25 Aralık 2024 Çarşamba

2. Özerk Yönetimin demokratik kazanımların pratikteki deneyimleri…

Rojava’da oluşan sisteme yakından baktığımızda ve diğer bölge devletleri ile kıyasladığımızda elde edilen kazanımların ne denli önemli olduğu daha açık görülecektir. Faşist TC veya diğer gerici/dini tarikat ve mezheplerin piyonları tarafından yönetilen, işbirlikçi/uşak yönetim sistemlerinin zulüm, baskı ve talandan başka ezilenlere vaat ettikleri hiçbir şey yoktur.

Bunun aksine Rojava’da yaratılan sistem halkın kendi kendisini örgütlemesi ve yönetmesi şeklinde karşımıza çıkarken, en temel insan haklarının korunması için de çeşitli mekanizmaların oluşturulduğunu görüyoruz.

“Ekolojik, demokratik, konfederal toplum sistemi”

olarak adlandırılan bu sistemde yönetim kriteri elbette sınıf eksenli değildir.

Tamamen demokratik haklar eksenli bir şekillenme icra etmesine rağmen bölgede en ileriyi temsil etmektedir. Ancak sınıf mücadelesi de kendi mecrasında, ulusal demokratik kazanımların gerisine düşmesine rağmen sürgit devam etmektedir.

 Bu durum ileri dönemlerde kendisini daha derinden hissettirecektir. Demokratik kazanımları incelerken, Rojava’nın üzerinde yeşerdiği toprakları doğru tahlil etmek önemlidir. Genel olarak Ortadoğu özel olarak Rojava topraklarında halklar yüzyıllardır ezilerek, sömürülerek, göçertilerek, kırımlara ve soykırımlara uğratılarak günümüze dek gelmiştir.

Roma’dan Perslere, ardından İslam’ın yayıldığı ilk günlerden günümüze birçok krallık ve hanedanlık bu toprakları işgal etmiş ve halkları soykırıma uğratmıştır. Özellikle dini savaşların, haçlı seferlerinin bu topraklarda yaşayan kadim halklara verdiği zarar büyük olmuştur. Bölgede yaşayan halklar, egemen güçler tarafından sürekli dinsel, mezhebsel ve yakın zamanda ulusal temelde karşı karşıya getirilmiş ve iktidarları uğruna birbirlerine kırdırtılmışlardır.

 Yakın zamanda Osmanlı’nın son günlerinde ve faşist TC’nin ilk günlerinde de yine bu topraklar Ermeni, Süryani, Keldani ve diğer Müslüman olmayan halkların soykırımlarına sahne olmuştur.

1915 yılında gerçekleştirilen Ermeni Soykırımı’ndan kurtulanlar, soykırım zihniyetinin baş temsilcisi Talat Paşa’nın ünlü deyimi ile “ancak çöllerde yaşayabilirler” denilerek Deyr-i Zor çöllerine tehcir edilmişlerdir. TC devletinin en temel politikası olan soykırım politikasıyla dün “Ermeni sorununu çözenler” bugün de “Kürt sorununu” aynı temelde çözme derdine düşmektedir.

Dünün Enver-Talatlarının yerini bugün Erdoğan-Bahçeli almıştır. Salt bu örnek bile Türkiye’de hükümetlerin değil devletin siyasetinin belirleyici olduğunu karşımıza çıkarmaktadır. Rojava’da yaşayanların bir kısmı soykırımdan kaçanlar olurken, bir kısmı da Türkiye Kürdistanı’nda Kürt ulusal isyanlarına karşı izlenen katliam, tehcir ve tenkil operasyonlarından kurtulanlar oluşmaktadır.

 Yine Osmanlı döneminde Çarlık Rusya’sı tarafından soykırıma uğratılan ve göç ettirilen Çerkesler gibi çeşitli uluslar da bulunmaktadır vb. Ve elbette bölgede yüzyıllardır yerleşik Kürt, Keldani, Süryani halk yaşamaktadır. Kısacası bölge, Kürt ulusunun yoğun olarak yaşadığı bir toprak parçası olmakla birlikte başta Araplar olmak üzere çeşitli ulus, milliyet ve inançtan halkın bir arada yaşadığı bir toprak parçasıdır. Bu halkın ortak hafızasında soykırım, katliam, tehcir, sürgün önemli bir yer tutmaktadır.

Bu tarihsel gerçeklik ve sosyolojik olgu beraberinde Rojava topraklarında yaşayan halkın, etnik, inançsal ve aşiretsel temelli feodal örgütlenmelerini doğurmuş, bölgede yaşayan halkın İbni Haldun’un kavramıyla “aşiret asabiyyesi” temelinde var olma ve ayakta kalma savaşını getirmiştir.

3. Özerk Yönetim Sisteminin Şekli

Genel olarak Rojava/Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetim sistemi aşağıdan üste doğru işleyen bir sistemdir. Toplumda yaşayan her bireyin komün, komite, meclis, kanton vb. birimlerde yer almalarını sağlama amacı taşımaktadır. Böylece her bireyin alttan üste örgütlenen demokratik sisteme katılımının sağlanması; her bireyin söz yetki ve karar hakkının teslim edilmesi amaçlanmaktadır. Komün: Özerk yönetimin en alt birimi ve en önemli birimi komünlerdir.

En az 7 ve en fazla 200 kişi bir komünü oluşturabilir. Köylerde bu sayı daha az iken ve duruma göre birkaç köyünde birleşip bir komünü oluştururken, şehirlerde 500-600 kişiden oluşan komünler mevcuttur.

Demokratik Halk Meclisi:

Halk meclislerinin amacı şehirleri, komünler ve komiteler aracılığı ile yönetmektir. Her beldede, ilçede ve şehirde olmak zorundadır. Oluşturulan her bir komitenin, bir kadın ve biri erkek olmak üzere iki çalışanı vardır.

 Kanton/Eyalet:

 İşgal öncesi Rojava Cizir, Heseke, Kobanê ve Afrin kantonlarına ayrılmıştı. Bu kantonlar şehirler ve beldelerde kurumların ve meclislerin yönetilmesinden sorumluydu. İşgal sonrası TC devleti Serekaniye ve Gire Spî’yi işgal ettiğinden kaynaklı olarak eyalet sınırları yeniden belirlenecektir.

Demokratik Özerklik Meclisi:

 En üst organdır.Altlarda alınan kararlar bu meclise taşınır ve genel haliyle kararlara bağlanır. Meclislerde alınan kararlar komiteler vasıtasıyla pratiğe uygulanır. Her mecliste kadın, gençlik, sosyal yardımlaşma, ekonomi, barış, öz savunma, eğitim, sağlık, kültür-sanat komiteleri oluşturulur. Belediye başka bir kurum gibi görünse de meclisin bir komitesi gibi çalışır. Kentin altyapı sorunları ve temel ihtiyaçların temin edilmesi ile ilgilenir. Seçimle meclis çalışanı olmuş 7 kişi belediyede görev alır. Hem belediyede hem de mecliste bir kadın ve bir erkek eş başkan bulunur.

Bütün komün ve meclislerde yukarıda sayılan komiteler (kadın komitesi hariç) oluşturulmak zorunludur. Aynı zamanda bu komitelerin bakanlıkları da mevcuttur.

 3.1. Sivil Alanda Kadın Örgütlenmeleri Kadınların örgütlenmeleri, yukarıda bahsi geçen örgütlenmelere paralel şekillenmektedir. Rojava’da kadın örgütlenmesi Kongre Star’dır. Özerk olarak çalışma yürütür.

1 sözcü, 2 yardımcı ve 4 çalışan olmak üzere 7 çalışandan oluşur. Bu çalışma da komite ve komünler aracılığı ile yürütülür. Her komünde bir Kongre Star sözcüsü olmak zorundadır.

 Aynı zamanda hem kurumda hem de komünlerde barış, eğitim, ekonomi ve savunma komiteleri olmalıdır.

Barış Komitesi:

Genellikle aile (eşler) arasındaki anlaşmazlıkları gidermekle yükümlüdür. Kadın Evi’ne (Mala Jin) bağlı olarak çalışır. Eğitim Komitesi: Kadınların çok eşlilik, küçük yaşta evlilik vb. konularda gelişmesi ve yetkinleşmesinden sorumludur.

 Ekonomi Komitesi:

Kadınların ekonomik yaşama katılımını sağlamak amacıyla proje üretmekle sorumludur. Kadın ekonomisine (Aboriya Jin) bağlı olarak çalışır. Savunma Komitesi: Kadınların öz savunma gücünü oluşturmakla yükümlüdür. Silah eğitimi, öz savunma eğitimlerinin verilmesini sağlamalıdır. Kadın Öz Savunma Gücü’ne (HPC Jin) bağlı olarak çalışır. Bu komitelerin meclisteki kadın çalışanları da Kongre Star’a bağlı olarak çalışır. Aynı zamanda kadın komitesi Kongre Star’la birlikte çalışma yürütür.

Bütün kadın çalışanlar öncelikli olarak Kongre Star’a bağlıdır. Genel olarak Kongre Star bir hareket olarak ele alınmaktadır. Esas amacı kitleleri eğitmek ve geliştirmektir. Bu sebeple “normal” bir çalışan statüsünde görülmemektedir. Şu an itibariyle pratikler; çok eşlilik ve küçük yaşta evlilik ve şiddet durumlarında Asayiş, mahkeme ve kadın eviyle birlikte müdahale etmek ve çözüme kavuşturmak; kadınların ekonomik yaşama katılımını sağlamak, eğitmek; kadınların birliği perspektifiyle birlikte yaşamı savunmaktır.

3.2. Demokratik Birlik Partisi (PYD) Yurtsever halkın Rojava’daki örgütlenmesidir ve kendi meclisi vardır. Her mecliste PYD grubu ve eş başkanları yer alır. PYD, kendi siyasal çizgisi doğrultusunda halk meclislerinde yer almakta ve bu meclislerin aktif ve düzenli çalışması için çaba harcamaktadır. Burada amaç, geniş halk kesimlerinin toplumsal düzenin oturması için harekete geçmesini sağlamaktadır.

3.3. Sistemin İşlemesinde Yaşanan Sorunlar Birçok yerel alanda komünler işlevini yerine getirememektedir. En küçük ve en önemli birim doğru bir tarzda işlevli kılınmadığında, alttan üste ve üstten alta sistemin işlemesi ciddi anlamda dumura uğrayabilmektedir. Komünlerde yer alan hizmet komitesi daha ziyade halkın lojistik ihtiyacını karşılamak için oluşturulmuştur. Komünlerin işlevleri sadece evrak mühürlemek ile sınırlı kalabilmektedir.

 Komün çalışma tarzının halkta henüz tam anlamıyla karşılık bulmadığı görülebilmektedir. Meclis endamlarının (çalışanlarının) maaş alması bile komünü oluşturan diğer halktan kesimlerin tepkisini alabilmektedir. Önceden komün eş başkanları meclisi oluşturmaktaydı. Yaklaşık olarak iki yıl önceki sistem değişikliğinde meclis çalışanları seçimle belirlendi. Komün eş başkanlarının statüsü ve görevi de biraz düşmüş oldu.

Esas olarak kültür devrimi gerçekleşmediği için geniş halk yığınları sistemi de anlamamakta ve devletten bekledikleri her şeyi bu sistemden de beklemektedirler. Elbette ki halkın örneğin yol istemek gibi bir hakkı vardır; fakat mevcut savaş koşulları gerçeği ile bütçenin çoğunluğu askeri giderlere harcanmaktadır. Bu sebeple on bölgede yol yapılması gerekiyorsa sadece iki bölgede yapılabilmektedir. Ancak halkın kendi kendisini yönetmesi ilkesinden ilerleyerek sistem halkla birlikte yani halkın da desteğiyle birçok şeyi yapabilir.

Halkta hala baskı rejimi aklı hakim olduğu için bu durum bazen kavranamamaktadır. Örneğin görece zengin köyler mevcuttur. Yollarını kendileri yapma olanakları mevcut iken ve belediyeler onlara teknik ekipman konusunda yardımcı olduğunda bunu yapabileceklerken buna çok yanaşmamaktalar. Örneğin okulların yıkanması sorunu… Okulları yıkamak için belediyenin su tankerini beklemekteler. Halbuki her evde kuyu mevcuttur ve okula en yakın olanın yardım etmesiyle bu sorun çözülebilecekken, bu yönlü halkın inisiyatif almaması sistemin kanıksanmadığını bizlere göstermektedir.

Sistemin işlemesinde kilit rol ise “kadro” denilen deneyimli kişilerdedir. Bu kişilerin niteliklerinin düzeyi, sistemin nitelikli bir şekilde işlemesinin düzeyini de belirlemektedir. Bu anlamıyla sistem “kadro” yetiştirme akademileri açarak kadro adaylarını buralarda eğitme yoluna gitmiştir.

4. İşgal süreci ve direniş

Rojava direnişi ve özelde Serekaniye direnişi, faşizme karşı yükseltilen mücadelede, öğrettikleri ve fedakarlıklarıyla tıpkı önceki direnişler gibi tarihe adını yazdırdı. TC ordusunun ve çetelerinin hava saldırısı ve teknolojik olanakları ile oldukça “üstün” oldukları bir savaşta şehir savunmasında yaşanan yüksek fedakarlık, kararlılık ve irade, kendisini bir kez daha ispatlamış oldu. Faşizme ve gerici saldırılara karşı halkın direniş tarihine Serekaniye direnişi de eklenmiş oldu. Her direniş gibi Serekaniye direnişinin de kendisine özgü yanları ve öğrettikleri vardır.

4.1. Emperyalizm, faşizm ve düşman olgusu Düşman kelimesi, savaşan karşıt güçlerin birbirlerini adlandırdıkları bir tanımlamadır. Halk için düşman kelimesi emperyalist, faşist, gerici veya işbirlikçi devlet güçleri ile bu devletlerin halka karşı besledikleri örgütlenmeleri sembolize etmektedir.

Ortadoğu coğrafyasında demokratik kazanımların bir sembolü haline gelen Rojava/Kuzey Suriye Özerk Yönetim halkı açısından düşman kelimesi DAİŞ, SMO çeteleri ve onlara güç veren TC devletinin bir tanımlaması olarak yer edinmiştir. Ancak emperyalist güçlerin düşman olarak adlandırılması henüz halk içinde geniş bir yere sahip değildir.

En iyimser haliyle Rusya-Rejim güçleri “dost olmayan” kategorisinde yer alırken, geri çekilene kadar ABD “dost” olarak algılanmaktaydı. Her ne kadar “ABD’ye güven olmaz” sözü sık kullanılsa da geri çekilerek TC’nin işgaline yer vermesi “halkta beklenilmeyen bir hareket” olarak yankı bulmuş ve büyük tepki toplamıştır.

Devrimci/yurtsever güçler ve küçük bir kesim dışında geniş kesimlerin emperyalist güçleri henüz düşman statüsünde tanımlamamaları bölgedeki anti-emperyalist bilincin hangi düzeyde olduğunu gösteren önemli bir veridir. Halkın geniş çerçevede anti-faşist cephede örgütlenmesini sağlamak için emperyalizmin teşhirinin sürekli yapılması önemli bir nokta olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ancak bu olgu, emperyalist güçler arasındaki çelişkileri dikkate almayı yadsımamaktadır. Düşman güçleri arasındaki çelişkilerde doğru zamanda, doğru bir taktik politikanın uygulanması, halk lehine sonuçlara götürecektir. Devrim’in korunması meselesinde Rojava’yı doğrudan tehdit etmeyen tüm devletlerle diplomasinin geliştirilmesi yadsınacak bir durum değildir.

Diplomasi, halkın kendisinin örgütlenmesi ve devrimin garanti altına alınması ilkesinin önüne geçtiği anda yenilgi sadece bir zaman sorunu olarak ortaya çıkabilmektedir. Öncelikli ele alınması gereken olgunun anti-emperyalist ve anti-faşist bir bilinç ile halk katmanlarının hazır hale getirilmesi/savaştırılması, ikincil olan ise diplomasinin kullanılarak faşizmin dünya kamuoyu nezdinde yalnızlaştırılması ve teşhir olmasının sağlanmasıdır.

Tersi durum emperyalizm ve faşizm bilincinin gerilemesi anlamını taşıyacak, halkın kazanımlarının berhava edilmesini beraberinde getirecektir. Hiçbir emperyalist güç, halkın demokratik kazanımlarının dostu olmamıştır, zira bu onun doğasına aykırı bir durumdur. Dost ve düşmanların kimler olduğu kesin ve net bir tarifleme ile halka sürekli ajitasyon ve propagandası yapılmalıdır.

Bu yapılmadığında halkın bir emperyalist kutba karşı kurtuluşu başka bir emperyalist kutupta görmesi durumu ortaya çıkmaktadır. Bu durum halkın savaşa hazırlığını değil, halk saflarında örgütsüzlüğü, bozulmayı ve kendi özgücüne güvenmemeyi beraberinde getirmektedir. Son Rojava işgalinde yaşananlara bakıldığında halkın Serekaniye işgalinde yerlerini yurtlarını terk etmelerinin altında bu mantığın yattığını görmek gerekir.

Bu durum işgal saldırısını ilk elden yöneten TC’nin gözünden kaçmamıştır. Zira işgal sırasında halkın paniklemesinin örgütlenmesi belli bir sürece tekabül etmektedir. Gerek halk içinde gerekse de aylara varan kamuoyu demeçleri ile halk üzerinde psikolojik terör sürekli kılınmış, halkın işgal öncesi moralinin çökmesi amaçlanmıştır. Buna karşı koyacak halk örgütlenmesi sağlam temellere dayanmadığında ise işgal daha başlamadan önce halkın yaşadığı yeri terk etmesi kaçınılmaz olmuştur. Rojava toprakları yüzyıllardır yerlerini terk edenlerin, büyük göçlerin güzergahı halindedir.

Ermeni Soykırımı’nda, tehcir ve toplu katliamlardan kurtulanların sürüldükleri yerler Serekaniye başta olmak üzere Kobanê, Qamışlo, Til Temir ve daha güneyde Deyr Zor çölleridir. Birçok şehir soykırımdan kurtulan Ermeniler tarafından kurulmuştur.

 Asurilerin daha yoğun yaşadıkları bu topraklarda Süryaniler, Ermeniler, Keldaniler çorak toprakların katliamlara maruz kalan halkları olmuşlardır. Yaşanan soykırım ve katliamlar iktidarda olmayan diğer ulus ve azınlıkların yerlerinden sürekli kovulmalarını, iktidarla sürekli iyi geçinme istemlerini beraberinde getirmiştir. Bundan kaynaklı olarak yaşanan her işgalde öncelikle hayatta kalmak için teslimiyeti veya göçü halkların gündemine sokmuştur.

Bu kültürel şekilleniş, farklı milliyet ve inançlardan halkın birbirleri ile yaşadığı çelişkiler de gözönüne alındığında birlikte direnme olgusunu oldukça geri plana itmektedir. QSD’nin, enternasyonal güçlerin ve Türkiyeli Devrimci Hareketin yoğun çabasıyla birlikte halklar nezdinde DAİŞ’e karşı bir birliktelik sağlansa da bu birlikteliğin günlük yaşama, toplumun sosyal dokusuna kadar indirgenebildiği söylenemez. Toplumda varlığını sürdüren parçalanmışlık, emperyalist güçlerce ve yerel işbirlikçi iktidarlarca da sürekli derinleştirilmiş ve halkın birliğinde bu anlamda derin yaralar açılmıştır.

Rojava halkının sekiz yıldır sürdürdüğü onurlu direniş her ne kadar birçok kazanımı beraberinde getirmişse de bu kazanımların toplumda kanıksanması, günlük yaşamın esasta savaşa göre şekillenmesi nedeniyle pek mümkün olamamıştır. Uluslararası statüde Özerk Yönetimin tanınmaması halkın yönetime “geçici” gözüyle bakmasını getirmiştir. Bu anlamda bütün güçsüzlüğüne rağmen rejim güçlerinin belli bir kesim tarafından hala “kurtarıcı” gözüyle görülmesinin arka planında uluslararası bir statü varlığı bulunmaktadır.

Gerçeklikte ise gerek DAİŞ, dolayısıyla TC faşizmine karşı büyük direnişi 8 yıldır QSD, YPG/YPJ, devrimci ve enternasyonalist güçler sürdürmesine ve DAİŞ’i tarihin çöplüğüne atmasına rağmen andaki gerçekliğin halktaki yansıması zamanla farklı bir durum arz etmiştir. Halkı katliamlardan kurtaran güçlerin yine aynı tarafından “geçici” gözüyle bakılmasındaki trajik durumun ağırlığına rağmen direniş, TC’nin birçok hesabını çöpe atmıştır. Bu tarihsel gerçekliğe rağmen halk güçlerinin örgütlenmesinin gerekliliği karşımıza çıkmaktadır, zira emperyalist güçlerin ezilen halklara soykırım talan, sömürü ve kölelikten başka bir şey vaat etmediğini Afganistan, Irak, Libya vb. pratiklerden bilinmektedir.

 4.2. Halkın örgütlenmesi Dengesiz savaş koşullarının yaşandığı bu gibi durumlarda halkın faşizme karşı doğru temel ve bilinçle örgütlenmesi en önemli kriter haline geliyor. İşgal öncesi yüz bin kişinin yaşadığı bir şehirde savaşabilecek insan sayısının artırılabilmesi için halkın faşizme karşı bilinçlenmesinin yaratılması ve savaş içinde doğrudan konumlanmasını sağlamanın ne denli önemli olduğu bir kez daha öne çıkıyor. Halk katmanları içinde bilincin her kesim tarafından aynı düzeyde gelişmeyeceğinin farkında olarak mümkün mertebe en geniş anti-faşist cephenin yaratılması gerekmektedir.

Bu anlamda mevcut yerel örgütlenmelerin bir araya getirilerek ortaklaşması ve temel örgütlenmenin inisiyatifi altında hareket edilmesi gerekmektedir. Halkın savaşabilecek güçlerinin kontrollü bir şekilde silahlandırılması ve savaş koşullarına göre hazırlatılması, birşehrin savunulması açısından olmazsa olmazıdır. Bu durumda yaşlı ve çocukların güvenli yerler yaratılarak şehrin dışına çıkarılması dışında büyük kesimin savaşa hazır olması, düşman güçlerinin hem rahat saldırı manevrasını ortadan kaldıracak hem de savaşın uzaması durumunda düşmanın da güç kaybetmesi anlamına gelecektir. Hele hele çetelerin karadan işgal girişimleri mümkün olmayacaktır.

Somut durum özgülünde bakıldığında Serekaniye halkının daha savaşın başında büyük oranda kentten ayrılmasının bir dezavantaj olarak direniş cephesinin hanesine yazıldığını görmek gerekir. Şehrin büyük oranda boşaltılması, yerel güçlerin daha az düzeyde savaşa katılmalarını beraberinde getirmiş; cephelerin daralması, şehri yeterince bilmeyen savaşçıların da işini bu oranda güç duruma sokmuştur. Bu şartlarda kentte direnen savaşçıların irade ve fedakarlıkları daha önemli bir hale gelmiş ve şehir 10 gün sonunda yapılan “ateşkes” sonrasında bir geri çekilme ile terk edilmiştir.

Geniş halk kesimleri Rojava Devrimi ile elde ettiği kazanımların öneminin farkına esasta varmamıştır. Komünler tarzında örgütlenmeler ile halkın kendisinin kendisini yöneteceği sistem yeterince içselleştirilmemiştir. Ortaya konacak anti-faşist direnişin enternasyonal ve Kürt kazanımları konusunda ne denli önemli olabileceği halkta yansımasını geniş bir şekilde bulamamıştır. Halkın kendi kazanımlarına yeterince sahip çıkmaması, halk katmanları içinde A/P çalışmalarının yeterince yapılamadığını ortaya koymuştur.

Sekiz yıldır savaş yorgunu bir Rojava’nın bu denli sorunlara kafa yormaması için bölge devletleri, TC faşizmi ve emperyal güçler yoğun çaba sarf etmişlerdir. Kazanımların kök salmaması, işgalin gerçekleşmesine zemin sunmuştur.

4.3. Savaşın örgütlenmesi Sınıf savaşımının en önemli dönüm noktalarından olan II. Emperyalist Paylaşım Savaşı, birçok tarihi dersleriyle gelecek kuşaklara muazzam bir hazine bırakmıştır. Sovyet halkının çok kısa bir zaman zarfında ve kararlı bir şekilde Alman faşizmine karşı örgütlenmesi ile savaşa hazırlıksız yakalanan Polonya ve birçok Doğu Avrupa halklarının faşizmin en ağır saldırıları altında kitleler halinde katledilmeleri süreçleri, savaşa hazırlığın ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Alman ordusunun faşist Hitler’in deyimi ile, bir “yıldırım harekatı” ile çok kısa bir sürede Sovyetler’i işgal planı, faşizmin ve Alman emperyalizminin, Sovyetler’i savaşa hazırlıksız yakalamak ve işgal etmek amacını taşıyordu. Doğu Avrupa’da başarılı olan faşizm; Stalin’in öngörüsü ile savaşa karşı yapılan hazırlıklar, Komünist Partinin ve halkın zamanında örgütlenmesi ile tarihsel anlamda büyük bir hezimet yaşamış oldu.

 Dost ve düşman güçlerinin oldukça net bir şekilde tanımlanması ve bu temelde taktiksel hamlelerin yanı sıra anti-faşist savaşın stratejik olarak ele alınması, savaşın net ve kararlı bir şekilde gidişatını belirlemiştir. Bu bilinç aylarca Stalingrad’ın teslim alınamamasını, Leningrad’ın kuşatmadan zaferle çıkmasını ve Kobanê’nin DAİŞ’e teslim edilmemesini beraberinde getirecekti.

Bu anlamda savaşın örgütlenmesi açısından en önemli kriterin netleşme ve kararlılık olduğu bir kez daha kendisini ispatlamış oldu. Savaş ilk etapta bilinçlerde kazanılır. Sonrası ise ortaya konulacak kararlılık ve hazırlıkların yüksek bir disiplin ve titizlikle yerine getirilmesi meselesidir. TC devletinin yapısı, kuruluş zemini, yaslandığı güçler, iç klik dalaşmaları vb. yanları ile birçok özelliği bilinen bir devlet yapılanmasıdır. Faşist karakteri artık geniş halk yığınları içerisinde de sıklıkla dile getirilmektedir.

Buradan hareketle TC, Kürt ulusuna yönelik soykırım politikasının doğası gereği uygulamakta, yüzyıl sonra da başta Ermeni, Süryani halkları olmak üzere bütün azınlık ve farklı inanç gruplarını sürekli elimine etmektedir. Dolayısıyla “kendi sınırları” dışında dahi olsa bir Kürt ulusunun varlığı, onun varlık temelleri için bir tehdit olarak görülmektedir. Er ya da geç, TC Rojava’ya saldıracaktı ve buradaki demokratik kazanımları yok etmek isteyecekti. Bu teorik öngörü ciddi, disiplinli, titiz ve doğru bir pratik hazırlık ile birleşmediğinde katliamlar önlenemez, faşizm püskürtülemez.

 4.4. Savaşın teknik hazırlıkları Faşist işgal harekatında teknik olanakların büyük oranda dengesiz olması bir savaşın kazanılmasında ciddi bir etken olabilmektedir. Ancak tarihte dengesiz, bu tür şartlara rağmen direnen güçlerin uzun zaman diliminde zafer elde edebildiklerini gösteren önemli örnekler de vardır. Vietnam Savaşı buna denk düşmektedir. Eldeki tüm teknik olanakları en iyi şekilde değerlendirmek için bir savaş stratejisi geliştirmek ve bu strateji içinde savaşçıları ve teknik olanakları doğru konumlandırmak gerekir. Büyük hava saldırılarına ve keşiflere karşı doğru harekat tarzı yaratılmadan ağır silahların konumlandırılması önemli zayiatlara yol açabilir.

Yer üstü mevzilenmesini destekleyecek yeraltı mevzilenmelerini yaratmak ve doğru tarza kamuflajlamalarını sağlamak savaşın gidişatını önemli oranda belirleyebilir. Taktiksel geri çekilmelere ve güçleri yeniden tahkim ederek tekrar ön cepheleri besleme girişimlerinde de teklemeler, hızlı ve seri çalışamama durumları, mevzilerin bozulmasını beraberinde getirebilmektedir. Burada da savaşa komuta eden mekanizmanın salt savaş anında değil, aylar/yıllar öncesinden öncelikle kendisini savaşa göre konumlandırması ve hazırlıkları en yüksek verim sağlayacak şekilde ele alması oldukça önemli bir durumdur.

 Kısa zamanda savaşa en yüksek seviyede hazırlık ilkesi Sovyetler’in faşizmi alt etmesini beraberinde getirmiştir. Stalin daha Hitler’in 1933’te Almanya’da başa geldiği dönemde net olarak ifade ettiği gibi savaş kaçınılmazdı. Sovyetler 10 sene içerisinde otuz yıllık bir hazırlığı sağlamak zorunda kalmıştı.

Bu hazırlık ideolojik, politik, örgütsel ve askeri alanda yapılan bir hazırlık olması itibariyle başarılı bir sonuç vermiştir. Ödenen bedel büyük olmuştur (21 milyon Sovyet halkı). Ancak elde edilen kazanım insanlık tarihi açısından önemli bir mirastır ve faşizmin alt edilmesinin örneği olarak günümüzde hala tüm ezilen halklara ışık olmaktadır. Bu tarihsel miras burjuvazinin tüm çarpıtmalarına rağmen günümüze dek süregelmiş ve aydınlık geleceğe açılan bir fener olma özelliğini korumaktadır.

Yukarıda anlatılan genel doğrular ve elde edilen dersler, Serekaniye direnişinin ne denli zengin deneyimlerle dolu olduğunu bizlere göstermektedir. Bir geri çekilmenin yaşanmasından o kentin ilelebet faşizme bırakıldığı anlamı çıkarılmamalıdır. Bu topraklarda emperyalistler arası dalaş, işgal, talan devam edecektir. Her gelişme geniş halk yığınları açısından emperyalizmin daha fazla teşhir olmasını beraberinde getirmektedir.

 Rojava işgali, faşist Türk ordusunun genel kurmaylığında oluşturulan özel bir karargah üzerinden sürdürülmektedir. Bu karargah İçişleri, Dışişleri, Savunma, MİT ve TSK’nın kurmay heyetinden oluşmaktadır. İşgal bu karargah üzerinden koordine edilmekte ve yönetilmektedir. Ayrıca bu karargaha bağlı olarak sınır hattında general ve subaylardan oluşan pratik ve tatbik icradan doğrudan sorumlu olan karargah bulunmaktadır.

 Bu işgal saldırısına TSK’dan Dersim’den, Bolu ve Kayseri’den getirilen dağ komando birlikleri, JÖH, PÖH birlikleri, tankçı, topçu birlikleri ile hava birlikleri katılmaktadır. Altmış bin askerden ve ekipman gücünden bir ordu teşekkül edilmiştir. Bu orduya bir general komuta etmektedir. Yine TSK’ya bağlı çeşitli cihadist çetelerden oluşturulan ve yaklaşık olarak otuz beş bin SMO gücü katılmaktadır. İhtiyaç halinde bu güç Cerablus-İdlip hattından getirilen çetelerle tahkim edilmektedir.

 Rojava topraklarının coğrafik yapısı genel olarak düzlük alanlardan, tarla ve bahçelerden oluşmaktadır. Afrin bölgesi kısmen dağlık alanlar, çok derin olmasa bile vadiler, kısmi ormanlık alanlara sahiptir. Geri kalan bölgenin büyük bölümü küçük tepecikler, belli hatlar boyunca uzanan sırtlar, derecikler ve suni kanallardan oluşmaktadır. Coğrafya genel olarak düz olduğundan, tarım arazileri ve tarlalar ekilip biçilirken oluşan toz bulutundan korunmak ve iklim koşullarından, yağmur-sel vb.den daha az etkilenmek için köy ve kasaba gibi küçük yerleşim alanları arazide bulunan küçük yükseltiler üzerine kurulmuştur.

Köylerin genelinde kerpiçten yapılan evler bulunmaktadır. Tuğladan yapılan evler daha çok Hıristiyan köylerinde bulunmaktadır. Kasabalarda müstakil evler bulunmasına karşın genelde iki ya da üç katlı evlerden oluşmaktadır. Bölgenin büyük şehirleri sayılan Qamışlo, Heseke, Derik gibi şehirler kalabalık şehirlerdir. Yine bu şehirler de düzlük alanlar üzerine inşa edilmiştir. Büyük şehirler ve kasabalar arasında tek hat üzerinde uzanan ana yollar, bu yolları birbirine bağlayan bağlantı yolları ve köylere ayrılan ara yollar bulunmaktadır. Bu noktada yakın bir örnek olması bakımından İsrail ve Lübnan Hizbullah’ı arasında yaşanan savaştan ders çıkarılabilir.

 Bilineceği üzere Temmuz 2006’da İsrail ile Hizbullah arasında yaşanan “2006 Temmuz Savaşı” ya da “İkinci Lübnan Savaşı”nda Hizbullah, İsrail’i bütün askeri kapasitesine ve teknik üstünlüğüne rağmen yenilgiye uğratmıştı. Savaşın en önemli tarafı, Hizbullah liderliğindeki Direniş Ekseni’nin yürüttüğü bir savaş olmasıydı. Hizbullah için zafer taşıyan savaş, buna karşın İsrail varlığı için küçük düşürücü bir yenilgiyi ifade etti. İsrail’in fiyaskosu, başarısızlık kelimesinin taşıdığı tüm manaların hakkını verdi.

Ancak bu savaşın sonunda tek fiyaskoya uğrayan İsrail değildi, Siyonist varlığı destekleyen “Batılı ülkeler” ve diğer tüm bölgesel destekçiler de ağır bir yenilgiye uğradılar.

2006 savaşında Hizbullah’ın tünel ve yeraltı ağları vasıtasıyla hem İsrail’in hava gücünden korunduğu hem de taktik ve operasyonel istihbarat kapasitesine karşı koymaya çalıştığı ve bu sayede İsrail ordusuna kayıplar verdirdiği bilinmektedir. Dolayısıyla doğru bir taktik üstlenmeyle savaşan güçler arasındaki eşitsizlik, özellikle de düşmanın hava üstünlüğü minimalize edilebilir.

4.5. Kürdistan’ı Yeniden Bölmek TC ordusunun askeri olarak izlediği tüm strateji-taktik böyle bir arazi üzerinde gerçekleşmektedir. Faşist ordunun izlediği strateji bütün bir Rojava sınır hattında ve Irak Kürdistanı’nda; dahası dört parça Kürdistan arasında bağlantı hatlarını kesmek Fırat-Dicle arasını bloke ederek bölgenin demografik yapısını değiştirmektir. Bu stratejinin izlediği yol öncelikle bölgeyi belli parçalara ayırmak ve aşama aşama alan doldurarak, yerleşerek ilerleme taktiğidir. Bu açıdan uzun vadeli bir stratejidir.

 Bu arazide TC ordusu otuz-kırk kişilik çete grupları ile TSK’dan subayların esasta komuta ettiği saldırı ve savunma kolları şeklinde hareket etmektedir.

 Gerek Serekaniye gibi şehirler gerekse de köy ve kasabaların  alınmasında TC ordusu iki, üç ve daha fazla gruplarla sıcak temas sağlarken başka gruplar zırhlı ve piyade birlikler ile birlikte arazide tek kol şeklinde ilerleyip, hedefi kuşatıp düşürmeye çalışmaktadır. Özellikle kasaba ve şehirlerde yöneldiği hedefi öncesinde obüsler ve havadan bombalayarak kendi güçlerinin önünü açmaktadır.

TC ordu güçlerinin bu savaşta tek avantajı güçlerine sağladığı hava desteğidir. Savaşın sürdüğü alanın üzerinde ve çevresinde bir, çoğunlukla iki keşif uçağı ile sürekli araziyi denetim altında tutmaya çalışmaktadır. Türk ordusu ilk etapta hedefi kendi sınırlarının dışında bir derinliği olan ve o derinliğe paralel olarak belirlediği hat boyunca köy ve kasabalara yerleşerek işgal ettiği araziyi denetim altına alacak kuleler inşa etmek, yol vb.lerin kontrolünü sağlayarak ulaşım hatlarını kesmektir.

 Aynı mantığı bütün Rojava için uygulamak istemektedir. Bölgeyi önce belli noktalardan parçalara bölüp sonra her parçanın birbiri ile olan bağını kestikten sonra, her parçaya ayrı saldırıp düşürmek istemektedir. Boylamasına ve enlemesine ilerleme taktiği izlemektedir.

Bu stratejiye bağlı kalarak asimetrik savaş tarzının tamamlayıcısı olan sızma, pusu, suikast gibi tarzları da etkin şekilde kullanmaya çalışmaktadır. Afrin’den Serekaniye, Til Temir’e kadar savaşın cephesi geniş bir coğrafyaya yayılmış bulunmaktadır.

4.6. Yurtsever-Devrimci Cephe

Direniş cephesinin yürüttüğü savaş, işgal saldırıları karşısında kendi topraklarını savunma savaşıdır. QSD öncülüğünde Asuriler, Süryaniler, Ermeniler ve Araplar bu savaşta kendi tabur güçleri ile yer almaktadırlar. Komünist ve devrimci güçler de Enternasyonalist Özgürlük Taburu (EÖT) içerisinde bu direnişin en ön saflarında işgalcilere karşı savunma savaşı vermektedirler.

 Enternasyonalist Özgürlük Taburu gerek Halk Ordusu gerekse de YPG/YPJ ve diğer örgütlere bağlı enternasyonal savaşçılar da çeşitli branşlarda direnişe katılmaktadır. İşgalin başlamasından günümüze kadar savaşı direniş cephesinden doğru iki aşamaya ayırabiliriz. Birinci aşama; düşman saldırılarının başladığı ilk günlerde Serekaniye ve Tel Abyat’ta ortaya çıkan durumdur. Faşist işgal karşısında Tel Abyat’ta bazı Arap aşiretlerinin ihanet edip işgalcilerin safına geçmesi ile kentin düşmesi sonrasında direniş çevre köylerde küçük birimlerin vur-kaç taktiği ile devam etmiştir.

Serekaniye cephesinde ise savaşın başlamasıyla birlikte şehirde yaşayan halkın ezici bölümü şehri terk etmiş, şehir büyük oranda boşalmıştır. Keza benzer bir durum askeri güçler için de geçerlidir. Hava saldırıları karşısında büyük çoğunluğu yerel güçlerden oluşan askeri güçler geri çekilmiştir. Direniş on gün boyunca komünist ve devrimci güçlerin de olduğu az sayıda kadro niteliğindeki savaşçı tarafından sürdürülmüştür. Sonrasında işgalcilerle ABD, işgalcilerle Rusya’nın anlaşma yapmasından sonra QSD bu şehirlerden çekilmiştir. İlk saldırıdan sonra yaşanan kısmi dağılma hali, kısa sürede farklı bir tarzın benimsenmesiyle tersine çevrilebilmiştir.

Yurtsever direniş cephesi, gerilla ve cephe savaşı taktiklerini birleştiren bir konumlanma ile işgalci çetelerin saldırılarına karşı küçük birimler halinde karşı operasyonlar yaparak yanıt vermektedirler. Bu savaşta direniş güçleri, hafif ve orta düzey tüfekler, orta menzilli füzeler ve kısmen de drone gibi araçlar kullanmaktadırlar. Güçler arasındaki dengesizlik ilk etapta göze çarpan unsur oluyor.

Buna karşın sabotaj, suikast, pusu, vur-kaç gibi gerilla tarzının, düşmanı yok etme/yıpratma, belli alanlara hapsetme babında düşman psikolojisi üzerinde belli üstünlükleri vardır. Her ne kadar düşman da belli oranda bu taktiklere başvursa da işgalci bir güç olması, arazi hakimiyetinin zayıf olması ve en önemlisi üzerinde hareket edebileceği arazi parçasına daha fazla ihtiyaç duymasından kaynaklı bu taktikleri etkili kullanamamaktadır.

İşgal edilen köylere ani baskınlar yapmak, düşmanın geçiş hatlarını mayınlamak, füze türü silahlarla zırhlı araçları ve sabit kullanılan üsleri yok etmek bu savaştaki temel taktiklerdir. Diğer bir avantaj da, savaşı belli başlı cephe hatlarına mahkum etmeden direnişi her alana yayma taktiği direniş cephesinin avantajları arasındadır. Küçük birimler halinde, kendi içinde hareketli birimlerle hızlı baskınlar düzenlemek, düşmanın arzu ettiği bir savaş biçimi değildir. Bunun yanında köy ve kasabaların savunulması anlamında da direniş güçleri gerilla mantığı ile hareket etmekte ve konumlanmaktadırlar.

 Ulusal hareket nezdinde dezavantajlı olan durum, emperyalistler arasında süregiden anlaşma, rekabet denklemine fazlasıyla dahil olmuş olmalarıdır. Bu durum direniş cephesinin devrimci enerjisini sakatlayan temel unsur durumundadır.Adına diplomasi denilen özünde egemen güçlerin rekabet alanı olan masabaşı görüşmelere umut bağlamak kırılmalara ve halk nezdinde güvensizleşmeye dönüşmektedir. İşgal saldırılarının emperyalist karakterini gölgeleyen diğer bir yan da burasıdır. Hakeza emperyalistler bu savaşın içerisinde doğrudan yer almaktadır. Direnişin boyutuna göre savaşın gidişatına yön vermektedirler.

 Doğrudan cephe hatlarında Rusya ve ABD askerleri de bulunmaktadır. Yine Rusya ile koordineli şekilde Esad’a bağlı güçler, kendi çıkarları doğrultusunda bazen işgalcilerle çatışırken QSD’yi kendi kontrolüne çekmek için bazen de cepheden çekilerek güçler arasındaki dengeyi değiştirmeye çalışmaktadırlar. İşgal süresince Esad rejimi birçok defa işgale karşı çıkacaklarını beyan etse de esas itibariyle işgalin gerçekleşmesine sessiz kalmıştır. Rejim güçlerinin TC güçlerine ve çetelerine karşı çıkacak iradesi bulunmamaktadır. Rus emperyalizmine olan bağımlılığı vesilesiyle TC’ye karşı mücadele istemi Rusya’nın icazetine bağıdır.

Rejim bir yanı ile QSD ve EÖT güçlerinin direnişine muhtaç durumda iken diğer yanı ile bu güçlerin işgalde önemli oranda yıpranmasını arzu etmektedir. Esad’ın “QSD, Suriye Arap Ordusu’na katılmalıdır!” çağrısının altında esas olarak, Kürt ulusunun kazanımlarının, Rojava kazanımlarının teslim alınmak istenmesi yatmaktadır. TC, Suriye rejimi, İran devleti mesele Kürtlerin özgürlüğü olduğunda birleşmekte beis görmemektedirler. İşgal sonrası Esad rejiminin bir süre sessiz kalması, çağrılarla ve açıklamalarla yetinmesi, QSD güçlerinin zayıflamasını beklediğini apaçık ortaya koymuştur. Esad rejimi işgal saldırısıyla zayıf düşecek QSD’nin kendisine teslim olacağını ummuştur.

Ancak tüm zorluklara ve Rojava halkının devletler nezdinde destek bulamadığı bu süreçte yaratılan direniş, Suriye rejimi ve Rusya’nın hesaplarını bozmuştur. Sınır hatlarının korunmasının Esad rejimine bırakılması sonrasında görülmüştür ki, rejimin “kendi sınırlarım” dediği hatları dahi koruyamamış, QSD’ye ve EÖT güçlerine muhtaç kalmıştır ve bu durum, hala geçerliliğini korumaktadır.

Bir yanıyla Rojava, Suriye rejimi için bir tampon diğer yanıyla da tekrar elde etmesi gereken “vatan topraklarıdır.” Bu ikili durum gerek Özerk Yönetim’e gerekse de Esad rejimine manevra alanları açmakta, destek ve birbirlerini kollama politikası iç içe devam etmektedir.

Bu savaşta şimdiye kadar sabotaj grubundan biri DKP/B diğer ikisi DKP/BÖG olmak üzere üç devrimci direniş hattında şehit düşmüş, TKP-ML TİKKO’ya bağlı iki gerilla hafif yaralanmıştır. Ceren, Aynur, İmran yoldaşlar faşist işgalcilere karşı savaşta militan öncü nitelikleri ile şimdiden kazanılacak zaferin hangi yoldan geçerek başarıya ulaşacağını dost düşman herkese göstermişlerdir.

Savaşın kaderi bu yoldaşların ortaya koyduğu direniş çizgisinde bulunmaktadır.

 5. Ortadoğululaşma Perspektifi ve Rojava Devrimi’nin Garantisi olarak Türkiye’de Devrim

TC faşist düzenine karşı yıllardır mücadele yürüten komünist, devrimci, yurtsever, ilerici ve demokratların ödedikleri bedeller sayesinde belli kazanımlar açığa çıkmıştır. Ancak TC faşizmi açığa çıkan kazanımları bastırmak için neredeyse her 10 senede bir darbe-muhtıra yaparak ülkede sıkıyönetim ve OHAL ilan ederek kazanımları tekrar bastırmıştır.

Yine son 10 yılda yaşananlar bundan farksız olmamış, 2015 sonrası ile birlikte başta devlet içinde olmak üzere tüm ülkede kendisine muhalif olan klikleri ve her kesimi bastırarak Cizre, Sur, Silopi ve daha birçok Kürt kentinde öz yönetim direnişlerine karşı katliam yaparak faşist politikasını Rojava’nın işgal edilmesine kadar vardırmıştır. TC egemenleri Bab-Cerablus hattı başta olmak üzere, Afrin ile başlayan işgal sürecini Rojava’yı işgal ederek derinleştirirken, Kürt ulusunda Türkiye’de olası bir devrim düşüncesinin daha fazla yaygın hale gelmesini sağlamaktadır.

Bugün Kürdistan’ın dört parçasında yaşayan halkın önemli bir kesimi, Kürdistan’ın varlığının garantisi olması açısından faşist TC iktidarının devrilmesi gerektiğinin farkına varmış durumdadır. Bu anlamda dört parça Kürdistan’daki ezilen Kürt ulusunun Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’ni desteklemelerinin altında bu mantık yatmaktadır. Faşist TC egemenliğini sürdürdüğü sürece Kürtlere rahat nefes aldırmayacağını Kürt ulusu Rojava işgali ile daha fazla bilince çıkarmıştır.

Sınıf hareketlerinin Kürdistan’da zayıf olmasına rağmen gerek köklü hareketler olmaları sebebiyle gerekse de TC’nin Kürtlere uygulamak istediği soykırımdan kaynaklı olarak genel Kürt halkı içinde sempati ile karşılanmaktadırlar. Bu durum, Proletarya Partisi’nin Ortadoğu coğrafyasına özelde Kürdistan’ın dört parçasına uygun politikalarla hareket etme zeminini güçlendirmektedir. Faşist TC ile çelişkileri en yoğun yaşayan kesim olarak Kürt ulusu içinde çalışma yürütmenin bedeli oldukça ağırdır ve sekiz yıldır süren direniş/özgürlük hamleleri ve ortaya konan direnişte onlarca devrimci Rojava Devrimi’nin savunulmasında şehit düşmüştür.

Proletarya Partisi’nin Martegeri Nubar Ozanyan’ın bu topraklarda şehit düşmesi, ardından onun adına bir taburun yaratılmasını beraberinde getirmiştir. Bu aynı zamanda o topraklarda yaşayan Ermeni halkının direniş saflarında yerlerini alması anlamına gelmektedir.

Bedelleri ağır olan bu ilişkilenme Türkiye Devrimci Hareketi’nin (TDH) on yıllardır “ihmal ettiği” bir alanı tekrar doldurması anlamına gelmektedir. Bu elbette bugünden yarına gerçekleşecek bir durum değildir. Dahası, salt Kürt ulusu ile değil, Arap, Süryani, Ermeni, Asuri, Farsi ve daha birçok milliyetten halk Türkiye sınırının hemen öte yakasında TC’nin politikalarından birebir etkilenmektedirler.

Bu etkileniş, Ortadoğu’da yaşayan halkların aynı zamanda TC başta olmak üzere tüm egemen güçlere olan öfkesini artırmaktadır. Ortadoğu’da çizilen sınırları aşan bir diğer olgu ise göçmenlik ve mültecilik meseleleridir. Özellikle Rojava halkının en fazla yaşadığı durumdur göç. Halkın önemli bir kesiminin akrabaları Türkiye’de veya Avrupa’da yaşamaktadır.

Bu durum Ortadoğu’nun kentleri arasındaki iletişimin ve etkileşimin daha hızlı bir seyir izlemesini beraberinde getirmektedir. Bölge kentleri eskiye oranla birbirlerine daha yakındır. Sınıf çalışması bu anlamda daha geniş alanda etkisini daha hızlı bir şekilde göstermektedir. Türkiye’nin büyük kentlerinde sanayi veya merdivenaltı atölyelerinde çalışanların bir kesiminin doğrudan Suriye, Irak, Afganistan veya Kürdistan’ın diğer parçalarında yaşayan halklarla akrabalıkları, çalışma alanlarımızın ne denli geniş olabileceğini bizlere göstermektedir. Mülteciliğin getirmiş olduğu bu durum biz Türkiyeli devrimcilere hem mültecilerin demokratik haklarının savunulması görevini yüklerken, diğer yandan onlarla iletişimi sağlam temellere oturtmak için dil zorunluluğunu da beraberinde getirmektedir.

 Kürtçe dilinin Kurmanci ve Sorani lehçeleri başta olmak üzere Arapça, Ermenice ve Farsça gibi dilleri asgari düzeyde öğrenen her devrimcinin Ortadoğu’da çalışma niteliği o derece artmaktadır. Hangi alanda çalışma yürütülürse yürütülsün, o alana dair asgari düzeyde bir sosyo-ekonomik çalışmanın yapılması bir devrimci yapı açısından olmazsa olmaz bir durumdur. Bu kitle çalışması, sınıf çalışması ve kitle temelinin sağlamlığı açısından önemli bir durumdur.

En ezilen kesimleri açığa çıkarmak, çeşitli katmanların ve sınıfların tahlilini yapmak, palazlanan, işbirliğine veya mücadeleye meyilli kesimleri açığa çıkarmak ve tüm bu kesimlerle ilişkilenmenin yol ve yöntemlerini aramak gibi görevler, devrimcilerin omuzlarında durmaktadır.

Rojava ulusal demokratik devrim deneyimi/kazanımları, bu kazanımların uygulanış biçimleri ve kitlelerin elde edilen kazanımları sahiplenme kararlılıkları şüphesiz ki devrimci hareket içinde muazzam bir deneyim oluşturmuştur. Rojava toplum sözleşmesi, kadınların mücadelelerini en ileri boyuta taşıyarak elde ettikleri haklar, komün deneyimleri, çeşitli milliyetlerin özerk sivil ve askeri meclis yönetimleri ve bir arada yaşam pratikleri, her etnik grubun kendi dilinde eğitim görme hakları ve kültürel haklarda yaşanan serbestlik Ortadoğu coğrafyasında yaşanmış en ileri yönetim deneyimini ortaya koymaktadır.

 Sınıf devrimlerinde dahi tüm sorunların bir devrim ile aşılmayacağı gerçeği bilimsel bir gerçeklik iken Rojava’da yaşanan demokratik devrim sürecinin de aşamadığı sorunlar mevcuttur. Tüm komşu devletlerin Rojava Devrimi’ne karşı olmaları gibi dışsal faktörlerin yanı sıra içsel olarak tüm sınıf ve tabakalarla uzlaşan bir yönetim biçimi olması can alıcı bir faktördür. Geniş toprakları elinde tutan aşiretler ile topraksızları aynı mecliste ulusal veya etnik grup çatısı altında buluşturma siyaseti, gericiliğin ve faşizmin tehlike saçtığı dönemler için işlevsel olabilir.

Ancak zaman içinde sınıfsal çelişkiler kendisini hissettireceğinden Rojava Devrimi de bir yol ayrımına gelecektir. Bu durumda devrimci ve komünistlerin tavrı sınıftan yana olacaktır.

Bu durumu şimdiden görmek ve perspektifi buradan doğru oluşturmak gerekecektir. 

BİTTİ  



Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)