafyanın en güçlü devrimci dinamiklerinden biriyken en büyük engellerinden biri haline de getirilebilir ki 33 silahsız askerin kurşuna dizilmesi gibi hiç bir mantığı ve etiği olmayan eylemler, İstanbul'a halen Konstantinapolis diyenler varken, içinden kimsenin kolay kolay çıkamayacağı bir kaosun da yaratıcısı olabilir...

 

İbrahim Kaypakkaya gibi son derece dürüst ve samimi bir komüniste, Ulusal hareketin provasını yaptırdıktan sonra, onu arabadan atan üvey ebeveynlerin, arabayı da götürüp Kürt toprak ağalarının ahırına park ettiklerini söylediğimiz zaman, yine, imalı mı konuşmuş oluyoruz? Eğer, buradaki imadan bir şey anlamayanlar varsa, Aydemir Akbaş'ın, Zerrin Egeliler' i sonuyla becermeye çalıştığı porno filmlerinin komedi versiyonlarında daha açık ifadeler bulabilirler.

 

Bunu da bizi Faşizme ifade vermekle suçlayanlara yanıt olarak söylemekle, lafı daha fazla uzatmadan burada kalmak istiyorum!!...

Şimdi, Türkiye devriminin siyasal mecrasını bir kumarhaneye çevirerek gerek Mahir Çayan'ın gerekse İbrahim Kaypakkaya'yı kahvehanelerde kaç masa varsa o kadar farklı siyasete bölenler - ki Türkiye'de 170 adet sol parti ya da hareket olduğu söyleniyor - ne kadar komünistse, biz de nacizane, her halde, en az o kadar komünisttiz...

 

Bizden daha iyi komünist olanların gerek teorik ve gerekse pratik deneyimlerinden öğrenmeyi bir yöntem bilecek kadar da samimi komünistlere saygımız sonsuzdur...Ayrıca, Türkiye ya da Kürdistan'İn hiç bir mahallesinde 170 masalı bir Kahvehane olduğunu hiç sanmıyorum!!... Böyle bir mekan, Kahvehane değil de Las Vegas'ta bir kumarhane olabilir belki...

Şimdi, zar atarak her şeyi bilenler, bu bir çift zarın yanına iki lüfer bi de büyük rakı söylerlerse, geleceğe ilişkin öngörülerinde, en az burç yorumlanakta uzman olan Güzin abla kadar muvaffak olabilirler...

 

Ne var ki yaşamın da komünizm davasının kaynağı da bir deryaya benzer!!... O deryada daha Çinekopken oltaya gelmeli ki insan Lüfer olmadan, hem devrim sofrasında bekleyenler aç kalmasın, hem de balığı yanlışlıkla ağzına değilde bütün bütün başka tarafına sokmaya çalışan Kimi çılgınların canı fazla yanmasın!!...

 

Hüseyin Koç, beni yoksulların hor görmekle suçlayacak kadar zıvanadan da çıkıyor. Oysa, ben, o makalede, yoksulların değil, karnını doyurmak için her türlü namussuzluğu yapabilen lümpenleri suçluyorum ki Maksim Gorki'nin yazdıklarından biraz haberdar olanlar için bunu ilk söyleyenin ben olmadığım da açıktır...

 

Selamlar....

Fikret Karavaiz

 

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)