22 Aralık 2024 Pazar

Suriye’de neler oluyor?_Halil Gündoğan__21.12.2024__ Suriye’de ne oldu

Suriye’de ne oldu?

Bilindiği üzere Suriye’de, Esad’ın iktidarını kansız bir şekilde devredip, ülkeden ayrılması ile sonuçlanan sürecin başlangıcı, bundan 13 yıl öncesine dayanır. “Arap Baharı” olarak tanımlanan sürecin etkisiyle, esasen yolsuzluklara ve insan hakları ihlallerine karşı, Ocak 2011 tarihinde, küçük çaplı gösteriler şeklinde başladı.

 Ancak bu gösteriler, devreye BOP’un baş mimarlarından ABD, İngiltere ve İsrail’in ve de özel olarak BOP “Eş başkanı” unvanı sahibi Erdoğan’ın başında bulunduğu Türk Devleti’nin girmesiyle, renk ve nitelik değiştirmeye başladı.

 Suriye Müslüman Kardeşlerinin devamcısı da olup, ancak bugünün daha radikal versiyonlarından olan HTŞ ve İŞİD adı altında hızla organize olan silahlı çete oluşumlarının ve içinde Suriye Ordusu mensuplarının da yer aldığı, esasen de Türk Devleti’nin yönlendirdiği bir başka oluşum olarak “Suriye Milli Ordusu” adlı taşeron yapıların (tabii o zamanlar farklı isimlerle anılıyorlardı) silahlı başkaldırısı çıktı. Hedef, protestolarla rejimi iyileştirici reformlar yapmaya zorlamak değil; Esad rejimini tümden ortadan kaldırmaktı.

 

Daha iki gün öncesine kadar, Esad ve ailesiyle “can-ciğer kuzu sarması” misali, sıkı aile dostları olan Erdoğan, birden üstündeki kuzu postunu çıkararak, Esad’ı bir an önce yemek isteyen aç bir kurt rolüne büründü: Acımasız bir diktatör olan “katil Eset” derhal devrilip, mazlum Suriye halkı özgürleştirilmeliydi. 

 

Malum, bilinen masaldır: Emperyalistler ve onların kullanışlı aparatları dünyanın mazlum halklarını kendi diktatörlerinden kurtarıp özgürleştiren ve oralara demokrasi götüren “iyilik melekleri” olmuşlardır hep. BOP’un Eş Başkanı olarak Erdoğan da elbette onlardan geri kalacak değildi: Suriye’yi, asıl sahipleri olduğunu ileri sürdüğü, mezhepdaşları Selefi-Suni İslamcı cihatçılara teslim etmek için, “sapkın mezhep” mensubu Esad ve destekleyeni Şiilerin alt edilmesi gerekiyordu. Öyle ki bu “kutsal dava” için, bugün “baş düşman” ilan ettiği YPG güçleri liderini Ankara’da ağırlayıp, ittifak yapmayı bile önerebilmişti. (Burada bu vesileyle şunun altını bir kez daha kalınca çizmek gerekiyor ki Erdoğan kesinlikle fanatik bir Siyasal İslamcıdır. Fakat esas olarak da mezhepçidir. Suni İslamcıdır. Nasıl ki Mısır, Tunus, Libya ve daha başka yerlerde Müslüman Kardeşlerin hakimiyeti için gayret göstermiştiyse; Suriye’de de bunların iktidarını seküler-laik bir iktidara tereddütsüzce tercih eder. Nitekim ediyor da. Selefist cihatçı HTŞ’nin devleti devralmasına atfen söylediği “Suriye şimdi asıl sahiplerinin elindedir” ile kast ettiği de budur aslında.)

 

Neticede, Esad rejiminin davetiyle devreye Rusya, İran ve Hizbullah girince ve keza YPG de İŞİD’e karşı savaşıyla cepheye dahil olunca; “evdeki hesap çarşıya uymadı.”  Beklenen o hızlı zafer gelmediği gibi, önemli oranda geri de püskürtüldü. Bununla Erdoğan’ın, “Emevi Caminde namaz kılma” hevesi kursağında kalmış olsa da Türk Devleti çeşitli isimler altında doğrudan kendi resmi güçleriyle Kürtlerin birçok bölgesini işgal edip, oralara yerleşmeyi başardı. Keza İdlib gibi bazı yerlere de başta HTŞ olmak üzere, paramiliter güçlerin yerleşmesine yardımcı oldu. Onlara, diğer bir takım malum emperyalist odaklarla birlikte her türlü desteği sunarak, kol-kanat gerildi. İdlib’de mini bir devlet örgütlemeleri için de aktif bir şekilde ön ayak oldular vs. Keza Erdoğan, İŞİD barbarlarını özellikle de Rojava ve Şengal’e saldırtarak, Kürt kazanımlarını ortadan kaldırmayı denedi. Fakat bunda da başarılı olamadı. “Kobane düştü düşecek” diye sevinçten avuçlarını ovuştururken; “dost güçler” ve “İŞİD Karşıtı Koalisyonun” da aktif desteğiyle Kürt direniş güçleri efsane bir kahramanlık örneği sergileyerek bu barbarlar güruhunu püskürtmeyi başardı. Ancak Türk Devleti, kendi himayesine girmeyi ve Esad rejimiyle savaşmayı reddedip, “bağımsız” ve özerk bir statüde kalmakta ısrar eden Rojava’ya karşı her fırsatta saldırganlığını sürdürmeye devam etti.

 

Dengeler nasıl değişti?

Öte yandan bu süreçte gerek Rusya’nın  Ukrayna sahasında NATO ile savaşa çekilmesi ve gerek ABD ve Batılı emperyalist güçlerin her türlü desteğiyle İsrail’in İran’ın bölge güçlerinden olan Hizbullah’a Lübnan ve Suriye sahasında vurduğu ağır darbeler, gerek İran’ın doğrudan ve dolaylı olarak darbelenmesiyle zayıf düşürülmesi ve gerekse Esad rejiminin çetelere karşı savaşı sürdürmedeki edilgen tavrı ve keza Kürtlerle birleşmeyi reddetmesinin de toplam  sonucu olarak, müttefikleriyle birlikte Suriye rejimi giderek zayıflamaya başladı. Buna, ambargolardan ötürü yaşanan ekonomik sıkıntılar da eklenince, “zayıf durum” daha bir derinleşmiş oldu.

 

Karşı taraf ise, tüm bu süre boyunca sahada doğrudan Türkiye, İngiltere, ABD ve İsrail tarafından “eğit-donat” programı doğrultusunda, konumlandırıldıkları “kurtarılmış bölgelerinde” eğitilip donatıldılar. Bu eğitimler de Erdoğan’ın SADAT’ı ve silahlı-silahsız hava araçlarının kullanılması konusunda da Ukraynalı hava subaylarının ve keza İsrailli uzmanların doğrudan görevler üstlendiklerini, eskilerin deyimiyle; “Mısır’da ki sağır sultan bile duymuştu.” Sonuçta güçler dengesi, ters orantılı olarak, Esad rejimi aleyhine zayıflarken; diğerleri lehine de güçlenmeye devam eden bir süreç oluşmuştu.

 

Karşı saldırının belirleyici nedeni ve baş aktörü 

Ancak yine de karşı saldırı hamlesi, ta ki NATO-Rusya savaşının Ukrayna cephesinde boyut değiştirme alarmı vermeye başlama anına kadar, hemen yakın bir dönem içinde pek de öngörülür değildi. Fakat ne zaman ki ABD seçim sonuçlarının NATO-Rusya savaşında Rusya’yı, Ukrayna sahasında geri çekilmeye zorlama kararlılığını zayıflatma ihtimali belirdi, işte o aşama İtibariyle İngiltere NATO’da ipleri ele almaya yöneldi. Daha önceki bir makalemde de belirttiğim gibi; Rusya’nın bir başka cepheden, “zayıf halka” Suriye cephesinden kuşatılıp, stratejik çıkarları darbelenerek zayıf düşürülmesi stratejisi devreye sokuldu.

 

Türk Devleti baş taşeron seçildi 

İngiltere, kendisine baş taşeron olarak seçtiği Erdoğan liderliğindeki Türk Devleti ile aylar öncesinden bu operasyonu planlayıp, hazırlıklarına da başladılar. Yaygın olarak sanıldığının aksine Colani liderliğinde ki HTŞ, konunun birçok uzmanının da dikkat çektiği üzere, belirleyici irade olarak İngiltere istihbaratının denetiminde olan bir taşerondur. Dolayısıyla da operasyon için eğitilip, ağır silahlar ve İSHA ve benzeri hava unsurlarıyla da güçlü bir şekilde takviye edilen HTŞ ve SMO’ya, sahada Türk Devleti’nin resmi güçlerinin koordine ve desteğinde, bu operasyon 27 Kasım tarihinde fiilen başlatılmış oldu.

 

Rusya ve Esad rejimi gafil avlandı

Yaşananlardan da anlaşılacağı üzere; Esad rejimi ve müttefik güçleri bu “baskın operasyona” hazırlıksız yakalanmışlardı. Keza Hizbullah güçleri zaten Lübnan’a çekilmiş olduğundan ve keza Suriye sahasında ki diğer Şii milis güçleri de son derece zayıflatılmış olduklarından; Esad rejimi bu iki önemli direniş gücünden mahrum olarak bu saldırıya maruz kaldı. Rusya ise ancak ki çok da etkili olmayan hava güçleriyle müdahil olabiliyordu. İran’ın ise fiili saha desteği henüz koordine olamamıştı.

 

Esad rejiminin akıbetini Rusya belirledi 

Neticede Rusya, bu tarz bir karşı koyuşla saldırıyı kıramayacağını görünce, kuvvetle muhtemel ki ABD’nin yeni başkanıyla “kapalı kapılar ardında”, yaptığı pazarlıklar neticesinde, fazla kan dökmeden devletin devir teslimi hususunda bir anlaşma sağlamayı tercih etti ve bunu Esad’a da dayattı.

 

Çaresiz kalan Esad ise bu karara uygun davranarak; Halep’ten sonra, biraz da zaman kazanma taktiği güderek, düzenli şekilde geri çekilme emri verdi güçlerine. Devleti, “anahtar teslim” devretme görevini Başbakanına vererek, kendisi ve yakın çevresi de Suriye’yi terk etti.

 

Bu süreçte ABD ve İsrail neredeydi? 

Dikkat edilirse, ilk birkaç gün boyunca ABD ve İsrail, operasyonu dışardan seyretme pozisyonundaydılar: ABD, “bizim işimiz değil”, açıklamaları yaparken; İsrail ise, “taraf tutmadıklarını” ifade etmekteydi. 

 

ABD ve İsrail hangi aşamada dümene geçti?

İngiltere açısından amaç hasıl olmuş ve Rusya Akdeniz’e açılan kapısını esasen yitirmiş sayılırdı. Operasyon bu aşama itibariyle artık “normal” seyri yönünde makas değiştirip, BOP’un doğrudan unsuru olarak tamamına vardırılabilirdi. Nitekim sahada da görüleceği gibi ilk başlarda seyirci pozisyonunda olan ABD, şimdi adeta tek kart dağıtıcı olarak süreci yönetmeye soyunmuş durumda. 

 

Evet ABD, ne zaman ki Rusya geri çekildi, işte ancak o aşama itibariyle aktif olarak sahaya inip, dizayn ve koordine etme görevini fiilen üslendi.

 

İsrail’in işgal ve imha operasyonlarının ikili yönü 

Bu kolay zaferdeki üstün katkısından ötürü, HTŞ liderinden “şükranlar” alan İsrail ise; ‘fırsatı ganimete çevirmek” üzere bir taraftan, çok yönlü stratejik konuma sahip Golan Tepeleri’nin tümünü ve Hermon Dağı’nı işgale yönelip, buraları yeni yerleşim alanı ve denetim üssüne çevirmeyi hesaplarken; diğer taraftan da Suriye Devletine ait ne kadar askeri tesis varsa, ağır silah depoları dahil, tüm hava, kara ve deniz gücünü bombalayarak, kullanılamaz hale getirme operasyonuna girişti. Bununla da ikili bir amaç güttükleri rahatlıkla söylenebilir: Birinci amaçları, iktidarı devralan güçleri esasen silahsızlandırıp, en azından bir süreliğine de olsa zararsız hale sokmakken; ikinci amaçları da çoğu esasen Rus silahları olan bu silah ve cephaneyi yok ederek, kendisi ve yandaşı silah tekellerine yeni bir pazar açmaktır.

 

Peki bu süreçte Erdoğan asıl olarak neyin peşinde?

Türk Devleti ise, “mal bulmuş mağribî” misali, taşeron gücü SMO çetelerini silahlandırıp, komuta ve koordine ederek, yeni yerler işgal etme histerisiyle, özellikle de Kürtlerin kontrolünde bulunan yerleri “geri alma” saldırılarına yöneldi. Nitekim ağırlıklı olarak Arapların yaşadığı birkaç yeri işgal ederek, SMO’nun denetimine sokmayı başardı da. Keza HTŞ üzerinde ki baskın nüfusunu da kullanarak, Rojava yönetimini “denklem dışında tutmak” amacıyla, Kürtleri baskı altına alma operasyonları yürütmekte. Keza eş zamanlı olarak, baş dizayncı ABD nezdinde de “ikna çalışmaları” yürüterek, bu baskı ve kıskaca almayı daha bir katmerli hale sokmaya gayret ediyor.

 

Türk Devleti’nin bu süreçteki stratejisinin ana ekseni

Yani bir bakıma bu, Türk Devleti’nin bu süreçteki stratejisinin ana eksenidir. Tutup tutmayacağı ayrı bir boyut, ama 7 Ekim itibariyle kamuoyuna beyan ettikleri Öcalan merkezli projeleri göz önünde tutulacak olursa; yapmaya çalıştıklarının buna uygun olduğu rahatlıkla görülebilir. Dikkat edilirse, “içerde” de bir taraftan DEM ile el sıkışıp, “bin yıllık kardeşlik” yeminleri edilirken; eş zamanlı olarak diğer taraftan da DEM ve ama özellikle de PKK yönetiminin çıtayı kendi istemlerinin üstünde tutma iradelerini kırmak için, Öcalan’a yeni bir görüş yasağı, DEM Partiye tutuklama operasyonları, Rojava ve Medya Savunma Alanlarına hava operasyonları ve nokta hedefli imha operasyonları düzenlemekteydiler.

 

Öcalan’ın “bekleme odasında” tutulmasının asıl nedeni

Öcalan’ın açıklama yapma ortamının oluşturulmasının beklemeye alınmasının esas nedeni de PKK ve Rojava Yönetiminin henüz gerektiği oranda “tavına” gelmemiş olduklarına ilişkin kanaatleridir. ABD desteğiyle Rojava siyasal bir statüye kavuşturulmak istenecek, “ama Rojava yönetiminin mevcut sistemini korumakta ısrar etme tutumu nedeniyle, şeriata dayalı sistemle uyumsuzluk ve çatışma potansiyeli barındıracağı” gerekçesiyle Türkiye, “çözüm gücü” olarak, Rojava’nın kendi himayesine bırakılmasını isteyecektir. İşte öngörülen bu “kıvam ortamının” nesnel olarak oluştuğuna kendilerini ikna ettiklerin de Öcalan devreye girerek; “Kürtlerin barış ve huzur içinde yaşayabilmelerinin bu koşullarda ki makul tek yolu, Türk-Kürt ittifakındadır.” Çağrısı yaparak, rolünü oynamış olacak.

 

Bahçeli neyi alkışladı?

Dikkat edilirse, Türk Devleti Rojava yönetimi altındaki bölgelerin işgalini sürdürdüğü o günlerde bile, DEM Parti Eş başkanı Tuncer Bakırhan’ın Partisi adına TBMM’de yaptığı ve Bahçeli’den alkış alan konuşması da tamamen bu içerikteydi: Tek çıkış yolu, Türk-Kürt ittifakının acilen sağlanmasındadır… Yani Bahçeli’ye göre DEM Parti nihayetinde “aklın yolunu” bulmuş ve alkışı hak etmişti.

Tabii ki DEM Parti tek çözüm yolu olarak “Kürt-Türk ittifakını” sadece “iç cephe” bağlamında önermiyordu. Başta arz ettiği aciliyet öneminden ötürü Rojava ve tüm diğer sahalardaki Kürtler toplamı için öneriyordu. Yani önerisinin kapsamı böylesi bir özellikte olup, Rojava’da ki saldırıların sonlandırılması çağrısıydı da bir bakıma.

 

“Devlet aklının” önerdiği “Türk-Kürt ittifakının” da zaten bu kapsamda olduğu düşünüldüğün de Bahçeli’nin memnuniyetinin nedeni daha iyi görülebilir.

 

Suriye’nin yeniden dizaynını belirleyecek ana unsur

Neticede Esad rejimi son buldu ve şimdi sıra Suriye’nin yeniden dizayn edilmesinde. Bir devrim değildi yapılan, sadece yönetim erkini elinde bulunduran bir zümrenin alaşağı edilmesiydi. Dolayısıyla da yapılacak olan öncelikli şey; devralınan eski devlet mekanizmasının yeniden yapılandırılması olacaktır. Tabii örgütsel mekanizmaların niteliği, kapsam ve şekli, esas olarak, güdülen amaca uygun olacağından; burada da bu gözetilecektir. İktidarın ağırlıklı olarak şeriatçıların elinde olması, kesinlikle baş dizayncılar açısından sorun yaratmayacaktı; yeter ki kendilerine hizmette kusur işlemesinler. Görünen o ki en azından kısa sürede bu kusuru işlemeyip, kendilerine ön görülen role sadık kalacaklar gibi. Keza bu “hazır kıta” güçlerin yaptıkları ilk açıklamalardan biri de İran’ı baş düşman olarak ilan etmeleri oldu. Bu kara gücü bugün nasıl ki Esad rejimine karşı aktif olarak kullanıldıysa; yarın da İran’a karşı başlatılacak “silme” operasyonunda kullanılacak olmasından ötürü, BOP’un mimarlarınca mutlak surette gözetilecek ve kollanacaklardır da.

 

Bu operasyon, eski MİT patronu, şimdilerin Türk Dış İşleri Bakanı Hakan Fidan’ın kendisini gülünç durumlara sokma pahasına söylediği gibi “dış dinamiklerin dahli yok, tamamen iç dinamiklerin eseri” değil; tamamen “dış dinamiklerin” eseridir. Bu operasyon şimdi değil, ta 13 yıl önce BOP ekseninde başlatılmış bir emperyalist odaklar operasyonudur. Dolayısıyla da yeni dizaynın nasıl şekilleneceğini de esas olarak BOP’un ön gördüğü temel esaslar belirleyecektir. Taşeron güçlerin istem ve iradeleri ise ancak ki buna uygun düştüğü ölçüde ve kısmi taktiksel esnemeler şeklinde söz konusu olabilecektir. Aksi dayatma ve defakto çıkışlar, kaçınılmaz olarak çatışma ve yaptırımlar vesilesi olacaktır. Bunu göze alabilecekler çıkabilir elbet. Ama söz konusu olan Suriye’deki mevcut aktörler olduğunda, en azından şimdilik bu türden “gözü kara” aktörler çıkmayacak gibi görünüyor.

 

Dolayısıyla da yeni şekillendirme, esasen “İsrail’in güvenliğini” güvence altına alma önceliğine uygun olacaktır.  Şimdilik söylenebilecek en net şey budur. Diğer birçok şey muhtemelen, sahadaki aktif unsurların taktik savaşlarınca olgunlaşıp şekillenecektir. Fakat sahada çıkarları birçok nokta da birbiriyle tezat bu kadar çok iç ve dış faktörün etkin olduğu bir realite de hiçbir şey hiç de kolay olmayacaktır. Hele bir de devrede onca fanatik şeriatçı çetenin iktidar olanaklarını da ele geçirmiş olduğu bu süreçte, maalesef ki Suriye halklarını kaotik zor günler bekliyor.

 

Enternasyonalist devrimci görev ve sorumluluk

Bu çıplak gerçeklik, yüz binlerce insan için bir yaşam sorun olduğundan; başta uluslararası sol-sosyalist ve komünist güçler olmak üzere, ilerici-demokrat tüm kesimlere büyük görev ve sorumluluklar yüklüyor. Nasıl ki dün İŞİD barbarlığına karşısında Kobane için seferber olunup, “Enternasyonal Tugaylar” oluşturulup, mazlum Kürt halkı savunulduysa; bugün de aynı kumaştan olan HTŞ ve SMO barbarlarının “şeriat düzeni” dayatmasıyla başta kadınlar ve aleviler olmak üzere, yönelecekleri tüm diğer inanç sahibi azınlıklara karşı girişecekleri saldırılara karşı şimdiden yerel güçlerle birlikte organize olmanın ve “öz savunma” hazırlıkları yapmanın yol ve yöntemlerini düşünüp bulmak ve harekete geçmek gerekiyor.

Aksi takdirde yarın her şey için çok geç kalınmış olabilir. 

 

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)