31 Ağustos 2024 Cumartesi

2-TARİHTEN NOTLAR_SINIF BİLİNÇLİ PROLETARYA BÜTÜN ULUSAL HAREKETLERİ NİTELİĞİNE BAKMADAN DESTEKLER Mİ?

2-TARİHTEN NOTLAR_SINIF BİLİNÇLİ PROLETARYA BÜTÜN ULUSAL HAREKETLERİ NİTELİĞİNE BAKMADAN DESTEKLER Mİ?

Konuya Lenin yoldaşın şu tümceleriyle giriş yapalım.

”Hiç şüphe yok ki her ulusal hareket ancak demokratik burjuva hareketi olabilir. Çünkü, geri kalmış ülkelerde nüfusun büyük çoğunluğu burjuva kapitalist ilişkileri temsil eden köylülerdir."

Evet, Lenin'in de oldukça bilimsel bir tanımlamayla ortaya koyduğu gibi, bütün ulusal hareketler burjuva-demokratik nitelik taşır. Ancak bunun yanısıra da, yani her ulusal hareket ”burjuva demokratik nitelik taşıyor" ve dolayısıyla da ”kayıtsız şartsız desteklenmelidir" diyen anlayış sahiplerini de açık ve net bir dille mahkûm etmekten de geri durmayarak şunları söylüyor:

”Burjuva demokratik hareketleri söz edersek reforumcu hareketle devrimci hareket arasındaki bütün ayrımını silip atmış oluruz. Oysa o ayrım son zamanlarda geri kalmış ve sömürge ülkelerde ayan beyan ortaya çıkmıştır. Çünkü, emperyalist  burjuvazi reforumcu hareketi ezilen milliyetlere sokmak için elinden geleni yapacaktır.

Sömürücü ülkelerin burjuvazisi ile sömürge ülkelerin burjuvazisi arasında belli bir yakınlaşma olmuştur. Öyle ki çok kere belkide çoğunluk hallerde ezilen ülkelerin burjuvazisi bir yandan ulusal hareketi desteklerken, öte yandan emperyalist burjuvazi ile tam anlaşma içerisindedir.

Bütün devrimci hareketlere ve devrimci sınıflara karşı onunla güç birliği yapmaktadır.

Bu komisyonda tartışma götürmez bir biçimde kanıtlandı ve tek doğru tutumun bu ayrıtıyı dikkate almak ve "ulusal devrimci" terimini kullamak  olarak kararlaştırıldı.

Bu değişikliğin anlamı şudur:

Biz komünistler olarak sömürgelerde  burjuva kurtuluş hareketlerini ancak gerçekten devrimci bir ruhla eğitip, örgütlenmemize engel olmadıkları taktirde desteklemeliyiz ve destekliyeceğiz...

Bu şartlar yoksa bu gibi ülkelerin komünistleri  ikinci enternasyonal kahramanlarınında saflarında yer aldıkları reformist burjuvazi ile mücadele etmelidirler.“

(III. Enternasyonal Konferansı sf. 65).

Şimdi bu uzun pasajdan çıkarılması gereken sonuçları aktaralım ve oradanda lKDP ve YNK ile olan ilişkisini ortaya koyalım.

1) Bütün ulusal hareketlerin burjuva-demokratik nitelikli oIması;

PARTİZAN 10_sf.25

 

2)Emperyalist burjuvazinin reformcu hareketi ezilen uluslara ve ülkelere sokması ve sömürücü ülkeler burjuvazisiyle sömürge ülkelerin burjuvazisi arasındaki belli yakınlaşmanın olması,

3) Ezilen ve sömürge ulusların burjuvazisinin bir yandan ulusal hareketi desteklemesi, öte yandan emperyalist burjuvaziyle tam bir anlaşma içerisinde olması, dolayısıyla devrimci hareket ve sınıflara karşı onunla işbirliği içerisinde oluşu,

4)Bütün bunların sonucu  olarak ulusal hareketlerin "Ulusal Devrimci" ve ulusal devrimci olmayan hareketler diye ikiye ayrılması; bundan hareketle de desteklenecek ulusal hareketler, desteklenmeyecek ulusal hareketler sonucuna varılması; ve burjuva kurtuluş hareketlerini ancak gerçekten devrimci bir ruhla eğitip örgütlenmemize engel olmadığı taktirde destekleneceği koşulları öne sürülmektedir.

Bundan hareketle IKDP ve YNK'nın niteliği ve neden onu desteklemediğimizi (PKK ile çatışmalarında) bir kez daha ortaya koyalım.

Birincisi, IKDP ve YNK'nın hala ulusal niteliğini taşıdıklarını belirtelim. Fakat bu ulusal nitelikleri devrimci değil yani burjuva-demokratik bir yanlarının olmasına karşın, ulusal devrimci niteliklerini yitirmişlerdir.

Çünkü,

bir yandan ulusal hareketi desteklerken, diğer yandan emperyalizmle bütünleşmiştir. Ki bu ulusal niteliği de Irak işgal ve ilhakçılığıyla sınırlıdır. Emperyalizme ise karşı değildir. Bu hareketlerin geçmişte de emperyalistlerle uzlaşıcı ilişkisi vardı, fakat bu ilişkisi bugünkü gibi bir teslimiyetçiliğe dönüşmemişti.

Bir hareketin işgalciliğe karşı olması (kendisi ve efendileri için), o hareketin karşı-devrimci ve işbirlikçi olmadığı anlamına gelmez ve gelmemelidir.

Sözgelimi,

Çankayşek kliğinin Japon işgalciliğine karşı olması onun ulusalcı yanıyla birlikte, karşı-devrimci niteliğini gizlemiyordu.

Dahası da işgalciliğe karşı olan karşı-devrimci güçlerle ittifaka (Ulusal temelde) gitmek farklı bir şeydir, bu güçleri ulusal devrimci nitelendirip-nitelendirmemek veya destekleyip desteklemek farklı şeydir.

Somut bir örnek sunacak olursak

19. yy’da Marks ve Engels Polonya'nın Çarlık Rusya'sına karşı ulusal hareketini desteklerlerken, bir Çarlığın geri karakolu durumuna gelecek Çek ve Slav ulusal hareketini desteklemiyordu. Birisi dünya halklarının jandarması zayıflatırken, diğeri bu jandarmayı (Çarlığı) güçlendiriyordu.

İşte bunun gibi bugün de IKDP ve YNK'nın başta dünyanın jandarması olan ABD emperyalizminin kucağına oturarak ve Güney Kürdistan'daki bir destek gücü durumuna geldiği ve de içteki devrimci hareketlere karşı uyguladığı (PKK olsun, Adiri sori Kürdistan hareketine olsun) karşı-devrimci ha- reketleri tam bir "işbirlikçi" ve "karşı-devrimci" niteliğe bürünmüştür.  

PARTİZAN 10_sf.26… Devamı var

Bunun somut örneklerini ise çekiç gücün oluşturulması için davetiye çıkarmaları ve ona hala evet demeleri, Kürt federasyonunu emperyalist devletlerin müsadesiyle kurmaları ve çekiç gücün şemsiyesi altına sığnarak korumaya kalkışmaları, PKK'a karşı TC ile birlikte ortak hareket yürütmeleri ve 'Adiri Sori Kürdistan" adlı örgütün karargahını basarak silahsızlandırmaları vb. vb.

İşte lKDP ve YNK bu niteliğe sahip olduğu için ve Kürt federasyonu emperyalist devletlerin ebeliğinde kurulduğu için desteklenmedi ve meşru görülmedi. Aynı şekilde federasyonun oluşturulacağı kararın hemen arkasıda PKK'ya Güney Kürdistan'dan gitmesi için ültimatomların yayıınlanması ve arkasından TC ile birlikte PKK'ya karşı yürütükleri hareket elbetteki sınıf bilinçli proletarya tarafından desteklenemezdi. Yeri gelmişken bu husus üzerinde tekrar duralım:

PKK ile Kürdistani Cephenin (IKDP ve YNK) çatışmasını biz de istemezdik. Fakat, bir şeyi istemek farklı şey, objektif gerçekler ise farklı şeydir. Yani istekler ile gerçekler aynı şey değildir. Bilindiği gibi, Kürdistani Cephe PKK'yı öylesine bir cendere içerisine almıştı ki, yani kendisi isteklerini

güneye çekilme, federasyonu tanıma, TC'ye karşı eylem yapmama vb.) koşulsuz şekilde kabul etmelerini ve her yönüyle kendi çıkarlarına ters düşmemelerini istiyordu. Ve buna ek olarak ta "PKK çıkmazsa bölgeden zorla çıkartacagız" diye de TC ve emperyalistlere söz vermişlerdi. Ki PKK bu istek- leri kabul etmemekle de doğru yaptı.

 Şunu da söyleyelim ki, Kürdistani Cephe çok iyi biliyordu ki PKK bu istekleri kabul etmeyecek. Bunları bilmelerine karşın bu istekleri dayatmalarının altında yatan tek bir gerçeklik vardı, o da bunları kılıf yaparak TC ile birlikte PKK'ya karşı hareket düzenlemek ve darbe vurmaktı. PKK'nın bu gerici ve teslimiyetçi istekleri kabul etmemesi doğru ve Yerinde bir tavır olduğu gibi savaşa tutuşması da doğal olarak doğru ve meşru bir tavırdı.

Nevroz Ateşi'nin iddia ettiği gibi, PKK'nın "yanlışlığı, IKDP ve YNK'nın isteklerini kabul etmemek" değil, bu savaşa girerken"mevzi” (cephe) savaşma tutuşmasıydı. Yani, tamamıyla gerilla savaşma ters düşen bir taktik hataydı. Daha açıkçası aldıkları "ağır darbeler" IKDP ve YNK'nın isteklerini kabul etmemesi sonucu değil, taktik hatalarının sonucuydu.

Durum böyle iken, yani bir taraftan emperyalistler ve TC'nin sözüyle hareket eden ve bu güçlerle birlikte PKK'ya karşı harekete girişen karşı- devrimci ve işbirlikçi güçler varken, öte yandan emperyalizme ve TC'ye darbe vuran ulusal devrimci bir güç varken, elbetteki buradaki tek doğru tavır PKK'yı desteklemek olacaktır. Bunun dışında başkaca doğru tavır olabilir mi?

Burada yeri gelmişken PKK'nın, IKDP ve YNK'nın isteklerini çatışmaların seyri içerisinde kabul etmelerini uzlaşmacı ve teslimiyetçi bir tavır olduğunda belirtmekten geçemeyeceğiz. Bu, PKK'nın iddia ettiği gibi, "iki adım ileri bir adım geri taktiği değil", tamamıyla uzlaşmacı ve teslimiyetçi bir ta- vırdır. Bunu kabul etmemek ileride ortaya çıkacak teslimiyetçi ve uzlaşmacı tavırlara da prim vermektir.

PARTİZAN 10_sf.27

 Böyle bir taktik olamaz. Yani, bir yandan Kürdistani Cepheyi ”emperyalizm ve TC'nin uşağı olarak hain" değerlendireceksin ve öte yandan bu güçlerle çatışmaya oturacaksın, arkasından da zoru gö- rünce bu güçlerin niteliklerini gözardı ederek onların isteklerini kabul edeceksin!

Böylesine tutarsızlığa ve taktiğe de pes doğrusu! Madem ki böyle bir anlaşmayı (hem de tek taraflı) kabul edecektiniz, başından niye kabul etmedniz diye adama sormazlar mı?

Eğer kendi içinizde tutarlı olmak istiyorsanız (ki, tutarlılık beklenemez de) öyle bir savaşa oturduğunuzun özeleştirisini de yapmalısınız!...

 Bize göre savaşa oturmanız taktik (mevzi - savaşı vererek) hata dışında doğru idi. PKK'nın bu yönlü tavırları (pragmatik, uzlaşıcı ve reformist) ve anlayışlarının yeni olmadığı bizce açıktır. Bu yönlü anlayış ve tavırlar sergilemelerinin kendi burjuva milliyetçi niteliklerinden kaynaklı olduğuda açıktır!.

Kısacası PKK'nın ilk tavrı doğruydu ve desteklenmeliydi. Ki, sınıf bilinçli proletarya da aynen öyle yaptı.

Burada şu soruyu sormadan geçmeyelim:

Diyelim ki, Kürdistani Cephe, PKK değil de bir KAWA ve ulusal devrimci güçlere ”buradan çık git veya çıkmazsan benim istediğim platformda hareket edeceksin, yani benim çıkarlarım doğrultusunda faaliyetlerini ancak yürütebilirsin” derse ve bu yönlü dayatmalarda bulunursa ve arkasından da sen bu isteklere uymadın diye sana saldırırsa, o zaman tavrın bu güçlerin istediklerini kuzu kuzu kabul etmek mi olacak, yoksa bu güçlere karşı her türlü mücadele yürüterek savaşmak mı?

 

Newroz Ateşi kendisinin sınıf hareketinin ideolojik düzlemdeki temsilcisi olduğunu (!) iddia ediyorsa (ki kendisini öyle görmektedir), doğru anlayış ve tavrın birincisi değil de ikincisi olduğu açık değil mi?

Ama görülen o ki, Newroz Ateşi ya durumun bilincinde olmadan PKK’nın şahsında Kürdistani Cephenin dediklerini kabul etmemekle eleştirmekte, ya da soruna bilinçli ve faydacı (IKDP ve YNK ile arası bozulmasın diye) bir şekilde yaklaşarak uzlaşıcllığı ve teslimiyetçiliği tercih ediyor.

Çünkü başka bir alternatifi olamaz!

Bir yandan IKDP-YNK ve PKK'yı parçacı ve faydacı diye nitelendireceksin ve bununla da kalmayıp PKK'yı Kürdistani Cephenin ileri sürdüğü (güneye çekilmeleri, federasyonu tanımaları vb.) ve dayattığı ”istekleri kabul etmedi" diye eleştireceksin ve üstelik de ”IKDP ve YNK böyle bir çatış- mayi istemiyordu” diye bu güçleri savunacaksın, bunun adına da ilkeli (!) mücadele diyeceksin.

Neresinden bakılırsa bakılsın uzlaşıcı ve faydacı bir anlayış olduğu ortada değil mi? Kürdistani Cephenin o gerici istem ve dayatmalarına hizmet ettiklerinin farkındalar mı acaba?

Bu arada Güney Kürdistan'da kurulmuş Kürt Federasyonunun sözkonusu güçler tarafından yaşatılmasının da meçhul olduğunu söyleyelim. Bu durumun açılımını kısacıkta olsa yapmakta fayda var.

Öncelikle bilinmelidir ki, sırtını emperyalistlere ve karşı-devrimci dış güçlere dayayarak ve onların icazetiyle kurulan/kurulacak ve de onların

PARTİZAN 10_sf.28

  

 

şemsiyeleri altında korunmaya çalışan "mevzilerin" kalıcı olması veya ileriye (bağımsız devlet) götürülmesi imkansızdır. Çünkü, kendi özgüçlerine dayanarak elde edilmeyen mevzilerin arkasındaki "destek" güçler bu güçlerini çekmeleri halinde korunup yaşatılamaz. Çünkü,sözkonusu oluşum (federasyon) emperyalist devletlerin ebeliğinde ve onların çıkarları için oluşturulmuş bir oluşumdur.

Bunun yanısıra yani Kürdistani Cephe (IKDP ve YNK özellikle) emperyalist haydutlar ve diş güçlere sırtım dayamanın ve onların işbirlikcilik yapmakla birlikte, Irak devletiyle de bağlarını koparamamıştır. Dahası, siözkonusu federasyon faşist Irak diktatörlüğü ile bağlarını koparmadan bağlanmış durumdadır. Dolaylslyla, özgür-bağımsız bir oluşum değildir.

 Ki, bu güçlerden özgür ve bağımsız bir oluşumu beklemekte hayal olur. Çünkü, gerek çok uluslu devletlerde gerekse tek uluslu devletlerde, ezen- egemen sınıflar ve onların efendisi emperyalist canavarlar alt edilmeden ne ezilen halklar gerçek kurtuluşa kavuşur, ne de ezilen uluslar.

Buna muktedir güç, ancak ve ancak proletarya sınıfı ve onun öncü partisidir. Bunun dışındaki güçler ulusal hareketlere önderlik etse de ve şu veya bu şekilde uluslar kendi kaderini tayin etseler de, bu mücadele tüm ezen sınıflarl hedeflemediğinden uluslar gerçek kurtuluşlarına yine kavuşamazlar!

Newroz Ateşi ve milliyetçi düşünce sahipleri, Kürdistani Cephenin TC ile birlikte PKK'ya karşı yürüttüğü hareketin esas nedenlerini, emperyalistlere ve TC'ye verilmiş bir söz olarak görmemekle birlikte, emperyalist haydutlar ve TC ile olan ilişkilerinin nedenlerini de "normal" ve "ilkeli diplomatik" ilişkiler olarak lanse etmekten de geri durmuyorlar.

Dahası, Kürdistani Cephe'nin, "bizim emperyalistlerle ilişkilerimiz ilkelidir", "onların izniyle fe- derasyonu kurmadık", "onlarla ilişkilerimizi 'eşit koşullar' ve eşit yararlar temelinde sürdürüyoruz" vb. söylemlerine o kadar inanmış ve bu çizgilerinin etkisindedirler ki "Irak'a canını vermektense emperyalist güçlere topraklarını üs olarak kullandırmalarını" "diplomatik bir pazarlık" olarak teorileştirmekte ve savunmaktalar.

 Bunu da Lenin yoldaşın "haydutlara canını vermektense paranı verirsin" sözleriyle, hem de içini boşaltıp yozlaştırarak resmileştirmekteler.

Bakınız konuya ilişkin söyledikleri aynen şöyledir:

"Kürdistani Cephe Kürdistan ülkesini haritadan silmek isteyen sömürgeci Irak rejimine karşı uluslararası alanda oluşan uygun ortamda, varolma ve ulus olarak egemenlik hakkını kullanıyor. Ya paranı, ya canını isteyen soyguncular karşısında katil Irak’a canını vermektense canını kurtarmak için parasını isteyen diğer soyguncularla pazarlık yapıyor. Elbette istenen soygunculardan kurtulmaktır." (Newroz Ateşi Aralık sayısı).

Lenin yoldaşın, “önünde duran soyguncu haydutlardan canını kurtartnak için, paranı verirsin” sözleri prensip olarak doğrudur. Bu anlayış yanlış değil, fakat Newroz Ateşi Lenin'in sözlerinin içini boşaltarak karükatürize etmektedir.

Şöyle ki:

Birincisi, Lenin Sovyetlerin Birliği'nin selameti için, yani bütünün canını

PARTİZAN 10_sf.29

korumak için parçayı feda etti. Dolayısıyla Brest-Litovski (1918 Almanya ile yapılan antlaşma) antlaşmasında bir adayı Almanlara vermeyi uygun gördü. Fakat Kürdistani Cephe hangi bütünün canını kurtarmak için parçayı (toprakları) feda etti?

İkincisi, Kürdistani Cephe Kürdistan halkının canını Irak diktatörlüğünden kurtardı mı?

Hayır, kurtaramadı.

Çünkü,

Irak diktatörlüğünden kurtarayım derken bu kez de canını emperyalizme teslim etti. Oysa Lenin, parasını verirken (adayı) bütünün canını kurtardığı gibi, başka haydutlara gel ye diye teslim edip davetiye çıkarmadı.

Üçüncüsü, Kürdistani Cephe Irak haydutlarından Kürt halkı ve ulusunun canını kurtarmak için emperyalist haydutlarla pazarlık yapmıyor, kendi ulusal pazarlarında kendisinin (ekonomik çıkarları gereği) söz sahibi olması için emperyalistlere daha bir sığınıp pay almak istiyor.

Dördüncüsü, Kürdistani Cephenin Kürt ulusu ve halkının canını kurtarmak için emperyalist soyguncularla parasal pazarlıklara girerek Irak diktatörlüğünden kurtardığını söyleyenler, Irak diktatörlüğünden daha bıüyük olan bu canavarları görmedikleri /göremedikleri gibi, bu haydutların silahlarıyla gerek geçmişte gerekse bugün Güney Kürdistan ve diğer halkların canı ve kanının alındığını göremeyenlerle aynıdır.

Beşincisi, Lenin bütünun canını kurtarmak için parasını (adayı) Alman haydutlarına verirken, onun dışındaki haydutlara davetiye çıkarmadığı gibi, Almanlardan kurtulayım da kim gelirse gelsin teslimiyetçiliği ve ihanetine düşmemiştir. Oysa Kürdistani Cephe Irak'tan kurtulayım da (ki ondan kur- tulduğu söylenemez) kim gelirse gelsin derdinde. Yani, onun için Irak dışındaki bütün güçler Kürt halkının dostu ve sevgilisidir.

Öyle olmasaydı çekiç güce davetiye çıkartıp PKK'ya karşı savaşır mıydı?

Sözün özü, Kürdistani Cephenin "diplomatik pazarlıklar" adı altında lanse ettirilmeye çalışılan ilişkileri, ne karşılıklı eşit koşullara dayalı eşit ilişkilerdir, ne de Kürt ulusu ve halkının Irak diktatörlüğünden canını kurtarmak çabasıdır. Ve Lenin'in sözkonusu sözlerinin de sadece ve sadece ismi dışında Kürdistani Cephe'nin "haydutlardan kurtarılmasıyla (!) hiçbir benzerliği yoktur.

Ve Nevroz Ateşi bu benzetmeyi yapmakla her ne kadar da Çekiç Güce karşı çıkıyorsa da, bunu dolaylı olarak savunduğunun da farkında değil!

Çünkü,

"Kürdistani Cephe'nin Kürtlerin canını kurtarmak (!) için (Irak'tan) parasını verdiği güçler emperyalistler ve onun simgesi olan Çekiç Güç’tür.

Newroz Ateşi ve bir-çok milliyetçi düşünce akımının Kürdistani Cepheyi (özellikle de IKDP ve YNK’yı) "Ulusal devrimci" bir niteliğe sahip olduğuna dair oldukça çaba içerisinde olduklarını gösteren çokça sözleri var, fakat biz bunların hepsini aktarmaya gerek görmüyoruz.

Çünkü yukarıya, aktardığımız ve eleştirisini yaptığımız anlayışları Kürdistani Cephe'nin gerçek ni-

PARTİZAN 10_sf.30

 teliğini (karşı-devrimci, işbirlikçi ve hain) gizlediklerinin açık kanıtıdır.

Sonuç Yerine:

Birleşmiş Milletler örgütü tamamıyla emperyalist nitelikli olup karşı- devrimci bir oluşumdur. Bu oluşum içerisinde esas olarak ABD'nin borusu ötmektedir. Dolayısıyla bu oluşum, bugün emperyalist devletlerin başka ülkelere yaptığı saldırıları meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramıyor.

Güney Kürdistan'da konuşlandırılan Çekiç Güç, diğer ülkelerdeki askeri üslerden farklı olmadığı gibi onlardan daha tehlikeli bir askeri güçtür. Daha açıkçası, emperyalist haydutların Güney Kürdistan ve orta-doğudaki siyasi ekonomik ve askeri çıkarlarını korumak için oluşturulan işgalci ve imha edici korsan bir güçtür.

Çekiç Güç hiçbir zaman Kürt halkı ve ulusunun dostu olamaz. Tam tersine Kürt ulusu ve halkının sırtına indirilmiş bir hançer gibidir.

Çekiç Güç'ün şemsiyesi altına sığınarak, yani onu davet ederek ve onun kalmasını istemek, emperyalizme ve onun suç ortaklarına dolaylı-dolaysız hizmet etmek olduğu gibi, Kürt ulusu ve halkına da zarar vermektir.

Çekiç Güç'ün oluşturulmasıyla Kürt ulusu ve halkı zarar görürken, emperyalistler ise kârlı çıkmıştır. Çünkü bu gücün oluşturulmasıyla birlikte reformist/revizvonist vb. akımlar daha bir yozlaşmaya ve teslimiyetçiliğe savruldular.

Kürt federasyonu, başta ABD canavarı olmak üzere diğer emperyalistlerin icazetiyle kuruldu.

Kürt federasyonunun başını çeken IKDP ve YNK, gelinen aşamada tamamıyla anti-emperyalist niteliğini yitirerek empervalizmin kucağına oturmuş işbirlikçi karşı-devrimci yapılardır.

Her ulusal hareket burjuva demokratik nitelik taşımasına karşın, ulusal devrimci değildir.

Sınıf bilinçli proletaryanın desteklediği /destekleyeceği hareketler ancak ve ancak "ulusal devrimci" hareketler olur.

Sınıf bilinçli proletaryanın, PKK'ya karşı yürütülen harekatta (Kürdistani Cephe ve TC'nin ortak hareketi) PKK'yı destekleme tavrı doğruydu.

PKK'nın tavrı, taktik hata (mevzi savaşı) ve çatışmaların seyri içerisinde Kürdistani Cepheyle anlaşması (teslimiyetçi bir şekilde) dışında ilk tavrı doğru idi ve desteklenmeliydi.

Anti-emperyalist olunmadan, ne marksistlik ne devrimci-demokratlık ve ne de "ulusal devrimcilik" konumunda olunur.

Ezilen halkları olduğu gibi ezilen ulusları da gerçek anlamda kurtuluşa götürecek bir güç varsa, o da proletarya sınıfı ve öncüsü sınıf partisidir.

PARTİZAN 10_sf.31

Bunun dışında, yani sınıf esasına dayalı yürütülmeyen bir mücadele ne halkları ne de ulusları gerçek özgürlüğüne kavuşturamaz!

Dolayısıyla bu kurtuluşu hızlandırmak için de, bir yandan küçük burjuva kaynaklı olan marksizme yabancı her türlü düşünce akımına karşı ideolojik mücadeleyi yürütürken öte yandan ise MLMbilimi ışığında (silahların eleştirel gücüyle) pratiğe yüklenmeye daha çok gereksinme vardır...

Şubat '93

  

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)