19 Şubat 2024 Pazartesi

LENİN 100 | Dünya Proletaryasının Önderi Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına Lenin, Dünya İşçi Sınıfına Yol Göstermeye Devam Ediyor-1

"Lenin’in yaşamı, proleter devrimin teori ve pratiğinden ayrı olarak ele alınamaz. O sıradan bir yaşamın insanı değil, dünya proletaryasının ve ezilen halkların kurtuluş ışığı, teori ve pratiğidir"

https://ozgurgelecek51.net/lenin-100-dunya-proletaryasinin-onderi-leninin-olumunun-100-yili-anisina-lenin-dunya-isci-sinifina-yol-gostermeye-devam-ediyor-1/

 ***************************19 Şubat 2024

Lenin’in yüzüncü ölüm yıldönümü vesilesiyle onu andığımız bugünlerde, onun Marksizm’e katkıları daha çok öne çıkar. Çünkü Leninizm, Stalin’in de önemle vurguladığı gibi, “emperyalizm ve proleter devrimler çağının Marksizmidir.” Lenin’in, Marksizm’e katkılarını yok saymak ya da görmezden gelmek, Marksizm’i 19. yüzyılla sınırlamak anlamına gelir ki, bu, işçi sınıfının burjuvaziye karşı tarihsel mücadelesini daha baştan dondurmak olur.

 

Lenin’in yaşamı, proleter devrimin teori ve pratiğinden ayrı olarak ele alınamaz. O sıradan bir yaşamın insanı değil, dünya proletaryasının ve ezilen halkların kurtuluş ışığı, teori ve pratiğidir. O, işçi sınıfının burjuva diktatörlüğünü yıkıp yerine proletarya diktatörlüğünü kurmakta usta bir stratejist ve taktisyeniydi.

 

Lenin, 21 Ocak 1924 tarihinde aramızdan ayrıldı. Ama onun görüşleri hala bütün canlılığıyla uluslararası proletaryaya, sosyalizm ve proletarya diktatörlüğü için yol göstermeye devam ediyor.

1- Lenin ve öğretileri

Lenin, Marksizm’le tanıştığında, öncelikle Marks ve Engels’in eserlerini okumaya ve onları anlamaya ve anladıklarını ise Rus kamuoyuna, genelde de devrimci kamuoyuna aktarmaya çalıştı. Lenin, tam bir Marks-Engels uzmanıydı denebilir. O sadece Marks ve Engels’i (Marksizm) okumakla kalmıyor ve Marksizm’i birebir bir kopya olarak değil, yaşayan bir organizma olarak ele alıp, onu Rusya koşularına uygulamanın teorisini geliştiriyordu.

 

Bu nedenle Lenin’de, ilk yazılarından son yazılarına kadar olan görüşlerinde dogmatizm ve şablonculuk görülemez. Ve ilk yazdığı “Halkın Dostları Kimlerdir?”deki görüşleriyle devrimden sonraki görüşleri birbirini reddetmez, tersine teorinin diyalektik gelişimidir bu. Bu elbette nesnel gelişmenin diyalektiğini materyalist temelde ele almaktan ve sosyalizmi bir bilim olarak incelemekten ileri geliyor.

 

Lenin Marksizm’i öğrenmeye başladığı süreçte Rusya’da Narodnik düşünceler, devrimci kesimlerde daha etkindi. Ve Lenin’in büyük kardeşi Aleksandr’ın

 

Narodnik üyesi olarak 1887 Rus Çarı Aleksandr’a karşı suikast düzenlediği gerekçesiyle 21 yaşında idam edildi. Lenin, ağabeyinin idam edilmesinden ciddi bir şekilde etkilendi. Bu durum Lenin’i –çok genç yaşta olmasına karşın- Narodnizm’e değil, Marksizm’e yöneltti ve daha baştan, anarşist ve bireysel eylemlerle Rus işçi sınıfı ve halkının kurtulamayacağına karar verdi. Narodnik düşüncelerin yanlışlığına karşı kendini donatarak Marksizm’in temel ilkelerini öğrendi ve onu her geçen gün daha kararlı savunmaya başladı.

 

Lenin Marksizm öğretisini derinliğine kavramıştı. 22-23 yaşında yazmaya başladığı ve 1894 yılında yayınlanan, “Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?” eseri, başından itibaren Marks’ı çarpıtan, burjuva liberal, revizyonist ve Narodnik anlayışların eleştirisini içerir. Bu kitap, Lenin’in daha o yaşta, Marksizm’in öğretisinin temel ilkelerini kavradığını ve özümsediğini gösterdiği gibi, Marksizm’i geliştirmenin adımların atılmasını da burada görülebilir. Ve bu kitapta, Lenin’in, kapitalizm, kapitalist toplum ve sosyalizmle ilgili derin bilgilere sahip olduğu görülür.

 

Lenin’in bütün eserleri polemik içerir. Zira o, eleştirinin ilerletici ve devrimci olduğunu Marks’tan öğrenmiş ve bunu bir adım ileri götürerek, işçi sınıfı düşmanı ideolojilere karşı tavizsiz bir eleştiri yöntemi geliştirmiştir. Küçük burjuva aydınları eleştirdiği bölümde şöyle der:

 

“Rusya tarihinin ve gerçeklerinin ayrıntılı bir incelemesine dayanan bu teori, proletaryanın istemlerine yanıt vermelidir – ve eğer bu teori bilimin gereklerini yerine getirirse, proletaryanın protestocu düşüncesinin her uyanışı, bu düşünceyi kaçınılmaz olarak sosyal-demokrasi (komünizm –YN) mecrasına itecektir. Bu teorinin geliştirilmesinde ne kadar ilerleme gösterilirse, sosyal-demokrasi o kadar hızlı büyücektir; çünkü mevcut sistemin en usta muhafızları bile proletarya düşüncesinin uyanışını engelleyemez, bizzat bu sistem zorunlu ve kaçınılmaz olarak üreticilerin en yoğun mülksüzleştirilmesini, proletaryanın ve onun yedek ordusunun sürekli büyümesini öngörür.-”(1)

 

Bu görüşler, ancak Marksist öğretiyi en derinlemesine kavramış, onun ilkelerinden asla taviz vermeyen ve adım adım proletaryanın parlak zekalı bir öğretmeni olmaya aday Lenin’e ait olabilirdi.

 

Lenin, bütün eserlerinde Marksizm’in temel ilkelerini kayıtsız şartsız savunur. Çünkü bu ilkeler, sınıflı bir toplum olan kapitalist toplumun çelişmelerinin çözümü, burjuva sınıfı ile proletarya sınıfı arasındaki mücadelede, eskinin yıkılıp yeninin kurulmasının, yani, sınıfsız, sömürüsüz ve bir sistemin inşa edilmesiyle doğrudan ilgilidir.

 

Kapitalist ücretli kölelik sistemi kalkmadan, kapitalist toplumun temel çelişmeleri ortadan kalkmaz. Kapitalist toplumun bağrında taşıdığı emek sermaye çelişmesi, kapitalist toplumun en temel çelişmesi ve bu çelişmenin keskinleşmesi onun yıkımıyla sonuçlanacaktır. Bu, toplumlar tarihin değişmeyen nesnel bir olgusudur. Elbette, önceki toplumlarda olduğu gibi, kapitalizm de kendiliğinden yıkılmayacak, bu yıkım ve büyük toplumsal değişim işçi sınıfının mücadelesiyle gerçekleşecektir. Çünkü Marksizm’in en temel öğretisi, kapitalist sistemi proletarya önderliğinde yıkarak sosyalizmi inşa etmek ve proletarya diktatörlüğünü kurmaktır.

 

Lenin, Leninizm’i bu ilkeler üzerinde inşa etmiştir.

 

2- Lenin’de inceleme

 

Lenin’in inceleme ve araştırma yöntemi, diyalektik materyalisttir. İncelenen nesnenin diyalektik gelişimini materyalist yöntemle ele alıp inceler. Nesnenin ya da toplumsal olguların ortaya çıkışı, oluşması, gelişmesi ve diğer nesnelerle ilişkileri ayrı ayrı incelenip analiz edilerek ve bu olgular içindeki esas-ana çelişme ortaya çıkarılarak onun çözümünün nasıl olacağı belirlenir.

 

Bu nedenle; Marks’ın diyalektikle ilgili “gerek dış dünyanın gerekse de insan düşüncesinin hareketinin genel yasalarının bilimidir” sözünü, bütün mücadele yaşamı boyunca uygular ve bu bilimi, “Materyalizm ve Ampriokritisizm” felsefi eserinde daha da ileri götürür.

 

Diyalektik materyalist yöntemi esas alan Lenin’de dogmatizm ve subjektivizm yoktur. Diyalektiği zıtların birliği ve mücadelesi olarak ele alan Lenin, bu mücadeleden yeni ve ileri bir olgu ortaya çıkacağına inanır, nitekim toplumsal çatışmalarda da bu böyledir. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm, nesnenin ve toplumsal gelişmelerin incelenmesinde başvurulması gereken temel yöntemdir.

 

İncelemelerinde Lenin, diyalektik yöntemi esas almasaydı, Rus toplumunun devrimci gelişimini göremez ve onu daha ileri götürmede devrimci teori ve devrimci pratik geliştiremezdi. Tarihsel materyalizmi esas almasaydı, gerici despotik Rus çarlığından sosyalist toplumun doğacağına, burjuva diktatörlüğü yerine proletarya diktatörlüğü inşa edileceğine inanmazdı ve de bunun gerçekleşmesine önderlik edemezdi.

 

Lenin kaleme aldığı “İnceleme, örgütlenme, propaganda” ara başlıklı bölümde, “Bir öğretinin en üst ve tek ölçütünün gerçek toplumsal ve ekonomik gelişme sürecine uygunluğu olduğu yerde, dogmatizm olmaz…” der.

 

Lenin, sosyalizmi bir bilim olarak ele almış ve bir bilim insanının hassasiyeti ve ciddiyetiyle toplumsal sorunlara yaklaşmıştır. Bu nedenle, daha genç yaşlarda, Rusya’daki Marksist eğilimli kesimlerin gerçek Marksist olmadıklarını, Marksizm’i çarpıttıklarını görerek, buna karşı Marksizm’in ideolojik ve siyasi silahıyla, mücadele içinde eleştiri silahını kullanarak kendisini donatmıştır.

 

“Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi”nde (RKG), Lenin’in inceleme yöntemi daha net görülebilir. Sanayinin az gelişmiş olduğu ve feodal etmenlerin ağır bastığı, köylülük nüfusunun % 60’ları geçtiği bir kapitalist ülkede, kapitalist gelişmenin diyalektiğinden hareket ederek, ülkenin doğru bir analizini yapmış ve buradan hareketle, proletaryanın stratejik mücadelesinin ne olması gerektiğine varmıştır.

 

Lenin, ülkeyi köylülüğün genel nüfusuna oranının yüksekliğine bakarak değil, kapitalist üretim ilişkilerinin derinliğine geliştiğini görmüş ve ülkede (Rusya) kapitalist sömürünün esas hale geldiğini verilerle ortaya koymuştur. Yani, inceleme nesnesinin niceliğine değil esas olarak niteliğine bakmış, feodalizm karşısında yeni bir toplum olan kapitalist gelişmenin diyalektiğinden hareket etmiştir.

 

RKG kitabının 2. baskıya ön sözünde Lenin şöyle der: “… tarihi süreci içinde, proletaryanın gücünün, onun toplam nüfus içindeki payından sınırsız ölçüde daha büyük olduğu da ortaya çıkmıştır.”(2)

 

Lenin soruna, giderek işçileştirilen köylülüğün rolünü abartan Narodnikler gibi değil, gelişmeleri yakından gören ve somut koşulların somut analizini diyalektik materyalist temelde inceleyen Marks ve Engels gibi yaklaşmıştır.

 

Lenin bu kitabıyla, ele alınıp incelenecek nesnenin nasıl incelenmesi gerektiğinin çok güzel bir örneğini sunmaktadır. Elbette Lenin, kapitalist gelişmeyi dogmatik bir şekilde ele alan Narodnik anlayışları affedemezdi. Narodnik anlayışlar yıkılmadan Rusya’da Marksizm gelişemezdi. İşçi sınıfının öncüleri, burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinde her türlü anti-bilimsel ve anti-Marksist anlayışlara karşı kendilerini, Marksizm’in en temel ilkeleriyle düşünce tarzıyla donatamazdı. Onların anti-bilimsel ve anti-Marksist inceleme ve analiz yöntemini en sert bir şekilde eleştirdi ve yanlışlıklarını gösterdi.

 

Meta ekonomisinin gelişmesi, tarımsal nüfusa oranla artan ölçüde sınai nüfusun gelişmesini koşullar. “Tarım dışı nüfusa oranla tarımsal nüfusun sürekli olarak azalması, kapitalist üretimin yapısından…” geldiğini belirten Lenin, diyalektik yöntemi ustaca kullanmasını bilmiştir.

 

Lenin’in diyalektik materyalist inceleme tarzı, hala geçerlidir ve sınıf bilinçli işçilerin temel alacağı bir yöntemdir.

 

Lenin, “Marksizmin Tarihi Gelişiminin Bazı Özellikleri Üzerine” makalesinde; “Öğretimiz diyordu Engels, kendisini ve ünlü arkadaşını kast ederek, bir doğma değil, bir eylem kılavuzudur. Marksizmin çoğu kez gözardı edilen bir yanı bu klasik cümlede şaşılacak bir güç ve çarpıcılıkla vurgulanır. Marksizmin bu yanını gözardı edersek, onu tek yanlılaştırır, tahrif eder, cansızlaştırır, yaşayan ruhunu ondan ayırır, onun en önemli teorik temellerini –diyalektiği, çok yönlü ve çelişkilerle dolu tarihsel gelişim teorisinin- baltalar; tarihin her yeni dönemecinde değişebilecek olan dönemin belirli pratik göreviyle bağını sarsarız.”(3)

 

Günümüzde de kendini ML olarak adlandıran birçok Marksist örgüt ya da teorisyen, Marksizm’i ölü bir dogma olarak ele aldıkları için dogmatizmden kurtulamadıkları gibi, MLM düşünceleri ve görüşleri saptırma yoluna rahatlıkla girebiliyorlar. Ve kendine işçi sınıfı partisi diyen birçok KP, KP olmaktan uzak, tam bir “sol” liberal çizgide gitmekte ısrar ediyorlar. Oportünist ve revizyonist anlayışlar, ya Marksizm’i değişmez bir dogma olarak ele alıyorlar ya da sağa savrularak Marksizm’in temel ilkelerini revize ederek, kapitalist sistemin birer düzen partisi oluyorlar.

 

 3-Lenin ve teori

“Öncü savaşçı rolünün -der Lenin- ancak en ileri teorinin kılavuzluk ettiği bir parti ile yerine getirebileceğini belirtmek istiyoruz.”(4)

Lenin mücadelesi boyunca da bu doğrultuda ve bu inançla hareket etmiştir.

“Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz!” Lenin’in bu önermesi herkes tarafından bilinir ve hatta, kendine ML diyen her örgüt kendine bu önermeyi rehber aldıklarını ve teoriye önem verdiklerini ileri sürerler. Lenin bu sözü “Ne Yapmalı” adlı eserinde dile getirir. Ne Yapmalı, teorik kafa bulanıklıklarının giderilmesini esas alır. Burjuva liberal anlayışlara karşı devrimci teorinin inşası olmadan işçi sınıfı hareketinin gelişmesi ve Marksist temelde bir partinin inşası söz konusu olamazdı. Bolşevik Partisi, Ne Yapmalı’daki teorik görüşlerin üzerinde şekillenerek sınıfın öncü rolünü üstelenerek devrimi gerçekleştirebilmiştir.

 

Lenin, Ne Yapmalı eserinde, Rus oportünistlerinin Marksizm’in en temel ilkelerini çarpıtmalarına ve teorinin önemini küçümsemelerine karşı mücadelenin daha başında tavrını net olarak ilan etmişti. Çünkü daha RSDİP’nin kuruluş hazırlıkları sırasında birçok görüş farklılıkları ortaya çıkmıştı. Marksist teoriye karşı dogmatik, ekonomist, kendiliğindencilik ve “eleştiri özgürlüğü” gibi bu burjuva liberal ideolojik savruluşlar tartışmaların odağını oluştururken; Marksizm’in “geliştirilmesi” adı altında revize edilmesi, en temel Marksist ilkelerin çiğnenmesi, teorinin öneminin küçümsenmesi vb. gibi anlayışlara karşı Ne Yapmalı ortaya çıkmıştır.

 

“… ille de birleşmeniz gerekiyorsa, –diye yazıyordu Marx, parti liderlerine-, hareketin pratik hedefleri adına anlaşma yapın, ama ilkelerle pazarlığa izin vermeyin, teorik tavizler vermeyin. Marks’ın düşünceleri buydu; ne var ki aramızda, onun adına teorinin önemini küçültmeye çalışan insanlar var!”(5)

 

Sınıf bilinçli proletarya devrimci teoriye sahip olmadan, devrimci bir pratik geliştirilemez. İşçi sınıfı hareketi en yüksek bilimsel teori ile donanmalı ki, burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinde üstünlüğü ele geçirip iktidarı burjuvaziden alabilsin. Devrimci bir teori olmadan bunu başaramaz. Devrimci bir teoriye sahip olmayan proletarya, devrimci eylemlikler geliştiremez, doğru yolu bulamaz. Çünkü teori, Stalin’in de belirttiği gibi, bütün ülkelerin işçi hareketinin genel biçimi ile ele alan deneyimidir.

 

“Materyalizm, doğa bilimleri alanında -der Engels- çağ açan her yeni buluş ile kaçınılmaz olarak biçimini değiştirmek zorundadır.”

 

Sosyalizmin bir bilim olarak ele alınmasından bu yana da, proletaryanın bütün ustaları, teoriye önem vermişlerdir. Devrimci teoriyi küçümseyen ve onu sıradan bir burjuva liberalin kabul edebileceği düzeye indirgeyen anlayışların karşısında olmuşlardır. Eylem her şey, teori hiçbir şey gibi yaklaşımlar ve düşünce tarzları, devrimci proletaryanın anlayışı olamaz. Bir zamanlar TDH içinde, teori karşısında pratik alabildiğine öne çıkarılıyor ve devrimci teori adete burjuva entelektüel bir anlayış olarak ele alınıyor ya da akademisyenlerin uğraş alanı gibi yaklaşılıyordu. Bu anlayış kısmen kırılmasına karşın, hala devrimci teorinin küçümsendiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

 

Willi Dickhut, “Materyalist diyalektik, Marksist-Leninistlerin devrimci düşünceyi ele alırken kullandıkları bilimsel teori ve yöntemdir” der.

 

“Devrimci teori olmadan devrimci pratik olamaz” önermesi teori ve pratiğin diyalektik birliğinin somut bir önermesidir. Teori pratikten çıkar yine pratiğe döner. Lenin, sosyalizm mücadelesi boyunca teori ve pratiğin diyalektik birliği ilkesinden hareket etmiştir. Onun ürettiği teorilerin birbirini geliştirici ve daha yüksek seviyede birbirinin devamı olmasının bir nedeni de budur. Lenin teorileri pratikten kopuk değil, tam tersine ona kopmaz bir şekilde bağlı, ama onun birebir kopyası ve tekrarı değil, yeni dersler çıkarak onu daha yüksek bir teoriyle aydınlatmaktadır.

 

Lenin, teorik çalışmalarında diyalektik materyalist yöntemden hareket etmiştir. Bu nedenle de Marksizm’i daha geliştirerek onu Marksizm-Leninizm seviyesine yükseltmiştir.

 

“Önderlerin ödevi –der Engels- özellikle bütün teorik sorunlar üzerinde giderek daha çok bilgi edinmek, günü geçmiş dünya görüşlerinin geleneksel lakırdılarının etkisinden kendilerini giderek daha çok kurtarmak ve sosyalizmin bir bilim durumuna geldiğinden bu yana bir bilim olarak yürütülmek, yani irdelenmek istendiğini hiç mi hiç unutmamak olacaktır.”

 

Engels’in altını çizerek belirttiği ve Lenin’in de Bolşevik Parti özgülünde geliştirdiği teorinin, bütün sınıf bilinçli işçilere önermesi; sosyalizmin bir bilim olması, sınıf savaşımına önderlik edecek olan işçi sınıfının öncü partilerinin de bu bilimle donanması ve artan ölçüde teorik sorunların üzerine giderek bilimsel çözümlemeler getirmesi gerektirdiğidir. İşçi sınıfının öncü partileri, asla salt keskin sloganlarla sınıf savaşımını yürütemez, toplumsal gelişmenin pratiğindeki gelişmeleri bilimsel olarak ele almak ve irdelemek durumundadır. Kalıplaşmış söylemeler, kendi pratiğinden çıkmamış “hazır reçeteler”, sınıfın öncü partisini geliştiremez ve ilerletemez. Eskiyi atıp yeniyi alan bir işçi sınıfı partisi yerine, giderek ölen, kitlelerden kopan ve kendi sınıf gerçekliğinden ve dayandığı bilimsel ideolojiden kopan bir parti karşımıza çıkar.

 

Doğrular, nesnel gerçekliklerin ürünüdür ama, bu doğrulara dayanmayan, sınıfı ve diğer ezilen kesimleri bu doğrular ışığında yönlendiremeyen bir işçi sınıf partisi, kendi içinde çürümeye başlamasını da önleyemez. İşçi sınıfının siyasi öncüsü, sınıf savaşımının inceliklerini, çelişkilerini, bunların birbiriyle ilişkilerini ve çözümlerini, burjuvaziye karşı savaşta ustalaşmasını ve giderek güçlenmesini, kitleleri kucaklamasını ve savaşa sürüklemesini, yine kendi öz deneyimleri ile öğrenecektir. Diğer deneyimler onun için genel bir yol gösterici olabilir, ama reçete olamaz. Lenin önderliğindeki Bolşevik Parti’nin gelişimi buna tanıktır. O çelik yapılı, bayatı atıp tazeyi alan, özeleştiri metodunu kayıtsız şartsız uygulayan, teori ve pratiğin birliğini sağlayan bir partiydi.

 

İşçi sınıfının öncü partisinin görevi yalnızca teori üretmek değildir, aynı zamanda teoriyi pratiğe uygulamak gibi zorlu bir görevi vardır. Bu bağlamda teori ve pratik birbiriyle bağlantılı ve iç içedir. Pratik teoriyi zenginleştirir, devrimci teori ise pratiği doğru bir yönde, devrimci bir tarzda daha ileriye taşır.

 

Bu nedenle Stalin, Leninizmin Sorunları’nda şöyle der:

 

“… kuşkusuz ki teori, devrimci pratiğe bağlanmadıkça amaçsız kalır; tıpkı yolu devrimci teori ile aydınlatılmayan pratiğin, karanlıkta, el yordamı ile yürümesi gibi. Ama teori, devrimci pratik ile çözülmez bir bağlılık halinde gelişince, işçi hareketinin büyük bir gücü haline gelebilir. Çünkü, harekete, güvenliği, yönünü belirleme gücünü ve olayların iç bağlantılarının anlaşılmasını, teori ve yalnızca teori sağlayabilir; çünkü teori ve yalnız teori, sadece sınıfların bugün hangi yönde ve nasıl hareket ettiklerine değil, aynı zamanda bu sınıfların en yakın bir gelecekte, hangi yönde ve nasıl hareket edecekleri pratiğini anlamamıza yardım edebilir. Şu ünlü tezi söyleyen ve kerelerce yineleyen Lenin’den başkası değildir: ‘Devrimci teori olmadan devrimci hareket olamaz.’ ”(8)

 

Dünyada birçok genç KP, başka ülke devriminin deneyimlerini kendilerine örnek alarak savaşıma girişmişler, kimileri ise, kendi savaş pratiği deneyimlerini esas alarak, bundan öğrenerek, giderek savaşımlarını özgüle indirgemesini başarabilmişler ve savaşımda başarıya ulaşmışlardır. Kimileri ise, başka ülkelerin devrim deneyimlerini kendi ülke ve ulusal gerçekliklerini dıştalayarak ve de kendi deneyimleri yerine o ülke KP’lerin deneyimini esas alarak bunda diretmelerinin sonucu, giderek sınıf savaşımından ve kitlelerden dıştalanmışlardır. Leninizm, şablonculuğun ve dogmatizmin panzehridir. Ama devrimci teori, bütün ülkelerin deneyiminden dersler çıkarmaktır. Bu nedenle Stalin; “Teori bütün ülkelerin işçi hareketlerinin genel biçimi ile ele alınan deneyimidir” demiştir.

 

“Tam da Marksizm ölü bir dogma, bütün zamanlar için tamamlanmış, hazır, değişmez bir öğreti değil, canlı bir eylem kılavuzu olduğu içindir ki, tam da bunun içindir ki, toplumsal yaşam koşullarındaki göze batacak kadar çarpıcı değişiklikleri yansıtmak zorundaydı.”(9)

 

Devrimci teorinin, salt dünyayı açıklamak için değil, esas olarak dünyayı değiştirmek gibi önemli bir görevi vardır. Devrimci teori kendini salt dünyayı açıklamakla sınırlarsa, salt akademik bir ürün olarak kalır. Burjuva “sol” liberallerin de istediği budur. Onlar dünyayı değiştirmek değil, dünyayı salt yorumlamak olarak ele alır ve teoriyi atıllaştırırlar. Devrimci teori devrim yapmak için vardır. Sınıf bilinçli işçinin elinde devrimci teori, kapitalizmi yıkmak ve proletarya diktatörlüğü altında sosyalizmi inşa etmek ve komünizme varmak için vardır. Bu asla unutulmamalıdır.

4- Lenin ve proletarya diktatörlüğü

Kapitalizmde burjuvazi ile proletarya arsındaki sınıf mücadelesinde, proletarya diktatörlüğü sorunu hep tartışılagelmiştir. Marksistler daha baştan, kapitalizmin bir burjuva diktatörlüğü olduğu ve sosyalizmden komünizme geçişte de proletarya diktatörlüğünün zorunluluğunu bilimsel olarak açıklamışlardır. Bu bilimsel açıklamayı ilk Marks yapmıştır.

Marks Gothe ve Erfurt Programını eleştirirken, bu programda “proletarya diktatörlüğü” yerine “halkın devleti”nin geçirilmesini, Marksizm’in temel ilkelerinden sapıldığı gerekçesiyle eleştirir.

 

“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.”(10)

 

Ayrıca Marks, Joseph Weydemeyer’e yazdığı mektupta, sınıf savaşımında vardığı sonuçları şöyle sıralar:

 “Benim yeni olarak yaptığım;

1) Sınıfların varlığının, ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu;

2) Sınıflar savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını;

3) Bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur…”(11)

 

Bugün de birçok oportünist akım Marks’ın bilimsel araştırmalar sonucu ortaya çıkardığı ve Marksizm’in birer ilkesi haline gelen önermelerini görmezden geliyorlar ya da onu revize ederek, burjuvazinin kabul edebileceği düzeye indirgiyorlar. Kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde ara bir aşama olan sosyalizm altında proletarya diktatörlüğünü reddederek, kapitalist toplumu kutsadıklarını göremeyecek denli ML dünya görüşünden uzaklaşmış oluyorlar.

 

Marksizm’in kurucularından Engels, “Gotha ve Erfurt Programlarını” üzerine, August Bebel’e gönderdiği mektupta, halkçı devlet sorununa da değinir ve şöyle der:

 

“Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır; proletaryanın devlete gereksinimi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkacaktır.”(12)

 

Kapitalizm yıkılıp sosyalizm kurulduktan sonra komünizme geçiş sürecinde proletarya diktatörlüğü ilkesel bir olgu olduğu için, Lenin de Marks’ın görüşlerinin sınıf bilinçli işçi için ilkesel olduğunu gördüğü için, Marksizm’in bu en temel ilkesini revize edenlere karşı ideolojik mücadele yürütmekte asla tereddüt etmemiştir.

 

Engels de, Paris Komünü’nü şöyle tanımlıyordu:

 

“Sosyal-demokrat hamkafa, son zamanlarda proletarya diktatörlüğü sözünün söylendiğini duymakla yararlı bir teröre kapılmıştır. Eh, peki baylar, bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek ister misiniz? Paris Komününe bakınız, Paris Komünü proletarya diktatörlüğü idi.”(13)

 

Proletarya diktatörlüğüne karşı çıkanlara Engels böyle karşılık veriyordu. Ve proletarya diktatörlüğünün, Paris Komünü örneğinde olduğu gibi, insanlık tarihinin o güne kadar tanıdığı en iyi demokrasi olduğunu da vurguluyordu.

 

Burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf savaşımında, proletarya diktatörlüğü yerine “halk devleti” vb. gibi önermeler ileri sürenler hiçbir zaman eksik olmamıştır. Marks’ın zamanında da vardı, Lenin zamanında da oldu ve günümüzde de bu anti-Marksist devlet teorisini savunanlar var.

 

Lenin, 2. Enternasyonal’in Kautsky’den sonra gelen önderlerinden Vandervelde’nin, Kautsky’e yakın görüşlerini eleştirirken şunları söylüyor:

 

“… ‘emeğin halk devleti’, 70 yılları Alman sosyal-demokratlarının dile düşürdükleri, ve Engels’in bir saçmalık olarak damgaladığı eski ‘özgür halk devleti’nin yeni bir baskısından başka bir şey değil. ‘Emeğin halk Devleti’ deyimi, (bizim sol devrimci-sosyalist türündeki) bir küçük-burjuva demokrata yaraşır, sınıfsal kavramlar yerine sınıf dışı kavramları geçiren bir söz. Vandervelde, siyasal iktidarın proletarya tarafından (bir tek sınıf tarafından) fethi ile ‘halk’ devletini, bundan karışıklıktan başka bir şey çıktığını görmeksizin, aynı plan üzerine koyuyor. ‘Arı demokrasi’si ile Kautsky’de de aynı karışıklık, sınıf devrimi, proletarya sınıf diktatörlüğü, (proleter) sınıf devleti sorunlarında aynı küçük-burjuva ve devrim düşmanı bilmezden gelme.”(14)

 

“Halk devleti” kavramı, ne denli, “proletarya ve emekçilerin yeni devleti” maskesiyle örtülmeye çalışılırsa çalışılsın, ikisinin özünün aynı olduğu gizlenemez.

 

Daha sonra bu revizyonist tezi kapitalist yolcu Kruşçev de savunmuştu:

 

“SSCB’de proletarya diktatörlüğü artık gerekli değildir. Proletarya diktatörlüğü devleti olarak ortaya çıkmış olan devlet, içinde bulunduğu yeni, bugünkü aşamada, tüm halkın devleti haline gelmiştir.”(15)

 

Mao önderliğindeki ÇKP ise Kruşçev revizyonistlerin proletarya diktatörlüğünü reddeden anlayışlarını eleştirmiş ve şu karşılığı vermişlerdi:

“Devletin bir sınıfsal kavram olduğunu bilmek için, Marksizm-Leninizmin genel bilgisinden az biraz bilmek yeterlidir. Lenin, şunu tespit etti: ‘Devletin ayırt edici özelliği, iktidarın ellerinde toplandığı ayrı bir insanlar sınıfının varlığıdır.’ Devlet, sınıf mücadelesinin bir aletidir, bir sınıfın diğer bir sınıfı bastırma aracıdır. Her devlet, belirli bir sınıfın diktatörlüğüdür. Devlet hala varolduğu sürece, sınıflar üstünde durması mümkün değildir, tüm halkın devleti olması mümkün değildir.”(16)

Dipnotlar:

1- Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir?, s. 174-175. Dördüncü Basım, Sol Yayınları

2- Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, s. 21, İkinci Basım 1988, Sol Yayınları

3- Lenin, Seçme Eserler, C. 11, s. 68, İnter Yayınları

4- Lenin, Ne Yapmalı, s. 30, Sol Yayınları

5- Lenin, Seçme Eserler, C. 2, s. 54-55, İnter Yayınları

6- Willi Dickhut, Teori ve Pratiğin Diyalektik Birliği, s. 7, New Werlag, Almanca

7- Engels, Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim, s. 31, Sol Yayınları

8- Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 24, Sol Yayınları

9- Lenin, SE, C.11, s.71, İnter Yayınları

10- Marx-Engels, Gothe ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, s. 41, 3. Baskı, Sol Yayınları

11- Marx-Engels, Felsefe İncelemeleri, s. 182, Marx’tan Joseph Weydemeyer’e Mektup, 5 Mart 1852

12- Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi, s. 57, 3. Baskı, Sol Yayınları

13- Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, s. 226 (“Paris Komününün 20. Yıldönümü İçin”, 18 Mart 19191), Sol Yayınları

14- Lenin, Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky, s. 117

15- Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, s. 501, “Kuruşçev’in Sahte Komünizmi ve Dünya İçin Tarihsel Dersler” (4 Temmuz 1964) bölümünden, 1. Basım, İnter Yayınları

16 - Polemik, s. 501


 

ÇEVİRİ | Nepal: Yarı-Feodal mi Kapitalist mi?

https://ozgurgelecek51.net/ceviri-nepal-yari-feodal-mi-kapitalist-mi/

ÇEVİRİ | Nepal: Yarı-Feodal mi Kapitalist mi?

Kisan Maharjan tarafından yazılan ve 14 Ocak 2024 tarihinde moolbato.com sitesinde yayınlanan makaleyi, Nepal’in içinde bulunduğu durumun anlaşılması amacıyla Özgür Gelecek okurları için çevirdik.-----------18 Şubat 2024

Nepal Devrimci Komünistlerinin kafasındaki soru -ve bu çok yerinde bir sorudur- Nepal’in koşullarıdır:

Nepal’in yarı-feodal üretim ilişkilerine sahip yarı-feodal bir toplum olarak kalıp kalmadığı ya da Nepal’in kapitalist bir topluma dönüşüp dönüşmediği, burjuva-demokratik devrimin tamamlanıp tamamlanmadığı?

Toplumun üstyapısının da dönüşüp dönüşmediği ya da kitlelerin bilincinin feodal kalıp kalmadığı ya da bunun emperyalist ülkelerin kitleleri arasında bulunan neoliberal bir bilinç tarafından yüceltilip yüceltilmediği.

Bilinci maddi gerçekliğin bir yansıması olarak anladığımızdan, kapitalist bir zihniyet toplumun kapitalist doğasının bir göstergesi olacağından, analizde ikincisi de aynı derecede önemlidir.

Nepal devrimcilerinin karşı karşıya olduğu soru budur; bu konuda doğru bir duruşa sahip olmak gerekir.

 

Öncelikle, ‘kapitalizm’ ve ‘yarı-feodalizm’ terimleriyle tam olarak neyin kastedildiğini açıklığa kavuşturmak gerekir.

 Çünkü bu terimlerle ne kastedildiği açıklığa kavuşturulmadan üretim ilişkileri ya da genel olarak toplumun doğası hakkında bir değerlendirme yapılamaz.

Öncelikle, kapitalizm ile ne kastedildiğinin anlaşılması gerekir, her ne kadar kapitalizmin kesin mekanizmalarının ayrıntılı bir analizi bin sayfadan fazla bir tez gerektirecek olsa da (böyle bir şey zaten var, Kapital); kapitalizmin ne olduğu böyle bir teze gerek kalmadan bir dereceye kadar kesin olarak anlaşılabilir. Kapitalizm aşağıdaki özelliklere sahip bir üretim ve temellük biçimidir:

 

Burjuvazi tarafından üretim araçları üzerinde özel mülkiyet

 

Genelleştirilmiş emtia üretimi

 

Toplumun birincil emek süreci olarak ücretli emek

 

Daha sonra, yarı-feodalizmin ne olduğunu ve feodalizmden nasıl farklılaştığını açıklamak önemlidir. Bunu yapmak için öncelikle feodalizmi tanımlamak gerekir. Feodalizm, tıpkı kapitalizm gibi, aşağıdaki özelliklere sahip bir üretim ve temellük biçimidir:

 

Toprak mülkiyeti ve dolayısıyla zenginlik bir toprak ağası sınıfının elinde toplanmıştır

 

Üretim Araçları, toprakta çalışan ve yaşayan ancak toprağa sahip olmayan topraksız köylü sınıfına aittir

 

Köylüler tarafından üretilen artık, toprak sahibine kira olarak ödenir

 

Feodal bir toplumda, birincil karşıtlık toprak ağası sınıfı ile köylü sınıfı arasındaki karşıtlıktır, ancak bu tek karşıtlık değildir. Toprak ağası ile yeni doğmakta olan burjuvazi arasında da antagonizmalar mevcuttur. Bu yeni oluşan burjuvazinin ve buna karşılık gelen yeni oluşan ücretli işçiler sınıfının varlığı bize feodal toplum içinde kapitalist toplumun embriyonunun nasıl var olduğunu gösterir.

 Birbirini izleyen ilkel birikim süreçleri ve nihayet feodalizme indirilen çekiç darbesi – burjuva demokratik devrim – sayesinde bu kapitalist toplum filizi çiçek açıp olgun kapitalizme dönüşebilir.

Dolayısıyla yarı-feodalizm, kapitalist toplum tohumunun feodal toplum içinde bir miktar gelişme gösterdiği, ancak feodal koşulların burjuva-demokratik devrim tarafından tamamen ortadan kaldırılmadığı ve toprak ağası sınıfının hala büyük bir güce sahip olduğu bir durum olarak söylenebilir.

 

Nepal’de Feodalizmin Dışındaki Genel Gelişme:

 

Nepal’de, geçen yüzyılın 50’li yıllarına kadar, emekçi köylü kitleleri Rana Otokrasisinin boyunduruğu altında ezilmişti. Ancak bu biçim feodalizme uygun değildi ve çeşitli feodal beyler arasında, özellikle de Şah Hanedanı ile Rana Hanedanı arasında bir çelişki vardı.

 Ranalar, konumlarını güçlendirmek için İngiliz Emperyalistleri ile İngiliz finans sermayesinin Nepal’e akışına izin veren çeşitli anlaşmalar yaptılar, bu da Nepal’de yarı-sömürge koşullarının doğmasına yol açtı; Nepal sözde bağımsızlığını korudu ama fiilen İngiliz Emperyalistlerinin bir kolonisiydi.

 Bunun bir örneği, 1923 tarihli Nepal-İngiltere Antlaşmasının 6. Maddesinde yer alan “Nepal Hükümeti adına bu ülkeye derhal nakledilmek üzere ithal edilen mallar için İngiliz Hindistan limanlarında gümrük vergisi alınmayacaktır(…)” ifadesidir; bu madde İngiltere’nin İngiliz mallarını ve İngiliz finans sermayesini Nepal’e serbestçe ihraç etmesine etkin bir şekilde izin vermiştir ve feodal devlet tarafından yapılan eşitsiz anlaşmaların bir örneğidir.

 Bu anlaşma, İngilizlerin Nepalli girişimcilere üstünlük sağlamasına ve İngiliz tekelci finans sermayesini güçlendirmesine etkin bir şekilde izin verdiği için, Nepal Ulusal Burjuvazisinin sürekli bastırılmasının erken bir ifadesidir.

 

Ancak sonunda İngiliz emperyalistleri Ranaları terk etti ve toprak ağaları arasındaki çelişkiler hızla su yüzüne çıktı. Bunlar nihayet 1950’de niteliksel bir gelişmeye dönüştü. Burada, Şah Hanedanı tarafından temsil edilen toprak ağaları sınıfının bir kesimi, Nepal Kongresi tarafından temsil edilen küçük burjuvazi ve küçük burjuvazinin yanı sıra Nepal Komünist Partisi tarafından temsil edilen proletarya ve köylülerle ittifak kurarak, Rana Hanedanı tarafından yönetilen toprak ağalarının daha gerici kesimine karşı bir mücadele başlattı.

Bu mücadelenin kazanılmasının ardından toprak ağası sınıfı burjuvaziye çeşitli tavizler vermek zorunda kalmış, bu da Nepal’in koşullarının feodalden yarı-feodale doğru kesin bir dönüşüme uğramasına yol açmıştır.

 

Ancak bu imtiyazlardan bazıları, özellikle de burjuvaziye verilen siyasi imtiyazlar, toprak ağaları sınıfı tarafından geri alındı. Bu dönemde toprak ağaları bu toplumun efendileriydi, dolayısıyla Nepal esas olarak yarı feodaldi. Toplumun çeşitli yönleri arasındaki çelişkiler, ama esas olarak toprak ağaları ve burjuvazi arasındaki çelişki, bu dönemde derinleşmeye ve yoğunlaşmaya devam etti. Takip eden on yıllar boyunca birçok gelişme yaşandı.

 Nepal Komünist Hareketinin durumu parçalandı ve bölündü. İki ana çizgi, komünist hareketin kesimleri tarafından taşınan iki bayrak haline geldi:

 

 NKP (UML)’yi oluşturacak revizyonistlerin taşıdığı yasalcılık, parlamentarizm ve kralcılık bayrağı; NKP (Maoist)’i oluşturacak Marksistlerin taşıdığı devrim ve kompradorların ve toprak ağalarının diktatörlüğünün yıkılması bayrağı.

 Revizyonist Sosyal Faşistler daha sonra feodal sistemin ve bu sistemin çekirdeği olan monarşinin en sadık savunucularına dönüştüler.

 

Bu dönemde, toprak ağalarının diktatörlüğü altında üretici potansiyelini açığa çıkaramayan yükselen burjuvazi, gücünü geliştirerek ve zamanını kollayarak hazırlanmaya başladı. Burjuvazi, feodal beylerle mücadelesinin hazırlıklarını yaptığı bu dönemde, toprak ağası sınıflarının etkin egemenliği olan Panchayat sistemini ve onların önceliğini dayatan daraltıcı yarı-feodal ilişkiler içinde faaliyet göstermeye devam ediyordu.

 Nepal bu dönemde de hem yarı-feodal hem de yarı-sömürgeydi, ancak yarı-feodal yönü asıl baskıyı oluşturuyordu. Ancak komprador/bürokrat burjuvazi bu durumu kabul edilebilir bulmadı ve bu durum iki egemen sınıf arasındaki çelişkilerin derinleşmesine yol açtı.

 

Bu çelişki, kompradorların toprak ağalarına karşı mücadelesi olan 1990’daki “Halk Hareketi” ile patlak verdi. Kompradorlar, toprak ağalarına karşı küçük burjuvazi, köylüler ve proletarya ile geçici olarak ittifak kurdu; toprak ağası sınıfı komprador burjuvaziye daha fazla taviz verdi ve bu da önceden var olan sınıf diktatörlüğü arasında daha eşitlikçi bir güç paylaşımına yol açtı.

 

Bu dönemde, toprak ağaları hala toprak ağası ve komprador/bürokrat sınıfların sınıf diktatörlüğünün temel unsuruydu.

Bu dönem boyunca bir yanda proletarya, köylüler, küçük burjuvazi ve ulusal burjuvazi ile……

 diğer yanda…. toprak ağası, komprador/bürokrat burjuvazi arasındaki karşıtlık keskin bir şekilde yoğunlaştı.

 Bu yoğunlaşma, “Halk Hareketi” sırasında komprador burjuvaziye gerçek bir değişime öncülük etmesi için güvenen halk kitlelerinin derhal ihanete uğraması; egemen sınıfların kendi konumlarını sağlamlaştırması ve ezilen sınıfların toptan sömürülmesine devam edilmesiyle devam etti.

Bu gelişmeler ve diğerleri niteliksel bir sıçramaya, tarihin itici gücü olan kitlelerin, devrimci öfkeleriyle, devrimci öncü parti tarafından bilenmiş ve güçlendirilmiş olarak mümkün kıldığı bir dönüşüme yol açtı. Devrim başlamıştı.

 

Devrimci dönem boyunca elde edilen çeşitli başarılar ve ilerici gelişmeler bu yazının kapsamı dışındadır.

Ancak asıl mesele, Yeni Demokratik Devrimin – burjuva demokratik ve anti-emperyalist devrimin – parti içindeki revizyonistler ve dönekler tarafından ihanete uğratılmış olmasıdır.

 

 Yeni Demokratik Devrim yarım bırakıldı

 ve dönekler yozlaşmış partiyi komprador/bürokrat burjuva düzeniyle kaynaştırdı.

Bu durumda yarı-feodalizmin süpürülüp atıldığı söylenebilir mi?

Bazılarının ilan etmek istediği gibi, “Devrim yarı-feodalizmi ortadan kaldırdı ve demokratik bir cumhuriyet kurdu!” denilebilir mi? (“demokratik cumhuriyet” kavramı bir başka revizyonist hayaldir)? Kesinlikle hayır! Devrim ihanete uğradı, sırtından bıçaklandı ve ezilen kitlelerin kurtuluş hayalleri revizyonistler ve dönekler tarafından, şimdi Nepal Sosyal Faşizmini yeni bir üst düzeye (Prachanda Yolu) geliştirenler tarafından katledildi.

 Ve devrim yarı-feodalizmi yadsımadan, yarı-feodalizmin kendi kendine aşındığına ve öldüğüne mi inanacağız? Mücadelenin tarihin temel itici gücü olduğunu anladığımızda, yarı-feodalizmin şiddetli bir şekilde ortadan kaldırılması olmadan, burjuva-demokratik devrim olmadan, yarı-feodalizm nasıl ortadan kalkabilir?

 Gerçek şu ki, yarı-feodalizm ortadan kalkmadı, aksine tezahürü basitçe dönüştü!

 

Döneklerin komprador/bürokrat burjuvaziyle kaynaşması onların konumunu güçlendirdi ve Nepal Devleti’nin doğasında niteliksel bir dönüşüme neden oldu; daha önce yarı-feodalizm temel unsurken, şimdi yarı-sömürgecilik temel unsur haline geldi.

 Yarı-feodalizmin ortadan kalkmasa da zayıflamasıyla birlikte, toprak ağası sınıfı komprador/bürokrat burjuvazi karşısında itaatkâr bir rol üstlendi. Toprak ağası sınıfının o zamana kadarki açık sömürüsü gizli bir karaktere büründü ve komprador/bürokrat burjuvazi devletin birincil dizginlerini ele geçirdi. Ancak bu, komprador/bürokrat burjuvazi ile toprak ağaları arasındaki çelişkinin sona erdiği anlamına gelmiyor -tam tersine-, Nepal toplumunu ve Nepal devletini şekillendiren şey bu sınıfların sürekli birliği ve mücadelesidir.

 Bununla birlikte, bu sınıflar ezilen sınıfları sömürme konusunda birleşmişlerdir, bu nedenle sınıf diktatörlüklerini parçalamak ve yeni demokratik devrimi takiben devrimci bir devlet kurmak gereklidir.

 

Mevcut Koşulların Analizi:

 

Bu tespitle birlikte, yine de Nepal’in nesnel koşullarının bugüne kadar nasıl yarı-feodal kaldığını ve bunun her zaman böyle kalmayabileceğini görmek gerekir.

Nepal’in yarı-feodal koşullarını yavaş yavaş aşındıran ilk gelişme, süregelen ilkel birikimdir. Marx’ın “ilk günah”a benzettiği bu ilkel birikim süreci, feodalizmin rahmindeki embriyonik durumundan olgun kapitalizmin doğmasına yol açan ilk süreçtir.

 Feodalizmin rahmindeki bu embriyonik kapitalizm, bağımlı uluslarda emperyalist tekelci finans kapital ile asimile olmuş ve bu da gerçekte ulusal bir kapitalizmin gelişmesini engellemiştir. Emperyalist tekelci finans kapitalle asimile olan olgun ulusal kapitalizmin tohumu, ilkel birikim süreci yoluyla kendisini daha yüksek bir gelişim aşamasında sentezlemiştir; ancak feodalizmin toprağında henüz embriyonik aşamadadır ve filizlenmeyi beklemektedir. Bununla birlikte, bu çimlenme süreci bir dereceye kadar çoktan başlamıştır.

 

Örneğin, ilkel birikim sürecinde, toprağın çitlenmesi nedeniyle, o zamana kadar topraksız olan, ancak tamamen mülksüzleşmemiş köylü sınıfının, ikamet ettikleri topraklardan zorla çıkarıldığı; burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılamak için şiddetle sanayi proletaryasına dönüştürüldüğü bilinmektedir.

 Bu kitlesel proleterleşme, kent merkezlerinde gelişen burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılamakla kalmaz, bu talepleri aşarak bir yedek proletarya ordusu yaratır. Nepal’de tam da bu sürecin işlediğini görüyoruz. Şimdiye kadar topraksız köylüler ya da küçük arazi sahipleri olarak yaşayanlar, çeşitli koşullar nedeniyle şiddet kullanılarak köylerinden sürüler halinde çıkarılıyor.

Bu proleterleşme süreci, Nepal’de yaşanan kitlesel kentleşmeyle kanıtlanıyor; insanlar iş bulmak için sürüler halinde şehirlere göç etmeye zorlanıyor. Böylece, tekelci finans sermayesi ile ulusal sermaye tohumunun, -bu birleşiminin- ihtiyaçlarını karşılayacak yeni bir proletarya yaratılmaktadır. Nepal köylüleri, komprador/bürokrat burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere ücretli köleler ordusuna dönüştürülüyor.

 

Buna rağmen, köylüler ve toprak ağaları arasındaki yarı-feodal üretim ilişkileri yaygınlığını korumaktadır. Bugün bile bir buçuk milyon hane topraksızdır ve toprak ağalarının topraklarında yaşamak, o toprakları işlemek ve toprak aristokrasisine kira ödemek zorunda kalmaktadır. Günümüzde feodal baskı sistemi devam etmekle birlikte, ilkel birikim gibi süreçler nedeniyle bu feodal baskı yeni bir kapitalist sömürü tarafından yüceltilmektedir.

Bu feodal baskı hala devam etmekte ve milyonlarca insan bu sistem altında acı çekmeye devam etmektedir. Köylülere toprağı yeniden dağıtma sözü, iktidardaki sözde “Sosyalistler” tarafından yerine getirilmemiştir, çünkü gerçekte onların boş sözleri hiçbir şey ifade etmemektedir.

Onlar, son tahlilde, toprak ağaları sınıfını temsil etmektedirler ve bu nedenle toprak ağası efendilerini mağdur edecek herhangi bir politikayı yürürlüğe koymayacak ya da herhangi bir çizgiyi desteklemeyeceklerdir.

 

Dolayısıyla, hala büyük bir köylü sınıfı ve bu köylüleri ezen bir toprak ağaları sınıfı vardır. Dolayısıyla, feodal toplumun temel karşıtlığı olan köylüler ve toprak ağaları sınıfı arasındaki karşıtlık hala mevcuttur ve hala güçlüdür. Bu da yarı-feodal üretim ve temellük tarzının Nepal toplumunda hala var olduğunu ve önceliğini koruduğunu göstermektedir.

 

Bir diğer önemli analiz noktası da siyasi ve ideolojik üstyapının analizidir. Materyalistler olarak, son tahlilde tabanın üstyapıyı şekillendirdiğini biliyoruz; yani egemen sınıfın yapısal ve kültürel hegemonyası mikro ve makro düzeyde üstyapıya yansıyacaktır. Birey, söz konusu ideolojinin yeniden üreticisi olarak hareket etmek ve bu ideolojiye katılmak üzere ideoloji için ve ideoloji tarafından bir özneye dönüştürülür. İdeolojinin, toplum tarafından bakılan “sağduyu”yu oluşturan saf ideolojinin keskin bir analizi yoluyla, üstyapının doğasını incelemeye başlayabiliriz.

 

Başlangıç olarak, üstyapının baskıcı olmayan yönünü oluşturan temel İdeolojik Devlet Aygıtlarına, yani aile, eğitim ve medyaya bakmak gerekir. Aile, son on yıllarda, aile içi ilişkilerin sevgi, şefkat ve karşılıklı merhamet üzerine kurulduğu bir kurumdan, yerini para ilişkilerine bıraktığı bir kuruma dönüşmüştür. Aslında yukarıda bahsedilen ilkel birikimin ve tekelci finans sermayesinin artan üstünlüğünün kültür ve ideoloji alanına (üstyapıya) yansıması olan bu süreçte, kapitalizmin büyümesinin yavaş yavaş yarı-feodal aile ilişkilerinin çürümesine yol açtığı görülebilir. Eğitim analizi iki soruya ayrılmalıdır: “eğitimi kim yapıyor?” ve “ne eğitiliyor?”.

 İlk sorunun cevabı küçük burjuvazidir:

okullar, kolejler ve üniversiteler küçük burjuva sınıfının alanı haline gelmiştir; eğitimi belirli sendikalar tarafından işletilen bir iş modeline dönüştürmüşlerdir. Bu eğitim sendikası tam da piyasanın eğitime müdahalesinin doğal sonucudur. İkinci sorunun cevabı, eğitim yoluyla ideolojinin öğretiliyor olmasıdır; insanları statükoyu sorgulamamaya ve yukarıdan gelen diktaları körü körüne kabul etmeye koşullandıran ideoloji; öncelikle bu kapitalist ideolojidir. Son olarak, medya küçük burjuvaziye aittir ve onlar tarafından reklam yoluyla finanse edilmektedir.

 Medya, Overton penceresini [Overton penceresi, bir zaman diliminde kamuoyunun kanıksadığı, normalleştirdiği ve hatta ana akımlaştırdığı –kimisi geçmişte “uçlarda” görülen- siyasal fikirler ve çözümlerin oluşturduğu geniş yelpazeye verilen isim, ed.] şekillendirmek için “güvenilir” ve “saygın” burjuva kaynaklarını kullanır; öyle ki radikal fikirler tamamen gözden düşürülür ve egemen sınıf duruşları ön plana çıkarılır.

 

Bu durum, üstyapının büyük burjuvazinin hegemonyasını uyguladığı ve hegemonyasını meşrulaştıran ideolojiyi yeniden ürettiği, dolayısıyla da kapitalist üretim ilişkilerini yeniden ürettiği bir aygıt olduğu sonucuna varılmasına yol açabilir. Ancak bu aceleci bir sonuç olacaktır! Birincisi, bu burjuva hegemonyası Nepal’in yarı-feodal olduğu fikrini ortadan kaldırmaz, çünkü bu emperyalist tekelci finans sermayesinin artan üstünlüğünün bir sonucu olabilir ve muhtemelen öyledir; bu, doğası gereği üstyapı üzerinde daha büyük bir hakimiyete sahiptir ve dolayısıyla kendini yeniden üretme konusunda daha üstün bir yeteneğe sahiptir.

Emperyalistler ve kompradorlar, toprak ağaları sınıfına karşı ellerinde bulundurdukları kaynaklar sayesinde üstyapı üzerinde daha fazla hegemonya kurma yeteneğine sahiptir. Dolayısıyla, bu durum Nepal’in yarı-sömürge olduğu iddiasını güçlendirmekte ve yarı-feodal olduğu iddiasını ortadan kaldırmamaktadır! Yankee emperyalistlerinin birincil süper güç konumları nedeniyle uluslararası alanda tekelci finans sermayelerini ihraç edebildikleri de yadsınamaz bir gerçektir; bu aynı zamanda her zaman Yankee idealist-liberal ideoloji ve kültürünün ihracıyla sonuçlanmaktadır. Bu da Nepal’de basitçe kendini göstermektedir.

 

Daha sonra, devletin üstyapının en yüksek tezahürü olduğunu ve devletin egemen sınıfın sınıf diktatörlüğünü uyguladığı askeri-bürokratik aygıt olduğunu anlıyoruz. Bu aygıtın hala güçlü bir şekilde toprak ağaları sınıfının elinde olduğu açıktır. Orduda birçok üst düzey general ve lider, Şah Otokrasisi tarafından yönetilen açık yarı-feodal devlet için hizmet etmişlerdir ve askeri aygıta liderlik etmeye devam etmektedirler. Bürokraside de belediye sekreterlerinden parlamentodaki en üst düzey partilere kadar pek çok bürokratın feodal otokrasi ile ortak bir geçmişi vardır.

Nepal Kongresi ve NKP (UML) gibi partiler geçmişte kitlelerin öfkesini otokrasi altında ezilmelerinden uzaklaştıran bir kalkan görevi görmüşlerdir ve şimdi de bunu gizlice yapmaya devam etmektedirler.

 

Son olarak, kapitalistlerin yapısal hegemonyasına rağmen, halkın ideolojisi ve bilinci hala yarı-feodalizm tarafından şekillendirilmektedir. Monarşiye geri dönüş ve daha gerici bir duruma geri dönüş talepleri, toplumun gerçek yarı-feodal koşullarını açıkça ortaya koymaktadır.

 Sonuçta, bilinç maddi koşullar tarafından şekillendirilir ve yarı-feodal bilinç yarı-feodal koşullara işaret eder.

 

Sonuç:

 

Son tahlilde, Nepal’in yarı-feodal, yarı-sömürge bir doğaya sahip olduğu açıkça görülmektedir; yarı-sömürgecilik temel özelliktir. Nepal’deki görünüşteki kapitalist tezahürler, tekelci finans sermayesinin Nepal’e akışından ve embriyonik ulusal sermaye ile asimilasyonundan kaynaklanmaktadır; emperyalist tekelci sermaye, bir sülük gibi, Nepal’in embriyonik ulusal sermayesinin canlılığını emmekte ve ulusal bir kapitalizmin gelişmesini engellemektedir.

 Emperyalist tekelci finans kapital, başta toprak ağaları sınıfı olmak üzere ulusal ezenlerle de işbirliği içindedir. Nepal’de kapitalizmin görünüşteki büyümesi, sosyo-tarihsel gelişim yasalarından bir sapmadır; çünkü kapitalizmin görünüşteki büyümesi aslında yabancı doğumlu bir tümörün büyümesidir: tekelci finans kapital. Nepal büyük ölçüde yarı-feodal kalmaya devam ediyor, ancak bu emperyalist tekelci sermaye tarafından harekete geçirilen süreçler nedeniyle yarı-feodal düzen her geçen gün çöküşe yaklaşıyor.

 

Bir yanda ulusal kapitalizm, diğer yanda yarı-feodalizm ve yarı-sömürgecilik arasında yoğunlaşan bu çelişki, birbirini izleyen gelişmelerle Yeni Demokratik Devrim’in kaçınılmaz niteliksel sıçramasına yol açacaktır. Feodalizm kendini tehdit altında hisseder, bu yüzden Durga Prasai’nin [NKP (UML) üyesi de olan Nepalli bir iş insanı, ed.] yükselişinde vurgulandığı gibi daha fazla gericiliğe ve şovenizme geri çekilir. Feodalizmin doğal olarak gericiliğe çekilmesi, onun ortadan kaldırılmasına yönelik niceliksel gelişmelerin giderek daha büyük adımlarla gerçekleştiğini göstermektedir. Devrim kaçınılmazdır.

 

Kaynak: https://moolbato.com/2024/01/59449/

 

18 Şubat 2024 Pazar

Tarihten / mizden : Notlar_Ali Yavuz Çengeloğlu_İnter Yayınları kurucusu

 

M-L hareket 73’de aldığı darbenin ardından merkezi olarak çökertildi. İçeride yenilgi sürecinden çıkış sorunlarını ele alıp tartışan diri ayakta kalmış, poliste ve zindanlarda olumlu sınav vermiş ileri kadrolardan oluşan bir ve mücadelede kadroları sorgulama-yargılama ve öz-eleştiri süreci başlatılır.

Bu komite hemen tüm kadrolarla görüşür, onların düşüncelerini alır ve örgütün yeniden merkezi yapıya kavuşması için yeni bir Koordinasyon Komitesi (KK) oluşturulur.

Yeni oluşturulan KK'da eski KK üyelerinden

 Katalog - Cumhuriyet Gazetesi, 1981 Yılı, 1. Ayı, 10. Günü, 8 ...

 Cumhuriyet Gazetesi

https://egazete.cumhuriyet.com.tr › katalog

10 Oca 1981 — ... Yavuz Çengeloğlu da Erzıncan'da yakalanmıştır. örgütte (Amca) ya da ... Kadır Toğan, Mühendıslık Fakultesi Dekanlığına Doc Dr Nejat Erk ...

 Aslan Kılıç, Muzaffer Oruçoğlu ile İrfan Çelik ve Hikmet Şenses görev alırlar. Ali Taşyapan ilk zaman KK’da görev alma önerisini kabul etmez. KK üyelerinden Almanyalı Mehmet( Kadir ) ve Ali Mercan dışarıda olmalarına karşın, merkezi bir devrimci faaliyet içinde bulunmazlar.


Ali Yavuz Çengeloğlu, 5 Şubat 1942’de Batı Anadolu’nun bir kentinde yaşama gözlerini açtı.  5 Ekim 2002’de aramızdan ayrıldığında 60 yaşındaydı.  Henüz çok gençti, komünizm uğruna mücadelede yapacak çok daha işleri vardı. O, bir yoldaş, bir Bolşevik ve bir sıra neferiydi. Alçak gönüllü yapısı ile yoldaşları arasında sevilen biriydi.

 

O, 1970’li yıllarda devrimci mücadeleye atıldı. Yaşamını yitirene kadar, savunduğu ideallerine bağlı kaldı. Kimileri gibi akıma kapılıp devrimci safları terk etmedi. Elbette O’nun da devrimci mücadeleye katılımının bir gelişim süreci vardı. O, kendisini anlattığı bir yazıda, yaşamının bir kesitini şöyle anlatıyordu:

 

“Orta köylülüğün aşağı kesimlerine mensup bir ailede yetiştim. Ortaokuldan sonra ailem tarafından yükseköğrenim yaptıramayacaklarından dolayı, meslek sahibi olmam için Sanat Enstitüsü’ne gönderildim. Okul bittiğinde çalışmak amacıyla bir büyük şehre gittim. Bir müddet işsiz dolaştıktan sonra kısa süre garsonluk, daha sonra da 1,5 yıldan fazla –ki ayrı fabrikada– işçilik yaptım. Sonra yine işsiz kaldım. Bu süre içinde okulda ve çevrede aldığım eğitimden dolayı büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Ben çok “okumuş” bir işçi olarak toplum için çok “değerli” olduğumu düşünüyordum. Ama hayat bana işlerin öyle olmadığını gösterdi. İlk defa işsizliğin-yoksulluğun, açlığın ne olduğunu böyle tanıdım.

 

Bende yoksulluğa karşı gelişen nefret, önce zenginliğe özeni geliştirdi. 1960’ların ilk yıllarında sınıf mücadelesinin geriliği, benim hayatı henüz kavrayamamamla birleşti. Ortaya yoksulluktan nefret eden ve zenginliğe özenen bir ben çıktı.

 

Askerliğimi Anadolu’nun çok yoksul bir Kürt köyünde öğretmen olarak yaptım. Burada ilk defa köylülerin toplumdaki yerini öğrendim ve yine ilk defa bu dönemde köylülere yakınlık ve onlarla birlikte olabilmek için bir istek duydum. Kendim köylü olmama rağmen daha önce köylülere karşı okulda aldığım eğitim ve sınıf atlama isteğinden dolayı, bir yakınlık duyamıyordum.

 

Köylülere karşı duyduğum bu yakınlık popülist ve reformcu bir temeldeydi. (…)

 

1960’ların ortalarına yakın, esasta yüksekokullarda okumakta olan asker arkadaşlarımın etkisiyle “sol”cu oldum. Solculuk modaydı o dönem. Gerçek anlamda solculuğun, sosyalizmin/komünizmin filan ne olduğunu bilmiyordum. Hak istemek, adalet istemek, Amerika’ya karşı çıkmak vb. solcu olmaya yetiyordu.

 

Askerlik bitince, o dönemde tanınan bir imkânla öğretmenlik mesleğinde kaldım.”

 

“Kel”, 1968’e kadar bir Orta Anadolu şehrinde ilkokul öğretmenliği yaptı. Türkiye Öğretmenler Sendikası’na üye (TÖS) oldu. Daha sonra 1968’de Almanya’ya işçi olarak Münih’e gitti ve BMW’de işçi olarak çalışmaya başladı.

 

Münih’te, içinde işçilerle-öğrencilerin birlikte yer aldığı “Türk Kültür Derneği”ne üye oldu. Türkiye’deki fraksiyon ayrılıkları bu derneğe de yansımıştı. “Kel”, önce dernek içindeki farklı kutuplaşmaları anlamaya çalıştı. Dernekte, o dönem İşçi-Köylü Gazetesi’ni satan ve propagandasını yapan bir grup vardı. Bu grup 1969’da derneğin genel kurulundan sonra dernekten ayrıldı. “Kel”, ayrılan grubu daha tutarlı bularak bu grupla ilişki kurdu ve grupla birlikte eğitim çalışması yapmaya başladı. Kısa süre içinde kendini “Aydınlıkçı”, “İşçi-Köylü” satıcısı olarak buldu. “İşçi-Köylü”nün yurtdışı örgütünde önemli sorumluluklar üstlendi. Çalışma dışındaki zamanını devrimci çalışmaya ayırdı.

 

1972’de “Kel”, yöneticisinden “Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) üyesi” olduğunu öğrendi. Bu arada İbrahim Kaypakkaya ve yoldaşları TİİKP revizyonistlerine bir dizi eleştiriler getirerek, TİİKP merkezinin iflah olmazlığından yola çıkarak ayrılmış ve TKP/ML’yi kurmuşlardır.

 

Yurtdışı kadroları ve “Kel”in İbrahim ve arkadaşlarının ayrıldığından haberi yoktur. TİİKP merkezi, kendisini soldan eleştiren muhalefetin etkisini kırabilmek için kendisi “sol” görüntüye bürünür. “Silahlı mücadele” kararı aldığını bildirir. Halk savaşı çığırtkanlığı ile kazanılan kadrolar, bu kararı sevinçle karşılar. Bu çerçevede yurtdışından bir grup kadro silahlı eğitim görmek için Filistin’e gönderilir. 1972 sonunda Filistin’e gidenler içinde “Kel” de vardır. Filistin’e gidişte söylenen, eğitim sonrası ülkeye geçileceğidir. Fakat en başında söylenenlere uygun davranılmaz. Eğitim görenler, ülkeye gitme beklentisi içerisindeyken gelen bir direktif: “Ülkede her şey bitti, bu durumda gidilmesi maceracılıktır. Görev eski çalışma alanına dönmek ve yeniden toparlanmaktır” gerekçesiyle, yurtdışından gidenleri geri çağırır. “Kel” geri döner. Bu olay “Kel”in TİİKP’e olan güvenin sarsılmasına yol açar. Artık “merkeze güvenen” verilen her görevi âdeta gözü kapalı ve coşkuyla yerine getiren değil, sorgulayan bir “Kel” vardır.

 

Daha sonraki gelişme içinde “Kel” bölgedeki çalışmaya önderlik etmeye devam eder. Türkiye’de TİİKP’in tüm yöneticilerinin tutuklanması sonucu yurtdışı merkez hâline gelir. 1974 başlarında bu merkez bir özeleştiri ortaya koyar. Bu özeleştiri esasında İbrahim Kaypakkaya’nın görüşleri temelinde hazırlanmış bir özeleştiridir. Ancak TKP/ML’ye olumlu bir atıfta bulunulmamaktadır. Amaç, bu özeleştiri temelinde TİİKP’den ayrılan bütün grupları, bu arada THKO ve THKP/C’den de Mao’ya sempati duyanları bir araya toplamaktır. Bunun için bir yandan yurtdışına çıkarılan kimi devrimci grup temsilcileri ile birlik görüşmeleri, pazarlıkları yürütülür, diğer yandan Türkiye’ye de görevliler gönderilir. Fakat evdeki hesap çarşıya uymaz. Hem TİİKP’in merkezi, hem diğer gruplar, kısa süren bir “oldu oluyor” havasından sonra, böyle bir birleşmeyi reddeler.

 

Yurtdışında bu arada yeni gelişmeler olur. TİİKP’in yurtdışındaki “özeleştiri” merkezi 1974’ün ikinci yarısında hemen tümüyle tutuklanır. Geri kalan kadrolar bu tutuklama ertesinde maceralı yollarla ilk kez İbrahim Kaypakkaya’nın yazılarıyla doğrudan tanışırlar.

 

Bu dönemde oluşturulan geçici yönetimde –bu yönetim hâlâ TİİKP Yurtdışı Bürosu’dur.– “Kel”de yer alır. Bu geçici yönetim birinci olarak İbrahim Kaypakkaya’nın ele geçen yazılarını çoğaltıp örgüt içi ve çevresine dağıtır, bunların tartışılmasını sağlar. Bu arada özeleştiri temelinde Türkiye’ye görevli gidenlerden gelen, “bu temelde olmuyor” haberi temelinde, yurtdışında tüm kadrolarla bir konferans örgütler. 1975 yılında yapılan bu konferansta büyük çoğunluk İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerini doğru bularak onun kurduğu parti olan TKP/ML’ye katılma kararı alır. Bu kararı doğru bulanlar –ki “Kel” bunların içinde başı çekenlerden biridir– yurtdışında TKP/ML sempatizanları olarak örgütlenme kararı alırlar. Bir yönetim seçilir. “Kel” bu yönetimin içinde yer alır.

 

Bu arada 1974 affı ile birlikte sol örgütlerin –bu arada TKP/ML’nin de– hapisteki birçok kadrosu dışarı çıkar. Bunların bir bölümü 1973’ten sonra geri kalan, fakat örgütlü bir faaliyet yürütmeyen taraftarlar ve kadrolarla yeniden örgütlenmeye yönelirler. Bu yeni örgütlenmede “içerde” kalan en eski “merkezi” kadrolarca merkez görevi verilenler, işe soyunduklarında diğer “marksist-leninist” olarak değerlendirdikleri kimi gruplarla birlik adına TKP/ML’nin çizgisini sorgulamaya başlarlar. Bir bölüm ise İbrahim Kaypakkaya’nın çizgisi temelinde TKP/ML’yi olduğu gibi savunur. Tartışmalarda merkez ile bölgeler arasında kopukluk başlar.

 

“Kel” tam bu ortamda –1976 Mayıs’ında– yurtdışındaki TİİKP’in esas gövdesinin TKP/ML’ye iltihak kararını TKP/ML adına hareket edenlere bildirmek için –görevli olarak– ülkeye gelir. Ardından yine görevli olarak gelen bir yoldaşla birlikte “Kel” gerek TKP/ML merkezi adına konuşanlarla, gerekse TKP/ML’yi olduğu gibi savunan gruplarla görüşmeler yürütür. Bu görüşme ve tartışmalar ertesinde yurtdışındaki örgüt merkezi TKP/ML’yi tasfiye etme konumunda olduğunu tespit ederek, onunla bağları koparma, merkeze karşı olanlarla TKP/ML’yi yeniden inşa çalışmasına katılma kararı alır.

 

“Kel” Türkiye’de yurtdışı bölgesinin temsilcisi olarak çalışmaya başlar. Bu dönemde TKP/ML çizgisini savunan değişik bölgelerden temsilcilerin oluşturduğu bir Örgütlenme Komitesi oluşturulur. Bu komite de “Kel” de yurtdışı temsilcisi olarak yer alır. Komite, birbirinden bağımsız hareket eden bölge komitelerinin çalışmalarını koordine eder ve TKP/ML’nin Birinci Konferansı (Kongresini) hazırlar.

 

Bu kongrenin ideolojik-siyasi hazırlığında yurtdışının belirleyici önemi ve ağırlığı vardır. “Kel” bu dönemde belirleyici kadrolardan biridir. Onun 1978 başında TKP/ML’nin seçilmiş delegelerle yapılan ilk konferansı olan ve partinin yeniden ayakları üzerine dikilmesinde tayin edici olan konferansın hazırlanmasındaki katkıları büyüktür.

 

“Kel” Kongrede yedi kişilik Merkez Komitesi’nin asil üyeliğine seçilir. Merkez Komitesi içindeki iş bölümünde Batı Anadolu Bölge Komitesi’nde ve Araştırma Komisyonu’nda görev alır. Süreç içinde Doğu Anadolu Bölge Komitesi’ndeki (DABK) karışıklıklar, kimi geri çekilmeler ertesinde DABK da çalışmaya başlar.

 

Birinci Merkez Komitesi içinde Merkez Komitesi’nin yedinci toplantısına dek, ideolojik siyasi konularda egemen olan çizgi, “Kel”in de geliştirilmesine katıldığı ve savunduğu Birinci Konferansın çizgisidir. Sekizinci Merkez Komitesi toplantısında bu çizgiye karşı –o dönemde zindanda bulunan– Fahri Üyeler, bu çizginin AEP’çi, “revizyonist-troçkist kırması” bir çizgi olduğu, parti çizgisine inanmayan bir çizgi olduğu vb. suçlamaları ile bir saldırı başlatırlar. 

Bu saldırılar ertesinde Merkez Komitesi’nde ve partide giderek iki çizgi şekillenir. Bu iki çizgi çatışmasında bir yanda parti çizgisindeki kimi hata ve eksiklikleri aşarak ilerleme yanlıları, diğer yandan ise kendilerini parti çizgisine “inananlar” olarak adlandıranlar vardır. “Kel” bu mücadelede, Birinci Konferansın çizgisini ve yurtdışının görüşlerini savunan biri olarak, kişisel saldırıların da baş hedeflerinden biri hâline gelir.

 

İkinci Konferansın hazırlık çalışmaları yürürken 12 Eylül 1980 askeri faşist harekâtı gündeme gelir. Egemen sınıflar bütün devrimci örgütlere olduğu gibi TKP/ML’ye karşı da geniş operasyonlar düzenler. Bu operasyonlardan birinde “Kel”, 28 Kasım 1980’de, Erzincan’da polisin karakol kurduğu bir evde yakalanır.

 

Yakalandığı sırada kendisi hakkında, onun Merkez Komitesi’ndeki konumu vb. hakkında polisin elinde oldukça geniş bilgi ve belgeler vardır. Yoğun işkenceler görür. Bunlara bir ayı aşkın süre direndikten sonra çözülür. Oldukça kapsamlı bir ifadeyi imzalar. Çözülmesi, polisin daha önce elde ettiği bilgileri onaylama biçiminde bir çözülmedir. Kendi deyimiyle, “yalnızlık ve yenilgi psikolojisi ile en geri direnme noktasına” çekilir. “Polisin bilmediği bilgileri vermeme” düşüncesi bu noktadan itibaren tavrının belirleyicisi olur.

 

Daha sonra bu tavrın bir devrimciye yakışmayan bir tavır olduğu değerlendirmesi yapar.

 

“Kel” tutsak günlerinde kendini çabuk toparlar. “Sol memenin altındaki cevahir” kararmamıştır. Hapishanedeki direnişe katılır. Bu arada imkânları ölçüsünde araştırır. Dışarda konferans ertesinde parti içinde bölünme yaşanmış, Menşevik-Bolşevik kanatlar birbirinden ayrılmış; 1982’de TKP/ML (Bolşevik)in kuruluşu ilan edilmiştir. “İçerde” kendi imkânları ile –ki bunlar oldukça sınırlıdır– Bolşevik görüşleri savunan “Kel”, Menşevikler tarafından tecrit edilmeye çalışılır! Fakat yer yer dedikodu-karalama biçiminde yürüyen bu tecrit kampanyası başarıya ulaşamaz. “Kel” amca bulunduğu her ortamda çevrenin saygınlığını kazanmasını bilir.

 

“Kel” 1986’de af kapsamında özgürlüğüne kavuşur. Özgürlüğüne kavuştuktan ve yoldaşlarla yeniden doğrudan temas kurma imkânları oluştuktan sonra yaptığı ilk iş, yoğun bir okuma ve araştırma olur. Bu süre içinde Bolşeviklerin aldığı mesafe O’nun için şaşırtıcı ve sevindiricidir. “Kel” o döneme kadar olan devrimci hayatında marksist bilimin ne kadar önemli olduğunu ve bu konuda ülkede ne kadar boşluk olduğunu kavramıştır. Bu boşluğun doldurulmasında legal yayıncılığın önemli olduğu sonucuna varır, bu konuda görev almayı ister. Özgürlüğüne kavuştuktan sonra Marksizm-Leninizm’in önemli eserlerini devrimci insanlara ulaştırmanın bir aracı olarak İnter Yayınları’nı kurar. “Kel”, İnter Yayınları’nın sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürü olarak, marksist-leninist görüşlerin birinci elden devrimci insanlara ulaştırılması işinde belirleyici önemde bir görevi yürüttü ve ölümüne kadar bu görevi sürdürdü.

 

“Kel” 20 yıl önce yaşama gözlerini yumdu. Ama geride yetiştirdiği onlarca devrimci, komünist kadro yanında, 16 yıllık yayıncılığında Stalin’in tüm eserlerini, Lenin’in 12 ciltlik seçme eserlerini, bir dizi Komintern derlemesini ve Kuzey Kürdistan-Türkiye komünist hareketindeki tartışmalar için mutlak gerekli olan bir dizi marksist-leninist eseri Türkçeye kazandırdı.

 

İnter Yayınları, Kuzey Kürdistan-Türkiye’de 100 yıllık komünist hareketin tarihinde başarılamayan bir işi başardı. Kuzey Kürdistan-Türkiye komünist ve devrimci hareketinin kalıcı olarak yararlanabileceği bir Marksizm-Leninizm kitaplığı sundu. Ve bu muazzam iş Ali Yavuz Çengeloğlu’nun ismiyle ayrılmaz bir biçimde birbirine bağlandı.

 

20 yıl önce kalleş ölüm “Kel”imizi çekti aldı aramızdan. “Kel”in geride bıraktığı Marksizm-Leninizm kitaplığından beslenen yeni devrimciler, komünistler hep O’nu sevgiyle, saygıyla anacaklar.

 

TKP/ML geleneğinden gelen kimi gruplar ve kişilerde “Kel”in ölüm yıldönümünde, Ali Yavuz’u anmaya çalışan yazılar yazıyorlar. Bunların Ali Yavuzu anması sahtedir. Ali Yavuz Bolşevik bir komünisttir. Sağlığında O’nun Bolşevik görüşlerine saldıranlar, Bolşevik görüşleri savunduğu için dedikodu-karalama kampanyası yürütenler, savunduğu Bolşevik görüşler bir tarafa bırakılarak, Ali Yavuz savunulamaz. Bizim için belirleyici olan Ali Yavuz’u komünistçe sahiplenmek ve savunmaktır. Çünkü Ali Yavuz’un temel niteliği O’nun bir Bolşevik olmasıdır.

 

O, komünizm uğruna yürüttüğü mücadelede, örgütlü mücadelenin çeşitli kademelerinde, en küçük birimden Merkez Komitesi üyeliğine kadar önemli sorumluluklar üzerlendi. O, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya için mücadeleyi yaşamının merkezine koydu. “Kel”in sömürüsüz bir dünya için yürüttüğü mücadelesi hep yaşayacak…

 

Ali Yavuz’u savunmak, onun doğru görüşlerini temel alarak daha da geliştirmek anlamına gelir. Ali Yavuz’u savunmak, onun kavgasını, mücadelesini geliştirmektir. Ali Yavuz’u savunmak, O’nun bıraktığı kızıl bayrağı daha da yükseklere kaldırmaktır. Yeni Dünya İçin Çağrı, bu bakış açısıyla Ali Yavuz’u savunuyor, savunacak. Ali Yavuz’un Bolşevik özü bugün de mücadelemizde yaşıyor, yaşayacak!

 

13.08.2022

14 Şubat 2024 Çarşamba

Küçük Burjuva İdeolojisinin Anatomisi- 5


 Küçük burjuva düşünüş tarzının ortaya çıkarmış olduğu örgüt biçimi Gorki’nin dediği gibi; önceden kurulu olan bir saatin çarklarına benzer. Peki bu önceden kurulu gibi olan makine serbest kaldığı anda öncelikle neler üretmektedir?

Hiç kuşkusuz yer kürenin her köşesinde en başta şeflik sistemi ürettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Şeflik kültürü, liderde somutlaşan irade ve hiyerarşik yapılanmada aşağıya doğru geldikçe sönükleşen bir siyaset anlayışı küçük burjuva örgütlerin formasyonel bir özeti gibidir.

 Gerçekte kapitalist sistemle uzlaşmaz bir sınıf çelişkisi içerisinde olan anlayışlar, bireyleri önceleyen düşünce ve davranışları dışlarlar. Ama küçük burjuvazinin egemenlik kurduğu devrimci örgütlerde her şey doğasından saptırılarak bireyselleştirilir. Kahramanlık, kötülük, başarı ve yenilginin birey suretinden göründüğü politik bir dünyada her şey gerçek hedefinden sapmakta ve karmaşık bir hale gelmektedir.

 

Böyle bir dünyada fikirler bir sınıfın temel eğilimi olarak algılanmak yerine kişisel olgular olarak değerlendirilirler. Farklı fikirlere karşı ideolojik mücadele yöntemiyle demokratik yollardan savaşmak yerine kişileri hedefleyen siyaset dışı yöntemleri devreye koymak küçük burjuva devrimciliğinin tipik gericiliklerinden birisidir.

Proletaryanın devlet, siyaset ve dolayısıyla demokrasi anlayışı ile küçük burjuvazinin bu konulardaki anlayışı aynı şeyler değildirler. Bu durum siyaset biliminde proletarya diktatörlüğü ile küçük burjuva diktatörlüğü arasındaki temel ayrıma tekabül etmektedir.

Proletarya demokrasisi; emperyalizm, büyük burjuvazi ve eğer varsa büyük toprak aristokrasi artıkları üzerinde bir ilerici diktatörlük biçimidir. Ama küçük burjuvazinin devlet ve demokrasi siyaseti halk katmanlarının bir kesimi üzerinde gerici bir diktatörlük biçimine doğru evrilebilir. Bu durum onun sınıfsal doğası gereği böyle olmaktadır.

 

Öncüleri sınıf bilinçli proleter unsurlardan teşekkül olmuş politik hareketlerde iki çizgi mücadelesi bilimsel gelişmenin motoru olarak algılanmaktadır. Ama bu durum küçük burjuva örgütsel öbekler açısından bir tehlike belirtisi olarak görülebilir.

Çünkü küçük burjuvazinin devletin, örgütün, hiyerarşinin ve siyasetin kendiliğinden sönümlendiği komünizmin ileri evreleriyle henüz bir ideolojik ve gönül bağı oluşmamıştır.

Çünkü küçük burjuva sınıfı için böyle bir şeyin toptan olabilmesi için proletarya önderliğindeki sosyalist ekonomi politiğin toplumsal alt yapıyı tamamen dönüştürüp diğer sınıflar gibi küçük burjuvazinin varlığına ve dolayısıyla en son olarak kendi varlığına son vermiş olması gerek.

Bu durum, her türlü burjuva ideolojisine karşı mücadelenin, eski tipteki burjuva ekonomi politiğin maddi varlığının ortadan kalktığı toplumsal ortama kadar en uzun erimli bir süreç olacağına dair bir işarettir. Ayrıyeten küçük burjuva örgütsel dünyanın biyo kimyası bilgi yerine sihirler, düşler, geçmişin anlatımları ve mitlerden oluşmaktadır.

Bu büyülü dünyada ortaya çıkan bir proleter ocak aydınlatıcısının şeytan olarak algılanma ihtimali çok yüksektir. Aynı zamanda sekterizm ile liberalizm arasında çalkantılı bir siyasal yaşamı vardır. Bu nedenle böyle tutarsız bir sınıfın tarihe ilişkin muhasebelerine de fazla güvenmemek gerekir.

 Çünkü bireysel iktidarı üreten devrimci örgütlerin tarih anlayışlarına küçük burjuvazi hükmetmektedir.

 

Mesela tarihte başarısız olan ilk sosyalizm denemesinden küçük burjuva devrimciliğinin çıkardığı ders proletarya diktatörlüğü modelinin toptan reddi olmaktadır. Günümüzde bizimde içinde olduğumuz demokratik siyasette çoğulculuğun kutsanması ideolojik manada birazda bu sınıfsal özelliklerden ileri gelmektedir. Böylece sosyalizm deneyimlerinde yaşanan başarısızlık burjuva çoğulculuk bulamacıyla giderilmek istenir.

Bu türden küçük burjuva siyaset tarzının gündeminde; tek ülkede sosyalizm, merkezi ekonomik üretimin yeniden yapılandırılmasının önündeki sorunlar ve sosyalizmde sınıflar çatışması adeta yok gibidir. Zaten bu kategoriler bir siyasal bulamaç hali ile yürütülebilecek konular değildir.

 Örneğin merkezi bir ekonomik kalkınma planı üzerindeki sınıf egemenliği aynı zamanda o merkezi üretim modelinin politiğini bizlere vermektedir. Yani güçlenmekte olan ya da sönmeye yüz tutmuş bir ekonomi politiğin sınıf niteliğini belirleyen şey belli bir sınıfın egemenliğine karşılık gelen iktidar ve devlet biçimidir. Bu anlamda küçük burjuva devrimcileri proletaryanın egemenlik biçimine karşılık gelen bir devlet istemediklerini ilan etmesi anlaşılırdır.

 Günümüzde küçük burjuva sol zihniyetin herkesin ve her şeyin bir aradalılığı gibi bir burjuva etiğine bu kadar düşkün olmalarının altında bu türden sınıfsal sebepler yatmaktadır. Proletarya ile burjuvazi arasındaki bütün belirlenimci sınıfsal ayrılıkların görünmez olduğu ve adeta herkesin kaşık salladığı “Halil İbrahim Sofrası” modeli siyaset anlayışının kabul gördüğü bir örgütsel ortamda Gorki’nin belirttiği küçük burjuvazinin iki yüzlü hümanizm anlayışı her tarafı kaplayacaktır.

Bu politik hoşgörü sofrası denilen şey kurt ile kuzunun ortaklaştığı ya da daha açık bir ifadeyle kuzuların davet edildiği bir kurtlar sofrasıdır aslında. Farklı görüşlere hoşgörü ve birlikte yaşama gibi burjuva etiğe dayalı toplumsal modellerin bir tarihi olmadığı gibi, bir geleceği de yoktur.

Proletarya iktidarının ortaya çıkmasına, sürdürülmesine ve oradan kendisiyle birlikte bütün sınıfların sönümlendirilmesine hizmet etmeyen demokratik mücadele siyasetinin sosyalist demokrasi mücadelesinin bir parçası olmadığını söylemeye gerek yoktur herhâlde?

 

Örgütsel ve toplumsal ilişkilerimizi düzenleyen demokratik merkeziyetçi anlayış ile burjuva etik anlayışından beslenen hoşgörü siyaseti birbirine yamanamayacağına göre, son yıllarda saflarımızı da etki altına alan hoşgörülü politik toplum kurgusunun tasfiyeciliğin yeni bir biçimi olduğunu rahatlıkla belirtebiliriz.

Bir şeyin her şeye dönüşmesi bizim siyaset bilimimiz açısından bir zenginlik olarak kabul edilemez.

Evet içinde olduğumuz zaman post modern yapısal dönüşüm anlamında bir şeyin her şeye dönüştüğü bir zamandır ama bu diyalektik ve tarihsel materyalizm açısından aynı zamanda her şeyin hiçbir şey olmadığı anlamına da gelmektedir.

Eski yüzyıldaki toplum bilimcileri toplumsal alanda tıpkı doğa bilimlerinde olduğu gibi bir laboratuvar oluşturmanın imkansızlıklarından bahsediyorlardı. Ancak şimdi, toplumsal alanda küçük burjuva öbeklerden kurulu bir toplumsal laboratuvar ortamı yaratmak olanaklı hale gelmiştir.

 

Son dönemlerde toplumsal hoşgörü siyasetine tamamen angaje olmuş olan bazı küçük burjuva simalar, bilimsel sosyalizme dair yeni bir önermenin toplumsal yaşamın içerisinde sınanmasına bile tahammül gösterememektedirler. Her türlü burjuva siyaset kültürüne ve saçma ideolojik eğilimlerine hoşgörü gösteren saflardaki küçük burjuva eğilimlerin bilimsel sosyalizm yapıtlarına karşı tutumu, yel kovanı tersine doğru dönen şaşkın bir saati andırmaktadır.

Halbuki sosyalizmin inşasına dair her yeni öneri gerektiğinde sınanmaya değer haliyle bir başka önermeden daha değersiz değildir. Devrimci saflarda yeni bir örgütsel önermenin bir başka insana yanlış gelmesinin hukuksal anlamda bir karşılığı yoktur. Sosyalist ve komünist örgütsel hukuk niteliği itibarıyla, düşünceyi sınırlayan değil bilakis güvence altına alan bir mekanizmadır.

 Sosyalizmin sorunları bir büyüyle çözümlenemeyeceğine göre farklı tezlere karşı tasfiyecilik ipine sarılmak bazı küçük burjuva eğilimler için devrim ve sosyalizmin bir amaç olmadığına dair iyi bir kanıt oluşturmaktadır…

Devam edecek.

                  Not:Küçük Burjuva İdeolojisinin Anatomisi- 1-2-3-4 aşağıdaki linktedir.

https://www.yüzçiçekaçsın.de/2024/01/kucuk-burjuva-ideolojisinin-anatomisi-1.html



 

SMF’ye Dönük Eleştiri Salvolarına Yanıtlar- 1-2


 İster eleştirip beğenmeyelim, isterse daha ağır suçlamalarla yaftalayalım ama son tahlilde açık gerçek şu ki, SMF mevcut siyasi süreçte ciddi ve etkili siyasetler yürüten bir güç-aktör olarak öne çıkmakta, gösterdiği gelişim dinamiğiyle göze batıp dikkatleri üzerine çekmektedir.

İşin özü de tarihi de felsefesi de şudur: “Meyve tutan ağaç taşlanır!”

Doğa-insan ilişkisinden çıkarılmış bu gözlem, insanın insanla ilişkisinde de kendine özgü bir tezahürü oluyor. Bu iki durum arasında kesinlikle bir bağ vardır. Toplumsal bir tabakayı gözlemlemekle toplumdaki siyasi sınıf güçlerini gözlemlemek, birbiriyle çakışan yanların olduğunu gösterir.

Meyve ağacını taşlayan köylüyle, siyasi hareketi eleştiren başka bir siyasi hareket de aynı noktada duruyor. İkisinin ortak noktası ‘‘meyve” yemektir! Ama köylü bağdaki elmadan yararlanırken, devrimci hareket daha çok bağcıyı dövmeye çalışıyor. Ve sanırız ikisi arasındaki fark da budur…

 

Örgütsel-siyasi bakımdan güç olan, gelişme dinamiği göstererek siyasi arenada alternatif olmaya aday olan hareketler hem dikkate alınmakta ve hem de olur-olmaz eleştirilere tabi tutulmakta, hatta tahrifatlar pahasına saldırı diyebileceğimiz ağır eleştiri yönelimlerine maruz bırakılmaktadırlar. Bunun nedeni ise, açık ki bu hareketlerin politik mücadele aktörü olarak göze batan bir dinamizm göstermesi, siyasi mücadelenin başat gücü ve alternatifi olarak öne çıkmalarıdır.

Yani, verdiği meyveyle öne çıkmalarını, aynı iddiayı taşıyan hareketlerin hazmetmemesi, kendi önlerinde veya gelişmelerinin önünde engel görmeleridir ki, bu tamamen sakat bir anlayıştır. Zira, bir devrimci harekete engel olan, yine bir diğer devrimci hareket değil, bilakis gerici sınıf hareketleri ve iktidarlarıdır.

 Gerçek mesele burjuvaziyle proletarya arasında olup iki sınıf sorunudur. Taş atılacaksa burjuvaziye, siyasi partilerine ve iktidarına atılmalıdır. Kazanım böyle elde edilir.  Kitlelerin kazanılması ve örgütsel gücün büyütülmesi burjuvaziyle mücadele içinde olur; muhtelif devrimci örgüt ve tabanından kapılacak birkaç devrimciyle değil…

 

İster eleştirip beğenmeyelim, isterse daha ağır suçlamalarla yaftalayalım ama son tahlilde açık gerçek şu ki, SMF mevcut siyasi süreçte ciddi ve etkili siyasetler yürüten bir güç-aktör olarak öne çıkmakta, gösterdiği gelişim dinamiğiyle göze batıp dikkatleri üzerine çekmektedir.

Aynanın ikinci yüzünde görülen nedir?

 Devrimci hareket yelpazesinin önemli bir kısmında, kimi doğru kimi yanlış ama esası hazımsızlığa dayanan haksız ve yoğun eleştirilerle, SMF’nin hedef tahtasına koyulup ağır eleştiri furyasına tabi tutulması izlenmektedir. SMF’yi eleştirmek adeta bir moda haline gelmiştir. Suçlayıcı, damgalayıcı, yaftalayıcı temelsiz eleştiri salvoları kesilmeden ardı ardına gündeme gelmektedir. Kısmi olarak eleştiriyi gerektiren bazı eksikliklerden, yetersizliklerden vb. bahsetmek mümkün ve bu zeminde ideolojik mücadele açısından ağır da olsa yapıcı olarak yürütülen eleştiriler olağandır.

Fakat, eleştirilerin esasının siyasi çekememezlikten kaynaklanan mesnetsiz ve mantık zorlayıcılığına yaslanan muhtevada oldukları söylenebilir. Misal; M. Güneş’in eleştirileri, Alınteri’nin eleştirileri, Yeni Demokrasi’nin kimi anlayış eleştirileri ve farklı biçimlerde aynı hedefe yönelen daha birçok eleştiri, bu eleştiri tarzıyla örtüşenlerdir. Gazete manşetlerine taşınan saldırı biçimleri de işin cabası…

 

Bütün bunların sebebi bilinmez bir giz değildir elbet. ‘‘Ben, önce ben” biçimindeki “ben-merkezci” küçük-burjuva anlayış, bundan türeyen ideolojik-politik bencillik, kendi dışındaki demokratik-devrimci hareketin gelişmesine duyulan anlamsız tahammülsüzlük ve gelişen devrimci gücü kendi gelişiminin önünde engel görme aymazlığı bu saldırı salvoları ve mesnetsiz yaftalamaların esas nedenidir.

SMF’nin hata ve eksikliklerine dönük yapıcı ve samimi eleştiri nispeten azdır ve bunu tenzih ederiz. Ne yazık ki, SMF’nin gelişmesi belli bir kesimde rahatsız edici ve hatta korkutan bir durum olarak telakki edilmektedir. SMF’ye ait her adım, her siyaset, her pratik ve her başarı illa da eleştiri konusu yapılıp kulp takılmaya çalışılmaktadır. “Neden bunu yapmadı, onu niye öyle yapmadı, neden öyle açıkladı, neden açıklama yapmadı” vb. şeklinde, SMF’nin her adımı olur-olmaz tartışma konusu olmakta, yapılmaktadır…

 

Bütün bunların olumlu değerlendirilebilecek bir yanı var ki, o da, SMF’den bir beklentinin büyük olduğu gerçeğidir; öyle ki, “SMF neden devrimci süreci geliştirmiyor” noktasına vardırılabilecek her şey SMF’ye yüklenerek onu eleştirmenin vesilesi yapılıyor. Kısacası, SMF politik-demokratik hareket içinde meyve veren bir ağaç misali ilgili-ilgisiz en geniş kesimin taşlamalarına muhatap olmaktadır. Dememiz o ki, “meyve veren ağaç taşlanır” amma, taslayanların ekseriyetinin “meyve vermeyen ağaç” cinsinden olmaları da tesadüf değildir.

 

Muhtemelen, bu kısa yorumu, gerçek eleştirilere yanıt verme temelinde başka yazılarla genişletip bölümler halinde yürütmek gerekecektir…

Devam edecek…

 

SMF’ye Dönük Eleştiri Salvolarına Yanıtlar- 2

Demokratik normlara bağlı sağlanacak ilkeli ittifak esasımızdır. Bu zeminde ilgili her ittifak gücüyle ittifak yapmaktan sakınmayız. Demokratik normları yok sayan bir ittifak ise bizleri kapsayamaz.

 

İttifak Politikası, Doğal Biçimlenişi, Somut Sorunları ve Eleştiriler…

 

SMF’nin ittifak politikasını şu veya bu gerekçelerle, şu veya bu noktalarıyla eleştiren geniş bir külliyatın olduğunun farkındayız. Eğitici ve yapıcı eleştiriler kadar bakış açısı itibarıyla hatalı eleştirilerde mevcut.

Ama daha başından şunu söyleyelim:

SMF’nin dört başı mamur bir ittifak süreci ve pratiği işlettiğini söylemek abartılı olacağı gibi, stratejik açıdan ittifak politikamızın doğruluğundan bir kuşku duymuyoruz. Bu durum, ittifakın somut biçimlerinde kimi özgünlerde bazı zayıflıklar içermesi de mümkündür.

Bu da farklı ideolojik-politik perspektifler barındıran ittifak sürecinin griftliği, ittifak bileşenleri yelpazesinin çok sesliliği ve çok renkliliğinden ileri gelmektedir ki, bu da anlaşılır bir durumdur. Mevcut bileşenler kapsamı dikkate alındığında ittifak sürecinin zorlu bir ilişki süreci/biçimi olarak biçimleneceği kendiliğinden anlaşılmaktadır. Bu “Büyük kaos” içinde muntazam bir ilişkinin veya noksansız bir ittifak sürecinin geliştirilmesi oldukça zordur, zorluklarla doludur.

 

SMF’nin ittifak politikası en genel çerçevede, anti-emperyalist, anti-kapitalist, anti-faşist karaktere sahip, bütün ulus ve azınlıklardan, inanç, cins ve kimliklerden, ilerici, demokrat, devrimci sınıf ve halk güçlerini kapsar. İktidar ve muhalefet pozisyonları fark etmeksizin bütün komprador tekelci sınıf klikleri ve büyük sermaye sınıfından egemen burjuvazi ve bunların siyasi temsilcileri başta olmak üzere, siyasi olarak karşı-devrimci nitelikte olan gerici sınıf ve türevi hareketler dışında kalan, dolayısıyla halk sınıf katmanları içinde yer alıp siyasi bakımdan karşı-devrimci nitelik taşımayan farklı güç ve kesimler ittifak bileşenleri durumundadır.

 Reformist, revizyonist, anarşist, ekonomist-sendikalist ideolojik akım ve hareketler, bu ideolojik niteliklerine karşın politik bakımdan sınıf hareketinin parçası olmaları nedeni ile ittifak bileşenleri içinde yer alırlar. Milli burjuvazinin sol kanadıyla ittifak, ilişki ve cephe kurmayı benimseyen komünist hareketin, ideolojik bakımdan MLM karşıtı-düşmanı olan ve aynı zamanda sınıf hareketi cephesinde yer alan bu ideolojik akımlarla ittifak yapması bir çelişki değildir.

Genel ittifak politikasının bu zeminde savunulması, her somut ittifakın doğru ve isabetli olacağı anlamına gelmeyeceği gibi aynı ideolojik düşmanlarla ittifak yapması da mutlak değildir. Dolayısıyla her ittifak somut olarak ele alınır, somutta doğru ya da yanlış değerlendirilir.

 

SMF’nin bu genel ittifak politikası aynı zamanda şu nüansı da barındırır; demokratik-devrimci ittifakın öncelikli güçleri kimlerdir? Hangi güçler ittifak öncelikleridir? SMF’nin buna verdiği yanıt; komünist, sosyalist, devrimci güçler ittifaktaki öncelikli güçlerdir.

 Sınıf güçleri öncelikli ittifak zemini ve hedefini teşekkül ederler. Devamla, ezilen ulus, azınlık, inanç, kültür ve kimliklerden güçler ittifak yelpazesine yerleşirler. Reel politikte, ulusal hareket bu ittifakta ön sıralara çıkar, alacağı pozisyon ve izleyeceği siyasete bağlı olarak öne çıkabilir.

SMF, bütün bu güçlere açık ittifak çağrısı yapar. İttifakın gerçekleşmesi için çaba sarf eder ve hatta ödünler verir. Bazı koşullarda bu ittifak her zaman istenilen mahiyet ve çerçevede gerçekleyebilir. Bunun nedeni ittifak bileşenlerinin farklı ideolojik-politik perspektiflere sahip olmasından gelir. SMF bu gerçekliğin bilincinde olarak genel ittifak politikasını ete kemiğe büründürür. Çağrısına olumlu yanıt veren ittifak bileşenleriyle bu ittifakı örgütleyip gerçekleştirmeyi görev edinir. Çağrısına olumsuz yanıt veren güçleri ikna etme çabasına girer. Ancak çoğu zaman öncelikli ittifak güçleri arasında yer verdiği bazıları ile ittifak gerçekleştiremeyebiliriz de.

 

Bu reel durum, fiilen, SMF’ye yürütülen eleştirilerin bir bölümünü boşa çıkarır. Yani, ‘‘Neden X partisi ile ittifak yaptınız?” veya “Neden Y güçleriyle ile ittifak yapmadınız?” sorusu veya eleştirisi otomatik olarak boşa düşer. Ve bu tamamen öncelikli ittifak güçlerinin tavrı nedeniyle boşa düşer, SMF’nin tavrı ve tercihi ile değil hatta irade ve çabasına rağmen bu öncelikli güçlerle ittifak gerçekleşmez-gerçekleşmemektedir.

 Şayet Y partisi veya güçleri SMF’nin ittifak çağrısına olumlu yanıt vermiyor ise bunun sorumluluğu SMF’ye yüklenemez!

 

Daha somut olarak ise ittifak dışında kalan güçler esasta sınırlı ve az sayıdadır. Devrimci hareket yelpazesini oluşturan nicel-nitel çoğunluk esasta gerçekleşen veya yürütülen süreç bakımından ittifak içinde bulunmaktadır. Dışarda kalan az sayıdaki hareket ise ittifak politikasındaki katı ilkecilik tavrı nedeniyle dışarda kalma gibi hatalı bir tutum izlemektedir; yani, bizzat onların ittifak anlayışındaki hatalardan kaynaklı olarak ittifak dışında kalmaktadır. O halde bunun da sorumluluğu, ‘‘Neden SMF, Y güçleriyle ittifak kurmuyor” eleştirisiyle SMF’ye yüklenemez.

 

Öte taraftan SMF’ye dönük; “SMF‘nin ittifak politikası şu güçleri yadsıyan içeriğiyle yanlıştır” mealinde yürütülen ve bunu da “ulusal hareketlerin desteklenmemesi” iddiasına bağlayan eleştiri de son derece haksız ve sübjektiftir. Zira, SMF’nin ittifak politikası bağlamında açıkladığı ittifak bileşenleri yelpazesi son derece esnek ve geniştir.

 Bunun daha da esnetilip genişletilmesini savunmak ise fiilen büyük burjuva sınıf güçleri ve karşı-devrimci nitelik barındıran siyasi hareketler ile ittifak yapmasını savunmak anlamına gelir ki, SMF bunu benimsemez. SMF’nin açıkladığı ittifak güçleri yelpazesi hangi ilerici, demokratik, devrimci ve sosyalist sınıf ve halk güçlerini, dolayısıyla hangi ittifak bileşenlerini yadsımaktadır?

 Açık ki, SMF mümkün ve doğru olan en geniş ittifak bileşenleri politikasına sahiptir. Ulusal hareketlere karşı destekleme-desteklememe tavrı noktasındaki yaklaşım ise tamamen yanlış-alakasızdır. SMF, ulusal hareketlerin desteklenip desteklenmemesini, bu hareketleri tarihsellikleri içinde ele alarak somutta biçimlendirmektedir. İdeolojik-siyasi plan ve sistematikten tamamen yoksun olup, salt ulusal baskılara karşı bir refleks olarak patlak veren tepki isyanları ile bugün ideolojik-siyasal formatıyla bilinçli bir politika-palan olarak biçimlenen hareketleri bir ve aynı tutmamaktadır.

Eski veya bahsi geçen Dersim, Şeyh Sait gibi isyanlar tamamen bir baskıya karşı tepki olarak gelişip ideolojik-siyasi zeminde cılız olan ulusal hareketler iken, bugünün hareketleri daha bilinçli ve siyasal içeriği ve niteliği güçlü olan hareketlerdir. Bunlar arasında tarihselliğe bağlı olarak kesinlikle nitelik farkı vardır. Ve aldıkları siyasi pozisyon ve içeriğe bağlı olarak her iki dönemin ulusal isyan-hareketleri ayrı olarak değerlendirilir.

Çünkü ayrı siyasi niteliktedirler.

 Bunlar örneğin HÜDA-PAR, ulusal talepler dillendiren dinci bir harekettir, bunları “milli” harekettir diye destekleyebilir miyiz? Kısacası bunların siyasi niteliği, bilinç ve ideolojik sınıf karakteri vb. bunlar arasında ayrım yapmanın gerekçesidir. Ve SMF’ye ulusal hareketler karşısındaki tavrının değişmesi biçiminde bir tavır atfederek, ittifaklarını buna bağlamak isabetli değil, doğru da değildir…

 

Bu eleştirinin bir diğer parçası veya devamı ise adeta eleştirinin kendisini yadsıması zemininde cereyan etmektedir ki, eleştirinin bu bölümünde yukarıdakinin tam tersine ittifak, siyasi iktidar perspektifi temelinde salt sınıf güçlerine indirgenerek daraltılmaktadır.

 Adeta X partisi veya güçleriyle yapılan ittifakın boşa kürek çeken ve en önemlisi de sınıf bakış açısından uzaklaşan bir ittifak yaklaşımı olduğu ifade edilmektedir. Mevcut ittifak politikasının taktik unsuru öne çıkarıp esas aldığı, devrimin ihtiyaçlarına uygun bir ittifak siyasetinin izlenmediği söylenerek eleştiri yürütülmektedir. Yani, bir taraftan en esnek ve en geniş ittifak politikası savunulmakta ama diğer taraftan ittifakın X partisi-güçleriyle yapılmasının temel bir zaaf olduğu söylenmektedir.

 

İttifak politikamızda şu sorunu tespit etmek isabetle yerinde olur. Geniş içeriği ve öncelikleriyle hedeflediğimiz ittifak süreci ve pratiğinin gerçekleşememesi, yani bizlere rağmen veya anlayış ve niyetten bağımsız da olsa, son tahlilde esas aldığımız biçimde bir ittifakın gerçekleşmemesi, objektif olarak bir sorun ya da eksiklik olarak telakki edilebilir.

‘‘Bu geniş demokratik ittifakı niye başaramadınız?”

 tarzında yürütülecek eleştiriye verilecek yanıtımız olsa da, salt sonuç açısından bakıldığında bir haklılık taşır; bu hakkı teslim ederiz. Lakin, ittifakın bir çoklu bileşenler platformu veya eylemi olduğu dikkate alındığında, tek taraflı irade ve doğrularla başarıya ulaşmanın mümkün olmayacağı da açıktır. SMF olarak, mevcut ittifakta ciddi çaba ve katkılarımızın olduğu da inkâr edilemez. Ancak bu ittifakın ve daha idealinin gerçekleştirilmesinin de fevkalade zor olduğu unutulmamalıdır.

 Özellikle örgütsel güçler ve siyasi mücadele dinamiği açısından bir dizi sorun ve zayıflığın yaşandığı şartlarda en idealini beklemek haksızlık olmasa bile, gerçeğin ilerisinde biçimlenen sübjektif bir beklentidir. Burada, ‘‘Güçlü bir komünist partisinin olmaması‘‘ değerlendirmesinin, ancak örgütsel-siyasi güç bakımdan zayıflığı zemininde doğru olabileceğini ekleyelim.

Özetle, genel koşul ve olanaklar ittifakın gerçekleştirilmesinde bu kadarını mümkün kılmıştır. Daha iyisini yapmak her zaman mümkündür ama bu şartlara bağlıdır. Gerçekten kopuk beklentiler tüm iyi niyetine rağmen sol-sübjektiftir. SMF, gerçek durum ve şartlar bazında eleştirilirse objektif, gerçekçi ve hakkaniyetli yaklaşımla eleştirilmiş olur. SMF, bütün sorun, çelişki, koşul ve aleyhteki zemin ve dinamiğe karşın başarılı bir siyaset ve efor ortaya koymuştur. Bunu teslim etmeyen hiçbir eleştiri objektif ve gerçekçi değildir.

 

Tayin edici olan, SMF’nin en geniş örgütlülüğü ve tabanında sağlanacak sıkı birliktir!

 

SMF, mevcut sonuçlar itibarı ile yürüttüğü ve gerçekleştirdiği ittifakı veya ittifak sürecini önemli başarılarına rağmen istediği oranda başardığı veya istediği sonuçlara ulaştırdığı ya da planladığı sonuçları elde ettiği iddiasında değildir. Bu, karmaşık bileşenli ittifak realitesinin ödün ve esneklikler pahasına gerçekleştirilebilir olmasının tabii neticesidir.

Dolayısıyla, ittifak sürecini her yönüyle sindirmiş değil bilakis olabilirlikler çerçevesinde yaklaşarak, mümkün olanın en iyisini yapma çabasını sergileyerek mevcut durumu-sonucu kabul etmiştir. Ki, henüz tüm sonuçlar ortaya çıkmış ve her şey bitmiş değildir. Tartışmalar, görüşmeler ve arayışlar sürmektedir. Demokratik bir ittifak sürecinde mümkün olan en ileri zemini yakalama çabası bakidir, buna dönük kararlı irade mevcuttur.

 

Nasıl ki, çağrımıza olumlu yaklaşım göstermeyen öncelikli ittifak bileşenlerimizle ittifak yapamadık, öyle de demokratik ittifak anlayışını çiğneyen güçlerle ittifakımızın ayrışması da mümkündür. İttifakta, ben-merkezci, egemenci, dayatmacı ve tek taraflı ittifak anlayışıyla hareket eden hiçbir yaklaşımı kabul edemeyiz, etmemiz düşünülemez. Komünistler, gerektiğinde tek başına ve bağımsız iradesiyle hareket etme kararlılığına sahiptir.

Demokratik normlara bağlı sağlanacak ilkeli ittifak esasımızdır. Bu zeminde ilgili her ittifak gücüyle ittifak yapmaktan sakınmayız. Demokratik normları yok sayan bir ittifak ise bizleri kapsayamaz. Oyalama ve ters köşe yapma taktikleriyle emir-vaki edilmeye müsamaha gösterilemez. Demokratik ve devrimci güçlerle ittifakı burjuva pazarlıklara veya burjuva partilerle pazarlıklara feda eden anlayışlar tutarlı ve güvenilir bir ittifak tavrı olarak değerlendirilemez. Bizlerin ittifakını eleştirenlerin CHP ile ittifak ve anlaşmalar peşinden koşması ise ayrı bir değerlendirme konusudur. Burjuvaziyle hiçbir ittifak ilişkisi biçimi kabul edilemez.

 

Tayin edici olan, SMF’nin en geniş örgütlülüğü ve tabanında sağlanacak sıkı birliktir. Yoldaş güçler ile birliktir! Eylem anıdır, kararsız olma, en kötü karar kararsızlıktan iyidir. İttifak ve eylemin diyalektiğini; birliğini gerçekleştirmek eylem ve ittifak birliğinin temelidir. Ancak eylemi baltalayan eleştiriye girmemek, yıkıcı eleştiriye izin vermemek de en az bunun kadar önemlidir. Eleştiride doğru zaman, doğru dil ve doğru karşılık önemlidir. SMF’nin birlik ve ittifaklarda önemsediği temel kriterler bunlardır.

 

Birleşerek kazanma siyasetini gütmek, ilkelerden ödün vermeden taktik zeminlerdeki olası tüm esnekliklerden yararlanmak, birleşmemenin mümkün olmadığı hiçbir güçle birleşmeyi zorlamamak, çoğunluğun her zaman haklı ve doğru olmadığını, azınlığın da haklı olabilirliğini kabul ederek azınlıkta kalmaktan korkmayan ilke ve inançla birlikteliğe cesaret etmek. İşte bunlar nihai kazanımın asgari ölçüleridir. SMF, bu ölçülere hayat vermekten imtina etmeyecektir.

 

Devam edecek…

https://gazetepatika22.com/smfye-donuk-elestiri-salvolarina-yanitlar-1-149631.html

https://gazetepatika22.com/smfye-donuk-elestiri-salvolarina-yanitlar-2-149772.html


13 Şubat 2024 Salı

YEREL SEÇİM | Düzen Partilerine Oy Yok, Aktif Tavır

31 Mart 2024 tarihinde yapılacak yerel seçimlere fazla zaman kalmadı. İllerin belediye başkanları, belediye meclis üyeleri ve muhtarların seçileceği bu yerel seçimler geçen seçimlere kıyasla kitleler nezdinde fazla ilgi çekmiyor.

 

Tüm propagandalara rağmen halk geçmişe kıyasla daha aktif bir seçim atmosferine sokulabilmiş değil.

 

İktidardaki egemen sınıfların hem yönetimdeki hem muhalefetteki partilerine karşı, kitlelerin ilgilerinde ve güvenlerinde hissedilir düzeyde azalma var. Daha bir yıl önce yapılan seçimlerdeki şaibeler, entrikalar, gizli protokoller ve seçim sonrasında devam eden sistemin katmerli sorunları, emekçi halkın ruh halinde güvensizlik ve parlamentoya-seçimlere inançsızlığı artırmış durumda.

 

Geçmişte yapılan seçimlerin, bu sefer bu denli çaptan düşmesi ve emekçi yığınların sorunlarına alternatif olmaması gerçekliği, önümüzdeki yerel seçimler arifesinde ezilen ve sömürülen yığınların bilinçaltlarında böyle bir ruh hali oluşturmuştur.

 

Nitekim içinde bulunduğumuz dönem işçilerin, küçük üreticilerin, köylülerin, memurların, emeklilerin ekonomik ve sosyal durumları, 2023’te yapılan genel seçimlerden ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra daha kötüleşmiş durumdadır. Bunun sonucu Türkiye halkı hissedilir boyutlarda daha yoksullaştı.

 

Emekçilerin maaşları rakam olarak “artırıldı”, gerçekte ise alım gücü düşürüldü. Çünkü enflasyon devamlı düşük gösterildi. Gerçek enflasyon hep saklı tutuldu, hep gizlendi. Ücretler de düşük gösterilen sanal ve uydurma enflasyon rakamlarına göre belirlendi.

 

Bunun sonucu ücretler hızla artan gerçek enflasyonun gerisinde kaldı. Böylece ücretlerin ve maaşların alım gücü hızla düştü.

 

Bu da işçilerin ve tüm emekçi kesimlerin ihtiyaçlarından her geçen gün menedilmesini beraberinde getirdi. Devletin resmi Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2023’ün enflasyonunu yüzde 64 olarak açıkladı. Buna karşın Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG) ise yıllık enflasyonu yüzde 127 olarak açıklamıştır. Ücretler resmi kurum TÜİK’in gerçeği yansıtmayan rakamlarının bile altında belirlenmiş, bu da sömürüyü ve yoksulluğu iyice artırmıştır.

 

Yoksulluğun bu denli artması sonucu akşamları alışveriş yapanların ve sokaklardan yiyecek toplayanların sayısı her geçen gün artmıştır. Geçmişte daha istisna olan bu görüntüler ülkenin pazarlarına, sokaklarına iyice yayılmıştır. Kısacası ülkemiz halkı ekonomik ve sosyal alanda böylesi fasit bir daire içine sürüklenmiştir.

 

Bunun sonucu sayıları hızla artan yoksul ve emekçi kesimlerle, bir avuç zenginin arasındaki makas günümüzde hayli açılmış durumdadır. Bu durum, rakamları iktidar lehine revize etmekte sınır tanımayan TÜİK dahi büyüyen bu uçurumu rakamlarına yansıttı.

 

TÜİK’in 29 Ocak 2024’te açıkladığı 2023 yılı gelir dağılımı istatistiklerine göre en yüksek gelir grubunun (nüfusun yüzde 20’si) toplam gelirden aldığı pay yüzde 49.8; en düşük gelire sahip yüzde 20’nin aldığı pay ise yüzde 5.9 oldu.

 

Artan sömürü ve keskinleşen sınıf çelişkileriyle beraber, faşizmin çok yönlü baskı ve şiddeti de acımasız boyutlara tırmandı.

 

Artan siyasi baskı ve saldırılar üzerinden halk ve muhalif kesimler üzerinde kaos ve korku atmosferi yaratılmak istenmektedir. Eğer bir ülkede baskı ve saldırılar giderek tırmandırılıyorsa, toplum korku ve tehdit altına alınıyorsa bu durum, o ülkenin egemen sınıfları ve devlet aygıtının, ezilen ve sömürülenlerin mevcut ve olası tepkilerini ve eyleme dönüştürmelerini önceden bastırmak, sindirmek ve engellemek içindir.

 

Tabii ki bu baskı ve şiddetin hedefleri arasında Kürtler, Aleviler, emekçi kadınlar da vardır. Hakim İslam dini ve şeriat-hilafet kılıcı Alevilerin üzerinde tehdit unsuru olarak sallandırılmakta, erkek egemen sistemin tüm argüman ve uygulamaları bizzat devlet eliyle uygulanarak kadın ve LGBTİ+lara hayat dar edilmeye çalışılmaktadır. AKP-MHP iktidarı ve ordu-polis-yargı gibi devlet organları Kürtlere, mücadelelerine ve örgütlenmelerine saldırmak için de herhangi bir “sebep” yaratmaya dahi gerek duymamaktadır.

 

Çünkü iktidara boyun eğmeyen varlıkları dahi iktidarları için bir tehdit olarak görülmektedir. Elbette bu mücadelenin bir parçası olan HEP’ten DEM Parti’ye kadar tüm siyasi partiler de en rahat ulaşılabilir hedef olarak iktidarın kara listesinde yer aldı/alıyor.

 

Kapatılan her partinin yerine kurulan partiler devamlı baskıya maruz kaldılar, parti yöneticileri, milletvekilleri ve yığınlarca parti taraftarları tutuklanarak hapishanelere kondular. Nitekim böyle sarmal bir hal alan bu baskılar sonucu en son oluşturulan DEM Partisidir.

 

Türkiye yukarıda kısaca değinmeye çalıştığımız koşullarda yerel seçimlere gidecektir. 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak seçim sonucunda belediye başkanları, büyükşehir belediye başkanları, belediye meclisi üyeleri, il genel meclisi üyeleri, muhtarlar ve ihtiyar heyetleri belirlenecektir.

 

Seçim arifesinde Türkiye’nin içinde bulunduğu jeopolitik dönem ve mevcut konjonktür yukarıda kısaca vurguladığımız gibi sorunların, çelişkilerin, baskının, zulmün, en üst düzeye vardığı döneme tekabül etmektedir. Öyle ki çığırından çıkan mevcut yönetim son dönemlerde din ve şeriatla tehdit kulvarını ve saldırı furyasını daha da artırmış durumdadır.

 

Nitekim açıktan bu doğrultuda propaganda yapan AKP gerici tarikat ve cemaatler üzerinden de örgütlenmektedir. Amaç ülkeyi seçime korku ve kaos atmosferiyle sokmak ve oluşan hengâmede “galip” çıkmaktır.

 

“Muhalif” düzen partilerinin rolü de kitleleri türlü vaatlerle kendi manyetik alanlarında ve düzen sınırları içinde tutmaktır. Kısacası düzen partileri her seçimde yaptıkları iş bölümünü ve oynadıkları rolleri bu yerel seçimlerde de oynayacaklardır.

 

Bundan dolayı AKP ve MHP partileriyle beraber, CHP, İYİ Parti, YRP ve diğer düzen partilerine karşı da tavır alınmalıdır. Oy verilmemelidir. Bunlar kitleler içinde teşhir edilmeli ve mahkûm edilmelidir.

 

Mafya ile iç içe geçen, kayyum ve rant düzenini hakim kılan bu düzen partilerine karşı aktif mücadele edilmelidir. Bu tavır Türkiye’nin en eski partisi Kemalist CHP ile diğer düzen partilerine karşı da alınmalıdır. Kısacası tüm düzen partileriyle, haklı ve meşru zeminde duran muhalif güçler arasında kalın çizgi çizilmelidir.

 

Bu yerel seçimlerde düzen partilerine karşı tavır almak salt oy vermekle sınırlı değildir.

 

Mevcut sistemi, mevcut devletin yaptığı baskı sömürü ve zulmü teşhir ederek, gerçek kurtuluşun bu gerici düzene karşı demokratik halk iktidarıyla mümkün olacağı propagandası yapılmalıdır. Seçimler bu propagandalarla kitlelerle bağ kurmanın aracı olarak kullanılmalıdır.

 

Ancak seçimlerde bu devrim propagandasına bağlı olarak yerel seçimlerde kazanılabilecek yerlerde belediye başkanlığı ve alt yerel organların içinde yer almak da hedeflenmelidir. Türkiye Kürdistanı’nda geçen seçimlerde kazanan belediye başkanlarının tutuklanarak yerlerine atanan kayyumların yerine, bu seçimlerde tekrar Kürt halkının ulusal iradesiyle kazanacak yeni belediye başkanlarına emanet edilecektir. Türkiye Kürdistanı’nda öne çıkacak sorun elbette ki Kürt ulusal sorunu olacaktır.

 

Devletin Kürt ulusuna yaptığı ulusal baskı ve seçilen belediye başkanlarının yerine atanan kayyumlara karşı mücadele esasta DEM Parti üzerinden yapılacaktır. Ancak bu mücadele ile diğer devrimci ve demokratik güçlerin de yer aldığı birleşik mücadelenin geliştirilmesi hedeflenecektir. Bu mücadele ülkenin tüm alanlarında sömürüye ve faşizme karşı yürütülecektir.

https://ozgurgelecek51.net/yerel-secim-duzen-partilerine-oy-yok-aktif-tavir/

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)