19 Ağustos 2024 Pazartesi

ATEŞ OLMADAN KÖZ OLMAZ_Dünden Bugüne Kaypakkaya Geleneği Üzerine_2__FİKRET KARAVAZ

2. Bölüm: 

İbrahim Kaypakkaya, Anadolu devriminin niteliğini proletaryanın ideolojik öncülüğünde bir DHD süreci olarak belirlerken, devrim sürecini içinden geldiği geleneğe rağmen bir MDD olarak tanımlamaktan kaçınmakta ve kendi döneminin devrimci akımlarından farklı olarak Kürt ulusal sorununa ayrı bir önem vermektedir.

 Öyle ki bütün siyasal hamlelerini öncelikle Kürt ulusal sorununu DHD etrafında yedekleme stratejisinin ihtiyaçlarına göre belirlemesine rağmen, gerek komünist hareketin aldığı yenilgi gerekse sonraki süreçlerde ulusal ve uluslar arası konjonktürdeki değişkenler Kürt ulusal sorununun bir komünist önderlik etrafında DHD sürecine direk yedeklenmesini engellemiştir. 

  

Bugün, Anadolu coğrafyasında süreç halen DHD sürecidir. Baş çelişki, tarımın yarı feodal niteliğine bağlı olarak halk sınıflarıyla yarı feodalizm arasındaki çelişkidir.

  Çünkü,

 komprador kapitalizmin ekonomik ve siyasal niteliklerini belirleyen bütün diğer çelişki ve olgular bu baş çelişki tarafından belirlenmektedir. Ancak, gerek köylü sorununun Anadolu coğrafyasına dair aldığı biçim, gerekse siyasal konjonktürün ve asgari programın diğer birleşenlerini oluşturan ulusal sorun ve aidiyet sorunlarının politikleşme biçimlerinin niteliği,bugün, komünist hareketin 68 den farklı olarak başka siyasal hamleler ve refleksler geliştirmesi gereğini öne çıkarmaktadır. 

  

 İbrahim Kaypakkaya’nın yaşadığı süreçten farklı olarak komprador kapitalizmdeki gelişmeler ve tarımda makine kullanımının yaygınlaşması, maraba tarımını ortadan kaldırırken, coğrafyanın tarımında, emeğin kendisinin metalaşmadığı küçük ve orta ölçekli aile tarımının kalıcı niteliği, baş çelişkiyi Kapakkaya’nın belirlediği gibi köylülükle feodalizm arasındaki çelişki olmaktan çıkararak, bugün, asgari ücretten sanayi ham maddelerinin fiyatına kadar komprador kapitalizmin bütün dinamiklerini kendisine bağlı olarak biçimlendiren, tarımın yarı feodal karakteriyle halk sınıfları arasındaki çelişkiyi baş çelişki haline getirmiştir.

 Öyle ki

 Kaypakkaya’nın köylülükle sınırlı tuttuğu baş çelişki, bugün, bütün halk sınıflarının baş çelişkisi konumundadır.

  Burada, şunu da özellikle belirtmek gerekir ki Kuzey Kürdistan Ve Anadolu coğrafyası gibi bugünkü sınırları içinde aynı sosyo ekonomik yapıya sahip ve tarihsel gelişmenin ayrılmaz bağlarla birleştirdiği bir coğrafyada iki farklı baş çelişki belirlemek,  gerek teorik olarak ve gerekse sonuçları itibarıyla pratik olarak büyük bir hatadır.

 

 Her şeyden önce, Kürt köylülüğünün kendi coğrafyası dışında metropol şehirlerde farklılaşması ve proleterleşmesi bu iki coğrafyayı köylü sorunu üzerinden birleştirmekte olduğu gibi onun köylü ve tarım sorunu çözülmeden tam olarak çözülemeyeceğini de açıkça ortaya koymaktadır.

 Baş çelişki,

 belirli  bir sosyo ekonomik yapıya karakterini veren ve çözümüyle diğer çelişkilerin çözümünün önünü açacak olan çelişkidir.

 

 Dolayısıyla,

 politik konjonktüre etkisi, tarihsel kökeni ne olursa olsun herhangi bir ulusal sorun belirli bir sosyo ekonomik yapıda baş çelişki oluşturmaz ya da ikinci bir baş çelişki olarak ikame edilemez.

 

Bir ve aynı sosyo-ekonomik yapıda baş çelişki de tektir ve aynı çelişkidir. Kürt ulusal sorunundan ikinci bir baş çelişki türetmek, her şeyden önce, her iki coğrafyanın DHD sürecinin temel  ittifaklarını bölerek güdükleştirmek, böylelikle de gerek DHD sürecini ve gerekse DHD sürecinde kazanılacak mevzilerle gerçeklik kazanabilecek olan sosyalist devrim aşamasının gelişim dinamiklerini baltalamak ve pratikte imkansız hale getirmek anlamına gelir.

 

 

İkinci olarak ise Kürt sorunundan baş çelişki türetmek, Kürt sorunu pratikte köylü ve tarım sorunu üzerinden sınıfsal dinamiklerle doğrudan ilişkili olduğu halde, sorunu yalnızca ulusal sorun boyutuyla ele alıp Kürt milli burjuvazisi ve Kürt feodalleri gibi mülk sahibi sınıflara havale ederek  sorundan sıyrılmak, Kürt köylülüğü ve proletaryasının siyasal öncülüğünü Kürt mülk sahibi sınıflara terk etmek, böylelikle de sorunun Kürt köylülüğü ve proletaryasının menfaatleri bağlamında çözümünü imkansız hale getirmek anlamına gelir ki böyle bir şey bir komünist önderlik için DHD  ve sosyalist devrim mücadelesinin temel meselelerinde kendi elini kolunu bağlamaktan başka bir anlam ifade etmez. 

  

 1917 Sovyet devrimi ,ulusal sorunun proletarya devrimleri ve bir sosyalizm projesi ile ilişkisini güncelleştiren niteliği ile önemlidir. Sovyet devrimi, birinci dünya savaşının yıkıntıları üstünde gelişmiş bir devrim olması itibarı ile halklarda kitlesel bir beklenti haline gelmiş olan öncelikli değişim beklentilerini temsil etmekte olan bir devrim hareketi niteliğindeydi. Bu anlamda, ulusal soruna dair kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin, yalnızca, siyasal formulasyonu Sovyet devriminde sanayi proletaryasının çeşitli milliyetlerden köylü kitleleri devrime yedeklemesine yetebilmiştir.

 

 Çünkü, Sovyet devriminin en önemli ve siyaseten üretken örgütlülüğü sanayi proletaryasını temsil eden işçi Sovyetleriyle birlikte uzayan ve geniş çaplı yıkımlara neden olan emperyalist savaşın mağdur ettiği asker ve köylü Sovyetleridir. 

   

 Anadolu DHD süreci ise başlangıcından itibaren köklü bir ulusal sorun ve bundan ayrı olarak farklı kimlik ve inanç çelişkilerini üstünde taşımaktadır. Yine, Anadolu devrimi için temel güç teşkil eden köylülüğün farklılaşma süreçlerinde ki özgünlüklere bağlı olarak, halk sınıflarından ara sınıfların geniş bir yelpaze oluşturması, topraksız köylülük ve çekirdek proletaryanın halk sınıfları safında nispeten zayıf konumu, buna karşılık yarı proletarya ve küçük burjuvazinin farklı tabakalarının belirgin bir çoğunluğu temsil etmesi ve yine burjuva feodal devlet aygıtının kırlarda ve kentlerde orta sınıflara kadar uzanan ekonomik ve ideolojik formasyonu Anadolu devriminin handikaplı sorunlarını oluşturmaktadır. 

   

 Proletaryanın öncüsü konumunda olan siyasal yapılar, bütün bu ekonomi politik olgular etrafında bir DHD programı belirlerken, yalnızca ulusal sorunun kendi kaderini tayin hakkı ilkesi bağlamında formulasyonun basit bir tekrarı ile yetinemezler. Ulusal sorunun, köylü ve tarım sorunu ile iç içe geçtiği koşullarda, proletaryanın öncüsünün ,Kürt köylülüğü ve proletaryasını kendi mülk sahibi sınıflarının iç pazara yönelik siyasetinden farklılaştıracak siyasal projeler geliştirebilme yeterliliğini gösterebilmesi gerekir.

 

 Hemen hemen toplumu oluşturan belli başlı bütün sınıfların köylülükten farklılaştığı bir siyasal coğrafyada, devrimci ve karşı devrimci sınıfların köylü yığınların farklı siyasal eğilimlerini temsil etmekten ve bu eğilimler tarafından etkilenip bu eğilimleri etkilemekten azade olması düşünülemez.  

   

 Sanayi proletaryası ile köylülük arasındaki temel siyasal farklılık, köylülüğün nispeten küçük mülkiyet eğilimi ve siyasal dağınıklığından ileri gelir. Dolayısıyla, proletaryanın öncüsü, kentlerde köylülüğün farklılaşmasından oluşmuş yarı proleter ve küçük burjuva kitleleri proletaryanın siyasal programına yedekleme becerisi gösteremediğinde ve tutarlı bir DHD programı oluşturamadığında öncülük misyonunun yerine getirildiği iddiası gerçekçi olmayacaktır.

 

 Köylülüğün dağınıklığından ileri gelen ve sonrasında köylülüğün farklılaşması ile oluşmuş yarı proletarya ve kent küçük burjuvazisi gibi halk sınıflarının kendiliğinden liberal siyasal alışkanlıklarının ve yine, Kürt ve alevi kimliği gibi kimi aidiyetler etrafında izole olmuş siyasal niteliklerinin dinamikleştirilebilmesi ancak kitle örgütleri aracılığıyla mümkündür.  

   

 Bu anlamda, bir Demokratik Kitle Örgütü kültürü gelişmeden tutarlı bir DHD ve sosyalist demokrasi mücadelesinden bahsetmek ve sosyalist demokrasiyi projelendirmek olanaksızdır.

 İbrahim Kaypakkaya, Kürt ulusal sorununu, Anadolu DHD süreci için taşıdığı önemi fark ederek, yalnızca sorunu formüle etmekle yetinmeyip aynı zamanda, sorun etrafında siyaset üretebileceği pratik siyasal manevralara da yönelmekle ne kadar güçlü siyasal ön sezilere sahip olduğunu göstermektedir. 73 Vartinik hamlesi, hem 12 Mart darbesine bir siyasal yanıt ve hem de Kürt ulusal sorununun ilerde alacağı biçimlere dair sorunu DHD mücadelesi ile birleştirmeye yönelik bir siyasal hamle niteliğindedir. 

  

Vartinik hamlesi, yakın tarihte bir isyan kültürü olan Dersim coğrafyasından başlatılmakla, DHD sürecinin içeriğini sınıfasal dinamikler yanında Kürt ve alevi toplumsal kimliklerinin demokratik devrimci talepleriyle derinleştirip güçlendirmeye yönelik, özellikle tercih edilmiş komünist bir hamledir. Vartinik hamlesinin bir benzeri olan Kızıldere hamlesi de Anadolu Aleviliğinin devrimci taleplerini sınıf dinamiklerine yedeklemeye yönelik komünist iç güdülerin belirlediği tercihli bir hamledir. 

  

  Proletarya ne kadar örgütsüz olsa da politik refleksleri her zaman köylülük ve diğer halk sınıflarından diridir. Proletaryanın öncüsü için önemli olan bu diri refleksleri örgütlemektir. Yarı feodal tarla tarımının yarattığı birincil ve ikincil etkilerin ürünü olarak gelişen sosyal olguları DHD perspektifinden yönlendirmek gerekir. Bu olgulardan ,örneğin, şehirlerde biriken artı nüfusun politik ihtiyaçlarına karşılık gelecek siyasal oluşumların yaratılması gerekir.

 

Demokratik Kitle Örgütleri(DKÖ)Anadolu coğrafyası için politik devrimin olmazsa olmazı niteliğindedir. Hem şehirlerde biriken yarı proletarya ve küçük burjuva kitlelerin örgütsel ihtiyaçlarının karşılanması, hem de Kürt ulusal hareketi içinde asıl mücadele eden proletarya ve köylülüğün DHD perspektifine yönlendirilmesi, DKÖ’lerin çeşitlenmesine ve yaygınlaşmasına bağlıdır.

 

 

Kürt ticaret burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyeti, Kürt proletaryası ve köylülüğünü yukarıdan merkezi bir siyasal örgütlülük içinde tutmak istemekte ,Kürt halk sınıflarının proletaryanın ideolojik argümanları ile tanışmasını istememektedir.

 

 

   Kürt proletaryası ve köylülüğü, komprador kapitalizm koşullarında bölgesel özerklik gibi çözümlerin kendisi için ne anlam ifade ettiğini sorgulayabileceği ve üstünlük geliştirebileceği kitle örgütlerinden yoksundur. Yukarıdan merkezi siyaset anlayışı, Kürt ticaret burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyetinin tercihi olarak gelişirken kendileri için istedikleri bölgesel özerklik ve yerel yönetimlerin geliştirilmesine yönelik talepler, iç pazarın kendi kontrollerine geçmesi maksadının ötesinde bir içeriğe sahip olmaması ile birlikte, kendi örgütsel anlayışlarının âdemi merkeziyetçi yapısı ile de çelişmektedir.

 

Bu durum, KDP ve KYP kadar Kürt Özgürlük Hareketinin (KÖH) de öncelikli eğilimlerinden biri olup KÖH, ULUSAL BİRLİK GİBİ Kürt feodallerini de içine alan projeleri her zaman sınıfsal perspektiflerin önüne koymakta ve kendi coğrafyası dışında proleterleşen Kürt köylülüğünün sınıfsal içerikli taleplerini ötelemekle, aslında, Kürt Özgürlük Hareketinin geleceğine zarar vermektedir.  

   

 Kürt ticaret burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyeti, kendi halk sınıflarına karşı ikiyüzlü bir siyaset sürdürmektedir. Proletaryanın öncülüğü iddiası, Kürt halk sınıflarının aktif katılımının olmadığı bir DHD sürecinin hayal ürünü bir ütopyadan öte değerinin olmayacağından hareketle, kendi kaderini tayin ilkesinin demokratik muhtevasını savunurken Kürt mülk sahibi sınıfların devrime karşı ikiyüzlü tutumunu teşhir siyasetini sürdürmeyi gerektirir.

Bu anlamda ,proleter öncü DKÖ’leri yaygınlaştırarak politik yaşamın giderek öznesi yapmaya yönelik siyasal perspektifler geliştirmeli, özellikle Kürt halk sınıflarını kitle örgütleri içine çekmelidir. DKÖ’ler sosyetik formatta geliştirilmeli ve çevrelerinde örgütlenecek milis örgütlülükleri ile desteklenmelidir. Kirsalda gerilla mücadelesi ile kitle örgütleri arasında koordineli bir birlik oluşturulmalıdır. İbrahim Kaypakkaya'nin 73 Vartinik hamlesinin bugün değişen ve farklılaşan siyasal konjonkturde aldığı biçim bu olguda belirginleşmektedir. 

 

  DHD perspektifinin, Kürt ulusal sorununun genel olarak köylü ve tarım sorunuyla ortaklaşa bir perspektiften yeniden formüle edilmesi, hiç kuşkusuz, DHD yi MDD perspektifinin ötesine taşımak anlamına gelir. MDD perspektifinin dar, sınırlı ve yetersiz ve tutarsız içeriği Kürt ulusal sorununun devrimci dinamiklerinin katkısı ile güçlü bir DHD programı yaratılarak aşılabilir.  

  

 

Ulusal sorunda sol ve sağ siyasetlerin anlamak istemediği gerçeklik buradadır ki ulusal soruna dair emperyalizm çağının Marksist siyaseti, kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin demokratik muhtevasının kayıtsız şartsız desteklenmesi Leninist siyaseti yegâne bilimsel siyasal tarzdır.

 

Çünkü,

 

kendi kaderini tayin hakkinin reddi, ulusal sorunda egemen ulus burjuvazisi ve büyük mülkiyetinin şoven siyasetine hizmet ederken, kendi kaderini tayin hakkini, kendi kaderini bizzat tayin, yani ,ayrı bir devlet kurma olarak mutlaklaştırmak ezilen ulus burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyetinin siyasetini benimsemek olacaktır.

 

Ulusal soruna dair egemen ulus solculuğunun yansıması olan sağ şovenizm biçimindeki kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin reddi kolaylıkla görünen bir fırsatçılık olmasına rağmen, ulusal soruna dair sol oprtunizmin bir yansıması olan kendi kaderini tayin hakkı ilkesini, yani ,ayrı bir devlet kurma hakkı ilkesini bir hak olmanın ötesinde mutlaklaştıran ve ezilen ulusun egemen sınıf siyasetine yedeklenen  anlayış sol oportünizmindir.

 

 

 Oysa,ulusal soruna dair Leninist çözüm ,farklı milliyetlerden emekçi kitleleri kapitalist gelişmeye bağlı olarak kendiliğinden toplandıkları ve sanayi proletaryasını yarattıkları büyük sanayi merkezlerindeki kitle örgütlerinde örgütlemek ve kapitalizme karşı birleştirmektir.Leninizmin bu ilkesl perspektifinde kendi kaderini tayin hakkını sosyalizm mücadelesinin çıkarlarına yedeklenmiştir.Sosyalizm mücadelesinin menfaatlerinden azade bir ulusal sorun çözümü Leninist değil burjuva revizyonist siyasete karşılık gelir. 

  

 

Büyük sanayi metropolleri farklı milliyetten emekçi kitlelerin kaynaştığı alanlardır. Leninizm, kendi kaderini tayin hakkı ilkesini neden bir hak olarak formüle etmiş ve mutlaklaştırmamıştır.

 

Çünkü,

 

emperyalizm çağında bağımlı ulusların burjuvazisinin emperyalizmden bağımsız siyasal dinamikleri kalmamıştır. Kürt ulusal sorununda sol oportünizmin anlamak istemediği olgu, bütün diğer sınıflar gibi proletaryanın da Anadolu coğrafyasında halen köylülüğün farklılaşmasıyla kendini yeniden ürettiği gerçekliğidir.

 

 Oysa, emperyalist metropollerde demokratik devrim tamamlanmış olduğundan köylü ve tarım sorunu çözülmüş, tarım kapitalistleşmiş ve köylülüğün tarım ve sanayi proletaryasına dönüşmesi süreci tamamlanmıştır.

 Buna karşılık,

 

 yarı sömürgelerde, halen halk sınıfları ve orta sınıflar dâhil toplumsal sınıflar köylülüğün  farklılaşması ile kendini yeniden üretmektedir. Kürt köylülüğü, kapitalizmin eşitsiz gelişme koşullarına tabi olarak kendi coğrafyası dışında proleterleşmekteyken, Kürt burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyeti Kürt proletaryası ve köylülüğünü kendi ulusal siyaseti etrafında dikey siyasal yapılarda yedeklemektedir.

 

Çünkü,

 

dikey siyasal örgütlenmeler ulusalcı siyaset için daha işlevseldir. 

    Leninizm, bu siyasal olgunun farkında olarak büyük sanayi proletaryasının kendini yeniden üretme dinamiklerini esas alan ve farklı milliyetten emek kitlesinin kaynaştığı sovyetik kitle örgütleri siyasetine karşılık, kendi kaderini tayin hakkini yalnızca bir siyasal hak kapsamıyla benimserken, bu hakkı mutlaklaştırmaz ve proletaryanın mücadele birliğine bağlı olarak ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkinin demokratik muhtevasının desteklenmesiyle yetinir.

 

 

Yani ,kendi kadehini tayin hakkini, yani ,ayrı bir devlet kurma hakkını, kendi kaderini bizzat tayin, yani ayrı bir devlet kurma ilkesi olarak mutlaklaştırmaz.

 

Çünkü ,büyük kapitalist sanayi farklı milliyetlerden emek kitlesini birleştirir ve farklı milliyetlerden proletaryanın sosyalist iktidarı için siyasal koşulları yaratır. Bu olguda, farklı milliyetlerden emek kitlesinin birliğini kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin önünde siyasallaştırmak bir şovenizm değil proletaryanın siyasal mücadelesinin ve sınıf siyasetinin bir zorunluluğudur.

 

 Bu nedenle, kendi kaderini tayin hakkı ,yani ,ayrı bir devlet kurma hakkı ,Leninizmde bir siyasal hak olarak tanımlanırken, kendi kaderini her koşulda bizzat tayin, yani ayrı bir devlet olarak örgütlenme biçiminde mutlaklaştırılmamıştır.  

  

 

 Leninizm, hem ezen ulus hem de ezilen ulus egemen sınıflarının ulusalcı ve proletaryanın ortak mücadelesini bölen dikey siyasal oluşumlarına karşı farklı milliyetlerden sanayi proletaryasının birleştiği birer yatay siyasal örgütlenme olan sovyetik kitle örgütlerini esas alan bir stratejiye bağlı olarak, kendi kaderini tayin hakki ilkesinin egemen ulus şovenizmine karşıt olarak gelişen demokratik niteliğini savunmakla yetinir.

 

Ayrılma ve ayrı bir devlet kurma hakkını mutlaklaştırmadan proletaryanın sınıf mücadelesi ile ilişkisi bağlamında her coğrafyanın kendi siyasal koşulları ve sınıf mücadelesin öncelikli ihtiyaçlarına göre formüle eder. Ayrı bir devlet olarak ezilen ulusun ayrılması sınıf mücadelesinin nihai amaçları ve demokratik devrimin genel menfaatleri bağlamında desteklenir yâ da desteklenmez.  

   

 

Kürt ulusal sorununda, Vartinik hamlesi, hem 12 Mart askeri darbesine karşı erken bir refleks hem de Kürt sorunun ilerde alabileceği biçimlere karşı proletaryanın öncüsünün elini güçlendiren siyasal bir hamledir.

 

Bugün, Kürt ulusal mücadelesinin proletaryanın Birleşik mücadelesinden ayrı burjuva feodal bir önderlik siyasetinde siyasallaşmış olması ve bu sınıfsal niteliği ile Kürt proletaryası ve köylülüğünü kendi ekonomi politik gerçekliğinden farklı olarak, Birleşik sanayi proletaryasından yalıtan dikey örgütlenmelere tabi kılan niteliğine karşıt olarak, bütün milliyetlerden proletaryanın öncüsünün siyaseti ,yalnızca Vartinik hamlesinde ısrar ve devam ettirmekle yetinmek yerine, demokratik devrim sürecinde olan yarı sömürgelerin niteliği gereği kitlelerin yatay demokratik örgütlenme alanlarının genişletilmesi ve Kürt proletaryası ve köylülüğünün gerek demokratik devrimin, gerekse Kürt sorununun bütün yönleri ile sorgulayabileceği yatay kitle örgütlerinde farklı milliyetlerden emek kitlesi ile kaynaşabileceği demokratik siyasal özgüm biçimlerini geliştirmek ve yaygınlaştırmaktır.

 

 

 Halk sınıflarının birleşik mücadele araçları olan bu yatay örgütlenmeler, ayni zamanda ezen ve ezilen ulustan egemen sınıfların kendi sınıf siyasetlerine hizmet eden ve burjuva feodal devlet aygıtının hiyararsisini kopya eden dikey örgüt biçimlerine karşıt olarak halk sınıflarının birer öz yönetim araçları niteliğindedir. Dikey siyasal yapılanmalarla burjuva feodal hiyerarşinin ideolojik ve yönetsel hegomanyasinin boyunduruğunu aşabilecek bir siyasal perspektif, ancak farklı milliyetlerden emek kitlesinin kaynaştığı ve mücadele birliği yaratarak kendi egemen sınıflarından siyaseten özgürleştiği yatay demokratik kitle örgütleri mücadelesi kültürünün gelişmesi ve yaygınlaşması ile yaratılabilir.  

 

 

Kitle örgütlerinden yoksun bir DHD ve sosyalizm mücadelesinin kanatlarından yoksun bir kuştan farkı yoktur. Kürt köylülüğü ve proletaryası farklı milliyetlerden sanayi proletaryası ile kaynaşarak Birleşik mücadele örgütlerinde mücadele birlikleri yaratmadan, hangi biçimi alırsa aslin bir DHD programının Anadolu coğrafyası için uygulanabilirliğinden bahsetmek olanaksızdır.

   

 

Anadolu ve Orta Doğu coğrafyasında, Kürt köylülüğü, kendi coğrafyasının dışında proleterleşmektedir. Yine ,Kürt  ticaret burjuvazisi ,yâri feodal tarımdan türeme ticaret burjuvazisi kimliğinde olup tefeci tüccar sermayesi ile iç içe niteliği ile bir taraftan kendi büyük toprak mülkiyetine, diğer taraftan İstanbul gibi metropollere bağımlıdır.

 

Kürt coğrafyasında sanayi proletaryasının gelişimi yetersiz ve sanayi burjuvazisi yok denecek kadar azdır. Bütün bu olgular, Kürdistan devrimini kendi dinamikleri ile bir MDD olarak geliştirmeye yetmemektedir. Kürt burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyetinin bütün devrimciliği pazar çelişkileri tarafından belirlenmekte ve sınıfsal nitelikleri Kürt köylülüğü ve proletaryasına bir Kürt cumhuriyeti koşullarında dahi bugünkünden farklı bir perspektif sunmamaktadır.  

   

 

Kürt burjuvazisi, küçük burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyeti ideolojik formatta ve siyasal örgütlenme tarzında Kemalizmin kötü bir kopyasını yansıtmakta, kitleleri dikey siyasal yapılarda kitle inisiyatifinin gelişmediği ve yatay kitle örgütlerinden yoksun bir siyasal formatta kendi pazar çelişkileri etrafında yedekleme siyaseti gütmektedir.

 

 

Anadolu sosyalist hareketlerinde MDD'ci sol ise Çin devrimi pratiğinde olduğu gibi hızla ve çabuk politize olan topraksız köylülüğün bulunmadığı bir coğrafyada, köylülüğün yarı feodal tarımın komprador kapitalizmle iç içe geçtiği özgün bir sosyo-ekonomik formasyonda, proletaryadan çok yarı proletarya ve küçük burjuvaziye farklılaştığı bir coğrafyada ,klasik halk savaşına uygun bir zemin bulamadığında, İbrahim Kaypakkaya’yı anlamak ve derinleştirmek yerine, MDD formatında algıladığı DHD stratejisinden, sosyalist devrim tezlerine çark ederek çelişkilerden sıyrılmaya çalışmaktadır.

 

 

Oysa, Anadolu  ve Kürdistan devrimi ,baslıca iki ulusun da kendi sınıfsal dinamiklerinin bir MDD süreci için yetersiz kaldığı ve her iki milliyetten ve diğer azınlık milliyetlerden halk sınıfların Birleşik mücadelesinin tayin edeceği yeni tipte bir DHD süreci olarak gelişme potansiyelleri taşımaktadır. 


 

İbrahim Kaypakkaya’nın doğmatik kavranışı ise Her iki milliyetten halk sınıflarının, gerek sınıfsal ve gerekse kimliksel taleplerini birleşik bir mücadelede ortaklaştırmak yerine, kötü bir MDD talitçiliğini DHD süreci olarak benimsemekle, ne Maoizmi ne de İbrahim Kaypakkaya’yı içselleştiremediğini ortaya koymaktadır.

 

 

Oysa, Kürt Ulusal Hareketi’nin kazandığı her mevzi Anadolu ve Kürdistan devrimi için yeni olanaklar yaratmakta ve DHD sürecini bir üst aşamaya taşıma potansiyeli göstermektedir.

 

 

Öyle ki Kürt Ulusal Hareketi’nin Suriye ve Irak’taki üsleri, birleşik bir DHD süreci için Türkiye sınırları içinde bugün için olanaksız olan Kızıl Siyasi İktidar’ların bir prototipini temsil etmekte ve KSİ perspektifine ölü ve doğmatik değil ama canlı ve güncel bir içerik kazandırmaktadır.

 

İbrahim Kaypakkaya’yı doğmatik bir perspektiften, henüz ortada bugünkü Kürt Hareketinin olmadığı siyasal süreçleri bugüne taşıyan bir perspektiften savunmak, Kürt Hareketiyle birleşik bir DHD süreci yerine, mevcut olmayan, ya da yetersiz olan topraksız köylülük savaşını, bu coğrafyaya Çin pratiğinde olduğu gibi aynen ikame etmeye çalışmak, aslında, İbocu bir devrimciliğe değil kötü bir MDD taklitçiliğine karşılık gelmektedir.

 

 

Mevcut örgütsel perspektiflerin yetersizliği koşullarında ,zaten sınıfsal dinamiklerdeki yetersizliklere neden olan özgün sosyo-ekonomik yapı, MDD formatında bir DHD sürecini her iki ulusun ayrı ayrı demokratik devrim mücadelesi için yetersiz hale getirirken, bir de ulusal sorunda sol fırsatçı, kendi kaderini tayin hakkını ayrılma yönünde kullanma tezleriyle desteklenmiş sosyalist devrim tezleri, Marksizmin kötü bir karikatüründen öte bir nitelik göstermemektedir.

 

Anadolu ve Kürdistan devrimi ,her iki ulus için ayrı ayrı yetersizlikler gösteren ve buna karşılık, gerek yarı feodal tarımın yarattığı ucuz iş gücü gibi birincil ekonomik sonuçlar, gerekse tarihsel kökleri olan kimlik ve aidiyet ve demokrasi sorunları gibi ikincil sorunların asgari programın içeriğini genişletip derinleştirdiği,  her iki ulusun devrim süreçlerini zorunlu olarak Birleşik mücadeleye zorladığı, yeni tipte bir DHD süreci olarak gelişme potansiyellerinde kendisini göstermektedir.

 

Fikret Karavaz

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)